Milliyetçilik üzerine

Cevapla
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Milliyetçilik üzerine

Mesaj gönderen MERDAN »

MİLLİYETÇİLİK ÜZERİNE...

Milliyetçiliğin tanımı, hakîkati ve İslâm'a göre hükmüne değinmeden önce, bu kelime ile anlamdaş olan veya yakın manaları ifade eden birkaç kelimeyi daha verelim;

Asabiyet, kavmiyetçilik, ırkçılık, ulusçuluk, nasyonalizm ve bütün bunların doruk noktası Faşizm...

Milliyetçilik kavramı; Arapça "Millet" sözcüğünden türetilmiş ve kendisine yepyeni bir anlam yüklenerek kullanılmış olan bir kelimedir. Esasında "millet" Kurân âyetlerinde "dîn, yol, gidişât vb." anlamlarında kullanılmaktadır. Âyetlerin belirttiği çerçevede yeryüzünde iki millet var olup;

Biri; İslâm Milleti
Diğeri de; Küfür Milleti' dir.

Türk milleti, Kürt milleti, Arap milleti, Fars milleti, vs. gibi tanımlamalar millet kavramının yanlış kullanımından ve Kurânî yaklaşım dışında ele alınmasından kaynaklanan sapmalardır. Bu bağlamda önce "millet" kavramı tahrife uğratılarak kendisine hiç olmadık manalar yüklenmiş, sonra da milliyetçilik kavramı bu kökten türetilerek aynı şeytânî amaçlar doğrultusunda kullanılmıştır.

Bugün, halkın genelinin anladığı manada milliyetçilik anlamına gelen en ılımlısından en aşırısına kadar hepsinin temelinde yatan; üstünlük psikolojisinin varlığı, kavimsel kibir, kendi kavminden olmayanı küçümseme, aşağılama, başkalarını asimile ederek kendine benzetme, kimliksizleştirme hedeflerinin varlığıdır.

Herkesin bildiği gibi yaratılmış olduğu hamuruyla ilk olarak öğünen ve Hak’ka karşı bayrak açan varlık İblis (Şeytân) olmuştur. Allâh tarafından Âdem'e secdeye davet edilen İblis'in secdeye varmaması ve bu davranışında da haklılığını(!) savunurken ileri sürdüğü gerekçe oldukça düşündürücüdür. O diyordu ki;"...ben ondan hayırlıyım, beni ateşten, onu ise çamurdan yarattın." [A'râf (7): 12] İşte yaratılışının hammaddesi ile kibirlenmenin ilk örneği... İşte, bugün soy, sop, kavim ve renginin üstünlüğü ile övünmek anlamında kullanılan milliyetçilik tohumunun ilk atıcısı... İşte milliyetçilikleriyle öğünenlerin ilk başbuğu!

Bu kibir dolu sözün karşılığının ne olduğu müteâkip âyetlerde bildirilmiştir. Başbuğ-u Âzâm(!), büyük başkan(!), Ulu(!) Önder’leri inancı ve ameliyle Cenâb-ı Hak'tan nereyi hak etmişse, şüphemiz yoktur ki onun tilmizleri ve takipçileri de onunla yanyana olacaklar ve mutlu(!) sonlarına kavuşacaklardır.

Kavimler, ırklar ve dillerin farklılığı konusunda Kurânsal yaklaşım nasıldır? Buna bir kaç âyetle değinelim;
“Ey insanlar! Biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık, ve birbirinizi tanımanız için sizi topluluklara ve kavimlere ayırdık. Allâh katında en üstün olanınız en takvâ olanınızdır..." [Hucurât (49): 13]
"O'nun (Allâh'ın varlığının) âyetlerinden biri de göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olmasıdır. Şüphesiz bunda bilenler için ibretler vardır." [Rûm (30): 22]

Bu âyetlerden anlaşılmaktadır ki kavimlerin varlığı bir gerçektir. Aynı şekilde, farklı ırkların varlığı, ayrı dilleri konuşan insanların varlığı da ilâhî birer işâret ve güzelliklerdendir.

Kimi Türk kavminden, kimi Kürt kavminden, kimi Laz, Çerkez, Gürcü, Arap, Fars, Zaza vs. kavminden. Kimileri Türkçe konuşur, kimileri Lazca, Çerkezce, Gürcüce, Kürtçe, Arapça, Farsça... konuşur. Birileri beyaz ırktan, birileri siyah, sarı vb. ırktan. Ancak hepsinin kökü ilk iki insan olan Âdem ve Havva'ya dayanmakta... Onların da aslı toprak... Sonradan ortaya çıkan farklılıklar; hem Cenâb-ı Hakk'ın üstün yaratıcılığının bir tezâhürü hem de Kurân'ın "Sünnetullâh" adını verdiği ve İlâhî irâdenin izni ile gerçekleşen tabiattaki yaratılış kanunlarının sürekliliğinin ve madde üzerindeki tesirinin tecellisidir. Öyleyse ırkıyla, rengiyle, diliyle öğünmek niye, aşağılamak niye? Aşağılayan neyi aşağıladığının farkında mı? Ve hiç kimse de kavmini seçmede kendi irâde ve isteğine göre davranamadığı halde...

Gerçekler bu kadar açık-seçik olduğu halde; "Ne mutlu Arab'ım diyene(!), bir Arap dünyaya bedeldir(!)..." gibi sözlerle üstünlük iddia etmenin, diğer kavimlerden insanları da aynı ruh hâline büründürerek benzeri kutsal(!) atasözleriyle avunmaya yöneltmenin ne âlemi vardır? Bunun adı aşağılık kompleksini ve psikolojik bir rahatsızlığı dışa vurmak değil de nedir?

Denir ki; "Bir insan kendisinin Türk olduğunu, Arap vs. olduğunu söylemesin mi, inkar mı etsin?"
Ne münâsebet! Elbette herkes kendinin hangi kavme mensup bulunduğunu saklamayıp, söyleyecektir. İslâm'ın nazarında kavmini inkar etmekle, kavmi ile öğünmek sonuç itibariyle insanı uçuruma sürükleyen iki gayr-i İslâmî yaklaşımdır. Biri tefrit, diğeri ifrattır. İslâm ise, orta yol olan "Sırât-ı Müstekîm" üzere gitmektir. Azîz İslâm'a göre yasaklanan; kişinin kendi kavmini söylemesi değil, kavminin üstünlüğünü iddia etmesi, diğerlerini yok sayması, asimileye çalışmasıdır. Böylesi bâtıl inanç ve uygulamadan Allâh’a sığınırız.

Kişinin kendi kavmini sevmesi, her hangi bir konuda kavminden yana tavır takınması ise başlı başına bir konudur. Bu konuda da müminin yaklaşımlarını Kurân ve Sahîh Sünnet’in ortaya koyduğu ölçüler yegâne belirleyici olacaktır elbette.

Sevmek ve düşman olmak iki ruh hâlidir ki, bazen ayrı ayrı tecelli eder, bazen de birlikte ortaya çıkıverir. Bir kimsenin ; eşini, çocuklarını, akrabalarını sevmesi ne kadar doğal ve olması gereken bir hal ise, sevmemesi de o kadar gayr-i İslâmî, gayr-i insânî ve gayr-i fıtrîdir. Yalnız şu var ki; hiç kimse eşi, çocukları ve akrabalarına sevgi beslerken, başkalarının eş, çocuk ve akrabalarına düşmanlık yapma hakkına sâhip değildir. Ve yine kendi yakınlarıyla başkalarının yakınları arasında vuku bulacak ihtilaflarda hiç kimse mutlak manada yakınlarından taraf olma hakkına da sahip değildir. Bu konuda, İslâm inancının temeli; "Adâletin tesisi, zâlime karşı olma, haklıdan yana tavır koyma" prensibidir.

Tebliğde yakınlardan başlamanın gerekliliği de [Şuarâ(19):214], kişinin fıtrî, kavmî yakınlığı olan kimselerle doğal ilişki ve irtibâtının inanç ve amelde tehlike oluşturmayan sevgi ve ilgi boyutunu oluşturur. Bir Müslüman’ın kavmine ve yakınlarına duyabileceği sevgi sınırları, Kurân'ın Mücâdele sûresi 22. âyetindeki öğretisi ile çizilmiştir.

Yine kardeş olmanın temeli de ırk ve kan yakınlığı üzerine değil,"Muhakkak ki ancak müminler kardeştir..." [Hucurât(49): 10] ilâhî fermanıyla îmân esası üzerine atılmıştır.


Dikkat!
Menfî, yıkıcı bir milliyetçilik akımının insanı ne tür sapıkça anlayışlara sürüklediğine sanırım şu kısa hikaye güzel bir örnek teşkil eder;

"Günün birinde biri Türk, biri Kürt, biri Arap, biri Fars kavminden olan dört kafadar arkadaş sohbet ediyorlarmış. Söz, dönmüş dolaşmış hangi kavimlerden kimlerin peygamber olarak gönderildiği mevzuuna varmış. Hani "Ağzı olan konuşuyor" ya, başlamış Arap kardeşimiz Kuran'da geçen peygamberlerin birçoğunun Arap olduğundan dem vurmaya! Tabî haksız da değil yani!
Sözü fazla uzatıp tartışacak bir şey yok. Oradakilerin başları önlerine eğik, yarı mahcup, yarı kırgın biraz da çekingen bir hal ile dinliyorlar Arap kardeşlerini! İçlerinden neler geçmiş neler o an! Arap kardeşlerinin yüzlerine karşı dememişler ama içlerinden; "Elbette peygamberlerin çoğunun Araplardan gelmesi gerekirdi. Kötü olanlara iyiler gönderilmeli ki iyiyi, doğruyu, güzeli öğrensinler! Bizim kavimlerimize gelince zaten öteden beri peygamber gönderilme-sine ihtiyaç duyulmayacak kadar iyilikle yoğrulmuş, asil kanlı, asil huylu, asil soylu insanlar. Vs. vs." gibi fikirler geçirmişler.
İçlerinden böyle geçiriyorlarken, diğer taraftan da kendi kavimlerinden hangi peygamberlerin gelmiş olabileceğini de düşünmüşler. Öyle ki, Kürt kardeşimiz hemen ortaya atılarak; "Arkadaş bizim kavmimizi de o kadar küçük görmeyin! Koskoca İbrâhîm Halîlullâh Kürdistan bölgesinde ömür sürmüş. Değerli ilim adamları o büyük Peygamberin Kürt olma ihtimâlinin çok kuvvetli olduğunu açıklamışlar. Bence İbrâhîm peygamber kesinlikle Kürt'tür. Ve yine Zerdüşt de Kürt olan peygamberlerdendir(!). Eeee na'palım, bizim payımıza da düşen bu kadar! İlâhî takdire karşı boynumuz eğridir!" demiş.
Fars kardeşimizin onlardan ne aşağı yanı var! O da başlamış Zerdüşt'ün Fars'ların peygamberi(!) olduğunu iddia etmeye... Hem de ne iddia! İhtimal felan değil, sanki (hâşâ) görevlendiren kendisiymiş gibi bir kesinlikle konuşmuş...
Bu arada çevreden konuşulanlara kulak kabartarak birkaç kişi daha sohbeti(!) dinlemeye, usuldan usula söze iştirak etmeye hazırlanıyorlarmış.
Türk kardeşimiz üç değerli arkadaşını dinledikten sonra taşı gediğe koyma aşkı ve heyecanıyla; "Söyleyin arkadaşlar! Bütün peygamberler Arap olsa ne yazar, Kürt olsa ne yazar, Fars olsa ne yazar? Allâh Türk ya! Gerisi konuşmaya değmez, boş verin gitsin!" demez mi?
Herkes şaşkın, yüzler solgun, kaşlar çatık, boş ve anlamsız ifâdelerle birbirlerine bakışmaktalar oradakiler. Kimse ne diyeceğini bilemez haldedir. Henüz şaşkınlık geçmek üzere ki, nispeten ılımlı bir Türk kavmiyetçisi dışardan müdâhale ederek şöyle der; "Ayıp oluyor Arkadaş! Bu kadar da büyük laf olmaz yâa! İnsan bin düşünüp bir konuşmalı, konuşulanın ne anlama geldiğini de iyi bilmeli! O söz öyle değil de belki şöyle denseydi daha yerinde olurdu; 'Cümle âlem biliyor ki Allâh bir kavimden değildir. Ama, şayet Allâh'ın bir kavmi-ırkı olsaydı şüphesiz Türk olurdu!'"
Bu söz üzerine, kopmuş oradakilerden bir kahkaha tufânı. Ve başlamışlar kendi konuşmalarına kendileri gülmeye...
Neyse ki daha ılımlı bir vatandaş, söze karışarak; "Yok arkadaş yok, Allâh'ı bu işlere karıştırmayın. Çok cahilce laflar ediyor, konuyu saptırıyorsunuz. Ama benim kesin bilgime göre Mete Han büyük bir Türk peygamberdir(!). Ayrıca, biz Türkler Hz. Nûh'un oğullarından birinin soyundan gelmekteyiz. O soydan bir çok peygamberler gelmişler. Yapılan araştırmalarla Hz. Muhammed efendimizin de Türk olduğu ispatlanmış. Çocuklarımın ölüsünü öpeyim ki 'Hz. Muhammed bir Türk'tür' isimli bir kitap da okudum ki, hiç unutamıyorum kitap gerçekten de bir şaheserdi!"


Evet hikayemiz böylece sürüp gidiyor. Herkes kendi irâde ve isteklerinin zerrece dikkate alınmadığı ilâhî takdirle içinde bulundukları kavimleriyle böylesine öğünüp duruyor. Kendi kavimlerinden olanların çokluğuyla, kanlarının asilliğiyle, kavimlerinden çıktığını iddia ettikleri kimselerle övünerek oyalanıyor. Söz yığınları Everest'in tepesini aşmış, ama içlerinden Kurân ve Sünnet'ten ilhâm alarak ağızdan çıkmış bir harf bile yok.
Hiç kimse Müslüman'ca "...Allâh katında en üstününüz en takvâlı olanınızdır..." [Hucurât(49): 13] ilâhî düstûrundaki hakikati düşünmemekte...
Yine bu kimseler "Çokluğunuzla oyalandınız. Öyle ki kabirleri bile ziyaret ettiniz.(Ölülerinizi bile yaptığınız kelle hesâbına dâhil ettiniz.) îkâzı veya verilen bir diğer meâle göre; "Mezarlarınıza girinceye dek süren, bir çoğalma, çoğaltma ve yığma övünmeleri-oyalanmaları içerisindesiniz.” [Tekâsür(102):1-2] fermânıyla şaşkınlara yapılan uyarıdan kendilerine de düşen hisseyi almamakta, almak istememekte...
Dikkat!
Siyasal ve ideolojik bir temele oturmamış, ancak halkın belleğinde şovenist, ırkçı bir anlayışın varlığını ihsâs ettiren bir tartışmayı da aktarmadan geçemeyeceğim;

Günün birinde bir Türk ile bir Kürt arkadaş şaka yollu olarak birbirlerine takılırlar. Türk olan, arkadaşına; "Ula Kürt Haso, eşeğe Kürt ol demişler de, 'ben Kürt olacağıma eşek kalmayı tercih ederim, nasıl bana böyle bir aşağılık teklifi getirirsiniz?' diyerek kızgınlığından üç gün saman yememiş. Sen nasıl oluyor da Kürt olmayı kabulleniyorsun?" der.
Bunun üzerine Kürt Haso lafın altında kalır mı? O da; "Mehmet ağa Mehmet ağa! Eşeğe 'Kürt ol' dedikleri, eşeğin de bu söz üzerine üç gün saman yemediği doğrudur doğru olmaya da, saman yememe sebebi senin buyurduğun gibi değildir" der.
Mehmet ağa meraklanır, ve "Peki Haso, neymiş saman yememesinin sebebi?" diye sorar Hasan efendiye.
Hasan efendi de gâyet gevrek bir üslup ile; "Mehmet ağa! Eşek o teklif üzerine; 'beyler benim anam Türk, babam Türk, atalarım Türk ben niye olayım Kürt?' demiş ve o nedenle üç gün yemez içmez olmuş" diye cevap verir.
Orada konuşmaya şahit olan ahbaplar müthiş bir kahkaha patlatırlar, gülerler, şakalaşırlar; "Ula Kürdoğlu! Âlem adamsın ve'sselâm. Gene bildiğini okudun, lafın altında kalmadın" derler ve dağılırlar.


Evet bu yaşanmış olayın fıkralaşmış bir anlatımıdır. Ama her şakanın altında, her fıkrada, bastırılmış bir takım duygu, düşünce ve inançların dışa vurumu vardır. Burada da kendi toplumunun dışında olanı aşağılama, alaya alma ve rencide etme çabalarını görüyor, bir Müslüman olarak üzülüyor, “Allâh insanlarımızı ırkçılık hastalığından kurtarsın!” diye Yüce Rabb'imizden niyazda bulunuyoruz.
Görüldüğü üzere milliyetçi kafa ve gönüller insanlara neleri konuşturuyor, hak kelâmı konuşması için yaratılan diller ne zırvalar saçıyor, kalpler ne câhilâne ve kâfirâne yaklaşımlara yöneliyor...
Hakkında kısa ve öz bilgi vermeye çalıştığımız milliyetçilik ile ilgili, son söz olarak şunu deriz;
"Samimi bir Müslüman, kalbinde Allâh'a, peygamberlere @, İlâhî Kitaplara, âhiret gününe îmânı olan bir kimse îtikâdî bir sapkınlık olan her türlü milliyetçi-bölücü-ayrımcı yaklaşımlardan uzak kalır. Övünecekse Müslüman olmakla övünür. Alışverişin, dostluğun ve torpilin geçerli olmayacağı güne [Bakara(2): 254] hazırlık yapar, milliyetçi olarak değil Müslüman olarak yaşar, Müslüman olarak ölür ve Müslüman olarak dirilir.
Kısacası;
"Ne mutlu Müslüman olana!
Ne mutlu Müslüman'ım diyene!
Ve Ne mutlu Müslüman ölene!"


EHLİBEYT YOLU SİTESİNDEN ALINMIŞTIR
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Mesaj gönderen 3nokta »

Çok uzun bir araştırma. Tamamını okuyamadım. Ama çok manadar bir çalışma oolmuş. Bazı kesimlerin dikkatine!
Ama Fıkra kısmını çıkartırsanız daha doğru olacak. Çünkü çok sakıncalı!
Cevapla

“Araştırma ve Makaleler” sayfasına dön