Ali Muhsin,
Sen her gürültüyü kendi aleyhine sanıyorsun,bu kadar işkillenme..banada ikide bi yok bektaşi yok bilmem ne deyip durma..aşağıyı iyi oku..
Alak suresi..
9.ayet meali: Baksan a o nehyedene
10.ayet meali :Bir kulu namaz kıldığında
10.ayetin arapçasına hemen bakalım..
عَبْدًا اِذَا صَلّٰى
latince yazımına;
Abden iza salla.
Gördün mü kardeşim SALLA kelimesini..şimdi sorum şu:Alak suresi ilk inen ayet ve eğer namaz miraçta farz olduysa bu nedir?daha ilk yılında ilk aylarında SALLA kelimesi geçiyor..elçi nereden bilecek SALLA kelimesini..şimdi geleneksel anlayışta bu SALLA namaz olarak geçiyorsa miraçta farz edildiği söylenen ne oluyor..?
açık ki buradaki SALLA namaz değil..bunu nasıl anlıyoruz..daha ilk ayetlere bakarak..
ALAK SÛRESİ’NE GİRİŞ
Adını ikinci âyetinde geçen alak sözcüğünden alan bu sûre, Mekke’de inen ilk sûredir. Alak sûresini bütün incelikleriyle anlamak, onun indirilen ilk sûre olduğunu bilmek ve bunu dikkate almakla mümkündür. Edebiyattaki “mukaddime” usulüne kıyas edilerek bu sûreye “Kur’ân’ın önsözü” de denilebilir. Bu özelliği dikkate alındığında, sûrenin ibaresinden, işâresinden, delâletinden ve iktizasından hareketle Kur’ân’ın bütününe ulaşmak; Kur’ân’da neler bulunduğu, Kur’ân’ın neler içerdiği hakkında genel bir kanaate varmak mümkündür.
Bu sûre ile Yüce Allah, Muhammed’i muhatap alıp ona konuşmuştur. Tek taraflı bir hitap olan bu konuşmayla, Muhammed b. Abdullah’ı tüm insanlığa gönderdiği İslam Dininin son peygamberi olarak görevlendirmiştir. Bu sûre ile ona ilk mesajlarını vahyetmiş, bu mesajların gereğini yerine getirme konusunda peygamberinin zihninde oluşan bazı soruları da gidermiştir. İçeriğini daha iyi anlayabilmek için sûrenin yukarıda sayılan özelliklerini dikkatten uzak tutmamak gerekir.
ÂYETLERİN İNİŞLERİYLE İLGİLİ MEŞHUR RİVÂYET: Peygamberimize ilk vahyin gelişiyle ilgili olarak Sahih-i Buhari’nin Vahy Kitabı’nda nakledilen 3 numaralı rivâyet şöyledir:
“Bize, Yahya b. Bükeyr, ona Leys, ona Ukayl, ona İbni Şihap, ona Urve b. Zübeyr, Urve de müminlerin annesi Ayşe’den tahdis etti. Müminlerin annesi Ayşe şöyle dedi:
Rasülüllah’a ilk vahyin başlayışı, uykuda doğru rüya görmekle olmuştur. Her gördüğü rüya sabah aydınlığı gibi ortaya çıkardı. Sonraları ona yalnızlık sevdirildi. Hıra dağındaki mağaraya yalnızlığa çekilir, belirli gecelerde ailesinin yanına gelinceye kadar ibâdet ederdi. Tekrar yiyecek içecek alır, yine giderdi. Tekrar Hadice’nin yanına döner, yiyecek içecek tedarik edip yine giderdi. Ta ki vahiy gelene kadar…
Bir gün Hıra mağarasında iken melek ona geldi, “oku” dedi. O da “Ben okuyucu değilim” dedi. Peygamber buyurdu ki: “O zaman melek beni alıp takatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine, “oku” dedi. Ben de ona, “Ben okuyucu değilim” dedim. Yine beni alıp ikinci defa takatim kesilinceye kadar sıkıştırdı. Sonra beni bırakıp yine, “oku” dedi. Ben yine, “Ben okuyucu değilim” dedim. Sonra beni üçüncü defa sıkıştırdı. Sonra bırakıp: “Yaratan Rabbinin adıyla oku! İnsanı kandamlasından yarattı. Oku! Rabbin en büyük cömertliğin sahibidir.” Bunun üzerine Rasulüllah, bu âyetlerle yüreği titreyerek Hadice’ye döndü. “Beni sarıp örtünüz, beni sarıp örtünüz!” dedi. Korkusu gidinceye kadar vücudunu sarıp örttüler. Ondan sonra, olanları Hadice’ye haber verdi. “Kendimden korktum” dedi. Hadice de: “Hayır, vallahi. Allah seni ebediyen rüsva etmez. Çünkü sen, yakınlarına sıla yaparsın, acizlerin işini görürsün, fakire yardım eder, kimsenin kazandıramayacağını kazandırırsın. Misafiri ağırlarsın. Hak vekillerine yardımcı olursun” dedi. Ve hemen Peygamberi alıp amcasının oğlu Varaka’ya götürdü. Bu kişi cahiliye döneminde Hıristiyan olmuş bir kişi idi. İbranice yazı yazmasını bilir, İncil’den Allah’ın dilediği kadar bazı şeyleri İbranice yazardı. Ve kördü. Hadice, Varaka’ya: “Amcaoğlu dinle! Kardeşinin oğlu ne söylüyor?” dedi. Varaka: “Ne var kardeşimin oğlu?” diye sorunca, Rasulüllah, gördüğü şeyleri ona haber verdi. Bunun üzerine Varaka:
“O gördüğün, Allah’ın Mûsâ’ya indirdiği Namus’tur. Ne olurdu, senin davetin günlerinde ben de genç olsaydım. Kavminin seni çıkaracakları/hicrete zorlayacakları zaman sağ olsaydım.” Bunun üzerine Rasulüllah: “Onlar beni çıkaracaklar mı?” diye sordu. O da:
“Senin gibi bir şey getirmiş [vahiy tebliğ etmiş] bir kimse yoktur ki düşmanlığa uğramasın. Şâyet senin davet günlerine ulaşırsam sana son derecede yardım ederim” dedi. Ondan sonra çok geçmedi, Varaka öldü. Ve bir müddet vahy kesildi.”
Alak sûresi şimdiye kadar bu rivâyet doğrultusunda anlaşılmaya çalışılmıştır. Oysa âyetleri anlamanın en iyi yolu, onları Kur’ân’ın diğer âyetleriyle açıklama ilkesinden hareket ederek sûreyi Kur’ân’ın genel çerçevesi içinde anlamaya çalışmaktır. Bu ilke, öncelikle vahyin başlangıcını anlatan ve yukarıda özeti verilen meşhur rivâyetin Kur’ân ışığında dikkatle incelenmesini gerektirir. Bu incelemenin bizi ilk elde ulaştıracağı sonuçlar şunlardır:
* İlk vahiylerin uyku esnasında inmediği Kur’ân ile sabittir. (Necm/11–13) Rivâyette iddia edildiği gibi ilk vahiyler rüyada inmiş ise, bunun Alak sûresinden önce vuku bulmuş olması ve o rüyada inen vahye ait başka âyetlerin de bulunmuş olması gerekir. Böyle bir şeyin kabulü ise vahyin eksik toparlandığının kabulü olur ki, bu hem tarihî belgelere hem de Rabbimizin kitabını koruma vaadine ters düşer. Ayşe’den rivâyet edilenler doğru ise, rivâyette sözü edilen vahiyler ancak Ayşe’nin olayları hatırlayabileceği çağa ve peygamberimizin evine dâhil olduğu döneme ait olabilir.Rivâyet, Ayşe’nin ağzıyla, sanki Ayşe olaylara tanık olmuş ve anlatmış gibi aktarılmış, geniş bilgi verilmemiştir. Hâlbuki herkes tarafından bilinmektedir ki, ilk vahiyler geldiğinde Ayşe küçük bir çocuktur.
* Peygamberimiz, kendisine ilk vahiy geldiğinde korkmamış, ürpermemiştir. (Necm/13-17) Varaka gaybı bilmez, bilemez. Bu rivâyette Varaka, tahminin de ötesinde, kehânette bulunmaktadır. Rivâyetin peygamberlerin öz yurtlarından çıkarılmasıyla ilgili bu bölümü İbrahîm sûresinin 13. âyetinden alınmış gibi görünmektedir. Böylece Rabbimizin değişmez ve şüphe götürmez beyanı Varaka’ya isnat edilmiştir.
*
“Kâfirler peygamberlerine şöyle dediler: ‘Ya tamamıyla bizim dinimize dönersiniz yahut da sizi yurdumuzdan mutlaka çıkarırız.” İbrahîm; 13.
*
Kur’ân’a göre ilk vahiy Hıra mağarası’nda değil, Mescid-i Aksa’da; Cennetu’l-Me’vâ denilen yerde gelmiştir. Hıra mağarası ile ilgili rivâyetler, hem Peygamberimizi hem de vahyi rencide eder (Kasas/86).
*
Bu rivâyet doğruysa, Kur’ân’da tam üç tane “ikra” sözcüğünün eksik olduğunun kabul edilmesi gerekir.
*
Eğer bu rivâyet doğru sayılırsa, ilk mümin, ilk müslüman Peygamberimiz değil, En’âm/l4, l63 ve Zümer/12′ nin hilâfına Hatice olur.
Rivâyetteki “bir müddet vahiy kesildi” ifadesi karşımıza bir de “fetret ” problemini çıkarmaktadır. Sözlük anlamı olarak, “bir çeviklikten sonra gevşeme, sertlikten sonra yumuşama, güçlülükten sonra gelen zayıflık, aralık, boşluk” demek olan fetret ,konumuz itibariyle “tebliğsiz dönem” anlamına gelir. Bu “tebliğsiz dönem”in ne kadar sürdüğü rivâyetten rivâyete değişmektedir; 12, 15, 25, 40 gün, hatta 3 sene sürdüğünü iddia eden rivâyetler vardır. Bu rivâyetler, Fetret’in sebepleri konusunda da birbirleriyle çelişkili bir çeşitlilik arz ederler. Fetret’e, yani vahyin kesildiğine ve bunun sebebine dair rivâyetler güvenilir olmaktan çok uzaktır.
Fetretin nedenlerine dair Râzî’nin naklettiği şu görüşler, konuyla ilgili rivâyetlerin neden güvenilir olmadığını gösterecek niteliktedir:
1. Ehl-i Beyt içinde tırnağı uzun olanlar varmış.
2. Peygamberimiz bir savaşta ayağını taşa vurup kanatmış, bunun üzerine “Sen, kanayan ve karşılaştığı şey Allah yolunda sayılan bir parmak mısın?” diye sızlanmış. Allah da buna kızmış, vahyi kesmiş.
* Oysa bu olay, Sahih-i Buhari’de başka konular dolayısıyla yer alan ve ilk vahiylerin gelmesinden yıllar sonrasına ait bir olaydır.
3. Peygamberimizin evinde, torunları Hasan ile Hüseyin’e ait köpek yavruları varmış. Bu nedenle, bir melek olan Cebrail peygamberimizin evine girememiş.
* Oysa peygamberimizin kızı Fatıma, Ehli Sünnet kaynaklarına göre vahyin başlangıcında henüz beş yaşlarında bir çocuktu. Şia kaynaklarına göre ise peygamberimizin nübüvvetle görevlendirilmesinden beş yıl sonra dünyaya gelmiştir. Eşi Ali ile evlenmesi ise hicretin ikinci yılında gerçekleşmiştir. İlk vahiyler sırasında çocuk oldukları iddia edilen Hasan ve Hüseyin, gerçekte hicretin ikinci yılından sonra dünyaya gelmişlerdir.
4. Yahudiler peygamberimize Zülkarneyn ve Ashâb-ı Kehf hakkında sorular sormuşlar, peygamberimiz de “yarın cevap vereyim” demiş fakat “İnşaallah” dememiş.
* Hâlbuki Zülkarneyn ve Ashâb-ı Kehf’ten Kur’ân’da ilk defa 69. sûre olan Kehf sûresinde söz edilmektedir. Alak sûresi ile Kehf sûresinin inişleri arasında en az on yıllık bir zaman farkı vardır.
Gerçekte fetret denen böyle bir dönem yaşanmamış, vahiy kesintisiz olarak devam etmiştir. Aslında Duhâ/3 âyeti , fetret konusuna malzeme yapılmıştır. Birçok çevirmen ve yorumcu bu âyeti, Rabbin seni terk etmedi ve sana darılmadı şeklinde anlamış ve ilk vahiyle bu âyet arasında bir fetret döneminin bulunduğu kanısına varmıştır. Oysa Duhâ sûresi, iniş sırası olarak 11. sûredir. Eğer bu kabulleri doğru olsaydı, ilk vahiyden sonra -bu âyete kadar- hiç vahiy gelmemiş olması veya Duhâ sûresi’nin 2. sûre olması gerekirdi.
Söz konusu âyetin doğru anlamı, Rabbin sana darılmayacak ve seni bırakmayacak (Duhâ/3) şeklindedir. Yani, bu âyetle Peygamberimiz ve misyonu kesin bir dille teminat altına alınmıştır. Bu âyetteki ifadeler, âyetin içeriğine kesinlik kazandırmak [olacağın kesinliğini tembih] maksadıyla geçmiş zaman kipiyle gelmiştir. Kur’ân’da bunun, -Ay’ın yarılması gibi- yüzlerce örneği vardır. Duhâ sûresi’nin söz akışı da buna delâlet etmektedir.
Bu sûrenin iniş sebebi, Rabbimizin rahmet ve hidâyeti kendine yazmış [farz kılmış] olmasıdır. Daha sonraki âyetlerden öğreneceğiz ki Rabbimiz, Rahmân ve Rahîm olmasının bir gereği olarak rahmeti kendi üzerine borç kılmıştır (En’âm/12, 54); hidâyeti üzerine yazmıştır (Leyl/12, Nahl/9); her canlıya rızık vermeyi üzerine borç kılmıştır. (Hûd/6).
Bu işleri kendine farz kılan Rabbimiz, insanlara hidâyet etmeyi [doğru yola kılavuzlamayı]; onlara akıl ve vicdan vermek, peygamber göndermek ve kitap indirmek sûretiyle yerine getirmiştir.
Yüce Allah’ın hangi şartlarda toplumlara peygamber gönderdiği, Kur’ân’ın birçok sûresinde doğrudan ya da dolaylı olarak dile getirilmektedir.
Allah’ın yozlaşmış toplumlara peygamberler göndermesi konusundaki ilahî sünneti gereği, tüm insanlık genel bir hidâyet çağrısına muhtaç bir durumdaydı. O günün Mekke’sinde de dinî inanç yozlaşmış, bu yozlaşma ve bozulmalar sonucu yüzlerce tanrısı bulunan müşrik bir kitle oluşmuştu. Bu kitlenin giderek tâğûtî bir sistemle entegre olması, doğrudan şirk inancının bir sonucuydu. Her tâğûtî sistemde olduğu gibi, orada da alt kesimdeki insanları hor ve hakir gören yeni firavunlar ve küstah asilzadeler türemişti. Bunlar kendi rabblıklarının ve kurdukları düzenlerin sarsılmaması için ihtirasla gayret göstermekteydiler.
Böyle bir ortamda doğmuş ve büyümüş olan Muhammed b. Abdullah, o toplumdan biri olmasına rağmen farklı bir uygulamaya tâbi tutulmuş, Rabbinin özel nimetine mazhar olmuştu. Onun henüz peygamber olmadan mazhar olduğu bu nimet, Allah’ın tektanrıcı bir müslüman olan İbrahîm (as)’e de verdiği “doğruyu bulma yeteneğinin ona da bahşedilmiş olmasıydı (Enbiya/51).
O, kendisine bahşedilen bu anlama ve kavrama yeteneği sayesinde dalâletten kurtulmuş, tevhîd mücadelesi veren, bu uğurda toplumuyla tersleşen bir kimliğe bürünmüştü. Artık onlardan biri değildi, aksine onların şirkini ve tâğûtî düzenlerini protesto ediyordu.
O tarihte Kâbe, Mekkelilerin halka açık parlamentosu, ibâdet merkezi idi. Kâbe’de yaptıkları ibâdetler; beytin çırılçıplak tavaf edilmesi, ıslık çalarak ve el çırparak namaz kılınması şeklindeki yozlaşmış ibâdetlerdi (Enfâl/35). Kâbe’nin içi ve çevresi, sahte tanrıların yüzlerce heykeliyle doluydu. İdare ise yöresel firavunlar mesabesindeki Dâru’n-Nedve üyelerinin kontrolündeydi. Ne var ki, artık aralarında onlara karşı koyacak kimsesiz bir adam vardı: Muhammed b. Abdullah.
Kâbe’nin Araplar arasındaki işlevini de dikkate alarak, bir karşılaştırma ve tespit yapmak için önce o günün Mekke’sinin emiri, Kerîmi Ebû Cehl’i, sonra da yine Mekke’de doğmuş-büyümüş Muhammed b. Abdullah’ı düşünmek gerekir. Ayrıca yine düşünmek gerekir ki, Muhammed b. Abdullah, o günlerde müşriklerin kıldıkları namazdan farklı bir namaz kılmaktadır.
Bu hal ve şartlar içinde, Muhammed b. Abdullah bir gece Kâbe’de namaz kılma girişiminde bulunmuş fakat bu arzusu Ebû Cehl tarafından engellenmişti. (Alak/9-10).Bakara/185 ‘e göre Ramazan ayı içinde yer alan bu gece, Duhân/3′ teki adıyla “Mübarek Gece “, Kadr sûresi’ndeki adıyla “Kadr Gecesi “dir. Alak/9-10′ da bahsedilen “kul “, ittifakla Muhammed b. Abdullah’tır.
Bu tartışma ve namazdan engelleme sonrasında Muhammed b. Abdullah, bulunduğu Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürür. Nitekim bu olay İsrâ sûresinin 1. âyetin ‘de, “Yürüten… Allah tarafından yürütülen ” ifadeleriyle anlatılır.
MESCİD-İ HARAM’I BİLİYORUZ, AMA MESCİD-İ AKSA NERESİDİR?
Kur’ân’da geçen Mescid-i Aksa , bugünkü bildiğimiz Kudüs’teki Mescid-i Aksa değildir. Kur’ân’da geçen Mescid-i Aksa , Mekke’de; Haram bölgenin kenarında, Tâif yolu üzerinde, Cirâne vadisinin yamacında eski bir mesciddir. İslâm’ın ilk yıllarında Kudüs’te bulunan (bu günkü Mescid-i Aksa’nın yerindeki) mescidin adı Beytü’l-Makdis’tir. Beytü’l-Makdis’in inşası Hz. Süleymân’a dayanır. Hicretten 90 yıl sonra Abdülmelik b. Mervan, Beytü’l- Makdis’in yıkıntıları üzerine bugünkü mescidi yapmış ve adını da “Mescid-i Aksa” koymuştur. Kur’ân’da adı geçen mescitle ilgisi bulunmamakla beraber Abdülmelik’in yaptırdığı bu mescid de aynı isimle meşhur olmuştur. Konuyla ilgili daha ayrıntılı bilgi inşaallah İsrâ sûresi’nin tahlilinde verilecektir.
Muhammed b. Abdullah’ın geceleyin yürütülüşünün nedeni, İsrâ sûresinin 1. âyetinden öğrendiğimize göre, Rabbimizin, âyetlerinden bir kısmını ona göstermeyi irade etmesidir:
Kendisine âyetlerimizden gösterelim diye, bir gece, kulunu Mescid-i Haram’dan çevresini mübarek [bereketli] kıldığımız Mescid-i Aksa’ya yürüten, her türlü noksanlıktan arınmıştır. (İsrâ/1)
Orada neler oldu?
Ve O, en yüksek ufukta idi. Sonra yaklaştı ve hemen sarktı. İki yay uzunluğu kadar yahut daha az kaldı. Hemen de kuluna vahyettiğini vahyetti. Andolsun, o, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü. Necm;7–18.
Evet, en büyük âyeti gördü: Vahiy aldı, peygamber oldu. İlk aldığı vahiy “ikra !”dır.
Muhammed b. Abdullah artık bir peygamberdir. Bundan sonra sadece Rabbi adına hareket edecektir.
Mûsâ (as) ve Muhammed (as)’in ilk vahiy alışları arasında benzerlik vardır. Mûsâ bir ateş görür, ateşten bir parça kor almak için ateşe doğru yürür ve dağa çıkar. Orada bir ağaçtan [görüntü ve ses] tecelli etmesiyle vahye muhatap olur. Muhammed de Mescid-i Haram’dan Mescid-i Aksa’ya yürür ve orada son sidre ağacından bir tecelli ile vahye muhatap olur. (Kasas/30 ve Tâ-Hâ/9-24. âyetleri tetkik ediniz.)
RAHMÂN, RAHÎM Allah ADINA
Âyetlerin Meali:
1. Oku! Yaratan Rabbinin adına;
2. Ki O, insanı alaktan yarattı.
3. Oku! Senin Rabbin ise ekrem’dir [en üstün olandır].
4. O ki kalemle öğretti; ( Veya: 3-4. Oku! En üstün olan senin Rabbin ise kalemle öğretendir
5- insana bilmediğini öğretti.
6, 8- Hayır, hayır! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendini yeterli gördüğünde [zengin olduğuna inandığında],kesinlikle azar [tuğyân eder].
9, 10- Namaz kıldığı [haniflik ettiği, şirke ve tâğûta karşı çıktığı] zaman bir kulu engelleyen kişiyi gördün mü?
11,12- Gördün mü, eğer o kul doğru yol üzerinde idiyse ya da takvayı emrettiyse!
13.Gördün mü, eğer o yalanlamış ve yüz çevirmiş ise!
14. O, bilmedi mi, kesinlikle Allah’ın görmekte olduğunu?
15,16- Hayır, hayır! Eğer o, son vermeyecek olursa, Andolsun, perçemden; yalancı, günahkâr perçemden tutup sürükleyeceğiz.
17-O zaman o meclisini çağırsın.
18-Biz zebanileri çağıracağız.
19-Hayır, hayır! Ona itaat etme! Secde et [teslim ol, boyun eğ] ve yakınlaş.
Âyetlerin Tahlili
1. Oku! Yaratan Rabbinin adına;
İkra sözcüğü, karae fiilinin emir kipidir. Bu sözcük İbranice ve Süryanice’de de mevcuttur. Meselâ, şu anda bile Süryanice’de “okumak” sözcüğü için kıryono kullanılır. İkri sözcüğü de “adımla, oku” anlamındadır. Araştırmacılar “ikra” sözcüğünün hangi dilden diğerine geçmiş olduğu konusunda kesin bir kanaat sahibi değildirler.
Henüz defter-kitap ortada yokken karae sözcüğü, “hayız kanının rahîmde toplanması ve dışarı atılması” anlamına üretilmiş [vaz edilmiş] ve zaman içerisinde de kadınların hayızlı günleri ile hemen arkasından gelen kanamasız günleri kapsayan dönemlerin adı olarak kullanılmıştır. Nitekim sözcüğün Bakara sûresinin 228. âyetin ‘deki kullanımı da bu anlamdadır.
Daha sonra sözcük, istiare [ödünç alma] yoluyla “bir şeyleri biriktirip onu dağıtmak, başka yerlere nakletmek” anlamında kullanılmaya başlanmıştır. “Develerin hamile kalarak yavruyu rahîmde taşıyıp sonra da doğurmasına” karaet’in-nâkatu denilirdi.
Aynı sözcük, yukarıdakilere ek olarak “harfleri, kelimeleri, cümleleri ya da bilgileri bir araya getirip bir başkasına nakletme” eylemi için de kullanılmaktadır. Zaten bu sözcüğün “okumak” anlamında kullanılma nedeni de budur.
Ne var ki, karae sözcüğünü “okumak” diye çevirmek yeterli olmadığı gibi, böyle çevrilmesi onun Kur’ân’da neden kullanıldığını anlamak bakımından da yanlış sonuç verir. Çünkü Türkçe’de kullanılan “okumak” sözcüğünün karşılığı, Arabça’da “tilâvet “tir. Buna, hazırdaki bir metni okumak diyebiliriz. Ancak Kur’ân’ın ikra sözcüğü ile bu anlamda bir okumayı kasdetmediği açıktır. Nitekim Biz sana biriktireceğiz ve dağıttıracağız , sen de unutmayacaksın/terk etmeyeceksin (A’lâ sûresinin 6. âyeti ile Kıyâmet sûresinin. 17–19âyetin ‘de tekrarlanan benzer ifadeler de göstermektedir ki, kıraat , “önce bir şeyleri zihinde, kitapta vs. toparlayıp-hazırlayıp, sonra başkalarına sözlü ya da yazılı olarak aktarmaktır.” Bir gazeteyi, dergi veya kitabı sessizce okuyup bir şeyler öğrenmek, kıraat sözcüğünün ifade ettiği “okumak” değil; tilâvet sözcüğünün ifade ettiği “okumak”tır. Görüldüğü üzere ikra sözcüğünün temel anlamı tek bir sözcükle ifade edilememektedir. Meal ve tahlilde ikra sözcüğüne “oku” diye anlam vermiş olsak bile, doğrusu açıkladığımız gibidir. Bu husus dikkatten kaçırılmamalıdır.
Bu durumda, konumuz olan ikra emrinden, Peygamberimizde bir şeylerin biriktirileceğinin ve sonra da bunların yine ona dağıttırılacağının anlaşılması gerekir. Diğer bir ifadeyle, Peygamberimiz Allah’tan bir şeyler öğrenecek; öğrendiklerini de insanlara sözlü veya yazılı olarak öğretecektir. Kendisine ikra ile emredilen [verilen görev] işte budur. Bu konuda şu âyetlere bakılabilir: İsrâ/14.45.93.106; Nahl/98; Şu’arâ/199; A’râf/204; İnşikak/21; A’lâ/6 ve Müzzemmil/20 .
Ancak unutulmamalıdır ki, bu âyetler kendisine vahyolunduğu zaman Peygamberimiz henüz neyi okuyacağını, zihninde neyi toparlayacağını, neyi depolayacağını, neyi taşıyacağını ve neyi dağıtacağını bilmemekteydi.
Hûd sûresinin 1. âyetin ’de belirtildiği gibi, Kur’ân’ın önce ihkam [yasalaştırma], sonra tafsil [detay, ayrıntı] üslûbu doğrultusunda olmak üzere, Kur’ân’ın önsözü mahiyetinde olan bu sûrede işaret edilenler, ileriki âyet ve sûrelerde detaylandırılacaktır.
Kur’ânsözcüğü de bu kökten türetilmiş “furkan” kalıbında mastar ve isimdir. Allah’ın son vahyine isim olarak koyduğu bu sözcük, “emir, nehiy, kıssa, toplanıp dağıtılan [Allah’tan alınıp, kullara tebliğ edilen], Allah’tan öğrenilip kullara öğretilen” anlamına gelmektedir.
Özetle, ikra emri, toplamak ve dağıtmak anlamı ekseninde “vahyolunacakları zihninde toparla/oku/dağıt, tebliğ et” anlamına gelir.
Verilen görev, Yaratan Rabb adına olup yerine getirilecek görevde kişisel bir amaç ve çıkar söz konusu değildir.
Peygamberimiz bundan böyle Rabbini de yavaş yavaş tanıyacaktır: Yaratan, Ekrem [en üstün olan], kalemle öğreten … Daha sonra Rabbü’l-âlemîn [tüm yaratıkların programcısı], Rahm’an [çok merhametli], Rahîm [hep merhametli], Mâlik-i yevm’id-dîn [karşılık gününün hükümdarı], Rabb’ul-felâk [çatlamanın programcısı], Rabb’un-nâs [insanların programcısı], Habîr [her şeyden haberi olan]…
Vahiy geldikçe Rabbimizin “Esma-i Husnâ” dediğimiz güzel isim ve sıfatları da yavaş yavaş öğrenilecek ve Rabbimiz kendisine layık bir şekilde tanınacaktır.
Rabb, “terbiye edip eğiten, yarattıklarını belirli bir programa uygun olarak bir takım hedeflere götüren, gelişmeyi programlayıp yöneten” demektir. Rabb kavramı,”yaratan” ve “ilâh” gibi kavramlarla karıştırılmamalıdır.
Allah’ın Rabb özelliği zerreden kürreye her nesne üzerinde ilk var oluşundan itibaren başlayıp son aşamaya kadar devam eder. Hiçbir varlık bu programdan ayrı değildir. Rabb sıfatı Kur’ân’da en çok yer alan sıfattır. Öyle ki, tam 903 kez yer alır.
2. ki O, insanı alaktan yarattı.
Alak sözcüğü, kelimenin sözlük anlamlarının dışında olarak eski tefsirlerde “kan pıhtısı” şeklinde karşılanmıştır. Bunun nedeni, ya ilk Yunan hekimi Hipokrat ve takipçilerinin etkisi, ya da düşük yapan bir kadında, düşük halindeki ceninin rahîm kanıyla karışık görüntüsünün kabaca izlenimiydi.
Alak sözcüğü, “birleşmek, bitişmek, asılı olmak, cezp etmek, gönülden sevgi ve aşk” anlamlarına gelir.
İnsanın yaratılışındaki “alak” evresi, “nutfe” evresinden sonradır (Mü’minûn/14, Hacc/5) . Nutfe tarafından döllenen yumurta, rahîme yapışır. Böylece embriyon, rahîm üzerinde bir kök oluşturarak rahîme çengelle asılmış gibi bir görünüm arz eder ve o kök ile beslenir. Rahîme asılı bu döllenmiş yumurta adeta bir parazit pozisyonunu andırır. Başka bir ifadeyle aslında bu “larva”, yani embriyon kurtçuğu, parazitin bizzat kendisidir. Cenin, hamilelik süresince bir parazit olarak anneden beslenir.
Bu âyetten şu anlamları çıkarmak mümkündür:
* Allah en basit, en olmadık şeyden mükemmel insanı yaratandır veya kibirli olanı [Ebû Cehl’i ve benzerlerini] pis bir şeyden yaratandır. İnsanın evveli cife [iğrenç şey], ahiri lâşedir [leş]. Öyleyse bu kibir niyedir?
* Esasen, sadece insan değil, canlıların birçoğu da alak’tan yaratılmıştır. Âyette sadece insanın zikredilmiş olması, biyolojik canlılar içindeki tek akıl sahibi olup teklife muhatap alınması sebebiyledir.
* Âyetten işaret anlamı olarak “koskoca insanı küçücük bir hücreden yaratan Rabbin, bir Muhammed’den de koskoca bir ümmet yaratacaktır” mesajı da alınabilir.
* Alak/embriyonun mahiyetinin bu âyetin indiği dönemde henüz tam bilinmediği dikkate alınırsa, bu âyet içeriği itibariyle bugün mucize niteliği de taşımaktadır.
* Anlatımlar Ebû Cehil’in şahsında tekil insana yönelik olmasına rağmen tüm insanlığı içine almaktadır.
3.Oku! Senin Rabbin ise ekremdir/en üstün olandır.
Bu sûredeki ” rabbike” [senin Rabbin] ifadesi, Fâtiha sûresinde “Rabbi’l-âlemîn” [âlemlerin Rabbi] olacaktır.
Âyet mealinde karşılığı [ise] olarak verilen vav , âyetin anlamı açısından son derece önemlidir. Çünkü vav sözcüğünün oradaki kullanılışı, cümlede bir mukayese yapıldığını göstermektedir. Ebû Cehl’in Kâbe’de namaz kılan, sosyal faaliyetlerde bulunan Muhammed (as)’i engelleyişi ve hezeyanları, mukayese edilenin Ebû Cehl olduğunu gösterir. Yani, “o [Ebû Cehl] kerîm [cömert, saygın] ise, senin Rabbin ekrem’dir [en cömert, en saygın, en üstün olandır] anlamı ortaya çıkar.
Âyetdeki vav ihmal edildiği için meal ve tefsirlerin çoğunda “ise” sözcüğü bulunmamaktadır. Bu yüzden de âyetin işaret ettiği Ebû Cehl’in kerimliği akıldan uzaklaşmakta ve cümle sağlıklı olarak anlaşılamamaktadır.
4–5. O ki kalemle öğretti; insana bilmediğini öğretti. (Veya: 3–4. Oku! En üstün olan Rabbin kalemle öğretendir;)
Allah, Kendisini Peygamberimize tanıtmaya başlıyor: Rabb, yaratıcı, en cömert, en üstün ve bilgilendirici…
Kullar açısından en önemli, en gerekli şey ilimdir. Demek istenmektedir ki, bundan sonra Allah ilim akıtacak, vahyedecek ve Peygamber de onları toparlayacak; ezber edecek, yazdıracak ve insanlara tebliğ edecektir.
Peygamberimiz tâğûtla, tuğyânla, şimdilik ilimle mücadele etmeli; yani herkesi bilgilendirmeye çalışmalıdır.
Kalem ilmin sembolüdür. İşaret anlamıyla, gönderilecek vahiylerin kalemle yazılmasının, zapturapt altına alınmasının gereğine işaret eder. Zaten Peygamberimiz de her âyeti kâtipler eliyle yazılı hâle getirmiştir.
Kalem mecazî bir ifadedir. Kalem insanlığın gelişiminde ve yücelmesinde rol oynamış en önemli alettir. Kalem ’den amaç bilgidir, eğitimdir, okuldur, her türlü eğitim malzemesidir. Buradan, eğitimin tüm alt ve üst yapısının hazırlanması gereğini de anlamalıyız.
Kalem, mecaz olarak ele alınmaz ise, uydurma rivâyetler ön plana çıkıverir, Arş’ın etrafına melekler oturtulur, önlerine hokkalar konur, peygamberimiz de miraçta kalemlerin gıcırtısını dinler ve gelir anlatır.
6–8. Hayır, hayır! Dönüş Rabbine olmasına rağmen insan, kendini yeterli gördüğünde kesinlikle azar. [tuğyân eder] .
Kellâ [hayır, hayır] sözcüğü, muhataptaki bir düşünce veya eylemi inkâr ve ret için kullanılır. Sözcüğün içerdiği itiraz anlamı, babanın çocuğuna veya öğretmenin öğrencisine müdahalesi anlamındaki bir itirazı ifade eder; herhangi bir soruya verilen “hayır” anlamındaki olumsuz cevapla bir ilgisi yoktur. Eğer âyette neye itiraz edilip neyin reddedildiği doğru tespit edilmezse, sûre anlamsızlaşır; edebî mucize olan Kur’ân’ın garabetle, anlam bozukluklarıyla dolu meal ve anlatımları ortaya çıkar.
Bazı tefsirciler bu sözü “Ebû Cehl ve benzerlerinin yaptıklarına ret” olarak algılayıp “Hayır, onun zannettiği gibi değil” şeklinde anlamışlardır. Oysa muhatap Ebû Cehl veya benzeri kimseler değildir. O anda, ilk vahiy esnasında Allah’ın karşısında sadece Peygamberimiz vardır ve Allah Peygamberimize kellâ [hayır, hayır] demektedir. Yani, Allah, Peygamberimizin yaptığı veya düşündüğü bir şeye müdahale etmektedir.
Kellâ’nın anlamı birçok meal ve tefsirde maalesef ya ihmal edilmiş ya da yanlış verilmiştir.
Peygamberimiz kendisine vahiy geldiği esnada hiçbir şey yapmadığına ve söylemediğine, sadece vahyedileni dinlediğine göre, Allah neye müdahale etmektedir? Tabii ki Peygamberimizin zihninde oluşan şeylere… Çünkü Allah, akıllardan geçenleri bilendir.
Kalem, A’lâ, Müddessir ve Müzzemmil gibi ilk inen sûrelerdeki âyetlerin işaretinden öğreniyoruz ki, bu olay karşısında Peygamberimizin aklına çok şey geldi: Peygamber seçilişinden şüphelendi. (Yûnus/94) Kendini buna uygun bulmadı; verilen görevi zor, mücadele edeceği kitleyi ise güçlü ve acımasız gördü; hakkında çıkabilecek “delirdi, cinlendi” gibi söylentileri düşündü. Rabbimiz bu düşüncelerin yersizliğini belirtip resulünün kafasından bunları çıkarıp atmasını istedi ve ona kellâ [hayır, hayır!] dedi. İşte buradaki kellâ ’ nınanlamı budur.
Yani, işte insanlığın tuğyânı, firavunlaşması, zalim bir sistem oluşturması nedeniyle… seni peygamber yapıyorum. Bundan sonra sana vahyolunanları toplamalı, başkalarına taşımalı, tebliğ etmelisin.
Âyette bahsedilen tuğyân /azma; mahallede, sokakta şımarık davranışlarla yapılan sıradan bir azma değildir. Bu nedenle tuğyân ve onun temsilcisi tâğût ile ilgili biraz daha ayrıntılı ve kavramsal bilgi vermenin faydalı olacağını düşünüyoruz:
Tuğyân, “haddi aşma, zulüm, azgınlık, sapıklık, isyan, küfür” demektir.
Tuğyân kelimesi, tağâ [azdı, taştı, zulmetti] fiilinin mastarı olarak Kur’ân’da dokuz yerde geçer. Ayrıca “haddi aşıp azgınlık yapan kişi ve topluluklar” manasında [tağ ] 6 yerde; insanları yoldan çıkaran, azdıran “Şeytân”, “put” ve “kâhin” anlamında [tâğût ] 8 yerde geçer. Mastar ve diğer türevleriyle birlikte bu kelime Kur’ân’da toplam 39 yerde zikredilir.
Tuğyân, insanın tabiatında vardır. Vahye kulağını tıkayan, kendi aklını yegâne rehber kabul ederek kendini beğenen bencil insan, bir de çok mal sahibi olup kendini ihtiyaçtan uzak görmeye başladı mı, tuğyân içine düşmüş olur.
İnsan, kendisinde istediğini yapabilecek bir güç, bilgi ve yetenek hissettiği zaman artık Allah’ı unutur; gerçek kudret, gerçek ilim, gerçek dileme, gerçek güç ve irâde sahibinin yalnızca Allah olduğunu aklından çıkarır. Bu durum insan için tuğyâna açılan bir kapıdır; artık dilediğini yapar, hak-hukuk ve sınır tanımaz. Allah’a ortak koşmaya, nefsini O’nun yerine geçirip hevâ ve heveslerinin peşinden gitmeye başlar. İşte bu hâl, tuğyân hâlidir ve bu tür insanlar da Kur’ân’ın diliyle “tağî’dir.
Kur’ân’da Firavun, tuğyânın simgesi olarak takdim edilmiştir. O, bütün gücün kendi elinde olduğuna inanıyor, insanları küçük görüyor, öldürüyor ve en kötü işkenceye maruz bırakıyordu (Bakara/49, İbrahîm/6). Firavun mantığına göre bütün insanlar onun kulu-kölesi, Mısır ve nehirler onun mülkü idi. (Zuhruf/51).
Eğer Mûsâ (as) ile Hârun (as) ona tuğyânını hatırlatmasa ve onu Allah’a çağırmasa idiler, Firavun da âhirette Allah’a karşı bir bahane üretebilir, “Rabbim! Bana bir uyarıcı gelmedi ki! ” diyebilirdi. Çünkü azgınlığının farkında değildi; insanları köle olarak çalıştırmayı, onlara işkence etmeyi ve öldürmeyi tabiî hakkı olarak görüyordu. Saltanatı onu mağrur etmişti.
Tuğyân’ın temelinde kibir ve bencillik yatar. Şeytânın da azgınlığının sebebi kibir ve bencillikti. Bu bakımdan Nisâ/51 ‘de tâğût, Şeytânı [İblisi] da kapsamaktadır.
Tâğût, “azgın, sapık, kötülük ve sapıklık önderi, zorba, Şeytân, put, puthâne, kâhin, sihirbaz, Allah’ın hükümlerine sırt çeviren kişi ve kuruluş” anlamlarına gelir. Arapça tağa kökünden türetilmiştir. Tağâ fiilinin mastarı olan tuğyân, “Yüce Allah’a isyan etmek” demektir.
Tuğyânile aynı kökten gelen tâğût kelimesi; “azgın, insanlara zorla hükmeden, kâfir, zorba kişi”yi ifade eder.
Kur’ân’da Allah müminlerin dostu ve yardımcısı; tâğût ise kâfirlerin dostu ve yardımcısı olarak gösterilmiş, müminlerin “Allah yolunda savaştıkları”, kâfirlerin ise “tâğût yolunda savaştıkları” ifade edilmiştir:
Allah inananların dostudur, onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır, inkâr edenlerin ise dostları tâğûttur [azgın putlardır] .Onları aydınlıktan karanlıklara sürüklerler. İşte onlar cehennemliklerdir. Onlar orada temelli kalacaklardır. Bakara;257.
İnananlar Allah yolunda savaşırlar, inkâr edenler ise tâğût [Şeytân] yolunda savaşırlar. Şeytânın dostlarıyla savaşın. Esasen Şeytânın hilesi zayıftır. Nisâ;76.
Allah’ın indirdiği hükümlere muhalif olan ve onların yerine geçmek üzere hükümler icat eden her kişi ve kurum, tâğûttur.
Tâğût, Allah’a karşı isyan etmesinin yanısıra, O’nun kullarını kendisine kul edinmek gayretinde olandır. Bu işleviyle o, şeytân, papaz, dînî veya siyasî bir lider olabilir.
Yüce Allah Kur’ân’da, Andolsun ki, Biz her kavme “Allah’a ibâdet edin, tâğûta kulluk etmekten kaçının!” diye (tebliğ yapması için) bir peygamber göndermişizdir. (Nahl/36); İman edenler Allah yolunda savaşırlar, kâfirler ise tâğût yolunda savaşırlar(Nisâ/76) âyetleriyle mü’minlere tâğût hakkında bilgi vermekte ve tâğûta karşı takınmaları gereken tavrı açıklamaktadır.
Her ne şekilde olursa olsun, insanlar tarafından Allah’ın hükümlerine muhalefet edecek şekilde konulan hükümler, “tâğûtî hükümler” olarak isimlendirilirler. Yüce Allah buyuruyor ki:
“Sana indirilen Kur’ân’a ve senden önce indirilen kitaplara iman ettik” diye boş iddialarda bulunanlara bakmaz mısın? Onlar tâğûtun huzurunda muhakeme olmak [hükümlerine boyun eğmek] istiyorlar. Hâlbuki tâğûtu inkâr etmekle [kâfir saymakla, lânetlemekle] emrolunmuşlardı. Şeytân onları uzak bir sapıklığa saptırmak ister. Nisâ;60.
Kendisinde böyle yetkiler görüp, Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyip hevâ ve hevesleri doğrultusunda hükümler koyanlar, aynı zamanda “ilâhlık” iddiasındadırlar. Dolayısıyla Allah’ın hükümleri dışında hüküm koyanlar ve o hükümlere tâbi olanlar, tevhîd akidesinin dışına çıkıp kâfir, zalim ve fasık olurlar. Allah Teâlâ, Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyenleri kafir, zalim ve fasık olarak nitelemiştir (Mâide/44–47).
Konumuz olan âyetten de anlaşıldığı üzere Yüce Allah, Nûh (as)’dan Muhammed (as)’e kadar bütün peygamberleri, insanlığı tevhide, yani Allah’ın birliğine, ortağı olmadığına inanmaya; O’nun koyduğu hükümleri kabullenmeyip hevâ ve heveslerine göre hüküm koyan tâğûta karşı savaşmaya ve tâğût kapsamına giren şeylere kulluk etmekten kaçınmaya çağırmaları için göndermiştir.
Bu tâğûtlar, İbrâhîm (as) döneminde Nemrut, Mûsâ (as) döneminde Firavun, Muhammed (as) döneminde de Ebû Cehl ve Ebû Leheb gibi toplumun ileri gelenleri ve puta tapan şahsiyetleridir; diğer peygamberler döneminde de, kendilerine gönderilen tevhîd akidesini/inancını inkâr edip, atalarından kalan inançlar üzerinde inat gösteren puta tapan kavimlerdir.
Tâğûtların devri kapanmış değildir. Peygamber bulunsun veya bulunmasın, her dönemde tâğûtlar var olmaya devam etmiştir. Onlar sadece eski kavimlerde ortaya çıkıp yaşama imkânı bulan güçler değil; bugün de Müslümanlara en azim düşmanlığı ve en yıkıcı propagandaları reva gören kişi, odak veya organizasyonlardır. Tâğût, ekonomik, sosyal ve kültürel güç kaynaklarını ele geçirmiş, ahlâkî değerleri [dini] toplumların gözünde itibarsız ve taraftarı olmaktan çekinilen bir duruma düşürmeyi göze alacak kadar düşmanlığını ilerletmiştir. Ayrıca doğrudan yaptıklarının dışında, insanlığın ortak değerleri adı altında pek çok kavramı da Müslümanlara zarar verecek bir içeriğe dönüştürmüştür. Kısaca tâğût, Müslümanları dört bir yanından kuşatmış bulunmakta ve Müslümanlara hayat hakkı tanımamaktadır.
Öyleyse anlıyoruz ki, Peygamberimizin görevi sokaktaki şımarıklarla değil, tâğûtî düzenin kurucularıyla mücadele etmekti. İlk işi, toplumun hidâyet yolu üzerinde oturup haydutça engellemeler yapan bu azgın güruhu uyarmaktı.
Gerek âyetin orijinalindeki “inne ” ve “lam ” gibi edatlardan ve gerekse cümlenin isim cümlesi olması gibi tekitlerden anlaşılmaktadır ki, Peygamberimizin karşısındaki düşman çok çetindir. Mûsâ’nın düşmanı Firavun ile Peygamberimizin düşmanları mukayese edilecek olursa, âyetteki üç tekitten hareketle, Peygamberimizin düşmanlarının azgınlığının Firavun’unkinden de daha fazla olduğu söylenebilir.
İnsanın tuğyânına, diğer bir ifadeyle tâğûtlaşmasma iki sebep gösterilmiştir:
A) Âhireti inkâr, B) İstiğnâ.
İstiğna ; “insanın, (ister gerçek olsun, ister öyle olduğunu zannetsin) zengin/kendi kendine yeterli olduğuna inanması” demektir. Sözcük, “İstif’al” babındandır. Bu bab, Arapça dilbilgisi kuralları gereği, kendisine sokulan üç kök harfli herhangi bir fiile “talep”, “sual”, “tahavvül”, “itikat”, “vicdan”, “inkılâp”, “isabet”, “ziyade”, “nazar” ve “teslim” anlamları kazandırır. Bu kelimeye itikat/inanç anlamı kazandırmıştır.
Kendisini zengin, yeterli görenlerin şımarıklıkları, azgınlıkları Hümeze süresinde de vurgulanmıştır.
9–10. Namaz kıldığı/haniflik ettiği [şirke ve tâğûta karşı çıktığı, sosyal yardım yaptığı] zaman bir kulu engelleyen kişiyi gördün mü?
Bundan sonraki âyetlerde, azmış insan somut olarak gösterilmekte, Peygamberimizin niçin peygamber seçildiğinin gerekçeleri örneklerle açıklanmaktadır. Kur’ân’ın bir özelliği de örneklemeli oluşudur. Yüce Rabbimiz, anlayışı en alt seviyede olanın bile Kur’ân’ı anlayabilmesi için örnekler sunmuş ve bundan çekinmediğini ifade etmiştir. (Bakara/26)
Âyetteki sallâ sözcüğü meal ve tefsirlerde genellikle “namaz kıldı” anlamıyla yer alır. Aslında anlamı tam olarak “namaz kılmak” değildir. Aynı fiilden türetilmiş “salli ” ve “salât ” sözcükleriyle ilgili geniş açıklama Kevser süresi’ndeki fe-salli sözcüğünün tahlilinde verileceği için burada sadece “haniflik etmek; şirke karşı durmak, tâğûta karşı çaba harcamak, sosyal yardım için koşmak” anlamları vererek kısaca geçiyoruz.
11–12. Gördün mü, eğer o kul doğru yol üzerinde idiyse veyahut takvayı emrettiyse!
Âyet, doğru yol üstünde olan, çevresine takvayı [cennete gidişin bedelini] emreden, öğreten bir kulun (yani, peygamber’in) bile haksızlığa uğradığını dile getirerek bu durumun acayipliğine dikkat çekmektedir.
Âyette geçen takvâ sözcüğünden şimdilik “şirkten kaçınmak” anlaşılmalıdır. Zira Peygamberimiz de henüz şirkten kaçınmaktan başka takvaya ait detay bilmiyordu. Şirkten teberri etme bilinci ise, kendisine daha önce lütfedilmişti. (Yukarıda bundan bahsetmiş ve Enbiyâ sûresini 51. âyeti’ ni delil göstermiştik. )
Dilbilgisi kurallarına göre, yukarıda meâli verilen 11 ve 12. âyetler iki şart cümlesinden oluşmaktadır. Bilindiği üzere şart cümleleri, şart ve ceza denilen iki bölümden oluşurlar. Burada şart cümlelerinin birinci bölümleri mevcut olmakla beraber ceza yani sonuç bölümleri bulunmamaktadır. Edebiyat kuralları ön plâna alınıp “icaz’ul-hazf’ yapılarak cümlelerin sonuç kısımları düşürülmüştür. Bu edebî yöntem cümleye zenginlik kazandırmak için uygulanır. Buna göre cümlelerin sonuç bölümü şöyle takdir edilebilir: “O kimseye hiç engel olunur mu? O kimseye hiç zulmedilir mi? Aksine ödül verilmez mi?”
13. Gördün mü? Eğer o yalanlamış ve yüz çevirmiş ise!
Yani, dikkat ediyor musun? Bu engelleyen kişi dîn gününü yalanlamakta ve yüz çevirmektedir.
Bu cümle de şart cümlesi olup bunda da sonuç bölümü yoktur. Burada da icaz’ul-hazf yapılmıştır. Bu cümlenin sonuç bölümü de şöyle takdir edilebilir: “O insan hiç başıboş bırakılır mı? Hiç onların yalanlamasına, azmasına seyirci kalınır mı? Onların bilgilenmeleri, eğitilmeleri için uğraşılmaz mı? Onları inzar [uyarmak] için bir peygamber gönderilmez mi? Onlar cezalandırılmazlar mı? Mazlumlar zulümden kurtarılmaz mı?”
14.O, bilmedi mi? Kesinlikle Allah’ın görmekte olduğunu?!
Yani, o insan [engelleyen kişi], kendi yaptıklarını Allah’ın gördüğünü bilmemektedir.
İşte, bütün bunların değişmesi gerekir. İnsanlar zulümden kurtarılmalı, kimse yalanlamamalı, yüz çevirmemeli… Herkes, Allah’ın her şeyi gördüğünü bilmeli, öğrenmeli… Bunları oluşturma görevi sana verildi; sen peygamber seçildin. Sana vahyedilecekleri zihninde toparla ve yaratan Rabbinin adına oku: tebliğ et, başkalarına ulaştır!
15–16. Hayır, hayır! Eğer o, son vermeyecek olursa, Andolsun, perçemden; yalancı, günahkâr perçemden tutup sürükleyeceğiz.
Sûrenin bu kısmı, peygamberlik görevinin bilgi ve bilgilendirme boyutundan başka bir boyutuna dikkat çekiyor: Eğer insanlar, Allah’a dönecek olmalarına rağmen kendilerini müstağni görerek [hiç kimseye, Allah’a bile ihtiyacı olmadığına inanarak], tâğûtlaşmış ve hidâyet üzere olanlara, takvayı emredenlere saldırıyor ve zulmediyorlarsa cezalandırılacaklardır; hem dünyada hem de âhirette…
Bu âyetteki kellâ [hayır, hayır] ifadesi de, yine Peygamberimizin, bu tâğûtlar [varhklı, güçlü, oğullu-uşaklı organize müşrik tayfası] ile baş edemeyeceğine dair düşüncesinin reddidir. Böylece bu düşüncenin yersizliğine dikkat çekilmiş ve bu tip problemleri bizzat Allah’ın çözeceği mesajı verilmiştir. İleriki sûrelerde bunların hem detayı, hem de somut örnekleri görülecektir.
Âyetteki, perçemden veya alından tutup sürüklemek , “bir insanı toplum önünde rencide etmek, başına çeşitli belâlar açmak, burnunu sürtmek” anlamında bir Arap deyimidir. 21 Yukarıda deyimin lâfzî manası verilmiştir. Âyetteki ifadede mecaz, mecaz-ı aklî kullanımı söz konusu olup perçem ile “perçemin sahibi” kastedilmiştir. Mecazî anlamı, “sahibi yalancı ve günahkâr olan perçem” demektir.
17. O zaman o meclisini çağırsın!
Yukarıda meali verilen âyette zımnen bu işin kolay olmayacağı, küfürle savaşılması gerektiği vurgulanmaktadır. Öyle ki, o azgın tüm meclisini [Dâr’un-Nedve’yi], kongresini, kurultayını, tüm işbirlikçilerini ve adamlarını toplasın, karşı koysun.
“Nâdiye ” ve “nedve ” aynı kökten türemiş olup kalıpları farklı olsa da anlamları aynıdır. Peygamberimiz dönemindeki Mekke’nin idarî, siyasî, sosyal ve iktisadî durumu bilinirse, konu daha iyi anlaşılır ve İslâm dîninin neleri tasvip ettiğini, nelere karşı çıktığını öğrenmek mümkün olur.
M.S. 400′lerde doğduğu tahmin edilen ve Peygamberimizin beşinci atası olan Kusay b. Kilab, Mekke’de yaşları kırkın üzerinde olanların katılabileceği Dâru’n-Nedve adında bir şûra [danışma kurulu] kurmuştu. İdarî, siyasî ve iktisadî işlerin yönetimi için ayrı birimler tesis etmiş, bu birimler eliyle yürütülen Mekke şehir devletinin yönetimini kabileler arasında taksim etmişti. Kusay’ın kurduğu bu idari sistemin birimleri ve yetki alanları şöyleydi:
* Sidânet ve hicâbet: Kâbe’nin bakımı ve korunması.
* Sikâyet: Mekke’nin su işleri.
* Rifâde: Fakir hacıların yiyeceklerinin temini.
* Liva: Savaş işleri.
* Kıyâde: Askerî işler.
* Nedve: Halk meclisi.
* Meşveret: Önemli olayların tartışıldığı kurul.
* Sefâret: Diğer ülkeler ile olan ilişkiler.
* Hükümet: Halk arasındaki anlaşmazlıkların giderilmesi ve davaların karara bağlanması.
* Işnak: Ticaret mahkemesi.
* Kubbe: Silâh ve mühimmatın depolanması.
* Îsâr: Falcılık, büyücülük gibi işlere bakan kurul.
* Emvâl-i Muhâcere : Putlara adanan mal ve eşyaya bakan kurul.
* İmâre: İbâdet esnasında asayişi temin eden kurul.
* Ainne: Savaş esnasında atların bakımını üstlenen kurul.
“Münâfere” diye adlandırılan yönteme göre, kabile reisliği hususunda bir anlaşmazlık çıktığında veya yeni bir kabile reisi seçilmesi gerektiğinde, reis adayları bir hakemin gözetiminde halk huzurunda tartışırlar, hakemin üstün gördüğü kişi kabile reisi olurdu. Bu sistem, yönetimde veraset [veliahtlık, babadan oğula geçiş] sistemini devre dışı bırakmaktaydı.
Muhammed b. Abdullah peygamber olduğunda, Mekke, Kusay’ın kurduğu bu sistemle yönetilmekteydi. Yönetim tek kabilenin ve tek kişinin elinde değildi. İdarî işler bir nevi istişarî bir danışma kurulu olan Dâru’n-Nedve eliyle yürütülmekteydi. Diğer toplumlarda mevcut olan otoriter ve egemenliği mutlak idarî sistemler Mekke’de bulunmadığı gibi, statüleri bakımından sadece eşitler arasında birinci olan idarî şefler de bu sivil tabiatlı istişarî geleneğe uygundu. Nitekim İslâm’ın ortaya çıkışından önce kurulan ve Peygamberimizin de üyesi olduğu “Hılfu’l-Fudul” [saygın kimselerin oluşturduğu bir sosyal yardım kurulu] Mekke’deki bu yerleşik sivil anlayışa iyi bir örnektir. Gönüllülüğü esas alan bu derneğin faaliyetleri, İslâm’ın ortaya çıkışına kadar devam etmiştir.
Dikkatten uzak tutulmaması gereken noktalardan biri de, Kur’ân’ın böyle idare edilen bir topluma gelmiş olduğudur. İslâm’ın idarî, siyasî ve iktisadî sistemini anlayabilmek için, Kur’ân’ın geldiği toplumun davranışlarının bilinmesi ve hangi davranışların Kur’ân tarafından onaylandığının ya da kaldırıldığının belirlenmesi gerekir.
18.Biz zebanileri çağıracağız.
Zebânî , “çok çetin, kuvvetli ve haşin melek” demektir (Tahrîm/6). Cehennem melekleri Kur’ân’da bu adla anılmaktadır.
İlerideki sûrelerde âhireti yalanlayanların âhirette nasıl cezalandırılacakları detaylarıyla anlatılacak ve kendilerine tüm uyarılar yapılacaktır. Fakat bu, yukarıda adı verilmeyen ve sadece kişilikleri nitelenerek kınanan bazı kimselerin, işledikleri suçlardan dolayı cezalarının bir kısmını bu dünyadayken de çekmeyecekleri anlamına gelmemektedir.
Nitekim Ebû Cehl de hak ettiği ilâhî cezanın bir kısmını daha dünyada iken çekenlerden biridir: Afra adlı kadının oğulları Mu’az ve Mu’avviz tarafından Bedir’de ağır yaralanışı, öldü diye savaş alanında bırakılışı, daha önce türlü kötülükler ettiği İbni Mes’ûd tarafından canlı olarak bulunuşu, göğsünün üzerine çıkan bu sahabe tarafından hakarete uğrayışı, yine onun tarafından kafası koparılıp perçeminden sürüklenerek Peygamberimize getirilişi hatırlanırsa, Rabbimizin böyle nice zorbayı daha dünyada iken cümle âleme rezil ettiği iyi anlaşılmış olur.
19. Hayır, hayır! Ona itaat etme; secde et [teslim ol, boyun eğ] ve yakınlaş!
Peygamberimizin zihninde yine sorular oluşmuş olmalı ki, Rabbimiz kellâ [hayır, hayır] diye bunları reddediyor. Buradaki kellâ [hayır, hayır] ifadesiyle neyin reddedildiğini Kalem/5-l4′ den anlıyoruz. Peygamberimiz, karşıtlarının zengin, güçlü, nüfuzlu ve kalabalık olduklarını, onlarla mücadelenin zorluğunu, başarısız olacağını düşünmüş olmalı ki, Allah kellâ [hayır, hayır] diye reddetmekte; yani, “Öl, mağlûp ol, ama müşriklere sakın boyun eğme!” demektedir. Secde sözcüğü ile ilgili detay, inşallah Necm sûresinde verilecektir.
İkinci derste [vahiyde] bu düşünceler şu âyetler ile iyice açığa vurulmuştur:
Hanginizde delilik olduğunu yakında sen de göreceksin, onlar da… Alabildiğine yemin eden, aşağılık, daima kusur arayıp kınayan, durmadan lâf getirip götüren, iyiliği hep engelleyen, mütecaviz, günaha dadanmış, kaba ve haşin, bütün bunlardan sonra bir de soysuzlukla damgalanmış kimselerden hiç birine, mal ve oğulları var diye sakın boyun eğme! Kalem;5–14.
Doğrusunu en iyi bilen Allah’tır.
SÛRENİN MESAJI ŞU ŞEKİLDE ÖZETLENEBİLİR:
“Ey peygamberin vârisleri! Ey Ensarullâh! Ey Allah’ın yakınları! Çevrenize bir bakın, insanoğlu kendisinde bir varlık gördüğünde, dönüşü Rabbine olmasına rağmen Firavun gibi hatta daha da fazla tuğyân ediyor.
Görmüyorsunuz! Doğru yol üzerinde olanlar, takvayı emredenler, namaz kılanlar, kısaca İslâm’ı yaşamaya çalışanlar itilip kakılıyor.
Azgınlar Allah’ın kendilerini gördüğünü, kendilerinden hesap soracağını bilmiyorlar, yalanlıyorlar ve yüz çeviriyorlar.
Ey peygamberin vârisleri! Ey Ensarullah! Ey Allah’ın yakınları!
Kur’ân’ı öğrenin ve insanı basit bir embriyondan yaratan Rabbinizin adına okuyun, başkalarına ulaştırın!
Kur’ân’ı okuyun! Size bu görevi veren Rabbiniz en büyük, en üstün olandır. Ondan daha üstünü yoktur.
O, kalemle öğreten, insana bilmediğini öğretendir. Bilgiyi ön plâna alın! O azgınları bilginizle yola getirin! Sakın ümitsiz olmayın!
Eğer bilgilendirmenize, eğitim vermenize, nasihat etmenize rağmen tuğyânlarına, azgınlıklarına son vermezler ve saldırganlık yaparlarsa Allah onları perçemlerinden tutup cümle âleme rezil-i rüsva edecektir.
İsterlerse tüm yardakçılarını, meclislerini, kurultaylarını, tüm yandaşlarını, modern Darü’n-Nedvelerini, Birleşmiş Milletlerini, Natolarını yardımlarına çağırsınlar…
Allah da zebanilerini, en korkunç, en haşin güvenlik görevlilerini çağıracak…
Sakın ümidinizi kesmeyin!
Tâğutlar malca-mülkçe, çoluk-çocukça, askerce ne kadar güçlü gözükseler de sakın onlara itaat etmeyin, sakın onlara boyun eğmeyin!
Siz Allah’a secde edin, Ona boyun eğin ve yakınlaşın!”
العصمة للّه وحده - el-Ismetü lillâhi vahdeh
[Kusursuzluk sadece Allah’a mahsustur]…
Hakkı YILMAZ
http://www.istekuran.net/alak.html