İlİm ve bİlİm dayanişmasi

Cevapla
can
Mesajlar: 332
Kayıt: 12 Şub 2007, 14:14

İlİm ve bİlİm dayanişmasi

Mesaj gönderen can »

"İlimsiz bilim kördür, göremez; bilimsiz ilim topaldır; ilerleyemez!"

İnsanoğlunun yaşamına, düşüncelerine, araştırmalarına, hayatına dair aklınıza gelebilecek ne varsa; sanat, teknoloji, tarihin kaydettiği medeniyetlerin oluşmasına, savaş ve barışlara dahi iki olgunun kaynaklık ettiğini görüyoruz. Bu kaynakların ne olduğuna baktığımız zaman ise karşımıza çıkan kavramlar ilim ve bilim oluyor.

Yaradılış amacını sorgulayan, insanoğlunun yaratıldığından beri kafasından söküp atamadığı "Ben kimim, niçin varım, nereden geldim, neredeyim, nasıl yaşamalıyım, nereye gideceğim?" türünden soruların cevabı olan, onlara varlık felsefesini, yaratılış amacını, yaratıcısının kim olduğunu, dünyada yaşarken kendisini saadete ulaştıracak helal ve haramları açıklayarak nasıl yaşaması gerektiğini ve bu amellerin sonuna göre varacağı yeri anlatan ilim ve yaşadığı çevreyi, kendisinin ve çevresindeki varlıkların tabiatını, yaşam koşullarını, hastalıkları ve tedavi şekillerini, elinin ulaşamadığı ama düşünce ufkunu da varmaktan alıkoyamadığı güneşi, gezegenleri, galaksi sistemlerini tanımasına yardımcı olan bilim…

Ve ilginç olan husus şu ki; bu ikisinin arasına kesin bir sınır konulamadığı gibi, bu iki temel olgunun birbirlerine kaynaklık da ettiğini fark ediyoruz.

Bilim insanoğluna kılavuzluğu aracılığıyla yaratıcının emir ve yasaklarından ibaret olan hükümlerin hikmetini çözmekle uğraşırken; en ufak örneği "Cevizi ve peyniri birlikte yiyiniz" hadisi şerifinin buyruğu doğrultusunda ikisinin ayrı yenildiği taktirdeki ortaya çıkardığı hastalıkları yeni keşfeden bilim; yaratılıştaki inceliği, mükemmelliği, tanıttığı insan fizyolojisi, galaksi sistemlerinin büyüklük, denge ve esaslarıyla ortaya koyarken; biliminin yaratıcısı olan insanoğlu, yaratıcının kendisine bahsettiği meziyetleri kullanarak yeni bilinmezlerin peşine düşüp, bilim sınırlarını genişletirken; ilim ise insanoğlunun düşünceleri ancak dünyayı düz bir tepsi olarak algılayacak, deprem olayını dünyanın öküzün boynundaki bir nesnenin dönmesi gibi ortaya çıkan sarsıntılar aracılığıyla açıklayacak düzeydeyken; insanlığa asırlar ötesinden habersiz olduğu hakikatlerin kapısını açmakta, gönderilen kitaplardaki ayetlerle gezegen ve galaksi sistemlerinin yapısına dair açıklamalarda bulunmaktadır.

Bilimin Allah'ın sanatını, yaratışındaki üstünlüğü, kusursuzluğu ve mucizevi özellikleri görebilmeye yardımcı bir etken olması, herhangi bir bilim dalında araştırmalar yapan bir insanın, eğer birtakım önyargılara veya körü körüne bağlı olduğu bir ideolojiye sahip değilse, gördüğü her ayrıntıda mükemmel bir tasarımın varolduğunu görmesine ve bu tasarımın ancak sonsuz bir aklın eseri olabileceğini anlamasında etkili olması; tarih boyunca büyük keşifler yapmış, bilimsel gelişmenin öncüsü olmuş, İslam dininin hakim olmadığı bölgelerde yetişen bilim adamlarının bile büyük bir çoğunluğunun Allah'a yönelip; iman etmelerine sebep olmuştur

Nitekim hayatın cansız maddelerden gelemeyeceğini, ancak hayattan gelebileceğini ispatlayan, yaşadığı dönemde özellikle Darwin'in teorisine karşı çıkması ile tanınmış ve bundan dolayı tepki alarak pek çok sözlü saldırının hedefi olan Louis Pasteurin "Doğayı ne kadar çok incelersem, Yaratıcı'nın eserleri karşısında inancım o kadar çok artıyor" sözlerinden de anlaşıldığı gibi evrenin ancak Allah tarafından yaratılmış olduğu gerçeği, yaratışındaki üstünlüğü, kusursuzluğu ve mucizevi özellikleri ve bilimin insanlara Allah’ı tanıtmadaki rolünü kendisi gibi olan diğer bilim adamlarının hayatlarına baktığımız ve sözlerini incelediğimiz zaman daha rahat gözlemleyebiliyoruz.

Bilimin insanları Allah'a yaklaştıracak bir vesile olduğunu düşünen bilim adamlarından birisi olan Johannes Kepler de, Astronomi ile ilgili araştırmaları sonucunda Allah'ın varlığının farkına varmış ve bu gerçeği şu şekilde dile getirmiştir: "Uzun zamandır rahatsızdım. Ama şimdi, astronomi konusundaki araştırmalarım yoluyla Allah'ın varlığının farkına vardım."

Kepler, neden bilim ile uğraştığı kendisine sorulduğunda ise "Yaratıcının eserlerindeki lezzeti tatmak için" diyerek cevap vermiştir. İnsanları, "Yaratıcıyı anlamak için sahip oldukları bütün duyularını kullanmaya" çağırmış ve bilimsel eserlerinde bu önemli noktayı sürekli dile getirmiştir.

Robert Boyle'a göre ise bilim, Allah'ın aklını göstererek Allah'ı övmenin yoludur. Eğer keşfedilen şeyler bu gerçeği gösteriyorsa, yeryüzünü büyük bir cesaret ve sabırla incelemek ve böylece Allah'ın varlığına ulaşmak gereklidir. Böyle, bilimin akıl olmadan ilerleme kaydedemeyeceğini ve Allah'ın aklının bilim yoluyla sürekli olarak gösterilmekte olduğunu belirtmiş inançlı bir bilim adamıdır.

Yapmış olduğu çalışmalarda dine yönelmiş ve dinin güzelliklerini insanlara hatırlatmış olan bilim adamlarından bir diğeri olan Blaise Pascala göre ise, bir insan eğer Allah'ın varlığına ve dine inanırsa erdem, üstünlük ve mutluluk onun olacaktır. Eğer insan O'ndan uzaklaşırsa, ahlaksızlık, sefalet, mutsuzluk, karanlık ve umutsuzluk onunla birlikte olacaktır. Pascal, insanların inançlı oldukları sürece dünyada mutluluk elde edeceklerini ve ahirette de cenneti kazanacaklarını, çevresindeki inançsız insanların ise, ellerindeki her şeylerini kaybetmiş olarak cehennemle karşılaşacaklarını belirtmiştir.

Tüm zamanların en büyük bilim adamı olarak kabul edilen, hem matematikçi hem de büyük bir fizikçi olarak bilim tarihine geçen, yer çekimi kanunu keşfeden ve bunun dışında fizikte hareketin üç kanunu ve matematik alanında gelişmiş hesaplama yöntemleri ile birçok bilim dalında öncü kabul edilen İsaac Newton, bilimi araştırdıkça Allah'ın mutlak varlığının farkına varan inançlı bilim adamlarından biridir. Ateizme karşı çıkmış, bunun için pek çok makalesinde yazılar yayınlamış ve eserlerinde Yaratılış gerçeğini savunmuştur. Newton'un, dünyanın seyrini değiştiren buluşlarının temelinde Allah'a yakınlaşma isteği vardır. Principia Mathematica adlı eserinde bu gerçeği şu sözlerle dile getirmiştir. "Bizler Allah'a muhtaç kullar aciz olarak, kendi aklımıza göre Allah'ın aklını büyüklüğünü ve yüceliğini görmeli ve O'na teslim olmalıyız."

Aynı zamanda bir rahip olan Adam Sedgwick ve Mendel, hiçbir şeyin tesadüfen varolamayacağını savunan ve bilinçli yaratılış gerçeğini insanlara göstermeye çalışan 19. yüzyıl bilim adamlarındandırlar.

Yazılarında Allah'a olan inancından sıkça söz eden Einstein, " İlimsiz bilim kördür, göremez; bilimsiz ilim topaldır; ilerleyemez " sözleriyle dinle bilimin ayrılmaz bir bütün olduklarını göstermektedir. Einstein, "tabiatı araştıran herkesin içinde bir çeşit dini saygı" olduğunu belirtmiş ve şunları söylemiştir: "Bilimle ciddi şekilde uğraşan herkes tabiat kanunlarında bir ruhun, insanlardan daha üstün bir ruhun olduğuna ikna olur. Bu yüzden bilimle uğraşmak, insanı dine götürür."

Tıpkı Newton ve Einstein gibi inançlı bir insan olan Maxwell, eşine yazdığı bir mektupta şu şekilde Allah'a dua etmiştir: "Yeryüzündeki herşeyi kullanımımız altına alabilmek için bizlere Senin eserlerinin üzerinde çalışmayı öğret ve Sana hizmet etmek için aklımızı güçlendir."

Fizik alanında yaptığı keşiflerle yeni bir döneme damgasını vurmuş 20. yüzyılın en önemli isimlerinden biri olan Planck da evrenin büyük ve kutsal bir güç tarafından idare edildiğine inanmıştır. Bu büyük gücün Allah olduğunu belirten Planck, bilimle uğraşan insanların Allah'ın varlığını görmeleri gerektiğini şu sözlerle dile getirmiştir: "Hangi sahada olursa olsun, bilimle ciddi şekilde ilgilenen herkes, bilim mabedinin kapısındaki şu yazıyı okuyacaktır: İman et. İman, bilim adamlarının vazgeçemeyeceği bir vasıftır.”

Batı dünyasının materyalist, inkarcı ortamında yetişen bu inançlı bilim adamlarının yanı sıra İslam dünyasında da yaptıkları çalışmalarla insanlık tarihine isimlerini kaydetmiş İbn-i Sina, Kadızade Rumi, Mahmut Şirvani, Ali Kuşçu, Mirim Çelebi, Takiyüddin, Seydi Ali b. Hüseyin, Katip Çelebi, İbn Nefis, Akşemseddin, El-Battani, El-Harezmi, Sabit Bin Kura, İbni Heysem gibi bilim adamları da ilimle bilimin insanları Allah’a ulaştırmadaki etkisini ve bilimle ilimin ortak paydada buluşmasını gözler önüne sermiştir.
can
Mesajlar: 332
Kayıt: 12 Şub 2007, 14:14

İlİm ve bİlİm dayanişmasi 2.bölüm

Mesaj gönderen can »

Bilimin Allah'ın sanatını, yaratışındaki üstünlüğü, kusursuzluğu ve mucizevi özellikleri görebilmeye yardımcı bir etken olmasının yanı sıra ilahi kelamın açıklayıcısı olan ilim de bilime kılavuzluk ederek; insanları göklerin, yerin, dağların, yıldızların, bitkilerin, tohumların, hayvanların, gece ile gündüzün meydana gelişinin, insanın kendi doğumunun, yağmurun ve yaratılmış daha birçok varlığın üzerinde düşünmeye ve bu varlıkları incelemeye davet etmiştir.

“Onlar, ayakta iken, otururken, yan yatarken Allah'ı zikrederler ve göklerin ve yerin yaratılışı konusunda düşünürler. (Ve derler ki:) "Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın. Sen pek yücesin, bizi ateşin azabından koru."[1]

“Üzerlerindeki göğe bakmıyorlar mı? Biz, onu nasıl bina ettik ve onu nasıl süsledik? Onun hiçbir çatlağı yok. Yeri de (nasıl) döşeyip-yaydık? Onda sarsılmaz dağlar bıraktık ve onda 'göz alıcı ve iç açıcı' her çiftten (nice bitkiler) bitirdik. (Bunlar,) 'İçten Allah'a yönelen' her kul için 'hikmetle bakan bir iç göz' ve bir zikirdir. Ve gökten mübarek (bereket ve rahmet yüklü) su indirdik; böylece onunla bahçeler ve biçilecek taneler bitirdik. Ve birbiri üstüne dizilmiş tomurcuk yüklü yüksek hurma ağaçları da.”[2]

“O, biri diğeriyle 'tam bir uyum' (mutabakat) içinde yedi gök yaratmış olandır. Rahman (olan Allah)ın yaratmasında hiçbir 'çelişki ve uygunsuzluk' (tefavüt) göremezsin. İşte gözü(nü) çevirip-gezdir; herhangi bir çatlaklık (bozukluk ve çarpıklık) görüyor musun?”[3]

“İnsan bir baksın, hangi şeyden yaratıldı?”[4]

“Bakmıyorlar mı o deveye; nasıl yaratıldı? Göğe, nasıl yükseltildi? Dağlara; nasıl oturtulup-kuruldu? Yere; nasıl yayılıp-döşendi?”[5]

İnsanoğlu ilahi kelamda yaratılanlar üzerinde düşünülmeye, araştırmaya ve Allah’ın sanatını görmeye teşvik edilirken, bu uğraşıların sonunda yapılan keşifler asırlar ötesinde Allah’ın kitabında insanlara açıklanmıştır.

Örneğin Darwin materyalist felsefecilerin sığındıkları ve çok çaba sarf etmelerine rağmen bir adım daha yol kat edemeyip, kanıtlamakta çıkmaza girdikleri “Cansız madde hayat oluşturabilir” sözlerine Kuran asırlar öncesinden

“Taneyi ve çekirdeği yaran şüphesiz Allah'tır. O, diriyi ölüden çıkarır, ölüyü de diriden çıkarır. İşte Allah budur. Öyleyse nasıl oluyor da çevriliyorsunuz?”[6]

“Göklerin ve yerin mülkü O'nundur. Diriltir ve öldürür. O, her şeye güç yetirendir.”[7] ayetleriyle cevap vererek cansız maddenin hayat kaynağı olamayacağını dile getirmiştir.

Aynı şekilde 20. yüzyılın ortalarına dek hakim olan evrenin sonsuz boyutlara sahip olduğu, sonsuzdan beri var olduğu ve sonsuza kadar da var olacağı şeklindeki görüşten sonra 21. yüzyılın başlarında olduğumuz şu dönemde, evrenin bir başlangıcı olduğu, yok iken bir anda büyük bir patlamayla var olduğu modern fizik tarafından pek çok deney, gözlem ve hesapla ispatlanırken Kur’an bu görüşlere asırlar ötesinden “O gökleri ve yeri yoktan var edendir...“[8] ayetiyle cevap veriyor.

Nitekim Evrenin genişlemesi, Bing-Bang Teorisi, güneş, ay, yıldızlar arasındaki farklılık, yörüngeler, dönen evren gibi sayılamayacak bir çok konunun yanı sıra elektriğin icadı bile Edison’un esinlendiği Nur Suresi 35. ayeti Kerimesinden esinlenmesiyle gerçekleşiyor.

“Allah ışığıdır göklerin ve yeryüzünün. Işığının örneği, kandil konan bir yere benzer, orada bir kandil var, kandil, bir sırça içinde, sırça da parıl-parıl parlayan bir yıldız sanki; doğuda da olmayan, batıda da olmayan kutlu zeytin ağacından yakılmış; ateş dokunmadan da yağı, hemen ışık verecek; nûr üstüne nûr. Allah, doğru yolu gösterir nûruyla dilediğine ve Allah, örnekler getirir insanlara ve Allah, her şeyi bilir.”[9]

Ayete dikkat edildiği taktirde eski dönemlerde kullanılan etrafında cam bir sırça olan ampul ve hiçbir ateş yakmayla gerçekleşmeyip, elektron ve proton denilen cisimlerin birbirini çekmesi sonucu oluşan elektrik kavramının ve “doğuda da olmayan, batıda da olmayan” ifadesiyle de farklı zıt kutupları temsil eden bu parçacıkların bir araya gelmesinden oluştuğu anlaşılır.

Materyalist ve yaratılış felsefisini inkar eden evrim gibi teoriler karşısında; bilimin Allah’ın varlığını ve yaratıcılığındaki kusursuzluğu göz önüne serip, ilahi kelam olan Kur’an-ı Kerim’in de asırlar ötesinden keşiflere yol göstermesinin yanı sıra; bu mükemmelliği kendisine gelen vahiy aracılığıyla açıklayan Allah Resulü (s.a.a)’in sözleri gibi; Allah Resulü (s.a.a)'ın geride ümmetine ihtilafa düşmemeleri için bıraktığı ilahi kelamın varisi, koruyucusu ve açıklayıcısı olan Ehlibeyt (a.s.)’ın da sözlerinde insanlara ilim ve bilimi ortak bir paydada sunduklarını görüyoruz.

İşte Kuleynî (r.a)'in İmâmet pınarının pak ve katıksız suyundan, yanında her şeye kafi gelecek bir kitabın bulunmasını isteyenlere sunduğu Usul-u Kafi kitabında da; İmâm (a.s.)’ın bugünün biliminden ve metotlarından yararlanarak Allah'ın varlığı ve birliği olan Tevhidin esaslarını ispatladığı görülür.

Usul-u Kâfi'nin, "Tevhit Kitabının, Alemin Sonradan Var edilmişliği ve Var edicisinin İspatı Babında" İmâm Cafer-i Sâdık (a.s)'la, Allah'ın varlığını ve birliğini inkar eden Abdülkerim b. Ebu'l-Avcâ arasında şöyle bir diyalog geçer:

"…İmâm (a.s) dedi ki 'Ben sana bir soru sorayım, sen buna karşılık ver.' Ardından da buyurdu ki; 'Sen yapılmış mısın yoksa yapılmamış mısın?' Abdülkerim b. Ebu'l-Avcâ dedi ki; 'Bilakis ben, biri tarafından yaratılmamışım.' Alim (a.s) dedi ki ; 'Öyleyse söyle bakayım, eğer biri tarafından yaratılmış olsaydın, nasıl olurdun?' Abdülkerim uzun süre cevap vermeden öylece kalakaldı. Sonra önünde bulunan bir çöple oyalanarak bir yandan da şunları söylemeye çalıştı; "Yaratılmış varlıklar uzun, genişi derin, kısa hareketli ve hareketsiz olurlar. Bütün bunlar bir şeyin yaratıldığını gösteren niteliklerdir." İmâm (a.s) ona şöyle dedi: "Eğer yaratılmışların nicelikleri olarak bunlardan başka bir şey bilmiyorsan, kendini de yaratılmış kabul etmen gerekir; çünkü kendinde de bu nitelikleri bulabilirsin. "

Abdülkerim İmâm (a.s)'a şöyle dedi: "Bana öyle bir soru sordun ki, senden önce hiç kimse böyle bir soru sormamıştı ve senden sonrada kimse benzeri bir soru soracak değildir." Ebu Abdullah (a.s) şöyle dedi: "Varsayalım bundan önce sana böyle bir soru sorulmadığını bildin. Peki bundan sonra sana böyle bir sorunun sana sorulmayacağını nereden biliyorsun? Üstelik ey Abdülkerim bu sözlerinle sen kendinle çelişiyorsun. Çünkü sen varlıkların ezelden beri eşit konumda olduğunu ileri sürüyorsun. Peki o zaman nasıl oluyor da bazı şeylere öncelik bazılarına da sonralık niteliğini yakıştırıyorsun?"


İmâm ardından da şunları ekledi:" Ey Abdülkerim , sana biraz daha açıklamada bulunayım. Diyelim ki senin bir kesen var ve senin bu kesenin içi mücevher doludur. Bir adam sana: 'Kesende dinar var mı?' diye sorsa ve sen de kesede dinar olmadığını belirtirsen, sonra bu adam sana: 'Öyleyse bana dinarları vasfet' dese, üstelik senin de dinarların sıfatları hakkında bir bilgin olmazsa, bilmediğin halde kesede dinar olmadığını ifade edebilir misin?" Adam "Hayır" dedi. Bunun üzerine Ebu Abdullah (a.s) şöyle buyurdu "Evren de kesenden daha uzun ve daha geniştir. Evren de öyle bir varlık olabilir ki, sen bunun hakkında bilgi sahibi olmayabilirsin: "Çünkü sen bir varlığı göremeden onu vasfedemiyorsun." Abdülkerim öylece kalakaldı.

Bu konuşma ve tartışma sonunda onun bazı arkadaşları İslam'ı kabul ettiler, diğer bazı arkadaşları da onunla birlikte eski anlayışlarını sürdürdüler. Üçüncü gün tekrar geldi ve dedi ki: "Bir soru sormak istiyorum." Ebu Abdullah (a.s) dedi ki: "İstediğini sorabilirsin." Adam "Cisimlerin sonradan var olduklarının kanıtı nedir?" diye sordu. İmâm (a.s) buyurdu ki: "Çevremde gördüğüm küçük veya büyük bir şeye, kendi cinsinden başka bir şey katıldığı zaman mutlaka eskisinden daha büyük olur. Bu olay bir zeval oluş ve ilk durumdan farklılaşmadır. Eğer cisim öncesiz (Kadim) olsaydı, zeval bulmaz, durumsal değişikliğe uğramazdı. Çünkü zeval bulan ve durumsal bir değişikliğe uğrayan bir şeyin var olması ve var olmasının iptal olması da caizdir. Yok oluşundan sonra var olmasıyla, sonradan olma (hadis) varlıklar sınıfına girer. Aynı şekilde var oluşundan önce de yoklar sınıfına dahil olur. Öncesizlik ve yokluk, sonradan olma ve kadimlik nitelikleri, aynı varlıkta bir araya gelemezler. 'Bunun üzerine Abdülkerim dedi ki: 'Varsayalım ki; küçüklük ve büyüklük durumları iki farklı zamanda değişime uğramaları, senin söylediğin gibi onların sonradan olma varlıklar olduğunun kanıtıdır.

1 / 2 / 3



--------------------------------------------------------------------------------

[1] Al-i İmran Suresi/ 191.

[2] Kaf Suresi / 6-10.

[3] Mülk Suresi / 3.

[4] Tarık Suresi / 5.

[5] Gaşiye Suresi / 17-20.

[6] Enam Suresi / 95.

[7] Hadid suresi / 2.

[8] Enam suresi / 101.

[9] Nur suresi / 35.
can
Mesajlar: 332
Kayıt: 12 Şub 2007, 14:14

İlİm ve bİlİm dayanişmasi 3.bölüm

Mesaj gönderen can »

Peki, varlıklar her durumda küçüklük niteliklerini korurlarsa, bunların sonradan olma varlıklar olduklarını nasıl kanıtlayacaksın?' İmâm (a.s) Buyurdu ki: ' Şu anda varolan objektif alemle ilgili konuşuyoruz. Eğer bu objektif alemi ortadan kaldırırsak ve onun yerine başka bir evren yerleştirsek bu, ortadan kaldırdığımız ve yerine başka evreni yerleştirdiğimiz alemin sonradan var olma bir varlık olduğundan başka bir şeye delalet etmez; ancak ben sana bizi kanıtlarınla susturmayı planladığın yöntemi esas alarak cevap vereceğim. Biz diyoruz ki: 'Varlıklar eğer küçüklük nitelikleri üzere devam ederlerse, zihinlerde sürekli şöyle bir düşünce yer alır:Bir varlık ne zaman kendisi gibi bir varlığa katılırsa daha büyük olur. Hacminde değişikliğin meydana gelmesini zihinsel olarak caiz gördüğümüz anda onu öncesizlik kategorisinden çıkarmış oluruz ve değişime uğraması da sonradan olma varlıklar sınıfına girmesi demektir. Senin için bundan başka çıkış yolu yoktur ey Abdülkerim. ' Adam bu cevap karşısında tartışmayı kesti, utanç içinde başını öne eğdi.

Bir sonraki sene onunla Kabe'de bir kez daha karşılaştılar. İmâm'ın Şiasından bazıları dedi ki: 'İbn Ebi'l-Avcâ Müslüman olmuş. 'İmâm (a.s) buyurdu ki; 'O kördür; Müslüman olamaz.' Adam İmâm (a.s)'ı görünce 'Efendim, Dostum' dedi. İmâm (a.s) 'Buraya niçin geldin?' dedi. Adam dedi ki' 'Vücudun alışkanlığından ve memleketin geleneklerinden dolayı geldim. 'İmâm (a.s) dedi ki 'Sen hala eski inadın ve sapıklığın üzeresin ey Ebu'l-Avcâ'!

Abdülkerim söylenerek oradan ayrıldı. İmâm (a.s) buyurdu ki: 'Hacda kavga ve mücadele olmaz.' Sonra hırkasını eliyle silkeledi ve dedi ki; 'Eğer senin dediğin gibiyse –ki senin dediğin gibi değildir- bizde sen de kurtulduk. Ama yok bizim dediğimiz gibiyse -ki bizim dediğimiz gibidir- biz kurtulduk, sen helak oldun. 'Bunun üzerine Abdülkerim yanındakilere dönerek: 'Kalbimde bir ağrı hissediyorum beni geri götürün.' Adamları onu oradan uzaklaştırırken öldü."

Günümüzde bir teoremin doğruluğunu veya yanlışlığını ispat ederken dört tip ispat tekniği kullanılır.

Bunlardan birincisi; görüşün veya teoremin doğruluğunu kabul ederek; koşulların ve koşulların ortaya çıkardığı sonucun teorem veya görüşle çelişip çelişmediğini inceleyen "Doğrudan İspat Yöntemi"dir.

İkinci yöntem; "Ters Durum İspatı"dır. Bu ispat genel olarak P ve Q birer önerme olmak üzere, P; Q'yu gerektiriyorsa; Q önermesinin sağlanmadığı durumlarda P ninde gerçekleşmeyeceğini göstermeye dayanır. Daha sözle bir ifadeyle açıklamaya çalışırsak; bize verilen kabullerden yararlanarak istenileni bulmak yerine, istenilenin olmaması (değilinin olması durumunda); kabullerimizin de olamayacağını (yani değillerinin doğru olması gerektiğini ) göstermeye dayalı bir ispat tekniğidir.

Yöntemlerden üçüncüsü "Olmayana Ergi (Çelişki) Yöntemi"dir. Bu yöntemde bir teoremin doğru olduğu biliniyorsa yanlış olduğu varsayımından bir çelişki elde edilip, teoremin doğruluğu ispatlanır.

En sonuncu yöntem ve daha çok sayısal verilerde ve formülsel olarak ifade edilen teoremlerin ispatında kullanılan yöntem ise Tümevarım yöntemidir. Bu yöntemde kısaca parçaların koşullarından hareketle bütünü tanımlama esasına dayanır. Eğer bir parçacığını "k" olarak tanımlarsak; 1 tamsayısı ve "k" nın koşulları gerçekleştirmesi varsayımından hareketle "k+1" inde koşulları sağlayıp sağlamadığı esasını incelemeye dayanır. Veya bütünün bir parçası koşulları gerçekleştirmiyorsa, bütünün tamamının koşulları gerçekleştirmediğini ifade etmektir.

Şimdi tekrar İmâm Cafer-i Sâdık (a.s)'la Ebu'l-Avcâ arasında geçen diyaloga ve İmâm (a.s)'ın ona Allah-u Teâlâ'yı ve yaratılış hakikatlerini ispat ederken kullandığı yöntemlere dönersek; hadisin başlangıcında geçen, İmâm (a.s)'ın Ebu'l-Avcâ'ya "Biri tarafından yaratılmış mısın, yaratılmamış mısın?" sorusunun devamında İmâm (a. s)’ın Ebu'l-Avcâ'nın "Bilakis ben biri tarafından yaratılmamışım." sözünü hipotez olarak kabul ederek; "Öyleyse, söyle bakalım yaratılmış olsaydın, nasıl olurdun?" diyerek varsayımının yanlış olduğundan hareketle; sonucun varsayımın koşullarının gerektirdiği sonuçla uyuşmadığını, Ebu'l-Avcâ'nın yaratılmış cisimlerden farklı özelliklere sahip olması gerekirken, sahip olmadığını "Olmayana Ergi Yöntemi" ile ispat etmişlerdir.

Rivayetin devamındaki Ebu'l-Avcâ'nın soru sorması olayında ise; İmâm (a.s) Ebu'l-Avcâ'nın "Bana öyle bir soru sordun ki, senden önce kimse böyle bir soruyu sormamıştı ve senden sonrada kimse benzeri bir soru soracak değildir." sözünün kendi görüşüyle çeliştiğini "Üstelik ey Abdülkerim, bu sözlerinle sen kendinle çelişiyorsun. Çünkü sen varlıkların ezelden beri eşit konumda olduğunu ileri sürüyorsun. Peki o zaman nasıl oluyor da bazı şeylere öncelik bazılarına da sonralık niteliğini yakıştırıyorsun?" diyerek Doğrudan İspat Tekniğini kullanarak kanıtlamıştır.

Rivayetin devamındaki kese örneği bölümünde ise İmâm (a.s) vasıflarını bilmediği dinarın kesede olmadığını iddia edemeyeceği gibi; evrende var olup da vasıflarını bilmediği bir şeyin de var olabileceğini ve böylelikle vasıflarını bilmediği, nakıs aklıyla hakikatini kavrayamadığı Allah-u Teâlâ'nın da varlığını inkar edemeyeceği gerçeğini "Ters Durum İspatı"yla kanıtlıyor.

Hadiste dikkat çeken hususlardan bir tanesi de matematikçilerin bile tam olarak tanımlamakta güçlük çektiği "sonlunun karşıtı, sayılamayan limit alma işlemiyle yaklaşılamayan uzaklık, bitmeyen, verilen parametreye göre değişken olan ama herhangi bir fonksiyon sonucu hesaplanamayan sayı" türünden kısır açıklamalarının yanında; İmâm (a.s)'ın çok kısa ve tüm bunları içine alacak kadar özlü bir biçimde sonsuzluk kavramını insanlara kadimlik olarak "durumsal değişikliğe uğramayan, bir şeyler eklenip büyütülmesi veya alınmasıyla azaltılması mümkün olmayan, sonlu olmak kavramıyla aynı vasıfları taşımayan" bir kavram olarak açıklaması dikkati çekiyor.

İmâm (a.s)'ın tevhide getirdiği bilimsel bakış açısının ve ispatlarının bir benzeri, Allame Tabatabai'nin İslam'da Şia adlı eserinde göze çarpıyor. Tabatabai Allah'ın birliği konusunda şunları ifade etmiştir.

"Nasıl ki herhangi bir hacmi ve oylumu sınırsız farz edersek, onun dışında diğer bir oylum düşünülemez. Düşünülse bile birinci hacim aynen kendisi olacaktır. Sonsuz ve sınırsız varlık hakkında da sayı ve rakam düşünülemez. Çünkü herhangi bir ikinci düşünülmek istenirse, birincinin dışında ve onunla farklı olmalıdır. Ve böylece her ikisi de sınırlı ve mütenahî varlık olacak ve her birisi diğerinin gerçeğine sınır ve mahdudiyet getirmiş olacaktır. Öyleyse yüce Allah birdir ve ortağı yoktur. "

Allame Tabatabai'nin açıklamaya çalıştığı hakikat basitçe hepimizin ilk okulda bile gördüğü kümeler kavramıyla da izah edilebilir. Şöyle ki; küme kavramı basitçe nesneler topluluğu olarak ifade edilir. Biz sonsuzluğu her şeyi kapsayan bir küme olarak izah edersek; cisim olarak düşünülmemek kaydıyla sonsuz ve her şeyi kapsayan Allah'tan başka bir yaratıcının bulunması için, O'ndan farklı vasıfları ve sınırları olması icap eder. Bu sınırların içinde olması ve Allah'ın yarattıklarından birisi olması demektir. Bu sınırların içinde olması demek onun yaratış sınırının içinde olması ve Allah'ın yarattıklarından birisi olması demektir. Böyle bir durumda da böyle birisi zaten yaratıcı olamaz.

O'ndan farklı sınırlarının olması demek; sınırlarının Allah'ın sınırlarını kapsaması ve bu durumda haşa Allah'ın yaratıcısı olması demektir ki, evrende O'nun yarattığı şeyler dışında bir şey yoktur. Tüm mülk Allah'ındır, mülkünde ortağı yoktur. Keza öyle olmasaydı vasıfların çatışmasıyla denge bozulur, varlık aleminin kendisini devam ettirmesi bile mümkün olmazdı. Ayrıca bu sonsuzluk kavramında Allah-u Teâlâ'nın rakamla bir olmadığını, birliğinin sıfatlarından ve yaratıcılığından kaynaklandığı görülür.

Bunlar düşünüldüğü zaman, akla hemen Hz. Ali (a.s)'ın buyurduğu bir söz geliyor. Bir adam kendisinden nefsini günahtan alıkoymasını gerçekleştirebilmek için bir şeyler söylemesini istediğinde; adama "Allah'ın mülkünden başka gidebilecek bir yer bulursan günahı orda işle. Allah'ın nimetinden yiyip, içmeden yaşamını devam ettirebileceksen istediğin kadar günah işle. Allah'ın yarattığı atmosferden soluk alıp vermeyeceksen istediğin kadar işle…" diyor. Ne kadar aciziz ki; bırakın inkar edip, O'na karşı gelmeyi, güç gösterisinde bulunmayı, sınırlarını aşıp, mülkünden ve huzurundan uzaklaşma hatta bazen insanların arasında boğulduğunuzu hissedip, yalnız kalmak, Allah'ın yarattıklarından uzaklaşmak, Rabbelalemin'le yalnız başınıza halvet etmek istediğinizde; gece ve gündüzlerinde böyle bir vakti bulamadığımız zamanlar bile oluyor.

Bilim her gün Allah'ın bir hükmünün hikmetini açığa vururken; ilerleyen zaman Allah Resulü (s.a.a) ve Ehlibeyti (a.s)ın faziletlerini anlamamızda ne kadar yol kat edecek o da bilinmezlerden bir tanesi galiba…

Allah Resulü (s.a.a) ve Ehlibeyti (a.s)'ı tanımayı, Kur’an-ı Kerim'de "el-Urvetü'l-Vüska " Allah'ın sağlam ipi olarak tanıtılan hidayet elçilerine uymayı ve ayaklarımızı bu yol üzerinde sabit kalmasını nasip etsin cümlemize inşallah.
Cevapla

“Araştırma ve Makaleler” sayfasına dön