Hasan Akça yazdı:HakYolunda yazdı:.
Mesele, Kur’an ayetleri ve yüz binlerce hadisin içinden doğru hükmü çıkarmadadır. İşte bu özel yetenek de İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, İmam-ı Malik, Ahmed ibni Hanbel ve emsallerine verilmiştir.
acaba bu özel yeteneklerin bu insanlara verildiği şeklindeki iddianın kanıtı nedir?neye dayanarak bunu söyleyebiliyorsun
Hasan Can
Ben bugun bir sitede okudum ,yazinin tamamini aktaricam.benim kanitim degil yani,ben sadece arastirma yapiyorum,okudugumda sadece o isimleri görünce cok $a$irdim,o yüzden sordum bende.
Bir mezhebe tabi olmanın lüzumuna dair akli deliller
Bir Müslüman’ın Kur’an’ın getirdiği hükümleri kabul edip yine Kur’an’ın emrettiği, dinimizin temel kaynağı olan sünnet, icma ve kıyası reddederek mezhepleri inkâr etmesi oldukça şaşılacak bir şeydir.
Bütün hak mezhepler dinin temel esaslarında ittifak etmişler, ibadet ve muamelatta farklı içtihatlarda bulunmuşlar ve Müslümanlar da asırlar boyunca bu hak mezheplerden birine tabi olmuşlardır. Hatta bin dört yüz seneden beri gelmiş geçmiş ilim ve irfan sahibi evliyalar, kutuplar, âlimler ve asfiyaların her biri ictihada heves etmeyerek bu hak mezheplerden birine bağlanmış, selamet ve saadetlerini o büyük imamların yolunda gitmekte görmüşlerdir. Hâl böyleyken bir kısım bedbahtlar, Kur’an’ı kendi görüşleriyle yorumlayıp mezhepleri inkâr etmiş, kendi rey ve düşüncelerini müctehidlerin görüşünden üstün görmüşlerdir.
Gaflet veya ihanetlerinden dolayı şer-i delilleri kabul etmeyip mezhebin zincirinden başlarını çıkaran bu bedbahtlar, maalesef Müslümanların zihinlerini de fazlasıyla karıştırmışlardır.
Maksadımız:Müslümanları tehdit eden bu mezhepsizlik hastalığına bir set çekmek, bu hastalıkla yaralanmış gönüllere bir derman ulaştırmak ve bu mezhep imamlarının yolunu terk edip mezhepsizliğe davet eden bedbahtların ne kadar yanlış bir yolda olduklarını akıl ve vicdan sahiplerine göstermektir. Yardım ve inayet Allah’tandır.
Şimdi, bir mezhebe bağlanmanın mutlak gerekli olduğuna ve bunun ilahî bir emir olduğuna ait deliller ile eserimize başlıyoruz. Bu delilleri; akli deliller ve nakli deliller olarak iki başlıkta inceleyeceğiz.
Cenab-ı Hakk’ın iki farklı ayeti vardır. Birincisi:Kelam sıfatından gelen Kur’an’daki ayetler. İkincisi:Kudret sıfatından gelen, kâinat kitabı dediğimiz şu âlemde yaratılan ayetlerdir. Bir kuştan ta yıldızlara kadar ve bir kelebekten tutun ta galaksilere kadar her şey, bu ikinci kitap olan “kâinat kitabının” birer ayetidir.
Bizler bu ikinci kitap olan kâinattaki ayetleri kendi aklımızla tam manasıyla anlayamamakta ve kâinat kitabını ders verecek muallimlere ihtiyaç duymaktayız. Mesela gökyüzü sayfasında yazılan Güneş, Ay, yıldızlar ve galaksiler gibi ayetler için gök bilimcilerine başvuruyor ve merak ettiklerimizi onlardan öğreniyoruz. Yoksa teleskopu elimize alarak incelemeye başlamıyoruz ve zannımızla hükmetmiyoruz.
Ya da denizlerde yazılan balıklar, dalgalar, mercanlar ve diğer ayetler için deniz bilimcilerine başvuruyor ve işin hakikatini onlara soruyoruz. Yoksa hemen bir dalgıç elbisesi alıp denizlere dalmıyoruz. Ve yeryüzü sayfasında yazılan ayetler için de fizikçilere, coğrafyacılara, doktorlara ve sözün özü o ilmin mütehassısı olan insanlara başvuruyor ve onların bilgilerine ihtiyaç duyuyoruz.
İşte aynen bunun gibi, birinci kitap olan Kur’an ayetlerini ve hadisleri anlamak için de bu işin mütehassıslarına ve âlimlerine başvurmak zorundayız ve onlara muhtacız. Bu âlimleri rehber yapmadan, birinci kitap olan Kur’an’ı anlamaya çalışan kimse ile bilim adamlarını rehber yapmadan ikinci kitap olan kâinatı anlamaya çalışan kişinin durumu aynıdır. İkisi de yanılır ve ikisi de sadece zannıyla hükmeder.
Mesela astronomi okumamış bir insan Güneş’i bir elma kadar zannederken, bir astronomi âlimi Güneş’in Dünya’dan 1.300.000 defadan daha büyük olduğunu bilir.
Yine tıp ilmi okumamış bir insan kana baktığında sadece bir kırmızılık görürken, bir doktor kandaki alyuvarları, akyuvarları ve trombositleri temaşa edebilir.
Yine mühendislik okumayan birisi bir nehre baktığında yalnız su görürken, bir mühendis o nehrin arkasındaki barajı ve ondaki potansiyel elektrik gücünü görebilir.
Yine botanik ilminden haberdar olmayan birisi bir çiçeğe baktığında yalnız zahiri güzelliğini görürken, bir botanikçi o çiçekteki sırları görür ve o çiçek hakkında bir kitap yazabilir.
Misalleri çoğaltmamız mümkündür. Bütün bu misallerin ortak noktası şudur: Bizler Allah-u Teâlâ’nın kudret kalemiyle, kâinat kitabında yazmış olduğu ayetlerden çok azını anlayabilmekte ve doğru bilgiye ulaşmak için o ilmin uzmanına başvurmaktayız.
Acaba kâinat kitabında yazılan ayetleri anlamak için yapmamız gereken, o fennin uzmanına başvurmak işini niçin birinci kitap olan Kur’an ayetlerini anlamakta yapmayalım ve bunu yapmayı niçin garipseyelim? Dünyada en küçük bir işte bile rehbere ihtiyacı olan insanın, âlemin en büyük işi olan dini anlamada bir rehber ve muallime ihtiyacı olmadığını zannetmesi garip değil midir?
“Ben kendi hükmümü kendim çıkarırım, dört mezhep âlimleri de Kur’an ve hadislerden hüküm çıkarmış. Kaynak belli, öyle ise bunu ben de yapabilirim.”diyen kimseye biz de deriz ki: Bir eczacı çiçeklerden ilaç yapar. Hâl böyleyken “Bütün ilaçlar çiçeklerden yapılmıştır. Eczaneden almaya ne gerek var!” diyerek, dağlara tırmanmak herhâlde akıl kârı değildir. Evet, ilaçlar çiçeklerden ve bitkilerden yapılmıştır. Ancak o ilacı yapmak için yıllarca kimya okumak ve uzman bir kimyager olmak gerekir. Herhâlde kimya ilmini bilmeden dağdan topladığı çiçeklerle ilaç yapmaya çalışan kişi, kendisine zarar vermekten başka bir iş yapmış olmaz.
Aynen bunun gibi, bizlerde manevi ilaçlarımız olan Kur’an’ın ve sünnetin hükümlerini, bu işin tabir-i caizse eczacıları olan müctehid âlimlerden almak ve onlardan öğrenmek zorundayız. Çünkü bu ilim onlara ihsan edilmiştir. Demek, dört mezhebi bir kenara bırakarak kendi bulduğu ile hükmeden kimse, misalimizde ki ilaç yapmak için dağa tırmanan kişiye benzemektedir.
Ya da bu kişi, şu sözü söyleyen kişiye benzer: “Bütün kanunlar Anayasa kitapçığında mevcuttur. Ben bu kitabı baştan sona okudum mu Anayasa profesörü olurum. Artık Anayasa profesörlerini dinlemeye ihtiyacım olmaz…”
Evet, nasıl ki bu söz manasızdır ve Anayasa kitapçığını bir defa okumakla Anayasa profesörü olunamıyor. Aynen bunun gibi, Kur’an’ı da bir defa okumakla müctehid âlim olunamıyor.
Ya da bu kişi, şu sözü söyleyen kimseye benzer ki, “Ben fizik kanunlarını tek başıma keşfedeceğim. Einstein ve emsallerini taklide ihtiyacım yok. Çünkü onlarda benim gibi bir insandır. Onlar da rakamları kullanmış ve hesap yapmıştır. Ben de aynı rakamları kullanarak, aynı hesapları yapabilir ve sonuçlara ulaşabilirim.”Bu sözde doğru bölümler vardır. Evet, Einstein da onun gibi bir insandır ve mesleğinde rakamları kullanarak hesaplar yapmıştır. Yanlış olan ise bu kimsenin kendisini Einstein’ın yerine koyması ve onun kadar yetenekli olduğunu zannetmesidir. Onun kadar yetenekli olmadığına delil ise tarihin bir elin parmakları sayısı kadar Einstein’ları nakledememesidir. Einstein olmak o kadar kolay olsaydı, herhâlde binlerce emsalinin gözükmesi gerekirdi.
Demek, mesele rakamlarda değildir. Mesele, o rakamları kullanarak doğru neticelere ulaşmadadır. Aynen bunun gibi, mesele Kur’an’ın ayetlerini ya da hadisleri okumada değildir. Mesele, Kur’an ayetleri ve yüz binlerce hadisin içinden doğru hükmü çıkarmadadır. İşte bu özel yetenek de İmam-ı Azam, İmam-ı Şafi, İmam-ı Malik, Ahmed ibni Hanbel ve emsallerine verilmiştir.
Evet, bizlerde iyi bir fıkıhçı ya da tefsir âlimi olabiliriz. Ama asla bir müctehid âlim olamayız. Asla İmam-i Azam’a ve emsallerine yetişemeyiz. Çünkü Allah onlara farklı bir ihsanda bulunmuştur ki, o asırdan bu asra kadar aynı ihsanın kendisine verildiği bir kimse gözükmemiştir.
Burada şu soru akla gelebilir:“Ben de âlimim. Niçin ictihad yapmayayım?
Cevaben deriz ki: Hakikatin mahiyeti bir olmakla birlikte, fertlerde tarz-ı tahakkuku farklı farklıdır. Mesela sinek uçar, ama kartal gibi değil. Buğday da sümbül verir, ama ağaç gibi değil. Ayna da Güneş’i gösterir ama okyanus gibi değil… Aynen bu misaller gibi, ilim hakikatinin de tarz-ı tahakkuku fertlerde farklı farklıdır. İlmin, İmam-ı Azam ve emsallerinde tecellisi ile bu asırdaki bizlerde tecelli bir olamaz. Evet, ikisi de ilimdir, ama mahiyetleri arasında yerden göğe kadar fark vardır.
Bu, şuna da benzer:İlkokulda matematik okunur, ama oradan mühendis çıkmaz. Çünkü ilkokulda okutulan matematik mühendislik için yeterli değildir. İşte bu asır, o asra kıyasla ilkokuldur. İçinde ilim okunur, âlim çıkar, ama müctehid çıkmaz. Çünkü bu asrın ilkokulu müctehid yetiştirmeye elverişli değildir. Müctehid âlimlerin nasıl emsalsiz bir yeteneğe sahip olduklarını ve onlara yetişmenin asla mümkün olmadığı bahsini, mezhep imamlarının mertebeleri başlığında ele alacağımız için bu bahsi şimdilik kısa kesiyoruz.
Sözün özü:Maddi âlem ve içindeki eşya hakkında doğru bilgi edinmek için nasıl o ilmin mütehassısına başvuruyor ve onun sözüne itimat ediyorsak, aynen bunun gibi, dinî konularda da doğru bilgiye ulaşmak için bu ilmin mütehassıslarına başvurmak zorundayız. Bu kişiler de müctehid âlimlerdir.
Zikr ettgin isimler Imam Cafer Sadik (as) döneminde yasamislardir ve isimlerini saydiginiz kisiler Resulullah (saa)min Torunu olan imam Cafer Sadik (as) dan üstün degilerdir ! hem onlarin Hocalari Imam Cafer Sadik (as) olarak biliniyor .Bildiginiz gibi imam Cafer sadik (as) da Ehli Beyttendir. Ohalde Sözde ettginiz emsaler neden Imam Cafer Sadik (as) degilde digerlerine verilsin ?
Bende onu ögrenmeye calisiyorum alimuhsin abi.bu yaziyi yani konuyu yazan insana sormak lazim.
saygilar.