İslam’ın İç Krizinin Nitelik Değiştirmesi (önemli)

Cevapla
velayet hak
Mesajlar: 109
Kayıt: 01 Eki 2009, 22:44

İslam’ın İç Krizinin Nitelik Değiştirmesi (önemli)

Mesaj gönderen velayet hak »

İslam’ın İç Krizinin Nitelik Değiştirmesi
22/07/2012 - 20:54

Resim
Kenan ÇAMURCU

İslam'ın ilk iç krizi, Gadir Hum'da Müslüman tarihin bizzat Allah Rasülü (s) tarafından gösterilen toplumsal, siyasal ve dinî akış istikametinin Sakife toplantısında gündeme getirilen maslahatla iptal edilmesi üzerine doğdu. Çok sonraları, her ne kadar Ehl-i Sünnet'in müçtehid imamlarının (Ebu Hanife, Şafii ve Maliki) görüşüyle temellendirilemese de, maslahatın ilkeyi iptal edebilecek yetenekte olduğu fikri, geç dönem Sünni kelamcılar tarafından Ehl-i Sünnet'in prensiplerinden biri yapılabildi ve doktrin haline getirilebildi. Maslahatın ilkeyi iptal edebilecek eşdeğer güçte olduğunu kelam disiplini aracılığıyla itikadın parçası haline getirmiş zihin dünyasının, meşruiyet meselesinin herşeyden önemli olduğunu kavrayıp İmam Hüseyin'in (a) yanıbaşında neden vuruşmadığını; yahut “Muhammed'in dininin yaşaması uğruna” İmam Hüseyin'le birlikte meşruiyet namına vuruşmadığı için yaşanan Kerbela faciasını siyasi, hukuki, toplumsal, itikadi ve fıkhi sonuçlarına neden vardırmadığını izah etmekte zorlanmayız.

İslam'ın Rasulullah'ın (s) gösterdiği istikamet ve biçimde akabilmesinin imkanı, Veda Hutbesi'nde ikaz edilen “iki ağırlık”a sahip çıkmak idiyken maslahatın ilkeyi iptal edebilecek yetenekte olduğunu varsayanlar mesela İmam Ali'nin (a) Kur'an'ı gerçek tarihiyle kayda geçtiği çabayı da reddedebildiler. Oysa Ali, Rasulullah'ın (s) Veda Hutbesi'nde hitap ettiği yüzbin kişiden biri değil, o yüzbin kişiye bırakılan emanetti; kendisine tâbi olunursa sapkınlıktan sakınılacak korunak, ilkeyi maslahattan üstün tutanlar için sığınak, eleştirel akıl ve hakikate sadakat için barınaktı. Kur'an'ın oluşmasını Rasulullah'ın (s) yanında tek bir fotoğraf karesini bile kaçırmadan izlemiş olan İmam Ali (a), Kur'an'ı, kendine özgü tarihiyle birlikte kayda geçmişti ve bu birikime itiraz edenler aslında Kur'an'a yeni bir tarih yazmanın kapısını aralamak istiyorlardı. Kuşkusuz kalabalıklar hep olduğu gibi o zaman da bu sinsi emelin ayırdında değildiler. “Ha Ali'nin mushafı olmuş, ha ötekinin, ne farkeder, Kur'an Kur'an'dır” düşüncesiyle Ali'nin (a) topladığı Kur'an'a yönelen itirazın derin, amaçlı, uzun vadeli, hesap kitaplı planını kavrayamadılar.

Kur'an'ı sahih tarihinden koparıp ona yeni bir tarih yazılması, Kur'an'ı anlamada temelden zıt yaklaşımların ortaya çıkabilmesinin sebebidir. Dolayısıyla tefsir içinde görüş ve yorum özgürlüğü çerçevesiyle meşrulaştırılan şey, aslında paradigma (usül) çatışması ölçeğindeki farklılaşmadır. Oysa görüş ve yorum farkı, aynı paradigmaya (usüle) mensup bakışaçıları için geçerlidir. Bu bakımdan eski şekliyle olsun, yeni şekliyle olsun “Kur'an bize yeter” sloganı, kişinin Kur'an metnini Rasulullah'a (s) nazil olduğu tarihten kopararak vahyi kendi zamanında kendisine inmiş varsaymanın klişesinden başka bir şey değildir. Bu açıdan bakıldığında batı düşüncesinde İncil'i konu alan fundamentalizm akımı, İslam'ın içinde “Kur'an bize yeter” sloganıyla zuhur etmiştir. Fundamentalizm; tarihsiz, geleneksiz, mensubiyetsiz, aidiyetsiz, rehbersiz, kılavuzsuz bir Kur'an metni öngörüyor. Bu Kur'an, Rasulullah'a inen tarihli, gelenekli, kılavuzlu ve rehberli bir metin değil, herkesin kendisine inmiş ve tarihin o zamanına düşmüş bir metinden ibarettir.

Bir örnek vermek gerekirse, mesela İmam Ali'nin (a) vesayet/velayet bayrağını Rasulullah'tan (s) devralması konusunda Kur'an'da ayet bulunmadığını söyleyen fundamentalistler, Kur'an'ı kendi zamanından, şartlarından, yaşanmış hayat ve tecrübesinden koparıp bugüne düşüren ve kendi anlayışlarından başkasına da müsade etmeyenlerdir. 



Malum, Kur'an ayetleri, hayatın içinde nazil oluyordu. O nedenle ayetlerin çoğu atıflardır. Çünkü yapılan atıfları o hayatın insanları biliyor, anlıyor veya bilmediklerini Rasulullah'tan (s) öğreniyorlardı. Sözgelimi namaz gibi temel bir konunun Kur'an'da tüm detaylarıyla anlatılmamasına karşılık kıyam, rüku ve secdeden bahsedilir. Kur'an'da hiçbir ayette kıldığımız namazın kâmilen anlatılmaması, buna karşılık kıyam, rüku ve secdeden bahsedilmesi, namaz hususunda suret ve mahiyet ikame etmek yerine, varolan suret ve mahiyete atıf yapılması nedeniyledir. "Kıyamda duranlar", "rüku edenler", "secde edenler" atıfları aslında namazı tarif etmez. Sözkonusu ayetler, o tarihsel zamanda zaten bilinen ve kılınan namaza atıfta bulunarak başka bir konudan bahseder.

Yahut mesela İmam Mehdi (a), vahyin nazil olduğu zaman aralığında yaşanan hayatın içinde dolaşımdaki bilgi sıfatıyla mütevatir seviyesindeki rivayetlerde en çok tekrarlanmış konudur ve hadis tekniği bakımından bu hadislerin değeri, Kur'an'ın rivayet edilmesinin değeri mertebesindedir. Kur'an'da İmam Mehdi ya da İmam Ali'nin (a) vesayet/velayet mirasçısı olması, yaşanan hayatın içinde zaten bilinen bir konuya atıfla zikredilen ayetlerle anlatılmışken, fundamentalist, Kur'an metnini hayattan, tarihten, şartlardan, nüzul sebebinden, olaylardan, kişilerden vs. soyutladığı, Kur'an'ı Kur'an yapan bütün gerek şartlardan koparıp sadece kuru bir metin olarak kabul ettiği için kendi aklı ona neden ayetlerde İmam Mehdi'den ya da İmam Ali'nin (a) vesayet/velayet mirasçısı olmasından adıyla sanıyla bahsedilmediğini sordurabiliyor. Hal böyle olunca da mesela Bakara suresi 124. ayette İbrahim Peygamberin insanlara imam tayin edilmesi, onun kendi soyundan da imamlar gönderilmesini istemesi ve bu talebe karşılık zalimlerin imam olamayacağı ilkesinin hatırlatılmasının durduk yerde değil, vahyin nazil olduğu hayatın içinde konusu geçen imamet meselesine gönderme ile ilgili olduğunu kuşkusuz anlayamıyor. Bu bir yöntem meselesidir ve yöntem hatası yapanın Kur'an'ı doğru anlama ihtimali hiç yoktur. Emevi sarayının Peygamberimizin (s) indirdiği dine tam zıt istikamette bir dini anlayışı varedebilmesi işte bu soyut Kur'an inşası sayesinde mümkün olabildi. Bugün adına Selefilik denilen, ama aslında modernizm ile Vahhabiliğin evliliğinden doğmuş gayri meşru meyve işte bu mecrada akan politik maceradır.

Selefilik, siyaset yapmanın yöntemi olarak terörist faaliyeti benimsemiş bir ideolojik cereyan olarak da nitelendirilebilir. Irak'ta, Pakistan'da, İran'da, Afganistan'da türbelere, camilere, masum insanlara, çarşı pazara en vahşi saldırıları düzenleyip tek kalemde onlarca insanı katleden Selefiliği oluşturan öğeler, Kur'an'ı “iki ağırlık”tan diğeri olan Rasulullah'ın (s) mirasçısından koparıp soyutlaştırmaya, böyle olunca da yaşayan Kur'an'a hiç benzemeyen türedi bir dinî anlayış ve hayatın inşasına irca edilebilir. Mısır'da Mübarek rejiminin artığı general Şefik'e verilen %48 oyun tek izahı, Mursi'nin Selefilerle arasına mesafe koymaması ve muhtemel bir Selefi iktidarın Mısırlıların geniş bir kesiminde yarattığı korkudur. Suriye'de Suriye'yi oluşturan tüm öğeler, Selefilerin muhtemel iktidarı yerine tek parti rejimini bile tercih edebilecek durumdadır.

Suud ve Katar diktatörlüklerinin finanse ve teşvik ettiği Suriye karşıtı Atlantik kampanyası açıkça gösterdi ki, vahyin indiği evin mirasına ve mirasçılarına husumetin politik kimliği olan Selefilik geleneksel ve tarihsel Sünnilikten büyük bir parça koparmayı başardı. Suud ve Katar diktatörlüğü, İslamcılığı Selefiliğe ve tekfirciliğe dönüştürüp camilerde bomba patlatan vahşilik haline getirebildi. Türkiye'de NATO kampanyasına nefer olacak boyutta başkalaşmış İslamcılık, Suud diktatörlüğünün eline bakan Selefilik sayesinde bu hale geldi. Vahhabi Suudi diktatörlüğünün eteğine yapışan tüm bileşenleriyle Türkiye'deki muhafazakar kapalı rejimin, Ehl-i Beyt mektebine mensup halklara düşmanlık boyutunda gezinmesi doğal bir sonuçtur.

Burada sorulması gereken önemli soru şudur: Selefiliğin nihilist şiddet dünyası nasıl oldu da Sünniliği bu kadar kolay ele geçirebildi? Sünnilik içinde nihilist teröre neden kollektif isyan yok?

Nihilist şiddetin türbe, cami, çarşı pazar bombalayarak çoluk çocuk, kadın, yaşlı, genç demeden masum insanları acımasızca katletmesi kuşkusuz dünden bugüne yaşanan bir gelişme değildir. Selefiliğin ürettiği nihilist şiddetin beslendiği damar, Gazali'nin felsefenin kökünü kurutmasına, İbn Teymiye'nin de o kökü taşlaştırmasına kadar izlenebilir. Gazali kendince gerekçelerle doğu İslam'ında felsefeyi budarken aslında sarayın büyük beklentisine hitap edecek biçimde eleştirel aklı da budamış oldu. Ama belki bundan daha vahim gelişme, Gazali'nin bu tarzının doğu İslam'ında, Sünniliğin küçük bir azınlığının eleştirel akla sahip çıkması dışında Ehl-i Sünnet'te popüler kültür olarak kabul görmesidir. Selefilik, Sünnilik içinde kontrolsüz büyüyen niteliksiz, kof, amaçsız, hedefsiz, ilkesiz, sadece yokeden, yokettikçe azmanlaşan kanserli kitle gibidir. Suriye krizinde NATO kampanyasına tereddütsüz katılanlar, işte eleştirel aklın budandığı o popüler kültüre tabi, Selefilik tümörünün vicdanlarında metastaz yaptığı Sünnilerdir. Buna karşılık eleştirel akla sahip çıkan azınlıktaki Sünniler, Ehl-i Beyt'in bugünkü temsilcilerinin sancağı altında emperyalist projeyle savaşıyor.

Bu şartlarda “vahdet” ilkesinin emperyalizme karşı mücadeleyi zaafa uğratacak bir baskı aracına dönüşmesine itiraz etmek gerekir. “Sünni-Şii vahdeti”, emperyalizme karşı Sünniler ve Şiilerin, fıkhi ihtilafların birliği bozmasına izin vermemesi anlamına gelir. Mahiyeti benzeyenler vahdet yapabilir. Emperyalizme itiraz ve isyanın insanları aralarındaki mezhep farkını bırakıp birlikte emperyalizme karşı güç birliği yapabilir. Ama biri emperyalizme hâdim, öteki âsi olan ve aralarında mahiyet farkı bulunan kesimler nasıl vahdet oluşturacaktır? Emperyalizmle işbirliği içinde Şiileri bulduğu yerde öldüren Selefi nihilizmin komutası altındaki “yeni Sünnilik”le vahdet olur mu?

Suriye krizinde NATO kampanyasının peşine takılmış, silahla hükümet darbesi yapma projesine tam destek veren, Suriyelilerin milli iradeyle yapması gereken bir işin dış güçlerin müdahalesi ve darbeyle yapılması ezberinden başkasını dinlemeye dahi tahammülü olmayan, Suriyelilerin kanları arasında ayrım yapıp tercihte bulunan ve teröristlerin döktüğü kanı gündemine bile almayan zihin dünyasıyla vahdet nasıl kurulabilir?

Suriye krizi bahanesiyle Şia'ya, Alevilere, İran, Irak ve Hizbullah'a havsalanın alamayacağı hakaretler eden, ırkçı ve ayrımcı nefretle sistematik Şiafobia ve Alevifobia faaliyeti yürütün zihin dünyasıyla vahdet olur mu?

İslam'in iç krizi ikiye ayrılır: Birincisi kontrol edilebilir ve yönetilebilir (Ebubekir ve Ömer dönemleri), ikincisi ise kontrolsuz, kuraldışı, yönetilemez, yıkıcı olan krizdir (Osman dönemi, Cemel ve Sıffin savaşları). Suriye bunalımı sırasında yaşanan iç kriz, ikinci türdendir. Sünni halkların elitleri emperyalizmle işbirliği yaparak vahyin indiği evin bugünkü mirasçılarına karşı kuralsız bir kampanya yürütmektedir.

Geleneksel ve tarihsel Sünnilik popüler kültür olarak da, mezhep imamları düzeyinde de Ehl-i Beyt kültürüne yakındır. Bu kimliği nedeniyle kelam kitaplarına konu olan Şii-Sünni ihtilafı genellikle entelektüel ihtilaf olarak kalabilmiş, ikinci tür krize dönüşmemiştir. Fakat Suriye bunalımı sırasında Sünni toplumların elitleri geleneksel Sünniliği ona hiç benzemeyen Vahhabiliğe ve Selefiliğe yaklaştırdığında ortaya çıkan “yeni Sünnilik”, tehlikeli ayrışmanın başlangıç noktası olmuştur. Bu nedenle, Atlantik havzasıyla işbirliğini reddeden ve emperyalizme karşı Ehl-i Beyt dünyasıyla birlikte mücadele eden azınlıktaki Sünniliğin uleması ve siyasi liderleri, geleneksel Ehl-i Sünnet'i istila eden Selefilik tümörünün bünyede yolaçacağı metastazı sürekli ikaz ediyorlar. Zaten entelektüel enerjisi olmayan, çürük, kof, anlamsız, yabancı, sırf sömürü ve hegemoniye dayalı Anglo Frank ortadoğu düzeninin İran İslam devriminden sonra devam etmeye mecali bulamadığı koşullarda Atlantik havzasının Anglo Frank rejimi korumak için İslam içinde fay hattı oluşturma çabasının karşılığı, Vahhabi/Selefi fermantasyondan geçerek oluşmuş “yeni Sünnilik”tir. Emperyalizmin bu girişiminde Osmanlının parçalanması sırasında olduğu gibi yine Suud diktatörlüğü ve onun uydusu saltanatlar imdada koştu.

Bölgemizdeki Anglo-Frank rejiminin değişmesi için İran, Suriye, Lübnan, Irak coğrafyasında yükselen Direniş'in çabasına katılmaktan geri durulmamalı, vahdete yüklenen yanlış anlam ve yanlış vahdet stratejisi bu önemli görevi erteletip öteletmemelidir. Başkenti İsrail olan yeni ortadoğunun inşasına var gücümüzle direnmeliyiz.

BİR AÇIKLAMA:

Mezhebimin ne olduğunu, Şia olup olmadığı sorularıyla sıkça karşılaşıyorum.
Müesses ve tarihsel mezhep algısıyla sorulan soruya o klişeye bağlı kalarak cevap vermek zorunda olmadığım için açıklamayı şu şekilde yapmam daha doğru: 


Rahmetli babamdan küçük bir çocukken dinlediğim hikaye, menkıbe ve olayların tek kahramanı İmam Ali'ydi. Fatıma annemizden başkasını işittiğimi hatırlamıyorum. Hasan ve Hüseyin de bu fotoğrafın ayrılmaz parçasıydı. Başlarında Hz. Peygamber, çevresinde bu isimlerden oluşan bir tasvir ümmi babamın yüreğinden çıkagelirdi. 



Uzun yıllar sonra 1982'de merhum İmam Humeyni'yi tanıdığımda hiç yabancısı olmadığım Ehl-i Beyt kültürünün birikimiyle de tanışmış oldum. Hayatımın hiçbir döneminde Muaviye'nin arkasında hizalanıp mızraklara geçirilmiş Kur'an sayfalarının gölgesinde olmadım. Bir kez olsun Yezid'i lanetsiz anmadım. İmam Hüseyin'e muhabbetsiz hiçbir ânım ve acısına yanmadığım hiçbir günüm olmadı. 1982'den bu yana Ehl-i Beyt sancağının altında Sünni sosyoloji içinde yaşadım, yaşamaya devam ediyorum. Bununla birlikte vahyin indiği evin kültürünü başka hiçbir kültürle mukayese bile etmem.

Dinin kaynağı bahsinde vahyin indiği evin taşıdığı emanetin itibarına denk başka hiçbir kaynak kabul etmem. İçtihadlar bahsinde, vahyin indiği evin naklettiği bilgiyi en muteber kaynak kabul edip içtihadına dayanak yapan müçtehidler arasındaki farklılıklarda kişinin dilediği içtihadla amel etmesini caiz görürüm. Müçtehidlerin delillerini değerlendirebilecek usül bilgim nedeniyle, ikna olduğum müçtehidin fetvasıyla amel edebilirim.



Peygamberimizin (s) risaletini kendinden sonra emanet ettiği kişinin (Kur'an'da vurgulanarak bahsedilen diğer ailelerde görüldüğü gibi) İmam Ali (a) olduğundan hiç kuşkum yok. Peygamberimizin (s) vefatından sonra risaletin Ali'ye emanet edildiği gerçeğinin kimi toplumsal maslahatlar nedeniyle bir süreliğine gözardı edilebileceği görüşünü yanlış buluyorum ve bu tarihsel görüşün bugün hala sürdürülmesinin manasız olduğunu, artık hakikate dönülmesi gerektiğini düşünüyorum. İslam'ın ilk dönem krizine yolaçan maslahat-hakikat çatışmasında maslahat egemen olduysa da bunu sürdürmenin anlamı yoktur. İlk dönemde sahabenin çoğunluğu maslahat tercihinde bulunduysa da bu tercih doğrunun kendisi olmadığına göre bugünün Müslümanı maslahat tercihini neden sürdürmek zorunda olsun? Sakife toplantısında alınan karar olağanüstü şartların ürünü idiyse ve kendince maslahatı esas alıyorduysa da bugün artık o şartlar devam etmediğine göre yeniden durum değerlendirmesi yapılabilir ve yapılmalıdır.



Suriye krizi vesilesiyle dünyada ve Türkiye'de kabaran Şiafobia kampanyası sırasında imha edilmeye çalışılan Caferi mezhebine canlı kalkan olacağımı ve bundan böyle amellerimde İmam Cafer Sadık'ın okuluna ve fıkhına uyacağımı ilan etmiştim. Buna devam ediyorum.

Salat ve selam Allah'ın Rasülü'ne (s), tertemiz ve pâk Ehl-i Beyt'ine, necip ashabına olsun.

http://rasthaber.com/yazar_13158_735_is ... rmesi.html
"Hakkında söylenen sözler hususunda düşün; söyledikleri şeyleri kendinde bulur­san, (bil ki) söylenen hak söze karşı öfkelendiğinde Allah'ın gözünden düşmenin musibeti, seni kaygılandıran halkın gözünden düşmek musi­betinden daha büyüktür."
Ali
Mesajlar: 636
Kayıt: 24 Ara 2006, 08:34

Re: İslam’ın İç Krizinin Nitelik Değiştirmesi (önemli)

Mesaj gönderen Ali »

sünnilerin içinden böyle insanların varlığı ve çıkması ne güzel hatta umudumuzu yeşertiyor
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İslam’ın İç Krizinin Nitelik Değiştirmesi (önemli)

Mesaj gönderen 3nokta »

İmam Zaman'ın(af) zuhrundan sonra kimi insaların bulundukları konumları değiştireceğiyle ilgili muhteşem hadisler mevcut. Şiiler içinden İmam Mehdi'ye düşmanlık edecek âlimler ve avam çıkacaktır. Ayrı şekilde Şii olmayanlar içinden de (müslim-gayrimüslim)İmam Mehdi'nin(af) mübarek saflarına dahil olacak "Hürr"ler bulunacaktır.
Allah'ın velayet hakikatini batıl maslahatlara tercih edenleri "velayet" nuruyla nurlandırmasını temenni etmek isterim. Ancak bu konuda inatçı olanların rahmetten uzak kalacaklarını da ifade etmekte fayda var.
Allah bizi "velayet"ten ayırmasın. Ve accil Ferecehum.
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
Cevapla

“İslam Tarihi” sayfasına dön