Maide 6 (Abdest Ayeti) ve Maide 7'nin Tefsiri

Dinin ana direği namazdır...
Cevapla
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Maide 6 (Abdest Ayeti) ve Maide 7'nin Tefsiri

Mesaj gönderen 3nokta »

Maide 6- Ey inananlar! Namaza durmak istediğiniz zaman, yüzlerinizi

ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın, başınızın bir kısmını ve üzerindeki

çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin. Eğer

cünüp iseniz, temizlenin. Hasta veya yolculukta iseniz yahut sizden

birisi çukur yerden (tuvaletten) gelirse yahut da kadınlara dokunursanız

(onlarla cinsel ilişkide bulunursanız), (bu hâlde) su bulamadığınız

takdirde, doğası üzere olan yeryüzüne yönelin. Ondan

yüzleriniz ve ellerinizin bir kısmına meshedin (teyemmüm edin).

Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor; fakat sizi tertemiz

kılmak ve size olan nimetini tamamlamak istiyor. Umulur ki

şükredersiniz.

Maide 7- Allah'ın size olan nimetini ve sizi kendisiyle bağladığı sözünü

hatırlayın. Hani bir zaman, "işittik ve itaat ettik" demiştiniz. Allah'tan

korkun. Çünkü Allah kalplerin içindekini bilir.
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: Abdest Ayeti ve Tefsiri

Mesaj gönderen 3nokta »

Ayetin Açıklaması:

AYETLERİN AÇIKLAMASI



Ayetlerin ilki, üç temizliğin hükmünü kapsıyor. Abdest, gusül

ve teyemmüm yani. İkinci ayetse, ilkinin bütünleyicisi ya da içerdiği

hükmün pekiştiricisi konumundadır. Aslında üç temizlik konusuyla

ilgili başka bir ayet daha var: "Ey inananlar! Ne söylediginizi

bilmeniz için sarhoşken namaza yaklaşmayın; yoldan geçici olmanız

dışında, cünüp iken de yıkanıncaya (gusledinceye) kadar,

(mescide) yaklaşmayın. Eger hasta veya yolculukta iseniz yahut

sizden biriniz tuvaletten gelirse yahut da kadınlara dokunmuşsanız

(onlarla cinsel ilişkide bulunmuşsanız), su bulamadıgınız takdirde

dogası üzere olan yeryüzüne yönelin ve onu yüzlerinize ve

ellerinize sürün (teyemmüm edin). Allah şüphesiz, çok affedici ve

bagışlayıcıdır." (Nisâ, 43)



Tefsirini sunduğumuz ayet ise, Nisâ suresinin konuyla ilgili ayetine

oranla daha açık ve daha anlaşılırdır; hükmün yönlerini daha

fazla kuşatıcıdır. Bu yüzden Nisâ suresinin ilgili ayetinin açıklamasını

şu ana kadar erteledik ki, iki ayet arasında karşılaştırma

yapınca anlaşılması kolay olsun.



"Ey inananlar! Namaza durmak istediğiniz zaman" Ayetin orijinalinde

geçen "kumtum" fiilinin mastarı olan "kıyâm" kelimesi, "ilâ"

harf-i cerriyle geçişli kılındığı zaman, bazı zamanlar sözü edilen

şeyin istendiğinden kinaye olur. Çünkü bu ikisi birbirinden

ayrılmazlar, birbirlerini gerektirirler. Bir şeyi istemekle, ona yönelik

hareket sergilemek birbirinden ayrı düşünülemez. Örneğin bir insanın

oturduğu varsayılsın. Bu normal olarak hareketsizliğinin hâli ve

durgunluğunun gereğidir. Öte taraftan istenilen şeyin de normal

olarak kendisine doğru hareket edilmeyi ve yinelenmeyi gerektiren

bir eylem olduğu varsayılırsa, bu durumda onu gerçekleştirmek

genel olarak ondan taraf bir kıyamı, bir kalkışı gerektirir.

Dolayısıyla insanın hareketsizliği terk edip ameli algılamaya

başlaması, fiili işlemeye kalkması demektir. Bu da istemenin ve

iradenin ayrılmaz bir unsurudur. Şu ayet, bu ayetin bir örneği ko-

numundadır: "Sen de içlerinde bulunup onlara namazı kıldırdıgın

zaman." (Nisâ, 102) Yani, onlara namazı kıldırmak istediğin zaman.

Bunun aksi örnekliğini de bir açıdan şu ayet oluşturmaktadır: "Eger

bir eşinizi bırakıp yerine başka bir eş almak isterseniz, onlardan

birine yüklü miktarda mal (mehir) vermiş olsanız bile ondan

hiçbir şeyi geri almayın." (Nisâ, 20) Yani, bir eşi boşayıp, bir başkasıyla

evlendiğiniz zaman. Burada bir fiili işleme isteği ve talebi,

onu işlemenin yerinde kullanılmıştır.



Kİsacası, tefsirini sunduğumuz ayet, namaz kılmak için bazı

organların yıkanmasının, bazılarının da meshedilmesinin, yani

abdest alınmasının şart olduğunu vurguluyor. Şayet ayetin ifadesi

her açıdan mutlak olsaydı, "Eger cünüp iseniz temizlenin (gusül

edin)." ifadesini bir an için görmezlikten gelseydik, her namaz için

bir abdest almanın şart olduğunu söyleyebilirdik. Ne var ki, yasa

nitelikli hükümler içeren ayetlerin her açıdan mutlak olmaları pek

az rastlanan bir durumdur.



Kaldı ki, "sizi tertemiz kılmak... istiyor" ifadesinin, ileride

değineceğimiz gibi, bu şartın açıklayıcısı olması mümkündür [yani,

amaç manevî temizliktir. Öyleyse alınan abdest bozulmadıkça,

onunla namaz kılınabilir ve her namaz için bir abdest gerekemez].

Ayetin tefsiri bağlamında söyleyebileceklerimiz bundan ibarettir.

Bundan ötesi, ki tefsir bilginleri uzun uzun söz etmişlerdir, fıkıh biliminin

alanına girer; tefsirle ilgisi yoktur.



"Yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayın." Ayette geçen

"igsilû" fiilinin mastarı olan "gasl=yıkamak", bir şeyin üzerine su

dökmek, üstünden su akıtmak demektir. Genellikle temizleme, kir

ve pasağı giderme amacına yönelik olur. Yüz, bir şeyin sana bakan

tarafına denir. Daha çok, insan gibi bir canlının başının ön kısmı,

yani üzerinde göz, burun ve ağız gibi organların bulunduğu taraf için

kullanılır. Bunun sınırı ise, karşılıklı konuşmalarda taraflar için

belirgin bir şekilde görünen miktarda belirlenir.



Ehlibeyt İmamlarından (a.s)gelen rivayetlerde yüzün miktarı şu şekilde

belirlenmiştir: Uzunluğu alnın üzerindeki saçlardan başlayıp

çenenin alt kısmına kadar devam eder. Eni ise, baş parmak, orta

parmak veya şehadet parmağının çevreleyebileceği kadardır. Tefsircilerin

ve fıkıhçıların çizdikleri başka çerçeveler de vardır.



Ayetin orijinalinde geçen "el-eydî" "yed"in çoğuludur ve "el"

demektir. Tutma, bırakma ve yakalama gibi fiiller bu organla gerçekleştirilir.

Omuzla parmak uçları arasında kalan kısma denir.

Organlar bağlamında daha çok insanın onunla ilintilendirdiği amaç

esas alınır. Söz gelimi el organı denilince, tutma ve bırakma

olguları akla gelir. Elin ilintili olduğu amaç, büyük ölçüde dirseklerden

parmak uçlarına kadar olan kısmıyla gerçekleşir. Bu yüzden

bu kısma da ayrıca el denir. Yine aynı gerekçeyle bilekten başlayıp

parmak uçlarına kadar olan kısma da ayrıca el denir. Böylece

el lafzı, organın bütünü ve parçaları arasında ortak veya buna benzer

bir isim işlevini görmüş oluyor.



Bu ortaklık, anlamlardan sadece biri kastedildiğinde, buna ilişkin

somut ve belirleyici bir karinenin zikredilmesini kaçınılmaz

kılar. Bu yüzden yüce Allah, "ellerinizi" ifadesini "dirseklere kadar..."

ifadesiyle kayıtlandırmıştır. Ki maksadın, dirseklerde son

bulan elin yıkanması olduğu anlaşılsın. Sonra bu somut karine,

bununla organın avucu da içeren kısmının kastedildiğini ortaya

koyuyor. Nitekim hadisler de maksadın bu olduğunu göstermektedir.

"Ila" harf-i cerrinin kullanıldığı yerlerde ifade ettiği anlam, hareketin

sürekliliğini ifade eden bir fiilin sona erişidir. Fakat başına

"ila" edatı gelen nesnenin öncesindeki ifadeye ilişkin hükmün

kapsamına girip girmediği hususu edatın anlamının dışındadır. Dolayısıyla

yıkama hükmünün dirsekleri de kapsaması "ila" edatına

değil, hadislerin açıklamasına dayanır.

Bazıları, "Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin."

(Nisâ, 2) ayetini örnek göstererek "ila" edatının "beraber"

(mea) anlamında kullanıldığını ileri sürmüşlerdir. Bunu söylerken

de, Peygamberimizin (s.a.a) abdest alırken dirseklerini de yıkamış

olmasını dayanak olarak göstermişlerdir. Ama bu, Allah'ın sözü-

nün tefsiri açısından oldukça cüretkâr bir değerlendirmedir. Çünkü

bu hususta nakledilen hadisler ya Peygamberin fiilini aktarır, ki fiiller

çok yönlü ve müphem olurlar, herhangi bir lafzın anlamı onlar

aracılığıyla belirlenemez; nerede kaldı ki lafzın anlamlarından biri

sayılsın. Ya da bu husustaki hadisler bir hükmün açıklamasına ilişkin

sözdür, ayetin tefsiri değildir.



Fakat dirseklerin yıkanmasının insanın fiili tam olarak yerine

getirdiğinden emin olmasından dolayı gerekmiş olabildiği gibi,

Peygamberimizin (s.a.a) de bir eklemesi olabilir. Nitekim Peygamber

efendimizin (s.a.a) böyle bir yetkisi vardı ve sahih rivayetlerde

belirtildiği gibi, günlük beş vakit namazla ilgili olarak bu yetkisini

kullanmıştır. [Sahih rivayetlerde yer aldığına göre, namazlar

iki rekât olarak farz kılınmıştır; ancak Peygamber (s.a.a) bazı eklemelerde

bulunmuştur.]

"Onların mallarını kendi mallarınıza katarak yemeyin." (Nisâ,

2) ayetine gelince, ekl=yeme fiili "ila" edatıyla geçişli kılındığından,

katma ve benzeri bir anlam içerir. Yoksa "ila" edatı "mea=beraber"

anlamında kullanılmamıştır.



Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan anlaşılıyor ki: "dirseklere

kadar" ifadesi, "ellerinizi..." ifadesine ilişkin bir kayıttır. Dolayısıyla

dirseklerle ilintili yıkama mutlak olur, bir sınırla kayıtlı olmaz.

Bu bakımdan yıkamaya dirseklerden başlayıp parmak uçlarına

doğru devam etmek mümkündür. Nitekim abdest dışındaki

hâllerde insanlar ellerini doğal olarak bu şekilde yıkarlar. Ya da

parmaklardan başlanıp dirseklere kadar devam edilir. Fakat Ehlibeyt

Imamlarından (hepsine selam olsun) nakledilen hadislerden,

yıkamanın birinci şekilde olması gerektiği anlaşılıyor; ikinci şekilde

olması değil.



Böylece ileri sürülebilecek, cümlenin "dirseklere kadar..."

ifadesiyle kayıtlı olması gösteriyor ki, yıkamaya parmak

uçlarından başlayıp, dirseklere doğru devam edip tamamlamak

gerekir, şeklindeki değerlendirmeler de kendiliğinden çürümüş

oluyor. Şöyle ki bu problem, "ilel merafik=dirseklere kadar..."

sözünün "feğsilû=yıkayın..." sözüne [yani hükme] yönelik bir kayıt

"feğsilû=yıkayın..." sözüne [yani hükme] yönelik bir kayıt olarak

algılanmasından ileri gelmektedir. Oysa, bu ifadenin

"eydîkum=elleriniz..." ifadesine [yani hükmün konusuna] ilişkin bir

kayıt olduğunu belirtmiştik. Bunun böyle olması kaçınılmazdır.

Çünkü "el", belirleyici somut bir karineyi gerektiren ortak bir isimdir.

Hem "eller", hem de "yıkayın"a yönelik bir kayıt olmasının da

bir anlamı yoktur.



Kaldı ki, Mecma-ul Beyan tefsirinde belirtildiği gibi, İslâm ümmeti,

abdest alırken ellerini yıkamaya dirseklerden başlayıp parmak

uçlarına doğru devam eden kimsenin abdestinin sahih olduğu

noktasında görüş birliği içindedir. Bunun nedeni ise ancak ayetin

lafzı bu ihtimali içeriyor olmasıdır ve yine "dirseklere kadar"

sözünün "yıkamaya" değil, "ellere" ilişkin bir kayıt oluşundan kaynaklanıyor.



"Başlarınızın bir kısmını ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı

meshedin." Meshetme, elin ya da dokunan herhangi bir organın bir

şeye doğrudan dokundurularak üzerinden geçirilmesi demektir.

Araplar bu anlamda, "Mesehtu'ş şey'e" ve "Mesehtu biş-şey'i" derler.

Bu fiil, kendisiyle geçişli kılındığı zaman kapsama anlamını ifade

eder [yani o şeyin hepsini meshettim]. "Ba" harf-i cerriyle geçişli

kılındığında, kapsama ve kuşatma anlamını içermeden nesnenin

bir kısmının meshedildiğine delâlet eder.



Bu bakımdan, "vemsehû biruûsikum=başlarınızı meshedin" ifadesi,

cümle içinde başın bir kısmının meshedilmesini ifade eder.

Kastedilen kısmın başın hangi tarafı olduğu hususu ise, ayetin anlamsal

maksadının dışındadır. Bunun açıklaması sünnetin alanına

girer. Sahih rivayete göre de başın alın tarafının, perçemin

kastedildiği anlaşılıyor.



"ve... ayaklarınızı..." ifadesinin orijinali "ve erculikum" şeklinde

okunmuştur. Dolayısıyla kaçınılmaz olarak "ruûsikum=başlarınız"

ifadesine matuftur. Bazıları, mecrur oluşun, tıpkı "ve cealna minel

mâi kulle şeyin hayyin=Her canlı şeyi sudan yarattık." (Enbiyâ, 30)

ayetinde olduğu gibi tâbi oluştan kaynaklanan bir durum olduğunu

söylemişlerdir. [Aslına bakılırsa "hayyen" denilmesi gerekirken,

"hayyin" denilmesi, "şey'in" kelimesine tebaiyetten kaynaklanmıştır.]

Bu yanlıştır. Çünkü tâbi kılma söz sanatı açısından itibar edilmeyen,

seviyesiz bir uygulamadır. Allah'ın sözünün böyle bir kullanımla

yorumlanması ihtimal dışıdır. "Her canlı şey" ifadesinin orijinalindeki

"cealna" kelimesi, "kıldık" anlamında değildir, yaratma

anlamına gelir. [Buna göre "hayyin" kelimesi, "şey'in" kelimesinin

sıfatıdır.] Burada tâbi kılmaya ilişkin bir belirti söz konusu değildir.

Kaldı ki, söylendiği gibi "tâbi kılma" ancak tâbi olanla tâbi

olunanın bitişik oldukları durumlarda söz konusu olabilir. Örneğin,

Araplar "Kertenkelenin harap yuvası" anlamında "hucru dabbin

haribin" derler. Burada "haribin" kelimesi, öncekine tâbi oluşu itibariyle

mecrur kılınmıştır [aslında "hucrun" kelimesinin vasfı olduğu

için merfu, yani "ha-ribun" okunması gerekirdi]. Bu kural, üzerinde

durduğumuz ayet hakkında geçerli değildir.



Ayetin orijinali "ve erculekum" şeklinde de okunmuştur. Şayet

zihnini bütün ön yargılardan arındırıp cümleyi öyle okursan, hiç duraklamadan

kesinlikle "erculekum=ayaklarınız" kelimesinin

"ruûsikum =başınız" ifadesinin takdirî harekesine -ki nasbtır [çünkü

gerçekte mes-hedin fiilinin mefulüdür]- matuf olup mansup olduğuna

karar verirsin ve ifadenin akışından yüzün ve ellerin yıkanmasının,

başın ve ayakların da meshedilmesinin gerektiğini

anlarsın. "Erculekum=ayaklarınız" ifadesini, ayetin başındaki

"vucûhekum=yüzünüz" ifadesine atfetmek aklına bile gelmez.

Çünkü, ayetin girişindeki, "yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi

yıkayın" hükmü başka bir hükmün, yani "başlarınızın bir kısmını...

meshedin" hükmünün başlamasıyla bitmiş ve kesilmiştir. Sağlam

fıtrat, belâgatlı bir ifadeyi böyle bir kullanıma yorumlamayı kabul

etmez; yüce Allah'ın kelâmı açısından hiçbir şekilde düşünülmez.

Beliğ bir konuşma yapan bir insan, ["Zeyd'in yüzünü, başını ve

ellerini öptüm ve omuzlarına elimi çektim" ifadesini anlatmak

isterken] nasıl "kabbeltu veche zeydin ve re'sehu ve mesahtu bi

kitfihi ve yedehu" der yani "yedehu" ifadesini mensup okuyarak

....
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: Abdest Ayeti ve Tefsiri

Mesaj gönderen 3nokta »

Devamı:
veche" ifadesine atfedebilir [yani şöyle diyebilir: Zeyd'in yüzünü ve

başını öptüm ve omuzlarına elimi çektim ve ellerini öptüm]. Oysa,

bir hüküm sona ermiş, diğer bir hüküm araya girmiştir ve

"yedehu=elini" ifadesinin onun bitişinde olan mecrur ismin mahalline

atfedilip mecrur kılınması câizdir. Özellikle üstelik Arapların

konuşmalarında da bunun örnekleri çoktur. Durum böyleyken beliğ

bir konuşmacının böyle yapması, edebî sanatlara aykırı basit

bir konuşma olur.



Ehlibeyt İmamlarından (a.s) gelen rivayetler bu yöndedir.

Ehlisünnet kanallarından gelen rivayetlerse, ayetin lafzını tefsir

etme özelliğine sahip olmayıp, Peygamberimizin (s.a.a) fiilini ve

bazı sahabelerin fetvasını anlatma esasına dayanmaktadırlar. Bu

arada kendi aralarında da ihtilaf vardır. Bu rivayetlerin bir kısmı

ayakların meshedilmesini zorunlu görürken, bir kısmı da yıkanmasını

zorunlu görmektedir.



Ehlisünnet âlimlerinin çoğunluğu, ayakların yıkanmasına ilişkin

rivayetleri, onların meshedilmesine ilişkin rivayetlere tercih

etmişlerdir. Bu konuda onlarla tartışacak değiliz. Çünkü konu fıkıh

bilimini ilgilendirir, tefsir biliminin ilgi alanının dışındadır.

Bununla beraber, Ehlisünnet âlimleri ayeti fıkhî görüşlerine

uyarlayan bir yaklaşım içindedirler ve bu konuda farklı yorumlar

ileri sürmüşlerdir. Fakat bunların hiçbiri için ayetten kanıt edinmek

mümkün değildir. Ancak ayetin ifadesinin belâgat sanatının doruklarından,

sıradan zevksiz, karışık bir konuşmanın diplerine indirgeme

başka.



Bazıları demişlerdir ki: Nasb kıraatine göre

"erculekum=ayakları-nız..." kelimesi "vucûhekum=yüzleriniz" kelimesine

matuftur. Cerr kıraatinde ise, tâbi oluşa yorumlanır. Ama

biz daha önce, insan öz doğasıyla örtüşen bir beliğ konuşmanın

böyle bir ihtimali içermediğini belirtmiştik.



Bazıları: Cerr kıraatini yorumlarken bunun anlamsal değil, lafzî

bir atıf örneği olduğunu söylemişlerdir. "alleftuha tbnen ve mâen

barî-den=deveyi samanla yemledim ve soğuk suyla" ifadesinde ol-

duğu gibi. ["Mâen bariden=soğuk suyla" ifadesi, anlam açısından

"tbnen=saman" ifadesine matuf değildir. Bundan bir fiil takdir edilir.

Örneğin "sakey-tuha", yani suvardım soğuk suyla gibi. Ayet de

bunun bir örneğidir. Yani "erculikum" şeklinde okunsa bile, bu

meshin gerekliliğine kanıt oluşturmaz, lafzî açıdan "biruûsikum"

yerine matuf olsa bile anlam açısından "erculekum" yerine matuftur

ve yıkamanın zorunluluğunu ifade eder!!!]



Bu görüşle ilgili değerlendirmemiz şudur: Bu yaklaşımın

dayanağı, atfın durumuna ilişkin iraba uygun bir amelde bulunan

bir fiilin takdir edilmesidir. Buna örnek olarak sunulan şiir kanıt

oluşturur. Ayetle ilgili olarak takdir edilen bu fiil ya "yıkayın"

olacak ve o da harfi cerle değil, bizzat geçişli fiildir ya da başka bir

fiil olacaktır. Bu ise ifadenin zahirine aykırıdır ve lafız açısından

buna ilişkin hiçbir kanıt yoktur. Öte yandan örnek olarak sunulan

şiir ise ya aklî mecaz dediğimiz türe girer ya da "alleftu" fiilinin

"verdim", "doyurdum" vb. anlamları içermesi şeklinde gerçekleşen

kullanımlardır. Kaldı ki, bu tür kullanımları içeren şiirler açısından

normal bir fiilin takdiri şeklinde bir uygulamaya baş vurulmazsa,

anlamı bozuk ve fasit kabul edilir. Şu hâlde, bu tür kullanımlar için

düzeltici, normalleştirici ifadelerin takdir edilmesine ihtiyaç vardır.

Fakat ayetin, lafzî açıdan zorunlu ve bilinen böyle bir takdire

ihtiyacı yoktur. Ayakları yıkamanın zorunluluğu anlayışından hareketle,

"erculi-kum=ayaklar" ifadesinin mecrur oluşuyla ilgili olarak şu iddiayı

ileri sürenler de olmuştur: Evet atıf önceki kelimeyle ilintilidir,

ancak meshetme yıkamanın hafif şeklidir. Yani meshetme de bir

bakıma yıkamadır. Dolayısıyla ayakların meshedilmesi ifadesiyle

onların yıkanmalarının kastedilmiş olmasını önleyecek hiçbir engel

söz konusu değildir. Bunu destekleyen bir unsur da ifadede yer

alan sınırlandırma ve vakitlendirmedir. Bu ise, yıkanan organ, yani

yüz için söz konusudur. Meshedilen organ açısından böyle bir duruma

rastlanmıyor. "Ve üzerindeki çıkıntıya kadar ayaklarınızı..."

ifadesiyle meshetmeyle ilgili sınırlandırma kalkınca, bunun da yıkama

hükmüne tâbi olduğu anlaşılmış oluyor. Çünkü sınırlandır-

ma açısından yıkama olgusuna daha uygundur.



Aslında bu, konuya ilişkin yorumların en seviyesizidir. Çünkü

meshetme yıkamadan ayrıdır ve bu iki eylem arasında birbirini gerektirme

gibi bir zorunluluk yoktur. Kaldı ki, başın değil de ayakların

meshedilmesini yıkama şeklinde yorumlamak, dayanaksız bir

tercihtir. Bu iddiayı ileri sürenlere sormak lazım: Kitap ve sünnette

mutlak olarak meshetme şeklinde geçen bütün ifadeleri yıkama

şeklinde, yıkama olarak geçen ifadeleri de meshetme şeklinde yorumlamanızı

engelleyen nedir? Neden yıkamadan söz eden rivayetler

meshetme ve meshetmeden söz eden rivayetler yıkama

şeklinde algılanmıyor? Böylece bütün kanıtlar, açıklayıcıları olmaksızın

mücmel kanıtlar olurlar.



İddia sahibinin görüşünü desteklemek için ortaya attığı şey,

[bir lafzı diğer bir lafızla] kıyas yoluyla lafzı, bir anlama delâlet etmeye

zorlamadır. Bu ise kıyasların en fasididir.



Bazıları da şöyle demişlerdir: "Yüce Allah, abdest bağlamında

ayakların tamamının su ile meshedilmesini emretmiştir. Teyemmümde

yüzün tamamının toprakla meshedilmesini emrettiği gibi...

Abdest alan kişi bu iki organı ile ilgili emredilenleri yapınca

mesheden-yıkayan adını hakkeder. Çünkü bu iki organın yıkanması,

üzerlerinden suyun geçirilmesi veya onların suya değdirilmesi

demektir. Meshedilmeleri ise, elin veya el işlevini görebilecek

başka bir organın üzerlerinden geçirilmesi demektir. Bir kimse söz

konusu organlar açısından bu fiili gerçekleştirince, o kimse yıkayan-

meshedendir. Dolayısıyla, 'ercule-kum' şeklinde okunduğu

zaman, bu iki organın yıkanmasının zorunluluğu esas alınmış olur.

'Erculikum' şeklinde okunduğu zaman da, kişinin su ile organlarını

yıkamak suretiyle meshettiği anlamı esas alınmış olur." (Bu görüş

özet olarak bundan ibaretti.)1

Anlamıyorum: Ayette başın meshedilmesi ile yıkanmadan

meshedilmelerinin, buna karşın ayakların meshedilmesiyle, onla-

-------

1- [el-Menar Tefsiri, c.6, s.229]

rın yıkanarak meshedilmelerinin kastedildiği sonucuna nasıl varılıyor?

Bu da önceki iddia gibidir, hatta bozukluğu ondan daha fazladır!

Dolayısıyla buna karşı söyleyeceklerimiz öncekinin aynısıdır.

Bu görüşle ilgili olarak söylenebilecek önceki tutarsızlıklara,

"Yüce Allah abdest bağlamında iki ayakların tamamının su ile

meshedilmesini emretmiştir." diye tutarsız sözünü de eklemek gerekir.

Bu söz onun aleyhine olmak üzere problemi daha da derinleştiriyor.

Çünkü burada abdesti teyemmümle kıyaslamıştır. Eğer

bununla bir hükmün başka bir hükme, yani kendince sabit olan rivayetlere

kıyaslamayı amaçlıyorsa, ayetin bu hususa delâlet ettiğine

kanıt oluşturacak hangi rivayet vardır acaba? Rivayetler nasıl

bu hususa delâlet ediyorlar? Bilindiği gibi, rivayetlerin hedefi ayetin

lafzını açıklamak değildir. Eğer abdestle ilgili, "Başınızı ve üzerindeki

çıkıntıya kadar ayaklarınızı meshedin." ifadesinin, teyemmümle

ilgili, "Onunla yüzünüzü ve ellerinizi meshedin." ifadesiyle

kıyaslamayı amaçlıyorsa, bu hem kıyaslanan, hem de kıyaslanılan

şey açısından olumsuzdur. Yüce Allah, her iki konuyu da,

"ba" harf-i cerriyle geçişli kılan meshetme fiiliyle ifade etmiştir.

Daha önce "ba" harfiyle geçişli yapılan meshin, dil açısından meshedilen

şeyin kapsanmasını ifade etmediğini belirtmiştik. Buna

ancak kendiliğinden geçişli meshin delâlet ettiğini vurgulamıştık.

Bu ve benzeri yorumlar, rivayetlerin korunması için ayeti zahirinin

aksine yorumlama temelinden hareketle, kaçınılmaz olan kitaba

muhalefet durumundan sıyırmak için baş vurulan zorlamalardan

başka bir anlam ifade etmezler. Eğer ayetin zahirinin aksine

yorumlamak suretiyle bir rivayetin anlamını ayete dayatmamız

caiz olsaydı, Kur'ân'a muhalefetten hiçbir örnekten söz edilemezdi.

Abdest bağlamında ayakların yıkanmasının zorunlu olduğuna

inananların Enes ve Şa'bi gibi bazı selef kuşağı âlimleri gibi görüşler

ileri sürmeleri daha uygun olurdu. Onlardan nakledilen görüş

şudur: "Cebrail, ayakların meshedilmesine ilişkin hüküm indirdi.

Ancak sünnet yıkanmasını öngördü." Bunun anlamı kitabın
(Kur'ân'ın) sünnet tarafından neshedilmesidir. Bu durumda mesele,

tefsir biliminin sınırlarını aşıp, metodoloji biliminin kapsamına

taşınmış olur: Sünnetin Kitabı neshetmesi caiz midir, değil midir?

Bu konuda araştırma yapmak usulcünün görevidir, müfessirin değil.

Müfessirin, "Falan rivayet kitaba muhaliftir" sözü müfessir olması

açısından, ancak şunu açıklamak içindir ki bu haber, maksadın

ortaya çıkarılmasında esas alınan kitabın zahirinin delâlet

ettiği anlamla örtüşmüyor. Yoksa fıkıh bilgininin görevi olan şer'î

bir hükme fetva vermek değildir.



"üzerindeki çıkıntıya kadar" ifadesinin orijinalinde geçen

"kaab", ayağın arkasında bir çıkıntı biçiminde beliren kemiğe verilen

addır. Bazılarına göre topuk, ayakla bacağı birbirinden ayıran

eklem bölgesinde belirgin olarak fark edilen kemiğin adıdır ki her

bir ayağın eklem bölgesinde iki çıkıntı olur.



"Eğer cünüp iseniz, temizlenin." Ayetin orijinalinde geçen

"cünüb" kelimesi aslında mastardır, ancak daha çok ism-i fail anlamın-

da kullanılır. Bu yüzden [mastar oluşundan dolayı] müzekker,

müennes, müfret vs. açısından fark etmez. Araplar, "reculun

cunub=cünüp erkek, imreetun cunub=cünüp kadın, reculani ev

imreetani cunub=cü-nüp iki erkek veya kadın, ricalun ev nİsaun

cunub=cünüp erkekler ve kadınlar" der ve hepsinde hep "cünüp"

sözcüğünü kullanırlar. Mastar anlamını ifade etmek içinse, özel

olarak "cenabet" kelimesi kullanılır.

"Ve in kuntum cunuben fettehherû=Eğer cünüp iseniz, temizlenin."

cümlesi, "feğsilû vucûhekum=yüzünüzü yıkayın" ifadesine

matuftur. Çünkü ayet, namaz kılmak için temizlenmenin şart olduğunu

açıklama amacına yöneliktir. Bu açıdan ayetin açılımı şöyledir:

"Ve te-tahharû in kuntum cunuben=temizlenin eğer cünüpseniz."

Böylece, ab-dest açısından karşıt şartın takdirine dönük olur.

Yani: Şayet cünüp de-ğilseniz, yüzünüzü ve ellerinizi yıkayın.

Başınızı ve ayaklarınızı meshedin. Eğer cünüpseniz, tam olarak

temizlenin. Buradan şu sonucu çıkarıyoruz: Abdest alma, ancak

cünüp olmama durumunda yasalaştırılmıştır. Cünüpken sadece
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: Abdest Ayeti ve Tefsiri

Mesaj gönderen 3nokta »

gusül abdesti alınmalıdır. Nitekim rivayetler de buna delâlet

etmektedir.



Bu hüküm aynen Nisâ suresinin ilgili ayetinde de açıklanmıştır:

"Yoldan geçici olmanız dışında, cünüp iken de yıkanıncaya kadar..."

(Nisâ, 43) Ancak tefsirini sunduğumuz ayet, Nisâ suresinin ilgili

ayetinden farklı olarak "yıkanmayı" temizlenme olarak nitelendiriyor.

Bununla, yıkama ile sağlanan temizlikten farklı bir temizlik

kastediliyor. Çünkü bu, yani temizlik sonuçtur. Bu ise, fiilin

yani yıkamanın kendisidir; "tatahhur=temizlenme" olarak isimlendirilmiştir.

Bedenin kirlerinin su ile yıkanmasının "nezafet" olarak

isimlendirildiği gibi.



Buradan hareketle, bazı rivayetlerde işaret edilen bir hususu

algılıyoruz: "Üzerinden su akan şey temizdir."

"Hasta veya yolculukta iseniz yahut sizden birisi çukur yerden

gelirse yahut da kadınlara dokunursanız, su bulamadığınız takdirde...

yönelin." Bu ifadeyle, organlarını yıkamak veya yıkanmak için su

bulamayan kimseyle ilgili hükmün açıklamasına geçiliyor.

Ayetin akışı içinde sayılan ve alternatif durumlar olarak işaret

edilen hususlar, gerçek anlamda birbirlerinin alternatifi değildirler.

Söz gelimi hastalık ve yolculuk bizzat gusül ve abdest yoluyla temizlenmeyi

gerektiren bir kirliliğe, pislenmeye yol açmazlar. Tam

tersine, bu gibi durumlarda kişi açısından küçük veya büyük hades

hasıl olmuşsa, abdest ya da gusül yoluyla temizlenmeyi gerektirirler.

Şu hâlde ayette sayılan şıkların son ikisi [tuvaletten gelmek ve

kadınlarla cinsel ilişkide bulunmak], ilk ikisinin alternatifi değildir.

Aksine ilk iki şıkkın her biri, son ikisine de bölünebilir gibidirler. Bu

nedenle bazıları, "yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" ifadesinin

orijinalin başındaki "ev" edatını "vav" şeklinde algılamışlardır,

ki biz buna ileride değineceğiz. Kaldı ki, mazeret sırf hastalık

ve yolculukla sınırlı olmaz; başka durumlarda da söz konusu olabilir.

Fakat yüce Allah, genellikle su bulmama durumuyla sıkça karşılaşılabilen

hastalık ve yolculuktan söz etmiştir. Sonra tuvaletten

gelmekten ve kadınlara dokunmaktan bahsetmiştir. Bu ikisi açısından

suyun bulunmayışı tesadüfîdir. Ilkinin aksi olabilecek diğer

bir açıdan bakacak olursak, hastalık ve yolculuğa maruz kalmak,

insanın doğal bünyesi açısından, tesadüfidir. Tuvaletten gelme ve

kadınlara dokunma ise öyle değildirler. Bu ikisi de doğal ihtiyaçlardır.

Biri abdest almakla giderilebilen küçük hadesi, diğeri de

gusül almakla giderilebilen büyük hadesi gerektirir.

Dolayısıyla ayette işaret edilen bu dört durumun bir kısmı tesadüfen,

bir kısmı da doğası gereği insanın karşısına çıkarlar. Bunlarla

ilgili olarak bazen genellikle su bulunmayabilir. Hastalık ve

yolculukta örneğin. Bazen de tesadüfen su olmaz. Helâya gitme ya

da cinsel birleşme durumlarında örneğin. Eğer böyle durumlarda

su da bulunmuyorsa, teyemmüm hükmü devreye girer.

Buna göre su bulamamak, suyu kullanma imkânından yoksun

olmaktan kinayedir. Bu şekilde kinayeli bir ifadeye baş vurulmuştur.

Çünkü kullanma imkânından yoksun bulunma, genellikle suyun

bulunmamasına dayanır. Buna göre bulamamak, hastalık da

dâhil olmak üzere sözü edilen bu dört hususun tümü için bir kayıt

konumundadır.



Buraya kadar yaptığımız açıklamalardan sırayla şu hususlar

belirginleşiyor:



Birincisi: "Hasta... iseniz" ifadesinde işaret edilen hastalıktan

maksat, insanın su kullanmakta zorlandığı ve suyun zarar verdiği

hastalıktır. Bunu, "su bulamadıgınız takdirde" kaydından

anlıyoruz. Ayetin akışından da bunu algılamak mümkündür.



İkincisi: "veya yolculukta iseniz" ifadesi, başlı başına bir olgudur

ve insan tesadüfen böyle bir durumla karşılaşır. Genellikle de

su bulunmaz böyle durumlarda. "yahut sizden birisi... gelirse" ifadesiyle

de kayıtlı değildir; "feğsilû=yıkayın..." ifadesine matuftur.

Bu durumda ifadeyle ilgili olarak şöyle bir açılım elde ediyoruz:

"Yolcu iseniz, namaza kalkmak istediğinizde, su bulamadıysanız

teyemmüm edin." Şu hâlde bu varsayımın mutlaklığı ve iki

hadesten birini gerektirmek gibi bir kayda bağlı olmayışı, atfedil-

diği ifadeyi yani, "Namaza durmak istediginiz zaman... yıkayın..."

ayetini çağrıştırmaktadır. Başta kayda gerek görülmediği gibi, atıf

esnasında da kayda gerek görülmemiştir.



Üçüncüsü: "Yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" ifadesi

de bağımsız ayrı bir durum içermektedir. Ama bazılarının iddia ettiği

gibi başındaki "ev" edatı "Onu yüz bin insana ya da daha fazla

olanlara elçi gönderdik." (Sâffât, 147) ayetinde olduğu gibi "vav" anlamında

değildir. Çünkü buna gerek olmadığını açıklamıştık.

Kaldı ki, örnek olarak gösterilen ayette geçen "ev" edatı, ancak

gerçek anlamında kullanılmıştır. Ifadedeki ihtimallilik, doğal

olarak karşılaşılan bir durumdur. Konuşmacının bilmeyişinden

kaynaklanan bir tereddüt söz konusu değildir. Nitekim bu yorum,

Kur'ân-ı Kerim'de geçen dilek ve temenni gibi hususlarla ilgili olarak

da söz konusudur. "Umulur ki, korunasınız..." (Bakara, 21)

"Keşke bunu bilselerdi." (Bakara, 102) ayetlerinde olduğu gibi.

Dolayısıyla bu cümlenin durumu, atıf açısından önceki cümleye

benzer. Bu bakımdan cümlenin açılımı şöyledir: Namaza kalkmak

istediğinizde, sizden biriniz tuvaletten gelir ve su da bulamamışsanız,

teyemmüm edin.



Buradan şöyle bir sonuç çıkarmak pek de uzak bir ihtimal değildir:

Kişi temiz olur ve küçük abdestsizliği gerektirici bir durum

söz konusu değilse, teyemmüm veya abdesti yenilemesi bir zorunluluk

değildir. Mefhum-i şartın bu anlamı ifade ettiğini kabullenirsek

tabi.1 Temiz olan kimsenin temizlenmesinin bir zorunluluk olmadığına

ilişkin rivayetler de bu çıkarsamayı destekler niteliktedir.

"Yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" ifadesinin orijinali,

göz kamaştırıcı bir edep örneğini oluşturmaktadır. Ayet üzerinde

-------

1- [Fıkıh usûlü bilgisine göre, hükmü şart edatlarından biri ile belirli bir şarta

bağlanmış nassın, bu şartın bulunmadığı durumlarda o hükmün geçerli olmadığına delâlet etmesine "mefhum-uş şart" denir. Mesela, "Sana karşı saygılı

davranılırsa, sen de saygılı davran." cümlesinde saygılı davranma hükmü, şart

kalkınca kalkar ve geçerli sayılmaz.]

düşünen herkes bunu belirgin bir şekilde fark eder. Çünkü maksat,

"ğait"ten gelme şeklinde kinayeli olarak ifade edilmiştir. Ğait ise,

basık ve çukur yer demektir. Araplar, ihtiyaçlarını gidermek için

çukur yerlere giderlerdi. Böylece bir edep tavrı olarak ihtiyaçlarını

giderirken başka insanların bu hâlde kendilerini de görmelerini

engellemiş olurlardı. Günümüzde "ğait" kelimesinin bilinen anlamında

kullanılması ayağa düşmüş, yaygınlık kazanmış kinayeli ifadelerin

bir örneğini oluşturmaktadır. Aynı durum "azere" kelimesi

için de geçerlidir. Bu kelimenin asıl anlamı, kapı eşiğidir.



Cevherî'nin "es-Sihah" adlı eserinde belirttiğine göre, Araplar evin

içinde biriken şeyleri buradan boşalttıkları için bu ismi vermişlerdir.

Dikkat edilirse ayette "çukur yerden geldiyseniz" denilmiyor.

Çün-kü burada asıl olan nispet edilen şeyin belirginleştirilmesidir.

Yine "Sizin biriniz tuvaletten gelirse" şeklinde bir ifade de kullanılmamıştır.

Çünkü böyle bir izafede az da olsa belirginleştirme

söz konusudur. Aksine iyice müphemleştiren bir ifade söz konusudur.

"yahut sizden birisi çukur yerden gelirse" denilerek ifadenin

edep yönü gözetilmiştir.



Dördüncüsü: "yahut da kadınlara dokunursanız" ifadesi, önceki

ifade gibi varsayılan şıklardan bağımsız birini içermektedir.

Atıf ve anlam açısından önceki ifadenin içeriğinin hükmüne tâbidir.

Bu, cinsel birleşmeden kinayedir. Edebi gözetmek ve insan

doğasının sarih bir dille ifade etmekten çekindiği olguları açık,

müstehcen bir şekilde ifade etmekten kaçınma amaçlı kullanılmıştır.

Eğer desen ki: Şayet söylediğiniz gibiyse, önceki ifadede olduğu

gibi, "Eger cünüp iseniz..." şeklinde bir ifade kullanılsaydı, daha

fazla titizlik gösterilmiş ve edep yönü gözetilmiş olurdu.

Buna vereceğimiz cevap şudur: Evet ama, ifadede gözetilen

bir nokta yok olurdu o zaman. O da ifadenin, söz konusu eylemin

insan doğasının bir gereği olduğuna delâlet ediyor olmasıdır. Ki biz

daha önce bu nokta üzerinde durduk. "Cenabet" kelimesi, bu ince-

liği ifade etmekten yoksundur.



Böylece bazılarına nispet edilen, "Burada kastedilen, doğrudan

doğruya kadınlara gerçekten dokunmadır. Yani cinsel birleşmeden

kinaye değil de açık bir anlatım söz konusudur." şeklindeki yorumun

yanlışlığı da ortaya çıkıyor. Bu yorumun yanlışlığı öncelikle

şundan anlaşılıyor ki, ayetin akışıyla bağdaşmıyor. Ancak kinayeli

bir anlatım olarak ele alındığında ayetle bağdaşması mümkün olabiliyor.

Çünkü yüce Allah söze, normal hâllerde yani, suyun bulunduğu

durumlarda küçük hadesin abdestle, büyük hadesin yani,

cenabetin de gusülle giderilmesine ilişkin hükümle başlıyor.

Sonra sözün akışı, normal olmayan duruma doğru yöneliyor.

Suyun bulunmadığı durum yani. Bununla ilgili olarak da abdeste

alternatif olan başka bir duruma, yani teyemmüme işaret ediliyor.

Dolayısıyla gusle alternatif olan bir başka duruma da işaret edilmesi

doğaldı, uygundu. Çünkü gusül abdestle bağlantılı bir eylemdir.

Nitekim bu eylemle örtüşebilecek bir duruma da işaret edilmiştir.

O da "yahut da kadınlara dokunursanız" ifadesidir; ama

kinayeli olarak. Şu hâlde bununla kastedilen, kaçınılmaz olarak

cinsel birleşmedir. Yoksa iki ayrılmaz durumlardan biri olan

abdesti özel olarak ele alıp hükmünü açıklayıp diğerini yani guslü

görmezlikten gelmenin anlamı yoktur.



Beşincisi: Şimdiye kadar yaptığımız açıklamalardan, ayetin anlamı

ile ilgili olarak üzerinde durulan aşağıdaki problemlerin yersizliği,

dayanıksızlığı ortaya çıkıyor:



1- Ayette "hastalıktan" ve "yolculuktan" söz edilmesi söz gelişi

ve gereksizdir. Çünkü bu ikisinin teyemmümü gerektirmeleri ancak

son iki şıktan yani, tuvalete gitme ve cinsel ilişkide bulunma

hâllerinden birinin meydana gelmiş olmasına bağlıdır. Kaldı ki tuvalete

gitme ve cinsel ilişkide bulunma, hastalık veya yolculuk durumu

söz konusu olmasa da teyemmümü gerektirirler. Dolayısıyla

son iki şıkkın zikredilmesi, ilk ikisinin zikredilmesine ihtiyaç

bırakmıyor.



Buna verilecek cevap şudur: Daha önce de işaret ettiğimiz gibi,

ayette son iki şık, ilk iki şıktan biriyle ilintilendirilmek amacıyla

zikredilmiş değildirler. Aksine dört şıktan her biri kendi başına ve

kendine özgü bir amaçla ilintili olarak zikredilmiştir. Ayetin akışı

içinde bunların herhangi birini hazfedecek olursak, söz konusu

amaç da gerçekleşmemiş olur.



2- Bir diğer iddia da şudur: Ikinci şık, yani; "veya yolculukta iseniz"

ifadesi fazlalıktan zikredilmiştir. Önceki problemle ilgili kanıt,

bunun için de geçerlidir. Bir farkla, şöyle ki: Hastalık bir mazeretle

olması hasebiyle alternatif çözümü gerektirir. Mazeret, var

olan suyu kullanamamaktır, suyun bulunmaması değil. Dolayısıyla

ayetin akışı içinde bu durumun değerlendirilmesi gerekirdi. Son iki

şıkkın su bulamama durumuyla birlikte zikredilmiş olması, buna ilişkin

açıklamaya olan ihtiyacı ortadan kaldırmıyor. Sonuç olarak

sadece yolculuktan söz edilmiş olması, bir fazlalıktır; bir tekrardır.

Bizim cevabımız şudur: Daha önce de belirttiğimiz gibi, ayette

geçen su bulamama, suyu kullanamamaktan kinayedir ve bu durum,

suyu bulmaktan veya bulamamaktan daha geneldir.



3- Bir iddiaya göre, "su bulamadıgınız takdirde" ifadesi, sayılan

şıkların tümüne gerek bırakmayacak açıklığa sahiptir. Eğer

"Hasta veya... iseniz..." ifadesi yerine, sadece "su bulamadığınız"

ifadesi kullanılsaydı, daha kİsa ve daha vurgulayıcı olurdu.

Bunu şu şekilde cevaplandırırız: Bu durumda, daha önce işaret

ettiğimiz tüm noktalar göz ardı edilmiş olurdu.



4- Bazılarına göre, "Eğer suya güç yetiremiyorsanız." denilseydi

veya aynı anlama gelebilecek başka bir ifade kullanılsaydı daha iyi

olurdu. Çünkü böyle bir ifade, başka insanların mazeretini kapsadığı

gibi hastaların da mazeretini kapsayıcı olurdu.

Buna karşılık biz diyoruz ki: Bu söylediğiniz husus kinaye yoluyla

ifade edilmiştir. Kinayeli ifadelerse daha etkili ve daha vurgulayıcı

olur.

"Doğası üzere olan yeryüzüne yönelin, ondan yüzlerinizin ve ellerinizin

bir kısmına meshedin." Ayetin orijinalinde geçen "teyemmemû"

fiilinin mastarı olan "teyemmüm" kelimesi, yönelmek demektir.

Ayetin asıl metninde geçen "saîd" ise, yerin yüzeyi anlamına gelir.

Bu yerin "tayyib" olarak nitelendirilmesi -bir şeyin tayyib olması da,

doğasının gerektirdiği hâl üzere olması demektir- normal toprak

ve taş gibi aslî durumu üzere olmasının şart olduğuna işaret etme

amacına yöneliktir. Pişirme, olgunlaştırma veya başka bir dönüştürme

yöntemiyle topraktan elde edilen kireç, pudra, kiremit ve

madenlere dönüşen topraklar bu kapsamın dışındadır. Yüce Allah,

bir ayette şöyle buyurmuştur: "Güzel (tayyib) olan ülkenin bitkisi,

Rabbi-nin izniyle çıkar; kötü olandan ise yararsız bitkiden başka

bir şey çıkmaz." (A'râf, 58) Teyemmümde kullanılan toprağın özellikleri

olarak sünnetin öngördüğü hususların kaynağı işte budur.

Bazı müfessirler, "Ayette geçen 'tayyib' kelimesinden maksat

temizliktir. Dolayısıyla burada toprağın temiz olması şart koşulmuştur."

demişlerdir.



"Ondan yüzlerinizin ve ellerinizin bir kısmına meshedin." Burada

görüyoruz ki, teyemmüm açısından meshedilmesi öngörülen

organlarla, abdest açısından yıkanması istenen organlar aynıdır.

Tam bir örtüşme var. Çünkü teyemmüm; gerçekte baş ve ayak

meshi düşürülmüş, yüz ve dirseklere kadar ellerin yıkanması da

meshetmeye dönüştürülmüş, hafifletici bir uygulama olarak su da

toprakla değiştirilmiş abdestten başka bir şey değildir.



Bundan şunu anlıyoruz: Teyemmümde meshedilen iki organ

abdestte yıkanan organlardır. Yüce Allah "ba" harf-i cerriyle geçişli

kılınan meshetme fiilini [femsehu bi vucûhikum...] kullandığı için

bu, teyemmüm ederken abdestte yıkanan iki organın bir kısmının

meshedilmesi gerektiğini gösterir. Yüzün bir kısmı ve dirseklere

kadar olan elin bir kısmı yani... Bu da Ehlibeyt Imamlarından aktarılan

rivayetlerde, yüzden mesh edilmesi gereken kısmın iki şakak

arası, ellerin de bilekten aşağı kısmı olduğuna ilişkin açıklamalarla

örtüşmektedir.



Böylece bazı müfessirlerin, kastedilen elin, koltuk altlarından

başlayan kısım olduğuna ilişkin izahlarının yanlış olduğunu
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: Abdest Ayeti ve Tefsiri

Mesaj gönderen 3nokta »

anlıyoruz. Yine diğer bazılarına göre de, teyemmümde mesh edilmesi

gereken kısım, tıpkı abdestte olduğu gibi dirseklerden aşağısıdır,

görüşünün yanlış olduğu ortaya çıkıyor. Bu ise, "ba" harf-i

cerriyle geçişli kılınan "meshetme" fiilinin ifade ettiği anlamla

örtüşmüyor. Çünkü "ba" ile geçişli kılınan fiil, meshedenin meshedilenin

bir kısmını meshetmesini ifade eder.



Ayetin orijinalinde geçen "minhu=ondan" kelimesinin başındaki

"min" edatı, başlangıç ifade eder gibidir. Bununla, yüzün ve ellerin

meshedilmesine topraktan başlanması kastedilmiştir. Hadisler

bunu, iki elin toprağa vurulup yüz ve ellerin bir kısmına sürülmesi

şeklinde açıklamıştır.



Bazı müfessirler demişlerdir ki: "Buradaki 'min' edatı,

kastedilen şeyin bir kısmını içermeği ifade eder. Buna göre, toprağa

vurulmasından sonra ellerde toz ve benzeri bir şey kalmalıdır,

ki onunla yüz ve eller meshedilsin. Buradan şu sonuç çıkıyor: Teyemmüm

için el vurulan toprak tozlu olmalıdır ve bu tozla yüz ve

eller meshedilmelidir. Dolayısıyla yassı ve üzeri toz tutmayan taşlarla

teyemmüm etmek doğru değildir."1



Allah doğrusunu daha iyi bilir; ancak ayetten daha önce vurguladığımız

anlam anlaşılmaktadır. Şunu da söyleyelim ki, kendi görüşünün

sonucu olarak vardığı hüküm, adı geçen müfessirin ihtimal

verdiği görüşle sınırlı değildir.



"Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor; fakat sizi tertemiz

kılmak... istiyor." Ayetteki "ma yurîdu=istemi-yor" fiilinin

mef'ulunun başına "min" edatının gelmiş olması, olumsuzluğu pekiştirmek

içindir. Dolayısıyla dinî hükümler kapsamında olup da

onunla güçlük çıkarılmak istenen herhangi bir hüküm yoktur. Bu

yüzden cümle içinde olumsuzlama olgusu, güçlüğün kendisiyle

değil de güçlük çıkarma isteğiyle ilintilendirilmiştir.

Iki türlü güçlük vardır. Bunlardan biri, hükmün gerekçesi ve,

onunla hedeflenen maslahatla ilgilidir. Böyle bir durumda ortaya

------

1- [el-Menar, c.5, s.126]

çıkan hüküm, gerekçesine tâbi olması hasebiyle bizzat güçlük çıkarıcı

olur. Zühd karakterinin yerleşmesi amacıyla birine besin

maddelerinden zevk almasının yasaklanmasını buna örnek gösterebiliriz.

Böyle bir hüküm, ta baştan güçlük demektir. Bir diğer güçlük

de rastlantİsal dış nedenler aracılığıyla herhangi hükümle ilintili

olur. Böyle bir durumda hükmün bazı fertleri güçlük oluşturur. O

zaman güçlük çıkan unsurlar açısından hüküm geçersiz olur, güçlük

çıkmayan unsurlar açısından ise, geçerliliği devam eder. Kendisine

zarar veren bir hastalığından dolayı, namazı ayakta kılmakta

güçlük çeken bir insanı buna örnek gösterebiliriz. Bu durumda

bu kimse için namazda kıyam hükmü düşer; buna güç yetirebilen

başkaları için değil elbette.



Yüce Allah'ın, "Allah, size herhangi bir güçlük çıkarmak

istemiyor." ifadesinden sonra, "fakat sizi tertemiz kılmak...

istiyor." ifadesine yer vermesi gösteriyor ki ayetin maksadı, gerçek

ile ilintili güçlüğü olumsuzlamaktır. Yani Allah'ın sizin için koyduğu

hükümler, güçlük çıkarmak amacıyla yasalaştırılan güçlük nitelikli

hükümler değildir. Şöyle ki ayetten anlaşılan anlam şudur: Bu hükümleri

koymada güttüğümüz amaç, sizi temizlemek ve nimeti

tamamlamaktır. Bunlarsa gerçek ile ilintili olgulardır. Yoksa maksadımız

sizi zorluğa koşmak, sizi sıkıntıya sokmak değildir. Bu nedenledir

ki, suyun bulunamaması durumunda abdest ve guslün size

ağır geleceğini gördüğümüz anda ab-dest ve gusül almanın zorunluluğu

yerine, sizin yapabilirliğinizin kapsamında olan teyemmüm

alma zorunluluğunu getirdik. Böylece belki şükredersiniz diye

sizi temizlemek ve üzerinizdeki nimeti tamamlamak için temizliğe

ilişkin hüküm tümden kaldırılmadı.



"Fakat sizi tertemiz kılmak ve size olan nimetini tamamlamak

istiyor. Umulur ki şükredesiniz." Daha önce açıklanan güçlük çıkarma

isteğinin olumsuzlanmasının anlamının gereği, "sizi tertemiz

kılmak... istiyor." ifadesinden maksat şu olmalıdır ki abdestin,

guslün ve teyemmümün hükme bağlanması, sizin temizlenmeniz

içindir. Çünkü bunlar temizleyici etkenlerdir. Hangisi olursa olsun,



394 ....................................... El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5



bu temizlik kirden pislikten arınma demek değildir. Bilâkis, bu üç

eylemden biriyle gerçekleşebilen manevî temizlik kastedilmiştir.

Gerçekte namaz için şart olan da bu manevî arınmadır.

Buradan hareketle şöyle bir sonuca varmak mümkündür: Namaz

kılan kişi, temizliğine halel getirecek bir davranışta bulunmamışsa,

her namaz için ayrı olarak temizlenme ameliyesini gerçekleştirmekle

[her namaz için ayrı bir abdest almakla] yükümlü

değildir. Bu, ayetin giriş kısmındaki ifadenin mutlaklığıyla

çelişmez. Çünkü yasa koyma, vacip olan bir uygulamadan çok daha

geneldir [farzın yasalaştırılması gerektiği gibi müstehap bir

amelin de yasalaştırılması gerekir].

"ve size olan nimetini tamamlamak istiyor." ifadesine gelince;

daha önce "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi

tamamladım." (Mâide, 3) ayetini incelerken nimetin ve tamamlanmasının

ne anlama geldiğini açıkladık. Yine tefsirimizin dördüncü

cildinde, "Şükredenleri ise Allah ödüllendirecektir." (Âl-i Imrân, 144)

ayetini incelerken, "şükür" kavramının anlamını izah etmiştik.

Şu hâlde tefsirini sunduğumuz bu ayette geçen nimet kavramı,

din anlamında kullanılmıştır, ama bilgi ve hüküm nitelikli cüzleri

olarak değil. Bilâkis bütün işlerde insanın kendini Allah'a teslim

edişi anlamında kullanılmıştır. Bu da Allah'ın koyduğu hükümler

aracılığıyla kulları üzerinde hükümran ve velayeti olması demektir.

Bunun tamam-lanması, bütün dinî hükümlerin yasalaştırılması ile

mümkündür. Üç temizlik eylemi (abdest, gusül ve teyemmüm) de

bunlar arasına girer.



Dolayısıyla anlıyoruz ki: Amaç bildiren "Sizi tertemiz kılmak...

istiyor." ve "size olan nimetini tamamlamak istiyor." ifadelerinin

arasında fark vardır. Şöyle ki temizlik, üç temizlik eyleminin yasalaştırılmasının

amacıdır. Ama nimetin tamamlanışı değil. O, bütün

hükümlerin yasalaştırılmasının amacıdır. Üç temizlik eylemi sadece

bu genel hedef içinde belli bir paya sahiptirler. Bu bakımdan

amaçlardan biri özel, biri de geneldir.



Mâide Sûresi 6-7 ................................................... 395



Buna göre, ayetin anlamı şu şekilde belirginleşiyor: "Fakat biz,

üç temizlik eylemini yasalaştırmakla, onlar aracılığıyla özel olarak

sizi temiz kılmak istiyoruz. Çünkü bunlar dinin bir parçasıdır. Dinin

bu tür parçalarının toplamının yasalaştırılmasıyla Allah'ın sizin üzerinizdeki

nimeti tamamlanır. Belki nimetinden dolayı Allah'a

şükredersiniz. O da sizi gözde kulları arasına katar." Okuyucunun

bu hususa dikkatini çekmek isterim.



"Allah'ın size olan nimetini ve sizi kendisiyle bağladığı sözünü hatırlayın.

Hani bir zaman, "Işittik ve itaat ettik" demiştiniz." Burada, İslâm

üzere onlardan alınan söze işaret ediliyor. Yüce Allah'ın, "Hani bir

zaman 'Işittik ve itaat ettik' demiştiniz." hatırlatması da bunu

gösteriyor. Çünkü siz mutlak olarak işitme ve mutlak olarak itaat

etmeyi söz vermiştiniz. Bu da Allah'a teslim olmak de-mektir. Buna

göre, "Allah'ın size olan nimetini... hatırlayın." ifadesinde geçen

"nimet"ten maksat, yüce Allah'ın Islâm'ın sayesinde onlara

bahşettiği bütün güzel nimetlerdir. Bu da onların cahiliyedeki durumlarıyla

Islâm'dan sonraki durumları arasındaki fark ve üstünlüktür.

Islâm'dan sonra kavuştukları güvenliğe, esenliğe, zenginliğe,

kalp temiz-liğine ve amellerin nezafetine dikkat çekiliyor. Nitekim

yüce Allah, başka bir ayette de buna işaret etmiştir: "Allah'ın

sizin üzerinizdeki olan nimetini hatırlayın. Hani siz düşmanlar idiniz,

O kalplerinizin arasını uzlaştırıp ısındırdı ve siz O'nun nimetiyle

kardeşler oldunuz. Yine siz tam ateş çukurunun kıyısındayken

oradan sizi kurtardı." (Âl-i Imrân, 103)

Ya da nimetten maksat, tüm gerçeğiyle Islâm'dır. Çünkü Islâm,

bütün nimetlerin beslendiği ana nimettir. Biz daha önce, meselenin

bu boyutuna dikkat çekmiştik. Şurası açıktır ki, nimetten

maksadın Islâm realitesi veya velayet olgusu olması, bunun nesnel

karşılığının belirlenmesine dönük bir ifadedir, lafızdan anlaşılan

şeyin somutlaştırılması değil. Çünkü lafızdan anlaşılan şeyi

somut olarak belirlemek sözlük alanına girer. Bizim bu hususta

söyleyecek sözümüz yoktur.



Ardından yüce Allah, muhataplara kendini hatırlatıyor; kalple-



396 ..............................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5



rin gözeneklerinde gizli bulunan duyguları bildiğini anımsatıyor.

Ardından kendisinden korkup sakınmalarını emrediyor: "Allah'tan

korkun. Çünkü Allah kalplerin içindekini bilir."
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: Abdest Ayeti ve Tefsiri

Mesaj gönderen 3nokta »

AYETLERİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI



et-Tehzib adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Imam Cafer

Sadık'a (a.s) dayandırdığı bir hadiste, "Namaza durmak istediginiz

zaman" ifadesiyle ilgili olarak Imamın şöyle buyurduğunu

nakleder: "Yani, uykudan uyandığınız zaman." Ravi -bn-i Bukeyr-

der ki: "Uyku, abdesti bozar mı?" diye sordum. "Evet", dedi. "Uyku

insanın işitme duyusunu, bir şey duymayacak şekilde etkileyince

abdest bozulur." [c.1, s.7, h:9]



Ben derim ki: Bu anlamı içeren başka rivayetler de aktarılmıştır.

Suyuti ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde Zeyd b. Eslem'den ve

Nuhhas'tan rivayet etmiştir. Fakat bu rivayetle, bizim daha önce,

kalkmaktan maksat istemektir, şeklindeki açıklamamız arasında

bir çelişki yoktur. Çünkü bizim söylediğimiz, "kıyam" fiilinin "ila" ile

geçişli kılınması durumunda kazandığı anlamdır. Rivayetin vurguladığı

ise, "min" edatı ile geçişli kılınması durumunda ifade ettiği

anlamdır.



el-Kâfi adlı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare'den

şöyle rivayet eder: Imam Bâkır'a (a.s) sordum: "Meshin başın bir

kısmına ve ayakların bir kısmına olmasını nereden bildin (çıkardın)

ve söyledin?" İmam (a.s) güldü ve buyurdu: "Ey Zürare, bunu

Resulullah (s.a.a) söyledi ve Allah katından gelen kitap da bu açıklamayı

içermektedir. Çünkü yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'Feğsilû

vucûhekum =yüzlerinizi yıkayın.' Bu ifadeden anlıyoruz ki, yüzün

tamamı yıkanmalıdır. Ardından 've dirseklere kadar ellerinizi' buyurmuştur.

Dirseklere kadar elleri yüzlere atfedilmiş ve bitişik kılınmıştır.

Dolayısıyla dirseklere kadar ellerin yıkanmasının gerektiğini

öğrenmiş oluyoruz." "Sonra ayetin akışını bölerek 'Meshedin, başlarınızı.'

buyurmuştur. Ayetin orijinalinde 'bi-ruûsikum' buyurduğu için 'ba'



Mâide Sûresi 6-7 .............................................................. 397



muştur. Ayetin orijinalinde 'bi-ruûsikum' buyurduğu için 'ba' harf-i

cerrinin fonksiyonundan hareketle, başın bir kısmının meshedilmesi

gerektiğini öğreniyoruz. Sonra elleri yüzle ilintilendirdiği gibi

ayakları da başla ilintilendirerek, 've üzerindeki çıkıntıya kadar

ayaklarınızı' buyurmuştur. Ayakların başla ilintilendirildiğini görünce,

ayakların bir kısmının yıkanması gerektiğini öğreniyoruz.

Sonra Resulullah (s.a.a) bunu halka açıkladı; ama onlar bu açıklamaları

yitirdiler."



"Ardından yüce Allah şöyle buyurmuştur: 'su bulamadıgınız

takdirde, dogası üzere olan yeryüzüne yönelin. Ondan yüzleriniz

ve ellerinizin bir kısmına meshedin.' Suyun bulunamaması durumunda

ab-destin askıya alınması öngörülünce, yıkanması gereken

organların bir kısmı için meshetme öngörüldü. Çünkü yüce Allah,

'bi-vucûhikum' buyurmuştur. Sonra buna, 'eydîkum=elleriniz' ifadesini

eklemiştir. Ardından 'ondan', yani bu teyemmümden buyurmuştur.

Çünkü Allah, elin bütün yüze çekilmeyeceğini biliyor;

çünkü teyemmüm esnasında elin ayasının bir kısmına toz

bulaşmakta, bir kısmına da bulaşmamaktadır. Ardından şöyle buyurmuştur:

'Allah size herhangi bir güçlük çıkarmak istemiyor.'

Güçlükten maksat sıkıntıya sokmaktır." [Füru-u Kâfi, c.3, s.30, h:4]



Ben derim ki: "Fe in lem tecidû mâen=eğer su bulamazsanız."

ifadesinde Imam (a.s) ayetin lafzını değil, anlamını nakletmiştir.

[Çünkü ayetin lafzı, "felem tecidû mâen"dir.]



Aynı eserde, müellif kendi rivayet zinciriyle Zürare ve

Bukeyr'den nakleder ki: Bu iki zat, Imam Bâkır'dan (a.s)

Resulullah'ın (s.a.a) nasıl abdest aldığını sorarlar. Bunun üzerine

Imam içi su dolu bir leğen -veya küçük bir kap- ister. Sağ elini suya

daldırır ve ondan bir avuç alarak yüzüne döker, onunla yüzünü yıkar.

Sonra sol elini suya sokar, avucunu doldurur, sağ kolunun üzerine

döker, onunla kolunu dirsekten avuca doğru yıkar, avuçtan

dirseğe doğru yıkamaz. Sonra sağ avucunu doldurur, dirsekten

başlayarak sol kolunun üzerine boşaltır. Sağ koluna uyguladığını

sol koluna da uygular. Sonra başını ve iki ayağını avucunun ıslaklı-



398 ..............................................El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5



ğıyla mesheder. Bu esnada ellerini yeniden su ile ıslatmaz.

Ravi sonra şöyle diyor: İmam parmaklarını papucunun tasmasının

altına sokmazdı. Sonra şöyle derdi: "Allah buyurur ki: 'Namaza

durmak istediginiz zaman, yüzlerinizi ve... ellerinizi yıkayın' Şu

hâlde yüzde yıkanmamış bir yer bırakmamak gerekir. Ellerin de

dirseklere kadar yıkanmasını emretmiştir. Dolayısıyla dirseklere

kadar ellerin yıkanmamış bir yerinin bırakılmaması lazım gelir.

Çünkü yüce Allah, 'yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi

yıkayın' buyurmuştur. Sonra, 'başınızın bir kısmını ve üzerindeki

çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin' buyurmuştur.

Dolayısıyla bir insan başının bir kısmını ve ayağının kâabı ile parmakları

arasında kalan kısmından bir yerini meshederse yükümlülüğünü

yerine getirmiş olur."



Ravilerden biri der ki: Bunun üzerine ikimiz (Zürare ve Bukeyr)

sorduk: "İki kâb nerededir?" Buyurdu ki: "Burası, bacak kemiğinin

bitiş noktasındaki eklem bölgesinin aşağısında yer alırlar." Dedik

ki: "Bu gösterdiğin [eklemin üstündeki kemiği kastederek] nedir?"

Buyurdu ki: "Bu bacak kemiğidir. Kâab onun aşağısında olur." Dedik

ki: "Allah işlerini düzeltsin, yüzün ve kolların yıkanması için birer

avuç su yeter mi?" Buyurdu ki: Evet, ama suyun dikkatle tüm

organa dökülmesi şarttır. İki avuç [biri yüz için, biri de bilek için] su

bu hususta yeterli olabilir." [Füru-u Kâfi, c.3, s.25-26, h:4]



Ben derim ki: Bu rivayet meşhurdur. Ayyâşî, Bukeyr ve Zürare

kanalıyla Imam Bâkır'dan (a.s), aynı şekilde Abdullah b. Süleyman

kanalıyla da Imam Bâkır'dan (a.s) aynısını rivayet etmiştir.1 Bu ve

bundan önceki rivayetin anlamını yansıtan başka rivayetler de

vardır.



Tefsir-ul Burhan'da, Ayyâşî Zürare b. A'yen'den ve Ebu Hanife

Ebu Bekir b. Hazm'dan şöyle rivayet eder: Adamın biri abdest aldı

ve Mest üzerine meshetti. Sonra mescide girerek namaz kıldı. Bu

sırada Hz. Ali (a.s) mescide girdi ve adamın boynuna ayağını bastı-

-------

1- [Tefsir-ul Ayyâşî, c.1, s.298-299, h:51 ve s.300, h:56]



Mâide Sûresi 6-7 ........................................................... 399



rarak, "Yazıklar olsun sana, abdestsiz mi namaz kılıyorsun?" buyurdu.

Adam, "Böyle yapmamı Ömer b. Hattab emretti" dedi. Bunun

üzerine Hz. Ali adamın elinden tutarak Ömer'in yanına götürdü

ve "Bak, bu adam senin adına neler söylüyor?" dedi ve sesini

de yükseltti. Ömer: "Evet, ben emrettim, çünkü Resulullah (s.a.a)

mest üzerine meshetti" dedi. Ali, "Mâide suresinden önce mi, sonra

mı?" diye sordu. Ömer, "Bilmiyorum" dedi. Ali, "Peki, bilmediğin

bir şey hakkında nasıl fetva veriyorsun? Mest üzerine meshetmeyi,

Mâide suresi geçersiz kılmıştır."



Ben derim ki: rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ömer zamanında

mest üzerine meshetme hususunda görüş ayrılıkları yaygınlaşmıştı

ve yine rivayetlerden anlaşıldığı kadarıyla Ali (a.s) bu uygulamanın

Mâide suresinin ilgili ayetiyle neshedildiği görüşündeydi.



Bu nedenle bazıları Berâ Bilal ve Cerir b. Abdullah gibi bazı zatlardan,

onların Resulullah'ın (s.a.a) Mâide suresinin inişinden sonra

da mest üzerine meshettiği yönünde görüş belirttiklerini rivayet

etmiştir.1 Fakat bu tür rivayetler problemlidir. Çünkü bu görüşte

olan, iddia edilen neshin ayete dayanmadığını sanmıştır. Oysa onların

sandığı gibi değil; çünkü ayet, kâaba kadar ayakların meshedilmesini

öngörüyor. Mest ise ayağın bir parçası değildir. Aşağıdaki

rivayetin anlamı da budur.



Ayyâşî kendi tefsirinde Muhammed b. Ahmed el-Horasanî'den

aradaki ravilere yer vermeksizin şöyle rivayet eder: "Emir-ül Müminin

(a.s) yanına bir adam geldi ve ona mest üzerine meshetmenin

hükmünü sordu. Hz. Ali (a.s) bir süre başını eğerek yere baktı, sonra

başını kaldırarak dedi ki: Yüce Allah kullarına temizliği emretti.

Bunu organlar arasında bölüştürdü; bundan yüze bir, başa bir, ayaklara

bir ve ellere bir pay ayırdı. Eğer senin mestlerin, bu saydığın

organlardan birinin bir parçası ise onlara meshedebilirsin." [c.1,

s.301, h:59]



Aynı eserde şöyle rivayet edilir: Hasan b. Zeyd Imam Muham-

-------

1- el-Menar tefsiri, c.6, s.237.



400 ........................................ El-Mîzân Fî Tefsîr-il Kur'ân – c.5



med Bâkır'dan (a.s) şöyle aktardı: Hz. Ali (a.s) Ömer zamanında,

mest üzerine meshetme hususunda başkalarıyla ihtilafa düştü.

Karşıt görüşü savunanlar: "Biz Resulullah'ın (s.a.a) mest üzerine

meshettiğini gördük." diyorlardı. Ali (a.s) ise onlara soruyordu:

"Mâide suresinin inişinden önce mi, sonra mı?" Onlar, "Bilmiyoruz"

karşılığını verince, Ali (a.s) "Ama ben biliyorum ki, Mâide suresi inince

Resulullah (s.a.a) mest üzerine meshetmeyi terk etti. Eşeğin

sırtına meshetmek bana göre meste meshetmekten daha sevimlidir."

dedi. Daha sonra Imam şu ayeti okudu: "Ey inananlar... dirseklere

kadar ellerinizi yıkayın; başlarınızın bir kısmını ve üzerindeki

çıkıntıya kadar ayaklarınızın bir kısmını meshedin." [c.1,

s.301-302, h:62]



ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde deniyor ki: bn-i Cerir ve Nuhhas

"en-Nasih" adlı eserinde şöyle rivayet ederler: Hz. Ali (a.s) her namazda

abdest alırdı ve buna gerekçe olarak da şu ayeti gösterirdi:

"Ey inananlar namaza durmak istediginiz zaman..."

Buna ilişkin açıklamaya daha önce yer verdik.



el-Kâfi'de, müellif kendi rivayet zinciriyle Halebi'den, o da Imam

Cafer Sadık'tan (a.s) şöyle rivayet eder: Imama, "yahut da

kadınlara dokunursanız" ifadesinin anlamını sordum. Buyurdu ki:

"Bununla cinsel birleşme kastediliyor, fakat Allah [ayıpların üzerini]

örten olduğu için örtülü anlatımı sever; dolayısıyla bu fiili, sizin

yaptığınız gibi açık ismiyle zikretmemiştir." [Füru-u Kâfi, c.5, s.555, h:5]



Tefsir-ul Ayyâşî'de Zürare'den şöyle rivayet edilir: Imam Bâkır'a

(a.s) teyemmümle ilgili bir soru sordum. Buyurdu ki: "Bir gün

Ammar b. Yasir Resulullah'ın (s.a.a) yanına gelip söyledi ki: 'Boy

abdesti almam gerekti, fakat su bulamadım.' Resulullah, "Peki ne

yaptın ey Ammar?" dedi. Ammar, 'Elbiselerimi çıkardım ve toprağın

üzerinde yuvarlandım' cevabını verince, Resulullah ona şu

karşılığı verdi: 'Eşekler böyle yapar. Allah böyle bir durumda nasıl

davranılacağını, 'Ondan yüzleriniz ve ellerinizin bir kısmına meshedin.'

ayetiyle açıklamıştır.' Ardından Resulullah (s.a.a) iki elini

toprağın üzerine koydu, sonra ellerini birbirine sürdü ve daha son-
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Maide 6 (Abdest Ayeti) ve Maide 7'nin Tefsiri

Mesaj gönderen 3nokta »

ra onunla kaşlarının altına kadar gözlerinin arasını meshetti. Ardından

ellerinin her biriyle diğerinin arkasını meshetti. Önce sağdan

başladı." [c.1, s.302, h:63]



Aynı eserde deniyor ki: Zürare Imam Bâkır'dan (a.s) şöyle rivayet

etti: "Allah yüzün ve iki kolun yıkanmasını, başın ve iki ayağın

meshedilmesini farz kıldı. Yolculuk, hastalık ve zaruret gibi durumlar

içinse, Allah yıkama şartını kaldırıp yerine meshetme yükümlülüğünü

getirdi ve şöyle buyurdu: Hasta veya yolculukta iseniz yahut

sizden birisi çukur yerden gelirse yahut da kadınlara dokunursanız...

bir kısmına meshedin." [c.1, s.302, h:63 ve 64]



Aynı eserde, bu sefer Âl-i Sam'ın kölesi olan Abd-ül A'lâ'dan

şöyle rivayet edilir: Imam Sadık'a (a.s) sordum: "Yere düştüm ve

tırnağım düştü. Parmağımı yara bandıyla sardım. Şimdi abdesti

nasıl almam gerekiyor?" Ravi der ki, Imam şöyle buyurdu: "Bu ve

benzeri durumları Allah'ın kitabından öğrenmek mümkündür. Allah

buyurmuştur ki: Allah dinde size bir güçlük kılmamıştır." [c.1,

s.302-303, h:66]



Ben derim ki: Burada, dinde güçlüğü olumsuzlayan Hacc

suresinin ilgili ayetine işaret ediliyor. Imamın (a.s) abdest ayetinin

sonundaki benzeri bir ifade yerine, Hac suresinin ilgili ayetine

geçen bu ifadeyi kullanması, bizim de işaret ettiğimiz güçlüğü

olumsuzlama anlamına vurgu yapma amacına yöneliktir.

Buraya kadar aktardığımız rivayetlerde önemli noktalara dikkat

çekiliyor ve bizim ayetlere ilişkin yorumlarımız bunları

açıklıyor. Dolayısıyla bunların rivayetlere ilişkin açıklamalar olarak

algılanmaları yerinde olur.
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
Cevapla

“Namaz” sayfasına dön