Mustafa filmi

Sinema sektörüne her geçen gün birbirinden güzel yapımlar ekleniyor...
Cevapla
alone_man
Mesajlar: 1769
Kayıt: 13 Oca 2008, 21:28

Mustafa filmi

Mesaj gönderen alone_man »

mustafa filmine gitmedim ama bir gazetede eleştirisi yayınlanmış aktarıyorum:


'Mustafa' filmi büyük tartışmalara gebeGazeteci Can Dündar'ın Genelkurmay arşivlerinden yararlanarak hazırladığı 'Mustafa' filmi uzun süre konuşulacak.
Vatan gazetesi Can Dündar'ın hazırladığı 'Mustafa' filminin tartışmalara neden olacak kısımlarını haber yaptı. İşte o bölümler:



ÖLMEDEN HEYKELİNİ MEYDANLARA DİKTİRDİ



Mustafa filminde tartışma yaratacak bir bölüm Atatürk'ün 1926'dan itibaren kendi heykellerini büyük kentlere diktirmesi...



İtalyan heykeltıraş Pietro Canonica bu amaçla Ankara'ya davet ediliyor ve İzmir Cumhuriyet Meydanı'ndaki atlı Atatürk Heykeli ile Ankara Sıhhiye Meydanı'ndaki Atatürk heykelini yaptı.



Canonica tarafından yapılan ilk eseri Atatürk'ün at üstünde tasarlandığı tunç heykel,Etnografya Müzesi'nin önüne 29 Ekim 1927'de dikildi. Başkentteki ikinci eseri Zafer Meydanı'ndaki, Atatürk'ü askeri kıyafetle ayakta tasarladığı heykeli oldu. Bu da 4 Kasım 1927'de yapıldı. Canonica İstanbul'da Taksim Meydanı'ndaki Cumhuriyet Anıtı'nı tasarladı. Anıt 9 Ağustos 1928 günü açıldı. Canonica'nın Türkiye'deki son eseri İzmir'de Cumhuriyet Meydanı'ndaki atlı Atatürk heykelidir. Heykelin açılışı 28 Temmuz 1932'de yapıldı



KÜRTLER'E MUHTARİYET TANINMASINI İSTEDİ



Filmde, Kürt sorunu da işleniyor. Mustafa Kemal 16 Ocak 1923'de, İzmit Kasrı'na davet ettiği dönemin ünlü 9 gazetecisiyle 'yazılmamak' üzere sabaha kadar görüşlerini açıklıyor. Doğu'daki görevi sırasında bölgeyi inceleyen Büyük Önder, Cumhuriyet'i ilan etmesine 9 ay kala Kürt meselesiyle ilgili şunları anlatıyor: "Başlı başına bir Kürtlük düşünmektense, bizim Teşkilat-ı Esasiye Kanunu(Anayasa) gereğince zaten birtür yerel özellikler oluşacaktır. O halde hangi livanın(sancağın) halkı Kürt ise, onlar kendi kendilerini özerk olarak idare edeceklerdir.Ayrı bir sınır çizmeye kalkışmak doğru olmaz."



Bu toplantıda şu gazeteciler bulundu: Vakit'ten Ahmet Emin (Yalman), Tevhid-i Efkar'dan Velit Ebuzziya, İleri'den Suphi Nuri (İleri), Tanin'den İsmail Müştak (Mayakon), Akşam'dan Falih Rıfkı (Atay), İkdam'dan Yakup Kadri (Karaosmanoğlu), İzmit İleri'den Kılıçzade İsmail Hakkı ile Dr. Adnan (Adıvar) ve Halide Edip'in (Adıvar).



ÇEVRESİNDE KİMSE KALMADI, YALNIZ ÖLDÜ



Filmin tartışmalı bir yanı da Atatürk'ün son yıllarını "yalnız ve mutsuz" geçirdiğine ilişkin bölüm oldu. Atatürk'ün Çankaya Köşkü'nde içki sofrasında ağırladığı isimlerin birer birer azaldığı belirtiliyor. İzmir suikastından sonra yakın arkadaşlarından koptuğu ve yalnızlaştığı öne sürülüyor. "Devrimin önce evlatlarını yediği' yorumu yapılıp Dolmabahçe Sarayı ve Savanora'da büyük dram yaşadığı kaydediliyor. Ata'nın manevi kızı Ülkü Adatepe ise buna karşı çıkarak, şöyle diyor: " Evet filmi çok beğendim, çekimler çok güzel. Ama Atatürk yalnız değildi. Milleti onu hiç yalnız bırakmadı. Bunu biraz tuhaf karşıladım " diyor.



GÜNDE BİR BÜYÜK RAKI, 3 PAKET SİGARA



Ata'nın Çankaya yıllarında kurduğu sofralar da filmde yer alıyor. Rakı içmeyi çok seven Cumhurbaşkanının geç saatlere kadar bir büyük rakıyı bitirdiği anlatılıyor. Nedenini soranlara Atatürk, "Gövdem bu kafayı kaldıramıyor. Çok yoğun düşüncelerle dolu. İçince rahatlıyorum" diyor. Günde 15 kahve ve 3 paket sigara içtiği de belirtiliyor.



'CAHİLLERİM SEVİYESİNE İNMEM...'



Atatürk'ün öğrencilik yıllarına ait günlüğünde gerçekleştireceği devrimlerle ilgili ipuçlar verdiği belirtiliyor. O satırlar: "Elime kudret geçerse, bir günde darbeyle sosyal hayatı değiştiririm. Neden ben bu kadar yıllık bir yükseköğrenim gördükten, uygar yaşamı, toplumu inceledikten ve özgürlüğü elde etmek için hayatımı harcadıktan sonra cahillerin seviyesine ineyim. Onları kendi seviyeme çıkarırım. Ben onlara değil onlar bana benzesin."



Türk Tarih Kurumu Eski Başkanı Yusuf Halaçoğlu: Atatürk hiçbir zaman yalnız değildi



Atatürk'ün bir takım insani açılardan, askeri ve bilinen yönlerinin dışında sunulması doğru bir şey. Ancak Can Dündar, hangi kaynaklara ulaşarak onun yalnız olduğuna dair bir kanaat sergiledi bilmiyorum. Atatürk, yalnız değildi. Etrafındaki çoğu kişiyle gayet yakındı. Bazı endişeleri vardı. Mesela orman çiftlikleriyle ilgili birtakım çekişmeleri vardı. Dolmabahçe'de son zamanlarında yalnız olmasıyla ilgili olarak şunu söyleyebiliriz Ankara yönetim merkezi, kendisi ise İstanbul'da. Sürekli başında insanlar doktorlar var. O tarihte yoğun bakım sistemi yoktu. Yanına kimse alınmaz ki! Hastalığı, uzun sürmüş değil ki. Ankara'nın tümüyle İstanbul'a dönmesi mi bekleniyordu. Böyle şey mümkün olabilir mi? Talimatlarını verdikten sonra mesele bitiyordu.



MADAM CORİNNE'E YAZDIĞI MEKTUP



Filmde, Mustafa Kemal'in 2 Temmuz 1915'te Çanakkale'de çarpışırken sevgilisi Madam Corinne'e yazdığı mektuba yer verildi. Büyük Önder, bu mektubunda şöyle diyor: "Askerlerimin hususi inançları çok defa ölüme sevk eden emirlerimi yerine getirmelerini çok kolaylaştırıyor. Filhakika onlara göre iki semavi netice mümkün ya gazi veya şehit olmak. Bu sonuncusu nedir bilir misiniz? Dosdoğru cennete gitmek. Orada Allah'ın en güzel kadınları hurileri onları karşılayacak ve ebediyen onların arzusuna tabi olacaklar. Yüce saadet..."



DALKAVUKLAR GİZLEDİ



Filmin çarpıcı bölümlerinden biri de Atatürk'ün halkla teması.. Atatürk 1930'da halkın arasına karıştığında herkesin mutsuz ve karnını doyuramaz durumda olduğunu görüyor. Elinde dilekçelerle Ata'ya koşanların görüntüsü geliyor... Şu yorum ekleniyor "Çevresindeki dalkavuklar halkın ıstıraplarını Atatürk'ten gizleyip iyi göstermeye çalıştılar. Atatürk gerçekle yüzleşince çok üzüldü Sabaha kadar uyuyamadı."



AÇLIKTAN ÖLENLER VAR



Filmde yayınlanmamış günlükler de yer alıyor. Günlüklerin 7 Kasım 1916'tarihli sayfasında Tümgeneral Mustafa Kemal, Diyarbakır'dan Silvan'a giderken gördükleri inanılmaz sahneleri anlatıyor. Yollarda açlıktan ölen insanlar, ağlaşan çocuklar. Mustafa Kemal, "Yalnız kalmış 12 yaşındaki Ömer'i yanıma aldım. Bir çifte, diğer çocukları almasını istedim, almayınca azarladım. O çocuklara da para verdim" diye not düşüyor defterine...



ATATÜRK'ÜN MANEVİ OĞLU GERÇEK EVLADI MI?



Can Dündar'ın 110 dakikalık filminde, 5-10 saniyelik bir bölüm de çok tartışılacak. Burada Mustafa Kemal'in 1916'da Doğu'da görevliyken 8 yaşındaki Abdurrahim'i evlat edindiği belirtiliyor. Ata'yla yerel giysiler içindeki Abdurrahim'in fotoğrafına yer veriliyor. Ancak Dündar'ın Abdurrahim Tunçak'la 1998'de ölmeden önce buluştuğunda, "Atatürk'e çok benziyorsunuz, gerçek oğlu musunuz?" diye sorunca şu yanıtı almıştı: " Bazı sırlar benimle mezara gidecek, lütfen buna saygı gösterin.



Abdurrahim'i Atatürk'ün Van'da görüp evlat edindi. İstanbul'da Zübeyde Hanım'ın yanına yerleştirdi. Abdrrahim, Makbule Hanım ile kendisinden 13 yaş büyük olan Fikriye Hanım'ı abla bildi. Berlin Üniversitesi'nde okuyan Ata'nın manevi oğlu elektrik mühendisi oldu ve Ankara Elektrik ve Havagazı İşletmesi'nde çalışmaya başladı. Yaşlılığında Atatürk'e benzeyen Abdurrahim Tunçak, mütevazı bir yaşamın sonunda, sırlarıyla 1998'de 90 yaşında vefat etti
Hasan Akça
Mesajlar: 1745
Kayıt: 05 May 2008, 22:02

Mesaj gönderen Hasan Akça »

akşam gazetesinden nahegan yalçının yazısı konuyla ilgili aynen aldım



Atatürk'ü göklerden dünyaya indiren film
nagehan@nagehanalci.com



CAN Dündar'ın, Atatürk'ün hayatını anlatan filmi 'Mustafa' bugün gösterime giriyor. Film, Ata'yı güçlü ve lider yönlerinin yanı sıra inancını sorgulayan, karanlıktan korkan, mutsuz ve yalnız bir insan olarak da göstermiş. Kalıplara sıkıştırılmamış bir Ata portresi bu... Nagehan Alçı'nın yazısı...



--------------------------------------------------------------------------------



Atatürk’süz Mustafa

Okul duvarlarından, laiklik tartışmalarından, ulusalcıların tekelinden kurtarın onu. “Sen”leyin. “Sen”lemekle başlar bir insanı anlamak. Onu, kat kat etiketlerinden temizlemekle. Ve hatırlamakla...


* * *


“Beni Hatırlayınız” lafı üzerinden giderek Atatürk üzerine bir film yapan Can Dündar bu düşüncelerle yola çıkmış olmalı. Birkaç gündür filmin gösterime gireceğinin duyuruları yapılıyor, basından takip etmişsinizdir. Filmin adı “Mustafa”.


* * *


“Mustafa”yı pazartesi günü, Dolmabahçe Sarayı’nda düzenlenen galada izledim. Belgesel film, Goran Bregoviç imzalı etkileyici müzikleri, şiirsel fonu ve Atatürk’ü göklerden dünyaya indiren üslubu ile “kendine özgü”. Belki de ilk kez Atatürk ve didaktizm kelimeleri yan yana gelmemiş. Ata’yı güçlü ve lider yönlerinin yanı sıra tanrı inancını sorgulayan, karanlıktan korkan, mutsuz ve doyumsuz bir insan olarak da göstermiş.


* * *


Üstelik bunları onu karalamak için yapmamış. Dündar’ın amacı, Ata’yı eti ve kemiğiyle anlatmak.


* * *


Ben de bu amaca uygun olarak, Mustafa Kemal ile ilgili filmden not ettiğim birkaç özellik üzerinde duracağım. Bunların ilki Ata’nın doğumundan önce su çiçeğinden vefat eden kardeşi Ahmet’in mezarının kurtlar tarafından açılması. Bu olay Zübeyde Hanım ve Ali Rıza Efendi üzerinde travmatik bir etki bırakmış ve Mustafa’nın çocukluğuna yansımış. Hatta belki de onu “düzene isyan”a teşvik etmiş, tanrı inancını sorgulatmış.


* * *


Hep kendi başına olmuş Ata. Yalnızlığına adeta tapınmış. Ama öte yandan da ondan korkmuş. Onu unutmak için gönül ilişkilerine girmiş. Gece uyurken ışığı açık bırakmış. Karanlıklarda, tek başınalıklarda kendi ihtirası ile yüz yüze kalmaya cesaret edememiş...Film, Atatürk’ü özellikle son dönemlerinde derin bir yalnızlık duyan ve bu yüzden acı çeken bir lider olarak resmediyor. Buna şimdiden itirazlar var. Sanırım bu itirazların en önemli nedeni Atatürk’ün imajına zarar verilmesi korkusu. Ama “Mustafa”nın amacı da imajın ötesine geçip, onu her türlü zayıf ve güçlü yönleriyle anlatmak.


* * *


Filmin ilgi çekici diğer yönü ise Ata’nın kadınlarla olan ilişkileri. Milyonları karizmasıyla yönlendirmiş ama kadınlar konusunda hep başarısız olmuş Mustafa Kemal. Fikriye’yi sevmiş ama onu “resmi tamamlayacak çağdaş ve eğitimli kadın” kontenjanına sokamadığı için reddetmiş. Yerine Latife Hanım’ı koymak istemiş. Ama olmamış. Resme uymuş Latife ama kalbe uymamış.


* * *


Film Atatürk’ü müthiş güçlü bir lider ama inanılmaz tatminsiz bir insan olarak resmediyor. O lider önce imparatorluğu ölümden kurtarıyor. Onu, bir hamura şekil verir gibi eğip büküyor. İnsanları yeniden yaratıyor. Ama savaşmak zamanı geçip de eserin olgunlaşma aşamasına gelindiğinde durgun sulara bakıp can sıkıntısından güçsüz düşüyor. Ata hükmetmeyi varlığının öyle ayrılmaz bir parçası haline getiriyor ki etraftaki toz duman kalkınca kendini işlevsiz hissediyor. Bir imparatorluktan devraldığı orduları ve insanları yöneten adam, kendi iç sıkıntısını yönetemiyor.


* * *


Can Dündar ve ekibinin Çankaya’nın özel arşivlerini açarak ve Ata’nın izinde Balkanlar’ı dolaşarak ortaya çıkardığı “Mustafa”, bugün gösterime girdi. Kalıplar ve heykellere sıkıştırarak onu öcüleştirenlere, onun arkasına sığınarak darbe planları yapanlara ya da sadece Kemal’siz ve Atatürk’süz Mustafa’yı merak edenlere duyurulur...



--------------------------------------------------------------------------------



Liberal ülke Türkiye

Bu ülkenin özellikle cinsel özgürlükler açısından muhafazakâr olduğunu iddia edenler: Yanılıyorsunuz! Türkiye’de erkekseniz, hele bir de güç sahibi ve yaşlı bir erkekseniz inanılmaz liberal bir yaşam sürebilirsiniz. İstediğiniz cinsel davranışı sergileyebilir, isterseniz medeni ülkelerde sapkınlık sayılan ilişkiler bile yaşayabilirsiniz.


* * *


Bunun yeni bir kanıtı dün geldi. Vakit Gazetesi yazarı Hüseyin Üzmez tahliye oldu. 14 yaşındaki bir kızla, anne ve babasının sırt sıvazlamaları eşliğinde sürdürdüğü cinsel içerikli ilişki özgürlük olarak değerlendirildi.


* * *


“Sahip destekli” (ebeveyn ya da eş) olduğu sürece kadınların ya da kızların cinselliği ile ilgili bir problem yok. Namus, erkeklerin kendi aralarında, kadınları üzerine yaptıkları bir anlaşma. Bu yüzden boşuna “bekâret yüzünden öldürülen kız” masalları anlatmasınlar. O kızlar bekâret değil, “sahip anlaşmazlığı” yüzünden öldürülüyor.
Hasan Akça
Mesajlar: 1745
Kayıt: 05 May 2008, 22:02

Mesaj gönderen Hasan Akça »

aynı gazeteden bir başka yazarın görüşü bunuda aynen aktarıyorum


Yazarlar / Ali Saydam

‘Gazi’ Can Dündar




Türk Dil Kurumu sözlüğünde Gazi kelimesini aradığınızda üç anlam çıkıyor karşınıza. Üçüncüsü şöyle: “Savaştan sağ olarak dönen kimse!”..

Bu tanım Can Dündar kardeşime tam uyuyor...

Çünkü Can Dündar’ın başına çok daha büyük felaketler gelebilirdi...

Düş kırıklığı, yarattığınız beklenti ile gerçeklik arasındaki mesafenin büyüklüğü oranında büyük olur... Bu noktaya ileride tekrar döneceğiz...

Özel gösterim için Meclis Başkanı Köksal Toptan’ın da adının yer aldığı muhteşem havalı bir davetiye ile çağırıldığımız ilk gece gösterimine, ‘işin içinde devlet oldu mu, boynumuz kıldan incedir’, düsturundan yola çıkarak toplanıp gittik... İki elimiz kanda da olsa giderdik zaten...

Giriş, karşılama, içerideki davet, büyük çadırlar, katılımcıların niteliği ve niceliği her şey tek kelime ile mükemmeldi.

Eşim ‘Dolmabahçe - Naylon çadır’ ikilisinin pek uymadığını mırıldanmaya başlamış olsa da, “Mustafa’ya Dolmabahçe yakışırdı, beş yıldızlı tren istasyonuna benzeyen otel lobisi değil” dedik kendisine... Ağzına kadar dolu iki büyük çadırdan birine attık kendimizi...

Sondan bir önce; Goran Bregovic sahne aldı. Yönettiği orkestra, filmin ana temasını çaldı. İki kadın ‘klasik batı müziği tadında’ bir tuhaf düet yaptılar. Sonra da film başladı...

Filmle beraber de düş kırıklıkları dizisi...

Sadece bizde değil. O gece salondan çıkan neredeyse herkeste... Herkesin sonsuz kredi açtığı Can Dündar ilk kez cepten yiyordu sanki...

Nereden kaynaklanıyordu bu düş kırıklığı? Büyük bir bölümündeki görüntüleri daha önce yüzlerce kere izlemiş olmamızdan mı? Hayır, Dündar araya en azından bir-iki farklı ‘Yeni’ (bilmediğimiz) görüntü koymuştu...

Peki, resmi tarih tezinin dışına mı çıkılmıştı? Hayır tam tersine; tarlada karga kovalamaktan, 10’uncu yıl nutkuna kadar her şey “Emin Oktay’ın lise III Tarih Kitabı”na uygundu... Yüzeysel ve çok...

Peki çok mu yüceltilmiş, putlaştırılmıştı Gazi? Hayır, tam tersine yalnız, hastalıklı, cılız, ayyaş, depresyonlar içinde kıvranan, iktidarı bırakıp her an kırlara kaçmayı planlayan bir Mustafa Kemal vardı karşımızda...

Tamam da nereden geliyordu o düş kırıklığı, insanların yüzündeki o mutsuz ifade?

Ben bir tek akıllıca yanıt bulabildim bu soruya: Başkalarını bilemem, ancak bizde düş kırıklığını, beklentinin bu kadar yukarı çekilmesi yaratmıştı...

Biz ‘Aslan vurması’nı beklemiştik Can Dündar’dan... Ancak o geyik vurmuştu mesela... Oysa geyik vurmuş olacağını düşünerek gitseydik tamamen tatmin olmuş olarak ayrılabilirdik o geceden...

Adı ‘Mustafa’ydı mesela. Yani Atatürk’ün arkasındaki kişinin dramı... Belgeseli değil sadece... Fragmanlardan iki şey bekliyorduk: Sadece bir parça değil, baştan sona bir Bregovic şöleni... Sonra belgesel dramanın, drama yanının çok daha yoğun yaşanacağı vaadi... Atatürk rolünde yepyeni bir yaklaşım izleyecektik. Yüzünü yakından hiç göremeyeceğimiz, perdede tek bir kelime etmeyen, ne yaptığı hayal meyal seçilen bir lider değil...

O giriş sahnesinin vaadi anlatılmakla bitmez...

Film bitti çıkıyoruz... Üniversiteden bir hocama rastladım. Dedim ki: “Keşke vaat bu kadar yüksek olmasaydı... Bu gece bana muhteşem bir şölen yaşatacağınıza dair vaatte bulunup, beni...”

Sözümü kesti hocam: “Sonra seni profesörler evine götürmem gibi mi?”...

“Evet” dedim “Tam da öyle... Oysa baştan profesörler evi hedefini gösterseydin, çok mutlu olabilir, en ufak düş kırıklığı yaşamazdım!..”

Mustafa tam da Can Dündar’a yakışan bir belgesel. Öncekiler gibi... Ne bir fazla ne bir eksik... Onun samimiyetinden hâlâ en küçük tereddüdüm yok... Ah şu iletişim ve konumlandırma hatası da olmasaymış... Bu savaştan sadece yaralanmadan döndüğü için değil, zafer kazanmış olduğu için sevinirdim...

Yine de eline sağlık Can

Dündar.

Not: Tüm okurlarımızın Cumhuriyet Bayramı’nı en içten dileklerimle kutlarım
Musa Özateş
Mesajlar: 1205
Kayıt: 17 Mar 2007, 01:17

Mesaj gönderen Musa Özateş »

Ahmet altan yazmış alıntı yapıyorum

Atatürk

Tabii ki insanlar saçmalayabilirler.

Ama saçmalığı bir ideoloji haline getirip “herkes bu saçmalığı tekrarlamak zorunda” dediğiniz zaman sorun da başlamış demektir.
Can Dündar’ın “Mustafa” filmi fevkalade ciddi bir saçmalama yarışı başlattı.

Filmle ilgili şöyle eleştiriler okudum:

“Atatürk’ü kısa göstermiş.”

Eee, ne olmuş?

Uzun boylu muydu Mustafa Kemal?

Yoo, kısa boylu, ince sesli bir adamdı.

Onun bu fiziksel özellikleri, onun yaptıklarını ya da yapmadıklarını değiştirir mi?

“Atatürk’ü içki içerken gösteriyordu,” diyorlar.

İçmiyor muydu?

Sıkı içiciydi ve içiyordu.

Ne var bunda?

Tabii filmle ilgili asıl söylemek istedikleri şu:

“Atatürk’ün insani zaaflarını gösteriyor.”

Yok muydu Atatürk’ün insani zaafları?

Vardı ve çoktu.

Kimin yok ki?

Hepimizin var.

Mesele tam da burada işte.

“Atatürk sıradan fanilere benzeyemez, benzetilemez, o bizler gibi değildir.”

“Onun insani zaafları olamaz.”

Türkiye’nin çok önemli kilitlerinden birini çözecek soru burada karşımıza çıkıyor işte.

“Neden Atatürk’ü insanüstü biri gibi anlatmak istiyorsunuz bize?”
Niye onun önemli bir lider, tarihte yerini almış bir şahsiyet olması yetmiyor da, ona “tanrısal” bir görüntü yüklemek istiyorsunuz?
Bir insanı, bütün insani zaaflarından soyarak tanıtmak, ona bir tür “dinî dokunulmazlık” sağlamaya uğraşmak, “laiklikle” ne kadar bağdaşır, o da ayrı bir soru.

Her dinden insan için “peygamberi” kutsaldır, buna rağmen peygamberlerle ilgili filmler yapıldı.

Hatta Hıristiyanlar kendi peygamberleriyle dalga geçen filmler bile çektiler.

Bizde ise, Atatürk’e, neredeyse “peygamberlerin” bile sahip olmadığı bir “tanrısallık”, bir dokunulmazlık yüklemeye uğraşıyorlar.

Neden yapıyorlar bunu?

Çünkü Atatürk, bu ülkenin yaşadığı birçok çarpıklığın, çürümüşlüğün sorgulanmasını önleyen bir kalkan gibi kullanılıyor birçokları tarafından.

Atatürk’e “tanrısal” bir statü verip, onun arkasına saklanıyorlar.
Şu anda, halkı tarafından böyle algılanan ve böyle algılanması için çaba gösterilen bir tek “lider” var.

O da Kuzey Kore’nin yöneticisi.

Doğrusu ya, Atatürk’ün o adama benzetilmek isteyeceğini de hiç sanmıyorum.

Kendi yaptıklarını Atatürk’ün arkasına saklanarak yapmak isteyenler, saçmalıklarını gittikçe artırıyorlar.

Ne İskender, ne Napolyon, ne Lenin, ne Washington kendi halkları tarafından böyle değerlendirilmiyor.

Değerlendirilmemesi de gerekir.

Bu insanlar, özel yetenekleri olan liderlerdi.

Ama hepsinin de zaafları vardı.

O zaafların açıkça bilinmesine, söylenmesine rağmen hâlâ saygı görürler, halkları, insanları onları zaaflarıyla sever ve saygı gösterir.

Ya da sevmez ve saygı göstermez.

Atatürk bir diktatördü.

Bunu kendisi bizzat Fethi Okyar’a da söylemişti.

Katı bir adamdı.

Muhaliflerine karşı çok sertti.

Çok ihtiraslıydı.

Bir asker olarak kendisini çok mutlu edecek kadar büyük başarılara sahip değildi ve yaşadığı dönemde onu en çok kızdıran eleştirilerden biri “bir meydan savaşını bizzat kazanmamış olduğunun” söylenmesiydi.
Buna karşılık olağanüstü iyi bir örgütçü, dengeleri her zaman çok iyi gözeten yetenekli bir politikacıydı.

Kendi ilkeleri yoktu, duruma göre görüşlerini değiştirirdi, pragmatikti.

Kendine ait bir kuramı, derinliğine kapsamlı bir fikir sistemi bulunmuyordu.

“Bu, Mustafa Kemal’in kendi fikriydi, daha önce hiç söylenmemişti” diyebileceğiniz tek bir fikir bile bulamazsınız zaten.
Batılı bir hayat tarzını Türkiye’ye getirmek isterdi.

Ve o Batılı ülkeyi de kendisinin yönetmesini isterdi.

Bir asker olduğu için “emirlere” inanırdı.

Klasik Batı müziğini bile Türk köylüsüne emirle sevdirebileceğini sanmıştı.

Denemişti.

Bunu “iyi niyetli” bir şekilde yapmıştı, çünkü Sofya’da, Selanik’te, Berin’de gördüğü hayatın Türkiye’de de yaşanmasını istiyordu.
Sadece o hayatın nasıl şekillendiğini, hangi aşamalardan geçilerek o noktaya gelindiğini bilmiyordu.

Zorla şapka giydirip, zorla müzik dinleterek Batılı bir toplum yaratabileceğini sanıyordu.

Yaratılamazdı, yaratamadı.

Ama Kurtuluş Savaşı’nı çok iyi örgütledi, cumhuriyeti kurdu.

Liderliği ile ülkenin önemli bir dönemeçten geçmesini sağladı.
Bu gerçek değişmez.

Atatürk’ün zaafları bulunan bir insan olduğu gerçeği de değişmez.
Onun kurduğu cumhuriyetin hâlâ demokratikleşemediği gerçeği de değişmez.

Zaten gerçekleri değiştirmeye değil, o gerçekleri görmeye ihtiyacımız var.

O gerçekler görüldüğü zaman Atatürk’ün ne değeri eksilir ne de değeri artar, sadece onun arkasına saklananların asıl yüzü ve amaçları ortaya çıkar.

Esas korktukları da bu, onun için bu kadar saçmalıyorlar zaten.

AHMET ALTAN-TARAF
Cevapla

“Vizyondaki Filmler ve Sinema” sayfasına dön