İmamet Misyonu

Peygamberden sonra, Müslümanların rehberi ve lideri İmamet makamına sahip olan 12 İmamlarındır.
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

Hazım Koral'ın imamet misyonu, Hz Fatıma, Hilafet ile ilgili yazılarını ve tarihi konuların toplandığı birtakım yazılarını burada paylaşacağım. Araştırmacılara ve meraklılarına faydalı olabilece makaleler olduğunu düşünüyorum. Özellikle Şii olmayanların okuması gereken bir yazı dizisi olduğu kanaatindeyim. Bu makaleler umarım birçok kişiye daha derin araştırmalar yapmak üzere bir kapı aralayacaktır.

Yazarın yazılarını alıntıladığım rasthaber.com'da yazarım gelen eleştirilere verdiği bir cevabı yazarı tanımak için buraya kopyalıyorum. Ondan sonra ilgili makaleleri alıntılayacağım.



Hazım Koral 17-09-2011, 21:59:44
Şahsımı eleştiren Sayın okuyucularım! Öncelikle sizleri üzdüğüm için hepinizden özür dilerim. Yazdıklarıma karşı bakış açınız belki değişmeyebilir, ancak kısaca ben kendimi size tanıtmak istiyorum: Ben bir müstebsirim. Bu da ne anlama geliyor diyenleriniz olacak elbet.. Yani Ehl-i Beyt hakikatini sonradan keşfetmiş biri.. Ben Sünnî bir ailede doğdum ve Sünnî bir çevrede büyüdüm. Rahmetli babamın kütüphanesinde Elmalılı Hamdi Yazır'ın Hak Dini Kur'an Dili, Mevdudi'nin Tefhimul Kur'an'ı, Seyyid Kutub'un Fi Zilâlî Kur'an tefsirleri, Buharî, Tirmizî, Ebu DAvud, İbn-i Mace ve Nesaî hadis külliyatı (Kütüb-ü Sitte) Feteva-i Hindiye, Asım Köksal'ın İslâm Tarihî vs. ciltler dolusu kitap ve yüzlerce eser. İstisnasız hepsi Sünnî kaynaklar. Biz bu eserlerle babamızın ve bir takım yine Sünnî alimlerin rahle-i tedrisinden geçtik. Bu kitaplarla hem hâl olduk, bu eserlerle haşır neşir olduk. 300 dolaında eseri okuyup tetkik ettim. Gel zaman git zaman dünyevî ilim ve maişet için İsviçre'de bulunduğum tarihte yani 78'in sonbaharı, dünya medyası bugünkü "Arap Baharı"nı (zahiren) andıran halk hareketinin İran'da vuku buluşuna tanık olduk. Halkın aylar süren mücadelesinden sonra İmam Humeynî (r.a) devrimin lideri olarak 14 yıllık sürgün hayatından sonra 1 Şubat 1979 da Tahran'a dönüyor. Ve 11 Şubat 1979'da Rabbimiz İslâm Devrimi'ni zafere ulaştırıyor. Bu devrim uzun süre dünya medyasının gündeminden düşmüyor. Özellikle hiç bir mezhep ayırımı yapmadan alenen İslâm'a ve İslâm şeriatine düşman olan medyanın büyük kesimi sürekli menfi propaganda yapmakla meşgûldü. Bu meşgûliyet hâlâ da devam etmektedir. Tabi ki insanda merak diye bir şey var! Hele İslâm adına yapılmış bir devrimse buna ilgi duymamak ne mümkün! Bu devrimin temel dinamikleri nelerdir? İlhâmını nereden almaktadır? İslâm'ın "Devlet" olma talebi vardır ve bu nasıl tesis edilecektir? Devrimi yapanların Şiî olduklarını görüyoruz! Bunların mezhep anlayışları nasıldır? Sünn'likle ayrışan yönleri nelerdir? Bu ve benzeri birçok sorular zihnimizi meşgul etmekteydi. Neyse ki, bir kısım ilahiyatçılarımız gidip devrimi yerinde tetkik ettiler. Türkiye'ye döndüklerinde "İran İslâm Cumhuriyeti Şerî Kurallara Uygun Bir Devlettir" başlığı altında müspet görüşler ortaya koyup halkımızı aydınlığa kavuşturmuş oldular. Tabiri caizse fanatik bir Sünnî olan Hazım Koral bu ve benzeri bir çok açıklamalar ve devrimle ilgili okuduğu yüzlerce eserle yetinmeyip bizzat kendisi bir araştırmacı gazeteci sıfatıyla (o zamanlar bir gazetede araştırma yazılarım yayınlanıyordu) Tahran'a ve akabinde Kum şehrine gidip bir takım siyasilerle görüşmeler yapıp ve Ayetullah Erdebilî, (Ki kendisi 12 yıl Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yapmış bir şahsiyettir), Ayetullah Cevadî Amuli, Ayetullah Cafer Subhanî, Ayetullah Behçet gibi devrimin manevî önderleri ve mümtaz şahsiyetlerle mülâkatlarda bulunup mutmain bir kalp ile İsviçre'ye geri döndüm. Edindiğim intiba ve yayınlamış oldukları fetvalardan yola çıkarak özellikle şunu belirtmiş olalım ki, oradaki siyasî mesuller ve ulema Şiî'si ile Sunnî'si ile İslâm ümmetinin vahdetini öncelemekte ve önemsemektedirler. Ve bu nedenle Sünnî kardeşlerimizin hassasiyetlerini göz önünde bulundurup mezhep ihtilafından kaçınılmasını ısrarla vurgulamaktadırlar. Özellikle kan içici emperyalistlerin oluk oluk Müslüman kanı akıttığı günümüzde her zamankinden daha çok ümmetin birlikteliğine ve vahdetine ihtiyaç var. Uzun lafın kısası: Beni eleştiren sevgili kardeşlerim sizden istirham ediyorum, bu yazdıklarımızı ihtilâf olarak görmeyin! Bunların çoğu zaten Sünnî kaynaklardan alıntı. Bakınız Batılı emperyalistler aralarındaki çok büyük ihtilâf, farklı görüş ve değişik ideolojilerine rağmen Müslümanlara karşı nasıl birlik oluşturmuşlar ve mütemadiyen saldırıyorlar. Diyeceğimiz o ki, sahabeler masum değildir ve hatalar yapmışlardır. Ama bunları görmemek ve örtbas etmek hakikati asla değiştirmez. Manevî anlamda Ehl-i Beyt'in fazilet ve üstünlüğünü hiçbir Sünnî kardeşimiz inkâr etmemekte. Tamam ama iş siyasî rehberiyet ve velâyete gelince "vakıa"ya veya bugünkü deyimle "konjonktür"e teslim olunmakta. (Yani olmuş olan hadiseler kabullenilmekte-sineye çekilmekte. Ben bizzat birçok Sünnî alimle bu kunuları konuşup tartıştım. "Haklısınız ama olan olmuş bir kere" diyorlar. Ve en acısı, "Her doğru her yerde söylenmez" deyip kestirip atmaları yok mu, bu bizi üzüyor. Yine belki üzmüş olucam sizi ama bu yaklaşım bir yönüyle "araf"ta kalmaktır, bir yönüyle de mümeyyiz olamamanın ilânıdır. Biz Ehl-i Beyt aşıkları olarak sadece "Kerbelâ" anıldığında veya aklımıza geldiğinde içimiz yanmıyor! "Sakife" dendiğinde de içimiz burkuluyor. Beni eleştiren kardeşlerim sizden istirhamım Kevser Yayınevi tarafından basılmış birçok kitap var sizi aydınlatmaya namzet. Ben size acil olarak oradan birkaç kitap alıp okumanızı salık veriyorum. Örneğin benim gibi sonradan Şiî olmuş Tunuslu Muhammed Ticani' nin eserleri, Seyyid Muhammed Musevî'nin Peşaver Geceleri, Kadı Behlül Behçet Efendi'nin Teşrih ve Muhakeme adlı eserleri... Ayrıca Ali Erdem adlı yazarın İslâmı Doğru Anlamak isimli eseri ki bu eserin içerisinde "Ümmet Bilinci" diye bir bölüm var veâyet perspektifi ile yazılmış olması hasebiyle mutlaka okunmalı.. Saygılarımla ..
Allah'a emanet olun.



------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------------
MAKALELER

EHL-İ BEYT'İ TANIMAK (İmamet Misyonu)




HAZIM KORAL







ÖNSÖZ

Bismillahirrahmanirrahim

Ehl-i Beyt imamlarının (Allah'ın selamı Sevgili Peygamberimiz'e ve onların tümüne olsun)dünya insanlığına bıraktıkları mirasa sahip çıkılması sonucu başta sosyal, siyasal ve ahlâksal olmak üzere bütün açmazların, bütün olumsuzlukların bertaraf edilebileceği, bilen için izahtan varestedir. Ancak bırakınız dünya insanlığını, bugün kendilerini İslâm'a isnad eden ümmetin ezici çoğunluğu bu mirasın varlığından bile habersiz.

Sorumluluk sahibi bir mü'min olarak amacımız Ehl-i Beyt imamlarını ve onların İlahî misyonunu tanıtmaya çalışmaktır. Zira Kur'an ve sahih sünneti anlamanın yolu Ehl-i Beyt imamlarını ve onlara tevdi edilen İlahî nurlu yolu tanımaktan geçmektedir.

Ehl-i Beyt imamlarıyla ilgili ilk dikkatimizi çeken husus Yüce Allah tarafından mutahhar ve vehbî ilimlerle mücehhez kılınmış olmalarıdır. Bunun Rabbimiz tarafından böyle takdir edilmesi ise hiç kuşkusuz, Kur'an ve sahih sünnetin muhafızlığı, mümessilliği ve müfessirliği içindir.

Toplumsal düzenin hak ve adalet ölçeğinde tanzim edilmesi, insanlara hidayet yollarının gösterilmesi, Allah Subhanehu ve Teâlâ'ya ibadet ve kulluğun ilke, prensip ve şekillerinin en ince teferruatına kadar katışıksız bir şekilde yalın ve özgün yapısıyla ümmete aktarılması imamların mutahhar ve vehbî ilim sahibi olmalarını zorunlu kılmaktadır.

Zira Allah Subhanehu ve Teâlâ'ya şek ve şüpheden uzak-katışıksız, gönül huzuru ve mutmainliği içerisinde kulluk sunmak için olmazsa olmaz dediğimiz hayatî öneme haiz ibadî temel rükünler yanılabilir insanların öngörüleriyle şekillenemez. Kısacası edim ve ibadete taallûk eden “hak” prensipler kıyas ve ihtimaller üzerine bina edilemez.

“Hak ile batılı birbirine karıştırmayın..” (Bakara:42)

“Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha hak sahibidir, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mı?” (Yunus:35)

Biz Müslümanlar dinimizi en ince detay ve ayrıntısına kadar gerçek ve yegane Nübüvvetin mümessili ve varisleri olan, Yüce Allah'ın bu seçkin kullarından öğrenmeliyiz. Öğrenmeliyiz ki, hak ile batılı, doğru ile yanlışı birbirine karıştırmış olmayalım ve derdini-şikayetini mübaşire anlatanlardan olmayalım.

Kısacası ilmi aslından, menşeinden, kaynağından öğrenmeliyiz.

Ne yazık ki, Yüce Allah'ın “oku” emrine rağmen günümüz Müslümanlarının en büyük zaaflarından biri okumamak, araştırmamak, incelememek, tahlil ve etüt etmemektir. Rabbimiz Kur'an-ı Kerim'in birçok ayetinde, “Düşünmez misiniz?” “Akıl etmez misiniz?” “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer:10) diyerek bizlere aklımızı kullanmayı emretmektedir. Ancak ne yazık ki, yerli yerinde kullanılması için Yüce Allah'ın bahşedilmiş olduğu akıl, (birçokları tarafından) Emevî zihniyetinde olup da ortalıkta alim diye geçinen zevatın ipoteğine verilmiştir.

Bu nedenle günümüz Müslümanlarının büyük ekseriyeti Ehl-i Beyt konusunda son derece bilgisiz ve önlerinde koskocaman Emevi bariyeri var. Diyeceğimiz o ki halâ ümmetin ezici çoğunluğuna Emevî zihniyeti hakimse vah Müslümanların haline! Bugün Müslümanların pek çoğu Ehl-i Beyt konusunda sınıfta kalmış durumda. İçimiz dilhûn olarak bu acı gerçeği gözlemlediğimiz için bu konuyu kaleme alıp incelemeye niyetlendik.

“Ya mukallibel kulub sebbit kalbi ala din-i İslam.”



GİRİŞ

Bu satırlar Yüce Allah'ın seçkin kıldığı ve Sevgili Peygamberimiz (s.a.a)'den sonra Müslümanların velâyet ve rehberiyetini kendilerine tevdi ettiği mutahhar Ehl-i Beyt imamlarının ümmet nezdindeki konumlarını vuzuha kavuşturmak amacı ile yazılmıştır.

Ehl-i Beyt konusunda istisnasız bütün ümmetin ittifak ettiği konu şu: Ehl-i Beyt imamları Yüce Allah'ın velî kullarıdır ve ümmetin manevî liderleridirler. Ve istisnasız bütün tarikatların menşei o mümtaz şahsiyetlere isnad edilmektedir. Oysa haklarının gasp edilmiş olması onların yüce ve ulvî makamlarına halel getirmemekle birlikte siyasi rehberliklerinin olmadığı da anlamına gelmez. Zira dinin bir yönü de dünya işlerinin tanzimine matuftur. Yani İslam, ibadeti siyaset, siyaseti ibadet olan bir dindir. Ehl-i Beyt imamlarının gerçek konumları da bu minval üzeredir.

İslam ümmeti Ehl-i Beyt imamlarının mutlak manada Yüce Allah'ın evrensel teşriî yasalarına bağlı olarak hak, adalet ve özgürlük temeline dayalı siyasi rehberliklerinden fiilen faydalanmış olsaydı hiç kuşkusuz dünyanın çehresi bugün böyle olmayacaktı. Kadim tarihlerde de nice ümmetler peygamberlerin getirdikleri ilahi mesajlardan kendilerini mahrum ettiler. Nice peygamberler yalanlandı, nice uyarıcılar tekzib edildi. Bu nedenle nice ümmetler de kendilerine yazık ettiler. Kendilerine gönderilen kitapları ve kitapların canlı şahit ve mümessillerini mahcûr (terk edilmiş bir vaziyette) bıraktılar.

“O gün Peygamber der ki, 'Ey Rabbim, bu kavmim Kur'an'ı mahcûr bıraktı.” Furkan:30)

“Yaşayan Kur'an görmek isteyen Ali'ye baksın.” (Hadis)

Kur'an'ın metin olarak terk edilmesi, cisim mesabesinde olanın da terk edilmesi demektir. Zira Kur'an'ın 313 ayeti Ehl-i Beyt'ten söz etmektedir. Yani Kur'an'sız Ehl-i Beyt, Ehl-i Beyt'siz Kur'an düşünülemez. Ayrıca Kur'an ilminin mirasçısı-mümessili onlardır.

Ancak ne yazık ki, garipsediğimiz bir durum var ortada: Kendilerini İslam'a isnad ettikleri halde, nefislerine uyarak dini vecibelerini yerine getirmeyenler değil, namazında niyazında olup da Ehl-i Beyt hususunda “duyarsız” olanlara ne demeli?

“Oysa siz kitabı okumaktasınız.” (Bakara:44)

Kitap okunuyor okunmasına da, teveccüh edilmesi, sığınılması, peşi sıra gidilmesi gerekenlerin önüne Emevî bariyeri konulmuş...

Alemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygaberimiz (s.a.a), “Benim Ehl-i Beytim Nuh'un (a.s) gemisi gibidir, ona sığınan kurtuluşa erer, yüz çeviren ise helak olur.” diye buyurarak biz ümmetini uyarmaktadır.

Yine Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), “Benden sonra dalalete düşmeyesiniz diye size iki büyük emanet bırakıyorum. Birincisi Allah'ın kitabı Kur'an-ı Kerim. İkincisi Kur'an ile benim sünnetimin muhafızı olan îtretim-Ehl-i Beytim.” diye buyurmaktadır. Başka bir hadis-i şerifte: ”Ehl-i Beytim'den öne geçmeye kalkışmayın, geri de kalmayın. Onlara öğretmeye kalkışmayın. Onlar sizden bilgilidirler. Aksi takdirde helâk olursunuz.”

Yüce Rabbimiz bakın bu konuda ne buyuruyor: “İşte bu, Allah'ın iman edip de iyi iş ve hareketlerde bulunan kullarına müjdelemekte olduğu saadettir. De ki: 'Ben bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum, ancak sizden akrabaya-Ehl-i Beyt'ime meveddet-sevgi ve ihtiram göstermenizi istiyorum...” (Şura:23)

Kısacası ifade etmek istediğimiz o ki, kendilerine sevginin, ihtiram ve itaatin farz kılındığı Ehl-i Beyt imamlarını misyonlarıyla birlikte tanımamız lazım. Onların önderliğini-velâyetini kabul edip, onların yolundan gitmemiz bizler için mutlak farz olan imani bir vecibedir. Aksi halde Rabbimiz muhafaza buyursun dalalete düşenlerden oluruz.

“Ya Rabbi, bizleri sırat-ı müstakim üzere olanların, kendilerine nimet verdiklerinin yoluna ilet. Gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil.” (Fatiha:5-7) İşte sırat-ı müstakim üzere olan ve kendilerine imamet nimeti verilenler onlardır.




TEKLİFE TEPKİLER VE İMAM ALİ'NİN İCABETİ

Seçmek ve nasip etmek alemlerin Rabbi olan Yüce Allah'a mahsustur...

“... Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete eriştirir.” ( Şura:13)

Hz.Ebu Talip maddi sıkıntılar içerisinde maişet derdine düşünce, yükünün hafifletilmesi için Hz. Abbas, Cafer'i, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a)'de Ali'yi bir nevi evlatlık olarak yanlarına alıyorlar. Allah'ın hikmetinin tecellisi böyle başlıyor. Hz. Ali henüz 8-10 yaşlarındadır. Sevgili Peygamberimiz(s.a.a)'e risaletin tevdî edildiği günler.

“Yakın akrabanı uyar.” (Şuara:214) İlahî emir ile Sevgili Peygamberimiz(s.a.a) akrabalarına yönelik bir davet sofrası hazırlıyor ve teşrif buyuran yakınlarını Allah'ın elçisi sıfatı ile İslam'a davet ediyor. Ancak davetlilerin bazılarından homurdanmalar ve itiraz sesleri yükseliyor. Özellikle Ebu Lehep alaycı bir uslupla ortalığı velveleye vererek şarlatanlık yapıyor.

O güne kadar Mekke halkı tarafından olduğu gibi , aşireti tarafından da sayılan, sevilen ve “emin” sıfatı ile anılan Sevgili Peygamberimiz'in(s.a.a) yalanlanıp alaya alınması şefkat ve merhametle dolu yüreğini nasılda incitmiştir. Elbette ki, bu ilk deneyiminde hiç beklemediği bir bönlükle ve hodkamlıkla karşılaşması duygularını örselenmiş, kalbini burkmuştur.

Öylesi bir haletî ruhîye içerisinde başını önüne eğip hüzün ve kasvet içerisindeki halini Rabbine arz etmişti.

“And olsun, onların alaycı tavırlarına ve söylemekte olduklarına karşı senin göğsünün daraldığını biliyoruz.”(Hicr:91)

Sonuçta davetliler dağılıp gidiyor.

Resulullah (s.a.a),sükut-î hayale uğradığı bu olaydan kısa bir süre sonra toparlanıp davetini yineliyor.

“Öyleyse fayda versin (veya vermesin) sen Kur'an ile öğüt ver (tebliğ vazifene devam et). Muhakkak Allah'tan korkan öğüt alacaktır. Kafir olanlar ise öğüt almaktan kaçınacaktır.(Ala:9-11)

Allah Resulü (s.a.a) ilk davetinde kendisine yönelik hakaretamiz tutum ve davranışlar karşısında yediği bu ilk darbe ile yine de umudunu yitirmemişti. Ağır bir yükü omuzladığının farkında ve bilincinde idi. Bu nedenle Allah'a tevekkül edip, sabır silahını kuşanarak, daha önce olanlara bir sünger çekip, mütebessim bir çehre ile akrabalarına, Nübüvvet misyonunu, alemlerin Rabbi olan Allah tarafından görevlendirilmiş “elçi” olduğunu ve İslam'ın hayat bahşeden güzelliklerini tekrar anlatmaya koyulmuştu.

Bu ikinci davet daha sakin ve yumuşak bir atmosferde geçiyordu. En azından ilk toplantıdaki gibi menfî ve tepkisel bir tavır bu sefer sergilenmemişti. Sordukları sorularla iyi bir münazara ortamı oluşmuştu. Aldıkları ikna edici cevaplarla, hiç kuşkusuz zihinlerinde bir takım ukdelerin meydana gelmesine vesile olmuştu. Ancak henüz tam bir teslimiyetle iman eden çıkmamıştı.

İnsan, psikolojik anlamda özellikle de meta fizik (gaîb)alemle ilgili olarak ilk defa duyduklarına karşı tereddüt göstermesi, acabalarla düşüncesinde ukteler oluşması, aklı ile “teklif” üzerinde yorum ve muasebeye girişmesi fıtri bir durumdur. Her ne kadar Hıristiyanlık hakkında bir takım ön bilgileri olsa da ve aralarında Hanîf dinine mensup olanlar bulunsa da Mekke toplumu genel olarak pagan-putperest bir inanca sahipti.

Allah Resulü (s.a.a) ise, muhataplarına alemlerin Rabbi'nin bir tek İlah olduğunu, sadece O'nun buyruklarına-şeriatine göre bir hayat yaşanması gerektiğini, putların ise hiçbir kudret ve sıfata sahip olmadığını, kısacası onların ilâh olamayacaklarını söylüyordu. Onların önünde tazim ile eğilmenin, onlardan medet ummanın yanlışlığını aktarıyordu.

Sevgili Peygamberimiz(s.a.a), sadece somut anlamda Allah inancından öte sosyal sorunlara da değiniyor, kangren olmuş toplumsal yaralara da neşter vuruyordu. Zira İslam, gelişi ile birlikte sadece akidevi olarak değil toplumsal sorunların bertaraf edilmesi noktasında da büyük bir devrimi hedefliyordu.

Bu nedenle Allah Resulü (s.a.a), Mekke oligarşisini eleştirip, insanın insana tahakküm etmesinin, insanların köle gibi alınıp satılmasının yanlışlığını dile getiriyordu. Kadın haklarından, kız çocuklarına yönelik zulüm ve katliamlardan söz ediyordu. Tefecilik ve faizin haram olduğunu, mülkün Allah'a ait oluşunu, gelir dağılımının adil olması gerektiğini söylüyordu.

Allah Resulü'nün(s.a.a), aklı selim her insanın kabul edebileceği mantıkî delillerle onların gönüllerine hitap etmesi, kalplerinin de yumuşamasına neden olmuştu. Bu durum hâl ve hareketlerinden açıkça seziliyordu. İman etmelerine adeta ramak kalmıştı. Herkes birbirini süzüyor, birbirine bakıyordu. Ancak az önce değindiğimiz gibi henüz içlerinde imanını açık bir biçimde izhar eden çıkmamıştı.

Bütün bu konuşmalarından sonra Sevgili Peygamberimiz(s.a.a), muhatabı olan akrabalarına, “ Bu ilahi davam için aranızda bana ilk iman edip de vasim olmak isteyen yok mu? Kim bu ilahi payeye erişmek ister?” diye seslendi. Hiç kimseden ses çıkmamıştı, ancak Ali (a.s) oturduğu yerden ayağa kalkarak “Ben ya Resulullah.” diye cevap verdi. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) onun oturmasını işaret ederek sorusunu tekrarladı. Yine Ali (a.s)den başka cevap veren olmamıştı. Bu soru üç kez tekrarlandı. Üç kez de cevap veren Ali (a.s) olmuştu.

Akrabalarından o an müspet bir cevap alamayışı Allah Resulü'nü (s.a.a) elbetteki üzmüştür, ancak Yüce Allah'ın muradı başka idi. Ali'nin (a.s), “Ben ya Resulullah.” demesi ile, “Söyleyene değil, söyletene bak.” hakikati tecelli ediyordu. Bu noktada Allah Resulü'nün (s.a.a) kişisel bir tercihte bulunma hakkı yoktu.

Zira, o (s.a.a) ne söylerse hevadan değil, vahyin dili ile söylüyordu. (Necm:3-4)

Ve Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), Ali'yi (a.s) işaret ederek, “İşte o benim yardımcım ve vasimdir”. dedi.

“Senin kendilerini çağırmakta olduğun şey onlara ağır geldi. Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete eriştirir.” (Şura:13)

“...Daha çocuk iken ona hikmet verdik.” (Meryem:12)

Evet, İmam Ali (a.s) 8-10 yaşlarında bir çocuktur, ancak “akîl” bir çocuktur. Feraset ve basiret sahibi bir çocuktur. Yüce Allah'ın lütfuna, ihsanına ve ikramına mazhar olmuş bir çocuk...

Putlara ve şirke bulaşmadan tevhidî hakikatin şahidliğine ulaşan mutlu çocuk. Ve Yüce Allah'ın kutlu kıldığı “vasi” çocuk.

Görüldüğü gibi, nübüvvet hattının devamı olan imamet ve velâyet makamının Ehl-i beyt'e tevdî edilmesi risaletin ilk günlerine tekabül etmektedir.
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

İLİM ŞEHRİNİN KAPISI (İmamet Misyonu-2)
14/06/2010 - 16:00



HAZIM KORAL






Bismillah

İmam Ali (a.s) hem teorik, hem pratik olarak 23 yıl sürecek olan eğitim ve öğrenimin ilk adımını “vasî” vasfına kavuşarak atmıştı.

İmam'ın (a.s), iman ettikten sonra ilk pratize ettiği edim-ibadet ise, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) ve Hatice validemizle birlikte Kâbe'de kıldığı namazdır.

Teoloji veya ilahîyat dediğimiz ilmin ötesinde İmam Ali'nin (a.s) göreceği tedrisat, nübüvvetin devamı olan imamet misyonu ile ilgili idi. Nasıl ki nebi ve resullerin, ilahî buyrukların insanlara deklare edilmesi ve dine sosyal hayatta işlerlilik kazandırılması noktasında bir vazifeleri var idiyse, aynı şekilde Peygamberimiz'den (s.a.a) sonra dinin muhafazası yani, dinin tahrifattan korunması, hükümlerin tevili ve şeriatın icrası bağlamında Yüce Allah seçkin ve mutahhar kıldığı imamlara da ilahî bir misyon yüklemiş bulunmaktadır.

“Sizi başıboş bırakacağımı mı sandınız?” (Kıyamet:36)

Eşyanın tabiatı boşluk kabul etmediği gibi, yeryüzünün hüccetsiz kalması asla düşünülemez, zira Rabbimiz adil-i mutlaktır. Bu nedenle İmam Ali (a.s), Peygamberimiz'den (s.a.a) sonra dünya insanlığı için ilk hüccettir. “Vasî” olmanın anlamı budur. Bu minval üzere diyebiliriz ki, İmam (a.s) dünyada hiç kimseye nasip olmayan bir ilahî ayrıcalıkla eğitim ve öğrenim görmüştü Allah Resulü'nden (s.a.a).

Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), her inzal olan ayetin nüzûl sebebini, ayetlerin muhkem ve müteşabih özelliklerini, mutlak ve mukayyed yönlerini, nasûh ve mensûh oluşlarını ilk önce İmam Ali'ye (a.s) öğretiyor, ezberletiyordu. Bütün teferruatıyla ayetlerin açılımını onun hafızasına nakış nakış işleniyordu. Vahy kendisine gelmiyordu, ancak her inzal olan ayetin bire bir şahidi idi.

“Sonra kitabı seçkin kullarımıza miras bıraktık.” (Fâtır:32)

İlmin bin babı öğretilmişti kendisine Allah Resulü'nden (s.a.a). Ve her bir bab, yine biner kapı açımıştı kendisine. “İlmin şehri ben isem, kapısı da Ali'dir. Bana o kapıdan gelin.” (Hadis)

“Evlere kapılarından giriniz.” (Bakara:189)

İmam Ali'nin (a.s) üzerinde ilim sadece bir ziynet değildi elbette. İmam (a.s), her yönüyle ilmi ile amil idi. Bunu takvasında, irfanında, insanî ilişkilerinde, adalet anlayışında, toplumsal sorunların çözümünde, siyasî meselelerde ve cihadında görüyoruz. Hikmet ve feraset onun ayrılmaz bir vasfı idi. Her olaya bakışı, her hadiseyi yorumlama biçiminde bu vasfı bariz bir şekilde görülürdü. Elbetteki bütün bunlar kesbî ilmin yanı sıra vehbî ilim ile de mücehhez kılındığını ortaya koyuyordu.

İlk iki halife, işin içerisinden çıkamadıkları meselelerde, başları sıkıştıkça İmam Ali'ye (a.s)gidip: “Ya Ali, biz bu işin içinden çıkamıyoruz, bu konuda bizi aydınlatır mısın!” diye danışırlardı. Bazen de danışmadıkları halde İmam (a.s) onların yanlış yaptığını görünce veya yanlış hüküm verdiklerine tanık olunca hemen müdahale ederek engel olurdu. Bu hakikat Sünnî kaynakların yetmiş küsur yerinde itiraf edilmektedir. Hatta yine bu kaynaklarda, Ömer ve Ebu Bekir'in, ”Aldığım kararda Ali beni düzeltmeseydi helâk olmuştum.” diye itirafları geçmektedir. Tabi ki düşünen insanın aklına şu ilahî hakikat soruları geliyor:

“ Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha hak sahibidir, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidâyete ulaşmayan mı? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?” (Yunus:35)

“Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?” (Zümer:10)

İmam Ali'nin (a.s), kendi hakkının gasp edilişini İslam'ın bekası ve ümmetin maslahatı için nasıl sinesine çektiğini, 25 yıl boyunca nasıl da sabrederek bu acı olaya tahammül ettiğini onun yüce şahsiyetinin yansıması olarak görüyoruz.

Elbette İmam Ali'nin (a.s) bu tutumu “haksızlık karşısında susmak “ olarak değerlendirilmemeli . Zira İmam (a.s) hak gaspı ile karşılaştığında tabiri caiz ise kapı kapı dolaşıp sahabenin önde gelenlerine Allah Resulü'nün (s.a.a) vasiyetini hatırlatıyor. “Haklısın ya Ali” demeleriyle birlikte, çoğunun suskunluğu İmam'ı adeta keder ve hüzne garkediyordu. Öte yandan, Ebu Süfyan “silahlı adamlarımla bunların üzerine gidelim” deyince, İmam maksadın “fitne” olduğunu seziyor ve bu teklifi reddediyor. Bilahare İmam Ali (a.s) kahredici bir yalnızlık içerisinde evine kapanıyor. Ancak evinde de rahat bırakılmıyor. Ömer ve adamları tarafından evi kuşatılıp yakılmaya teşebbüs ediliyor. Yaka-paça, karga-tulumba derdest edilip beyat için Mescid-i Nebevî'ye götürüldüğünde de Ömer tarafından ölümle tehdit edilmesine rağmen haksızlık karşısında susmuyor ve imametin kendisine ait bir hak olduğunu dile getiriyor. Ve beyat etmeden evine geri dönüyor.

İmam Ali'nin peşi sıra, tarihi süreç içerisinde diğer Ehl-i Beyt imamlarına yönelik hak gaspı ve zulümlerde de yerine göre hakkı haykırmanın, yerine göre sabır ve tahammülün çeşitli tezahürlerini müşahade ediyoruz. Onlarda aynı ilim, irfan, hikmet, aynı sabır ve tahammülle bezenmiş ve yoğrulmuşlardı.

İmam Ali (a.s) ile birlikte vehbî ilim bütün Ehl-i Beyt imamlarına Yüce Allah tarafından bahşedilmiş bir lütûftur. Tıpkı mutahharlık sıfatı gibi. (Ahzab:33) Bu özelliklerinden dolayıdır ki, Yüce Allah kendilerine itaati farz kılmıştır. (Şura:23, Nisa:59) Özellikle Nisa suresinin 59'ncu ayetinde geçen “...Sizden olan ulûl emre itaat edin.” den kasıt, Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) de buyurduğu gibi Ehl-i Beyt imamlarıdır. Zira mutlak itaat mutahhar olana farzdır.

Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a)” Ali hak iledir, hak Ali iledir. Ali ne tarafa dönse hak o yöndedir.” sözü, İmam Ali'nin (a.s) vehbî ilmini ve mutahharlık sıfatını izhar etmektedir.

Yine aynı şekilde, ”Ali Kur'an ile, Kur'an Ali iledir ve onlar kıyamete dek birbirinden ayrılmaz”.

“ Yaşayan Kur'an görmek isteyen Ali'ye baksın.”

“Ali sırat-ı müstakimdir.”

“Ali, dinin direğidir.”

“Ben ilmin şehri isem kapısı da Ali'dir. İlim talep etmek isteyen o kapıdan gelsin.” hadisleri aynı hakikati ortaya koymaktadır. İmanı ile, zühd ve takvalı yaşayışı ile, az önce sözünü ettiğimiz faziletleri ile mutlak hakikatin temsilciliğini ve Kur'an'ın mücessem halini İmam Ali'de (a.s) görüyoruz.

“..Yanında kitabın ilmi olan kişi..” (Rad:43)

İmam Ali'yi (a.s) Kur'an'ın hem hafızı, hem muhafızı, hem tercümanı ve hem yaşayanı olarak tanıyor ve biliyoruz.

Hayatı boyunca İmam'ı hakkın temsilcisi, hakkın şahidi, hakkın tebliğ ve tebyincisi olarak müşahade ediyoruz.

Bu noktada İmam Ali'nin (a.s), “Hak ehlini tanıyabilmek için önce hakkı tanı.” sözü bir şiar olarak karşımıza çıkmakta ve kendisini tanımada da mihenk olmaktadır.

Öyle ki, İmam'ın (a.s) hakkın şahidi oluşunu ve ilimdeki yüceliğini “Nehc'ül Belaga” isimli eserinde de görmekteyiz. Hutbelerinden ve hikmetli sözlerinden oluşan bu eser, vahyin altında fakat insanüstü bir konumda olması ile meşhurdur. “Nehc'ül Belaga”yı okuyup tetkik eden konunun uzmanı yetkin alimler böyle bir kanaata varmaktadır. Zaten adı üzerinde. “Nehc'ül Belaga” sözü “yüce belagat” anlamına gelmektedir. İçerik olarak, başta akidevî meseleler olmak üzere Kur'an ve sahih sünnet işığında insanın ihtiyaç duyacağı ahlâk kurallarından ailevî meselelere, toplumsal ilşkilerden, siyasî mesuliyetlere kadar bütün sosyal konuları ihtiva etmektedir. Ayrıca hitabet şekli, belagati, grameri, felsefi boyutu ile tamamen “nev'î şahsına münhasır” bir eser. “Şahsın görünür rütbe-i aklı eserinde” özlü söz bu noktada tam gediğine oturmaktadır. O'nun (a.s) meselelere olan vukufiyetini, ilminin yüceliğini dünya insanlığına her daim ışık tutan hikmetli sözlerinde de görmekteyiz.

Ayrıca İmam Ali'nin (a.s) çok sevdiği arkadaşı ve sır dostu olan Kumeyl bin Ziyad'a Hızır'ın (a.s) duası olarak öğrettiği ve adı “Kumeyl Duası” diye bilinen meşhur münacaatı var ki tevbe, istiğfar, tevessül, tezellül ile nefs tezkiyesine yönelik ve Yüce Rabbe teslimiyeti içeren öğretici ve eğitici yönüyle de mü'minlere sorumluluğunu hatırlatan çok yönlü, hacmi küçük içeriği engin bir derya gibi büyük olan dua metni İslam ümmetine büyük bir hediyedir. Bu vesile ile “Kumeyl Duası”ndan iki pasaj aktermış olalım:

“Ey Rabbim, ey Rabbim, ey Rabbim!

Hakkın, kudsiyetin, en yüce sıfatın ve ismin hürmetine senden dileğim şudur: Gece ve gündüzden oluşan vakitlerimi zikrinle canlandır ve beni kendi hizmetinde tut ve amellerimi kendi indinde kabul buyur; öylesine ki, artık bütün amellerim ve zikirlerim tek zikir şekline dönüşsün ve bütün hallerim senin hizmetinde geçsin.



Ey Seyyidim, ey güvenip dayandığım ve ey kendisine hallerimi sunduğum (Allah'ım)!

Ey Rabbim, ey Rabbim, ey Rabbim!

Azalarımı hizmetin için güçlendir; sana yönelmemde kalbime güç ve sebat ver; senden korkmada ve hizmetini sürdürmede bana öylesine bir ciddiyet ver ki, sana kulluktaki yarış meydanlarında sana doğru koşayım ve bu yolda mücadele verenler arasında yer alıp hızla sana doğru geleyim ve sana gönül verenler arasında senin yakınlığına meyil edeyim ve ihlaslılar gibi sana yakınlaşayım ve senden yakiyn ehlinin korktuğu gibi korkayım ve indinde müminlerle bir araya geleyim.”

Aktarmış olduğumuz şu iki pasaj bile bizlerin nasıl içtenlik ve samimiyetle Rabbimize teslimiyet ve adanmışlıkla birer muvahhid olmamız gerektiğini öğütlemiş oluyor. Bu içten yakarış Yüce Allah'ın “Tefirru ilallah” (Allah'a koşunuz) çağrısında makes buluyor.

İmam Ali'nin (a.s) gerek hutbelerinde, gerek dua kalıbında ve gerekse birer cümle olarak aktardığı kısa sözlerinde büyük bir derinlik görmekteyiz.

Örneğin, herkes için ölçü olabilecek şu hikmetli ve ikaz nitelikli çarpıcı sözüne bakın: “ Kendi değerini bilmeyen helâk olur.” Yüce Allah'ın bizlere bahşetmiş olduğu değerleri ve nimetleri saymakla bitiremeyiz ancak temel değerlerimizi şöyle bir gözönüne getirelim ve öncelikli olan maddî ve manevî değerlerimize bir bakalım: Hayatımız, sağlığımız, ailemiz ve akidemizle yaşam programımızı belirleyen Kur'an, Peygamber ve Ehl-i Beyt eksenindeki aidiyet değerlerimiz! Bunlara sahip çıkmazsak elbetteki helâk olmamız kaçınılmazdır. Eğer İmam Ali'nin bu çarpıcı sözü ümmet tarafından baz alınıp ilke edinilseydi hiç kuşkusuz bugün üzerimize çöreklenen çeşitli sosyolojik sıkıntılar, ahlâkî yozlaşma yaşanmaz ve İslâm alemi bilim ve teknolojik alandaki geri kalmışlığa, kültürel ve askerî işgallere, aşağılanmalara, zillete duçar olmazdı.

Bir de şu ibretamiz sözüne bakın: “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum!” İlme böylesine önem veren bir Rehber'di o. Her ne kadar başkalarına nispet etseler de, “Hayatta en hakiki mürşid ilimdir.” sözü yine ona aittir. Bir başka hikmetli söz: ” Faziletlerin başı ilimdir. İlim maldan hayırlıdır. Sen malını muhafaza etmek zorundasın, ilim ise seni muhafaza eder.”

Müslümanların onurlu ve erdemli olabilmeleri için “sivil itaatsizliği” önermesine bakın: “Haksızlık karşısında susmayınız. Eğer susarsanız hakkınızla birlikte onur ve şerefinizi de yitirirsiniz.”

İnsan hakkı ihlâl edenlere karşı İmam (a.s) şu ibretamiz sözü ile ikazda bulunuyor: “Ahiret için en kötü azık insanlara zulmetmektir.”

İmam Ali'nin (a.s) “adalet” hususunda söylemiş olduğu iki söz hem lugatlarda yerini bulmuş, hem de mahkeme salonlarının duvarlarını süslemiş: Birincisi, “Adalet, bir şeyin yerli yerinde olması demektir.“ İkincisi, “Adalet mülkün temelidir.”

İmam (a.s), insanın konuşması, susması ve tefekkürü ilgili hallerini şu ibretamiz sözleriyle dile getirmekte: “İbret alınmayan her bakış boş, fikirle birlikte olmayan her susma gaflet; içerisinde zikir olmayan her konuşma boştur.”

İmam (a.s) ibadet konusunda da mükemmel bir tespitte bulunmaktadır: “ Kölelere, tüccarlara ve özgür insanlara mahsus olmak üzere üç çeşit ibadet vardır. Köle ibadeti, cehennem korkusu ile yapılan ibadettir. Tüccarlarınkisi cennet beklentisi ile yapılan ibadettir. Özgür insanların ibadeti ise ne cehennem korkusu ile ne de cennet arzusu ile sadece ve sadece Allah rızası için yapılan ibadettir. Siz ey Ehl-i beyt sostlerım özgürlerin ibadetini seçin.” İmam (a.s) söylediği sözü teyid etmek için bu bağlamda bir de duası var: “Ya Rabbi! Eğer cehennem korkusu ile sana ibadet ediyorsam, beni cehennemine at, eğer cennet için sana ibadet ediyorsam, cennetini bana nasip etme.”

Elbette ki, Rabbimiz biz kullarını cehennemi ile korkutarak günahlardan kaçınmamızı ve mükellefiyetlerimizi güzel bir şekilde yerine getirmemizi emrediyor ve bunun karşılığı olarak cennetini vaad ediyor. Ancak İmam Ali'nin(a.s)de ifade ettiği gibi ibadette ölçü ve gözönünde bulundurulması gereken asıl unsur” ihlâs”tır. Zira Rabbimiz ancak “muhlis” olanların ibadetini kabul etmektedir.

“Asra andolsun ki, insan hüsran içerisindedir. Ancak iman edip salih amellerde bulunanlar, birbirlerine hakkı tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler müstesnadır.” (Asr Suresi)

İşte bütün mesele tevhidi imana sahip olup “salih” amellerle birlikte her daim hakkın şahidleri olmak. İmam Ali (a.s) de her daim hakkın şahidi idi. Bakın İmam (a.s) inancının şahidliğini nasıl yapıyor: Allah'a inanmayan biri, İmam Ali'ye (a.s), “ görmediğin Allah'a nasıl inanıyorsun?” diye sormuş. İmam (a.s): ”Görmediğim Allah'a inanmam. Ben nereye baksam Allah'ı görüyorum. Yani nereye nazar etsem, nereye baksam, Yüce Allah'ın yaratıcı kudretini görüyorum.” diye cevap vermiş. İşte gerçek hikmet, feraset ve hak ile bakış budur. Ayrıca İmam Ali'nin (a.s), Yüce Allah'a olan imanının nasıl doruklarda olduğunu şu sözleri teyid etmektedir: “Bütün gaib perdeleri kalksa imanımda zerre kadar değişiklik olmaz.”

(Peygamberimiz (s.a.a) güvendiği bir sahabesine münafıkların listesini vermiş. Ömer bin Hattab bunu duyunca doğru o sahabeye gidip, listede kendi isminin olup olmadığını sormuş. Bu tutumu onun imanında nasıl tereddütler yaşadığını ortaya koymaktadır.)
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

YİĞİTLİK ve CESARET SEMBOLÜ ALİ (İmamet Misyonu-3)
24/08/2010 - 22:27



HAZIM KORAL






Bismillahirrahmanirrahim

“LA FETA İLLÂ ALİ VELÂ SEYF'E İLLÂ ZÜLFİKÂR”

İmam Ali'nin (a.s) bir de savaş meydanlarındaki yiğitliğine-cengaverliğine bakalım! Hendek Harbi, İslâm'ın en büyük savunma savaşlarından biridir. Ebu Süfyan öncülüğündeki Mekke'nin müşrik ordusu, yeni inkişafa başlayan İslâm'ı boğmak-yok etmek için Medine üzerine harekete geçmiştir. Haberi alan Allah Resulü (s.a.a) hemen karşı atağa geçip, düşmanın Medine'ye girememesi için ashabıyla birlikte büyükçe bir hendek kazarlar. Ebu Süfyan'ın ordusu hendeğin karşısına gelmiş beklemektedir. Bir kaç hamle ile hendeği geçme teşebbüsleri ise boşa çıkmıştır. Ancak düşman ısrarla savaşmak istemektedir.

Müşriklerin kahramanı olarak tanınan Abdüved oğlu Amr zebellâ görünümü ile Müslümanların karşısına geçmiş recez okuyordu. Gerçek bir insan azmanı olan bu kişi vahşi ve irikıyım görünümü ile meydan okumaya devam ediyor, “aranızda yok mu benimle savaşacak bir yiğit “ diye haykırıyordu.

Onun ortalığı velveleye veren gür sesi karşısında adeta yürekler ağıza gelmiş kimseden ses çıkmıyordu. Ashab tedirgin ve birbirlerine bakıyordu. Bu korkunç görünümlü, iri gövdeli müşriğin karşısında belki ashabın bir çoğunun ayaklarının bağı çözülmüştü. Amr, karşısına kimsenin çıkmayışı ile daha da cesaretlenip büyük bir kükreyişle meydan okumaya ve receze devam ediyordu. Alaycı bir tavırla,“yokmu aranızda cennete gitmek isteyen, gelsin göndereyim,” diye bağırıyordu.

Yiğitlerin yiğidi İmam Ali (a.s): “Müsade et ya Resulullah şu müşriğin karşısın ben çıkayım.” dedi. Allah Resulü, cevap vermiyordu. Ali ısrar edince, Allah Resulü, ”dur ya Ali, acele etme,” dedi. İmam ısrarla müsade istiyordu. Sonunda Allah Resulu başındaki sarığını Ali'nin (a.s) başına sarıp, kendi kılıcı olan züfikârı da eline verip sırtını sıvazladı. Ardından, “İmanın tümü, şirkin tümüne karşı çıktı,” diyerek gönderdi onu Amr'ın karşısına. Peşinden de şu duayı etti: “Ya Rabbi! Amcamın oğlu Ubeyde Bedir'de, Amcam Hamza Uhud'ta şehid oldular. Ne olur Ali'yi bana bağışla, o benim yaverim, o benim vasim, onu sen koru,onu üstün ve galip kıl, onu muzaffer olarak geri döndür.”

Allah Resulü'nün (s.a.a) dediği gibi, mücessem iman ile mücessem şirk karşı karşıya gelmiş birbirlerine darbe indirmek için fırsat kolluyordu. Yiğitlerin önderi İmam Ali (a.s), kükremiş bir arslan gibi hasmına saldırarak öyle bir hamle yaptı ki, indirdiği tek bir darbe ile düşmanının leşini yere sermişti.

Rivayetlere göre o esnada bir mucize olarak gökyüzünden şöyle bir nida duyulur: “Lâ feta illâ Ali, velâ seyf'e illâ zülfikâr.”

Bunun üzerine Allah Resulü,” Ali'nin indirdiği bu kılıç darbesi, kıyamete dek insanların ve cinlerin ibadetlerinden üstündür.” diye buyurmuştu. Nasıl üstün olmasın ki, zira Ali'nin (a.s) hasmını yere serişi İslam'ın kıyamete kadar yok olmaktan kurtulması demekti. Yani kader belirleyen bir vuruştu o. Ebu Sufyan ve avanesi İslam'ı yok etmek, Müslümanların tümünü kılıçtan geçirmek için ta Mekke'den kalkıp gelmişti Medine önlerine. Bu nedenle diyebiliriz ki, Yüce Allah'ın bir bağışı olarak İmam Ali (a.s) o gün hiç kimseye nasip olmayan bir payeye kavuşmuştu.

Bu manzara karşısında müşrik ordusu adeta topyekûn hezimete uğramıştı. Aralarında hiçbiri cesaret edip de Ali'nin(a.s) karşısına çıkamadı. Başta Ebu Sufyan olmak üzere tümünü korku, telaş ve panik kaplamıştı. Sonunda gerçek bir hezimet ve zillet içerisinde arkalarını dönüp gittiler.

“O ordu bozguna uğradı ve arkalarını dönüp kaçtılar.” (Kamer:45)

İmam Ali (a.s), 23 yıl boyunca Allah Resulün'den (s.a.a) tüm yönleriyle nübüvvet ilmini tedris etmekle birlikte, Tebük seferi hariç tüm gazve ve savaşlara katılmış eşsiz bir kahramandır. Allah Resulü (s.a.a) Tebük seferine çıkarken onu kendi yerine vekil olarak Medine'de bırakınca, Allah yolunda cihad etmekten geri kalmanın hüznü ile hayıflanarak ve tabiri caizse hafif yollu serzenişte bulunarak, “Ya Resulullah (s.a.a) beni yaşlıların, kadınların ve çocukların yanına mı bırakıyorsun?” deyince, Allah Resulü (s.a.a), “Ya Ali, Harun'un (a.s) Musa'ya (a.s) olan menzilesinde olmak istemez misin? Ya Ali, sen benim için Musa (a.s)ile Harun'un (a.s) mesabesindeki yakınlığı gibisin. Ne var ki benden sonra peygamber gelmeyecek,” diyerek onu teskin etmişti. Bu konuyla örtüşen bir ayette ise Yüce Rabbimiz Şöyle beyan buyurmaktadır: “Rabbinden gelen apaçık bir beyyine üzerinde bulunan ve kendisini yine kendisinden olan bir şahidin takip ettiği..” (Hud:17) (Elbette biri “nübüvvet” misyonunu yüklenmiş “Peygamber”, diğeri ise “velayet” misyonunu yüklenmiş “İmam” olarak her ikisi ve diğer 11 Ehl-i Beyt imamı da İbrahim (a.s)'ın soyundan gelen Yüce Allah'ın “seçkin” kıldığı “ şecere-i tayyibe” dir. Ahzab suresinin 33'ncü ayetinde belirtildiği gibi Ehl-i Beyt'in “mutahhar” kılınmış olması da bu gerçeği teyid etmektedir.)

“Gerçek şu ki, Allah, Adem'i, Nuh'u, İbrahim ailesini ve İmran ailesini alemler üzerine seçkin kıldı. Onlar birbirinden türeyen bir zürriyettir. (Şecere-i tayyibe'dir.) (Al-i İmran:33-34)

İmam Ali (a.s), 23 yıl boyunca çeşitli vesilelerle Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) tarafından hep taltif edilmiştir. Onun itibarlı mevkiî Allah Resulü (s.a.a) nezdinde hep yücelerde idi. Hatırlayacak olursak, Medine'ye yeni geldiklerinde Allah Resulü (s.a.a), Ensar ile Muhacirleri birbirleriyle kardeş ilan ederken, İmam Ali'yi (a.s) de kendisine kardeş ilan etmişti. Elbette ki Allah Resulü'nün(s.a.a) Ali'ye(a.s) olan çok özel alaka, ülfet ve teveccühü cibillî şefkatten veya hissi karabetten yani amcasının oğlu olduğundan değil nübüvvet hattının yegane mümessiliği olan “vasî”liğinden idi.

Bu vasîliğin askeri alana tekabül eden boyutu da vardı elbette. Bunu, katılmış olduğu muharebelerde, hep ön saflsarda çarpışıp büyük kahramanlıklar sergilemesi ile de kanıtlamış bulunmaktadır. Özellikle Bedir, Uhud, Hendek ve Hayber savaşlarında sergilediği cengaverlik halâ dillere destandır. Bu nedenle o “Esedullah” (Allah'ın arslanı) olarak anılmaktadır...

“...Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır.” (Nisa:95)

Bilindiği üzere, “ Hendek Savaşı” öncesinde Allah Resulü (s.a.a) Yahudilerle bir andlaşma imzalamıştı. Ancak kuşatma esnasında Yahudiler, andlaşmayı bozarak gelen müşrik ordusuna sinsice yardıma teşebbüs edip Müslümanları arkalarından hançerlemeye kalktılar. Bu tutumlarıyla ihanetlerini tescillemiş oldular. Bu ihanetin elbette bir bedeli olmalıydı!

Müşrik ordusu dağılıp gittikten sonra Allah Resulü (s.a.a), hemen karar alıp Yahudilerin merkez üssü olan “Hayber Kalesi” için sefer kararı aldı. Kısa bir süre içerisinde sefer hazırlıkları yapılıp yola çıkılmış ve “Hayber Kalesi” İslâm ordusu tarafından kuşatma altına alınmıştı bile. Ancak günlerce süren kuşatmadan bir sonuç alınamıyordu. Allah Resulü (s.a.a) sancağı hangi sahabesine verdiyse sonuç alınamadan geri dönülüyordu. En son birer gün ara ile sancak Ebu Bekir ve Ömer'e verilmiş, fakat onlarda başarısız bir şekilde geri dönmüşlerdi. Bunun üzerine Allah Resulü (s.a.a) “Yarın bu sancağı öyle birine vereceğim ki, Allah ve Resulü onu sever, o da Allah ve Resulünü sever, Allah onun eli ile Hayber'in fethini gerçekleştirecektir.” Ashab,” acaba bu şerefe kim nail olacak, sancak kime verilecek?” diye merak ve heyecan içerisinde yarını beklemektedir. Birçok sahabe sancağın kendisine verileceği ümidi ile sabahlamıştı. Ve sabah olduğunda heyecan doruktaydı!

Günlerce süren kuşatma ve fetih için teşebbüsler sonuçsuz kalınca, İsâam ordusunda tedirginlik başgöstermek üzere iken, Allah Resulü'nün (s.a.a) müjde nitelikli haberi mücahidlerin gönüllerine adeta su serpmişti. Allah Resulü'nün (s.a.a) etrafına birikmiş sahabeler sancağın kime verileceğini bekliyordu. O esnada Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) “Ali nerede?” diye buyurdu. Ali'nin (a.s) gözlerinden rahatsız olduğunu söylediler. “Çağırın gelsin” dendi. Ağıran gözler Resul'ün (s.a.a) duası ile şifa buldu. (Buhari 3:51)

Allah Resulü (s.a.a) yine onu kendi elleriyle techizatını kuşandırp cenge hazırladı. Sancağı eline verip peşinden dua etti. Bu seferde İmam'ın (a.s) karşısına Hendek Harbi'ndeki gibi Amr'a benzeyen iri cüsseli - insan azmanı - zebellâ kılıklı biri çıkmıştı. O da Yahudilerin kahramanı Merhab ismindeki kişi idi.

İki hasım karşı karşıya gelmiş birbirlerine darbe indirmek için fırsat kolluyorlardı. “Allah'ın Arslanı” burada da düşmanına öyle bir hamle yapmıştı ki, bir tek vuruşla hasmını cansız yere sermişti.

İmam Ali'nin (a.s) Hayber fethi esnasında bir başka mucizevi olayı var ki, o da dillere destan! Çarpışma esnasında elindeki kalkanı yere düşüp yuvarlanarak kendisinden uzaklaşınca, hemen yanında bulunduğu kale kapısını bir hamlede sökerek kendisine kalkan yapmış ve uzun bir süre bu şekilde savaşmıştır. Rivayetlere göre fetihten sonra 8 kişi o kale kapısını yerinden kaldırmaya teşebbüs etmiş fakat muaffak olamamış. (İbn-i Kesir Sire 3:359) Elbette ki, Yüce Allah'ın inayeti olmadan hiçbir mucize gerçekleşemez. (Mu'min:78)

Bir başka mucizevî olay ise, bir çarpışma esnasında İmam Ali'nin (a.s) ayağına ok isabet ediyor. Okun çıkarılması için uğraş ve çabalar fayda vermiyor ve İmam oldulça acı hissediyor.. Yarenlerine ,”durun, ben namaz kılarken oku çıkarın” diyor.. Hazreti Ali (a.s) secdeye gittiğinde oku çıkarıyorlar.. İmam (a.s), namaza öylesine deruni konsantre olmuş ki, hiç acı hissetmediğini ifade ediyor.

İmam Ali'nin (a.s) en bariz özelliği kendi benliğini Allah yolunda “Fi-sebilillah” olarak ortaya koymasıdır. Kendisini öylesine içtenlikle Allah'a vakfetmiş ki, düşmanına tam darbe vuracağı esnada, hasmı üzerine tükürünce kaldırmış olduğu kılıcını yere indiriyor. Düşmanı şaşkınlık içerisinde “beni öldürmekten neden vazgeçtin?” diyor. İmam (a.s) ise şu ibretamiz cevabı veriyor: “Sana hamle yapışım Allah rızası içindi, ancak üzerime tükürünce tereddüte kapıldım, işin içerisine nefsimin girmesinden korkup seni öldürmekten vaz geçtim.” İmam'ın (a.s) bu sözü üzerine hasmının Müslüman olduğu rivayet edilmektedir.

Kendi canını Allah'a adamasının bir başka örneği ise, Allah Resulü'nün (s.a.a) hicreti esnasında (ölüm pahasına) onun yatağına yatıp düşmanları yanıltması olayıdır...



İMAMET MİSYONU

İmam Ali (a.s) daha önce ifade ettğimiz gibi 23 yıl boyunca Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) yanında, nezaretinde, himayesinde bulunmuş. Onun nübüvvet ilminden “vasi” sıfatı ile her alanda ve her fırsatta yararlanıp tedrisat görmüş. Savaş hallerinde ise cansiperhane bir şekilde Allah Resulü'ne (s.a.a) kalkan olmuş, miğfer olmuş, kılıç olmuş. Büyük kahramanlıklar sergileyerek adı “Esedullah” olarak tarihe altın harflerle yazılmış.

Kuşanmış olduğu ilim ve takva ise onu öylesine yüceltmiş ki, adı ve sanı “İlim şehrinin kapısı ve takvalıların piri“ olmuş.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), 23 yıllık risalet süresinde akrabalarına yönelik ilk tebligatından itibaren çeşitli vesilelerle defalarca İmam Ali'nin vasîliğini, kendisinden sonraki rehberlik konumunu dile getirmiş, ashabını bu konuda uyarıp nasihatte bulunmuş.

Bir keresinde kendisine “ya Resulullah (s.a.a) senden sonra bu ümmetin hali ne olacak?“ diye sorulduğunda, hem müjde hem ikaz nitelikli şu ayet nazil oluyor: “Sizi başıboş bırakacağımı mı sandınız?” (Kıyamet:36)

Ve Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), hemen ayetin akabinde kendisinden sonra 12 imamın İslam ümmetine rehberlik yapma görevi Allah tarafından tevdî edildiğini isimleri ve künyeleri ile açıklıyor. Yani nübüvvet misyonunun mümessilliğini-temsilciliğini üslenecek 12 mutahhar imamın Allah Subhanehu ve Teâlâ tarafından intisab edilmesi söz konusudur. Zira, hüküm koymak ve seçmek Allah'a mahsustur. ”..Allah dilediğini buna seçer..”(Şura:13)

Kur'an'da birçok ayet öz itibariyle imamet meselesine akidevî bir konu olarak vurgu yapmaktadır. Örneğin: “..Biz onları, iznimizle doğru yola ileten imamlar kıldık.” (Secde:24) “Bütün insanları imamlarıyla çağıracağımız günü hatırla!..” (İsra:71)

Görüldüğü gibi ayetler somut bir biçimde imamet olgusundan söz etmekte ve fakat nasıl ki namazların rekat sayıları ve bazı ibadetlerin ferî yönü hadislerle açıklanmakta ise imamların isim ve sayıları da Kur'an'ın açılımı olan Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) sözleriyle bizlere aktarılmış bulunmaktadır.

İmamet misyonu İslâm ümmetinin bekâsı, birliği ve dirliği için hayatiyet arz eden imanî bir mesele olduğu için Sevgili peygamberimiz (s.a.a) çok çarpıcı bir şekilde biz Müslümanları uyarmaktadır:

“Zamanın imamına beyat etmeden ölen cahiliye üzere ölmüş olur.”

“Meveddet ayeti” olarak bilinen Şura suresinin 23'ncü ayetinde ise Yüce Rabbimiz tarfından takva sahiplerine bir müjde olarak çok açık bir biçimde Ehl-i Beyt'in ümmet nezdindeki mevkiînin, makamının, velâyetinin ve yüceliğinin teyid ve tescili yapılıyor, beyat için adres veriliyor. Ki bundan kaçış olmasın yarın mahşer günü de mazeret uydurulmaya kalkışılmasın.

“İşte bu, Allah'ın iman edip de iyi iş ve hareketlerde bulunan kullarına müjdelemekte olduğu saadettir. De ki: 'Ben bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum; ancak sizden akrabaya - Ehl-i Beyt'ime meveddet - sevgi ve ihtiram göstermenizi istiyorum..”

Ayette geçen “meveddet” sözcüğü Arapça sevgi, saygı, muhabbet, ihtiram ve ayrıca asıl olarak “velâyet” anlamına gelmektedir. Zira “meveddet” kelime olarak “velâyet” olgusunu kapsayan ve hukukî bağlayıcılığı olan bir terimdir. Bu vecihle söz konusu ayette çok açık bir biçimde Ehl-i Beyt'in ümmet üzerindeki velâyetine, imamet ve rehberiyetine vurgu yapılmaktadır. Yoksa kurukuruya ve hukukî bağlayıcılığı olmayan bir sevgi, bir ihtiram değil.

Türkiye'de büyük bir kesim tarafından, son yüzyılın en büyük üstadı diye tavsif edilen ve bu nedenle adına “Bedîüzzaman” denilen Said-i Nursi hazretleri kendi külliyatında “Dördüncü Lemalar” bölümünün 26'ncı ve 27'nci sayfalarında şu hakikatleri kaydetmektedir:

“Nasıl ki millet-i İbrahimiyede ekseriyet-i mutlaka ile nuranî rehberler Hazreti İbrahim'in (a.s.) alinden, neslinden olan enbiya olduğu gibi; ümmet-i Muhammediyede de (a.s.m.), vazife-i azime-i İslâmiyette ve ekser turük ve mesalikinde, enbiya-i Beni-İsrail gibi, aktab-ı Âl-i Beyt-i Muhammediyeyi görmüş. Onun için (söz konusu ayette) emrolunarak Âl-i Beyt'e karşı ümmetin meveddetini istemiş. Bu hakikati teyit eden diğer rivayetlerde ferman etmiş: “Size iki şey bırakıyorum; onlara temessük etseniz necat (kurtuluş) bulursunuz: Biri Kitabullah, biri ÂL-i Beytim.'1 Çünkü, Sünnet-i Seniyyenin menbaı ve muhafızı ve her cihetle iltizam etmesiyle mükellef olan Âl-i Beyt'tir.”

Üstad Said Nursi (r.a.)'nin açıklamalarından da anlaşıldığı gibi ayette geçen “meveddet” kelimesi kuru kuruya bir cibilli ve soy sevgisi olmadığı, aksine asıl maksat, “nübüvvetin gerçek mümessilleri olan Ehl-i Beyt İmamları'nın ümmet üzerindeki velâyetlerine ihtiram gösterilmesi” için “meveddet” emredilmektedir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a.) Tırmizi'de geçen hadis-i Şerif'i de bu gerçeği ortaya koymaktadır. Bu konuda daha birçok Hadis-i Şerif bulunmaktadır. Birkaç örnek verecek olursak: “Benim Ehl-i Beyt'im Nuh'un (a.s.) gemisi gibidir, ona sığınan kurtuluşa erer, yüz çeviren ise helâk olur.” “Benim Ehl-i Beyt'im'in İmamları Ben-i İsrail peygamberleri gibidir.” “Benim vasim Ali'dir ve sonra iki torunum Hasan ve Hüseyin'dir. Sonra İmam Hüseyin'in dokuz evladıdır.” Aynı Hadis-i Şerif'in devamında İmam Hüseyin (a.s.)'ın neslinden gelen dokuz İmam'ın isimleri de tek tek sayılmaktadır. Öte yandan özellikle “İmamet” halkasının ilki olan İmam Ali (a.s.) ile ilgili olarak (bu bağlamda) pek çok ayet ve hadis bulunmaktadır.
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

MUBAHELE OLAYI (İmamet Misyonu-4)
02/10/2010 - 22:44



HAZIM KORAL






İmam Ali (a.s) ve Fatıma (s.a) validemizin izdivacıyla kurulan bu yuva Ehl-i Beyt'in nüvesini ve özünü teşkil etmektedir. Biz bunu “Mubahele Olayı“nda da görmekteyiz.

Hakkında ayet nazil olan ve bu nedenle adına “Mubahele Olayı“ denilen hadise İslâm tarihinde çok önemli bir yer tutmaktadır.

Aralarında rahiplerin de olduğu Necran Hristiyanlarından bir grup Medine'ye gelip Allah Resulü (s.a.a) ile görüşmek istemişlerdi. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) Mescid-i Nebevî'de bunları huzuruna kabul etti.

Papazlar, yeni inzal olan İslâm dini hakkında Allah Resulü'ne (s.a.a)bir sürü sorular sordular. Aldıkları makûl ve tatmin edici cevaplarla birçok konuda mutmain olmuşlardı ancak “üçlü teslis“ hususunda yanlışta ısrar ediyorlardı.

Uzun süren müzakerelerden bir sonuç alınamamıştı. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), İsa (a.s) ile ilgili Kur'an' dan örnekler verip onları ikna etmeye çalışıyordu. Üçlü teslisin tevhid inancı ile çeliştiğini, Allah'ın evlat edinmekten münezzeh olduğunu mantıksal zeminde delillerle anlatıyor, ancak karşısındaki grup sözcüsü papazlar “dediğim dedik“ te ısrar ediyor ve bir türlü hakkı ve hakikati kabule yanaşmıyorlardı. Bu durum Allah Resulü'nü (s.a.a) oldukça üzmüştü.

Yüce Allah Habibi'nin incinmesine ve duygularının daha fazla örselenmesine müsade etmeyerek söz konusu ayeti inzal ederek münazaraya son noktayı koymuş oldu:

“Sana gelen bunca hakikat ilminden sonra halâ İsa hakkında tartışacak olurlarsa onlara de ki: 'Gelin, sizler ve bizler dahil olmak üzere siz kendi çocuklarınızı, biz kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da karşılıklı beddua ederek, Allah'tan yalancıların üzerine lânet dileyelim.” (Al-i İmran:61)

Yüce Allah'ın emri üzerine Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) Necranlı heyeti ayette belirtildiği şekilde lânetleşmeye davet etti. İncil'deki ön bilgilerinden dolayı işin vehametini sezerek korkuya kapılan papazlar kendi aralarında istişare etmek için bir günlük süre istediler ve ertesi gün buluşmak üzere ayrıldılar. Oysa onlar da çok iyi biliyorlardı ki,hiçbir kavim yoktur ki, Allah'ın elçisi olan bir peygamberle lânetleşsin de helâk olmasın. Ancak Allah Resulü'nün (s.a.a) hak peygamber olup olmadığını hangi kriterle tespit edeceklerine kani değildiler.

Ertesi sabah, Allah Resulü (s.a.a) Necran heyeti ile buluşmak üzere küçük torunu Hüseyin'i kucağına alıp, diğer torunu Hasan'ın da elinden tutup, yanında biricik kızı Fatıma (s.a) validemizle İmam Ali (a.s) olmak üzere mescide doğru yola koyuldular.

Necran heyetinin baş papazı, Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) ve Ehl-i Beyt'inin gelmekte olduğunu görünce birden irkilyor ve yanındakilere eğilerek, “arkadaşlar ben karşımda öyle yüzler görüyorum ki, onlar Allah'dan bir dağın yerinden sökülmesini istemiş olsalar, Allah o dağı bunların hürmetine yerinden söker. Siz bunlarla kesinlikle lânetleşmeyin. Allah'a yemin olsun ki, hepiniz helâk olursunuz” dedi. Şaşkın bir vaziyette kalakalmışlardı. Kısacası hepsi ni korku ve panik kaplamıştı.

Allah Resulü (s.a.a) yanlarına geldiğinde onlar kararlarını vermişlerdi bile. “Ya Muhammed, biz seninle mubahaleden-lânetleşmekten vazgeçtik. Müsade ederseniz yurdumuza dönmek istiyoruz” deyip, yapılan barış andlaşması sonucu Medine'den ayrıldılar.

Bu “Mubahele Olayı” bizlere Ehl-i Beyt'in kimlerden müteşekkil olduğunu izhâr etmektedir.

ABA HADİSESİ

Bir gün İmam Ali (a.s) ile Fatıma (s.a) validemiz yanlarında çocukları Hasan ve Hüseyin ile birlikte Allah Resulü'nü (s.a.a) ziarete gittiler. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), sırtında kıldan örülmüş siyah bir aba ile onları karşıladı. Sıra ile hepsini abanın altına aldı.

Bir taraftan torunlarını okşayıp severken diğer taraftan da İmam Ali'nin (a.s) ve biricik kızı Fatıma'nın (s.a) hâlini hatırını soruyordu.

Öte yandan, “işte bunlar benim Ehl-i Beyt'im” diyerek hem bir hakikati dile getiriyor hem de onlara olan teveccühünü izhâr etmiş oluyordu. Bu ara eşlerinden biri, aranızda bana da yer yok mu, ben Ehl-i Beyt'ten değil miyim?” diyerek serzenişte bulunuyor. Allah Resulü (s.a.a) ona “sen hayır üzeresin” diyerek teskin ediyor. Bu esnada Ahzab Suresi'nin 33'ncü ayeti nazil oluyor:

”..Ey Ehl-i Beyt gerçek şu ki, Allah sizden her türlü kiri ve noksanlığı gidermek, sizi tertemiz - mutahhar kılmayı murad etmektedir.”

Ayetin inzal olmasıyla birlikte Ehl-i Beyt'in has efradı da Yüce Allah tarafından tebcil ve tescil edilerek izhâr edilmiş oluyor.

Ehl-i Beyt'in mutahhar kılınmasının nedeni Kur'an ve sahih sünnetin muhafazası ile birlikte ümmete rehberlik etme bağlamında kendilerine tevdî edilmiş bir misyonun sahibi olmalarındandır.

Sünnî dünyanın bu olaya yaklaşımı yüzeysel ve sathîdir. Oysa Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) eşleri olan validelerimiz elbette ki hane halkıdırlar. Ve bu bir olgudur. Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) eşleri validelerimizdir. Bu vakıa ayetle sabittir. Bu nedenle İmam Ali (a.s) “Cemel” olayında Aişe validemizin ihtiramını hassasiyetle korumuştur. Kardeşi Muammed bin Ebu Bekir'i ablasının yanında evine kadar refakatçi olarak göndermiştir.

Bizim bu satırlarda ifade etmek istediğimiz, “Ehl-i Beyt” kavram ve içerdiği anlam olarak “hane halkı”ndan farklı bir manaya sahip olmasıdır. Bu da, daha önce ifade ettiğimiz gibi kendilerine İlahî bir misyonun tevdî edilmesinden dolayıdır.

Ayrıca “Ehl-i Beyt”in “şecere-i tayyibe” olması hasebiyle de onlara özgü olan “seçkinliği” bir İlahî imtiyaz olarak görmekteyiz.

“Seçmek Allah'a mahsustur.” “Allah dilediğini buna seçer..” (Şûrâ:13)
“Biz onları birbirinden türeyen imamlar kıldık.”(Âl-i İmrân:34)

“Yoksa onlar, Allah'n kendi fazlından verdiği kimseleri mi kıskanıyorlar? Doğrusu biz, İbrahim ailesine (şecere-i tayyibe'ye) Kitap ve hikmet vermiştik. Ayrıca onlara büyük bir hükümranlık (siyasal egemenlik hakkı) vermiştik.”(Nisa:54)

Elbette “varis” olmaları hasebiyle bir hak olarak Ehl-i Beyt'e de bu sayılanlar Yüce Allah tarafından bahşedilmişti. Ancak ne yazık ki, İslâm ümmeti Ehl-i Beyt'in kadrini, kıymetini gereği gibi bilemedi ve başlarına gelenler İsrailoğullarına gönderilen peygamberlerin uğradığı zulüm ve haksızlıkların aynısıydı adeta...

NUH'UN (A.S) GEMİSİ

Kur'an-ı Kerim'in ve diğer ilahî menşeli dinlerin haber verdiği üzere, dünya tarihinin en büyük olaylarından biri hiç kuşkusuz Nuh (a.s) zamanında yaşanmış tufandır. Rabbimiz Kur'an'ın bir çok ayetinde biz kullarını uyararak bu tufana dikkatimizi çekmektedir.

“Onlara Nuh'un haberini oku. Hani kavmine demişti ki: 'Ey kavmim, benim makamım ve Allah'ın ayetleriyle hatırlatmalarım eğer size ağır geliyorsa ben, şüphesiz Allah'a tevekkül etmişim. Artık siz ortaklarınızla (Sakife-i Ben-i Said'te) toplanıp yapacağınız işi karara bağlayın da işiniz size örtülü kalmasın..(Yûnus:71)

Ehl-i Beyt'imden “Eğer yüz çevirecek olursanız, ben sizden bir karşılık istemedim.” (Yûnus:72) “Ancak bu tebliğime karşılık Ehl-i Beyt'ime meveddet-ihtiram göstermenizi istedim.” (Şura:23)

“Fakat onu (Ehl-i Beyt'imi) yalanladılar. Biz de onu ve onunla birlikte gemide olanları kurtardık ve onları halifeler (imamlar) kıldık. Ayetlerimizi yalanlayanları da suda boğduk (helâk ettik). Uyarılıp-korkutulanların nasıl bir sonuca uğradıklarına bir bak.” (Yûnus:73)

Ufak bir uyarlama ile bakın karşımıza nasıl bir tablo çıkmış oldu! Bunun nedenini aktaracağımız Hadis-i Şerif'te görmekteyiz.

“Benim Ehl-i Beyt'im Nuh'un gemisi gibidir, ona sığınanlar kurtuluşa erer, yüz çevirenler ise helâk olur.”

Ehl-i Beyt'in konumu ve misyonu bundan ibarettir!

Kıyamete kadar, insanoğlunun ya kendi günahlarından dolayı veya imtihanın gereği olarak bir şekilde olumsuz koşullarla karşılaşması, tufanlara maruz kalması adeta mukadderdir.

Küçük bir tekne içerisinde denizde olduğunuzu bir an tahayyül edin! Ve fırtınanın yoğunluğu ile dalgalar sizi her taraftan kuşatmış vaziyette. Havanın kararmış olması ve yağmur işin cabası! Siz ise dehşete kapılmış bir vaziyette sığınacak bir yer arıyor ve dua ediyorsunuz! Ve karşınıza tam sığınabileceğiniz azametli bir gemi çıkıyor! İşte o gemi, Ehl-i Beyt gemisidir. Bu durumda yüz çevirmek akıl kârı mıdır? Ne yazık ki, niceleri yüz çevirdi ve helâk oldu.

Ehl-i Beyt'i tanıyan, onların kadrini kıymetini bilmeye çalışan Müslümanlar için onlar elbette ki, sadece fırtınalı zamanlar için sığınak değildir. Hayat iniş çıkışlarla dolu olsa da bizler her halükarda o geminin yolcu salonunda yolumuza devam etmeliyiz. Yüce Rabbimize güven, emniyet ve huzur içerisinde kulluk sunabilmemiz, mutahhar Ehl-i Beyt gemisine sığınmamızı zorunlu kılmaktadır. Zira seyir halinde olduğumuz hayat yolculuğumuzu o gemide sürdürmek mutlu son için bir teminattır. Yeterki bu gemide, bu yolculukta sabit ber kadem olalım.

Ayrıca şunu da belirtmiş olalım ki, bu gemiye sığınmak inisiyatife terk edilmiş bir olay değildir. Zira Ehl-i Bey İmamları, liderlik vasıflarıyla mücehhez kılınmış, kendilerine ihtiram ve itaatin farz olduğu “mutahhar” kimselerdir. Aksi halde yanılabilir kimselerin kılavuzluğu sınırlıdır ve yanlış limanlara demir atması da olası bir durumdur.

Bu nedenle Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), Ehl-i Beyt'iyle ilgili olarak, müteaddiden yani defalarca ve ısrarla ashabını uyarıyordu. Onların ümmet nezdindeki saygınlığını, misyonunu ve liderlik konumlarını dile getiriyor, çeşitli somut örneklerle konumlarını tahkim ediyor. Onların sevgi ve ihtiramını adeta gönüllere nakşetmeye çalışıyordu.

Bu vasiyet ve nasihatlerinden, ikaz ve uyarılarından en çarpıcı olanı hiç kuşkusuz Ehl-i Beyt'inin Nuh'un (a.s) gemisine benzetilmesidir.

Ancak ne yazık ki, ümmetin ezici çoğunluğu bu geminin kadrini kıymetini bilemedi. Daha önce ifade ettiğimiz gibi, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) daha hayatta iken Ehl-i Beyt'e karşı bazılarında mesafe oluşmuştu. Hatta ne zaman Ehl-i Beyt'ten ve onların konumlarından söz açılsa içten içe rahatsız olanlar vardı. “İşte efendim bunlar üç-beş tane münafıktı” deyip geçiştiremeyiz. Zira bunların arasında Allah Resulü'ne (s.a.a) yakınlığı ile bilinen ve birçok alanda İslâm'a hizmetleriyle temâyüz etmiş, itibar kazanmış şahsiyetler de vardı maatteessüf.

Hatta öte yandan, Allah Resulü'nün Peygamberliğini kabul ettiği halde “neden kendi aşiretlerinden değil de Haşimoğulları'ndan “deyip de hayıflananlar vardı. Sırf bu kıskançlık yüzünden “hadi peygamber onlardan çıktı neyse ama halifeliği onlara bırakmayız” diyenler oluyordu. Bu minval üzere kulisler yapılıyor ve rivayetlere göre Kâbe'nin içine girip, oranın kudsîyeti adına yeminler edilerek gizli gizli ahidler yapılıyordu.

Elbette ki, Allah Subanehu ve Tealâ Sevgili Peygamberimiz'e (s.a.a) Cebrail (a.s) vasıtasıyla bütün bu ard niyetlileri bildiriyordu. Bu nedenla Allah Resulü (s.a.a) de uyarı ve ikazlarına mütemadiyen devam ediyordu.

“Benden sonra Ehl-i Beyt'ime nasıl davranacağınıza dikkat edin.”

“Ali'yi ve kızım Fatıma'yı inciten beni incitmişrir, beni inciten Allah'ı incitmiştir.”

“Kızım Fatıma'nın gazaplanması, Allah'ın da gazabını çeker. Kızım Fatıma'nın hoşnutluğu Allah'ın da hoşnutluğunu celbeder.”

“Kızım Fatıma' cennet kadınlarının en üstünlerindendir.”

“Ali'yi sevmek ibatettir.”

“Ali'ye bakmak ibadettir.”

“Ya Ali, seni sevmek imandandır, sana kin ve adâvet beslemek nifak ve küfürdür.”

“Ya Ali, seni ancak münafık olan sevmez.”

“Ya Ali, benden sonra gadre uğrayacaksın. Halbuki sen benim dinim üzere yaşayacak ve sünnetim üzere öleceksin.”

“Ali Kur'an iledir, Kur'an Ali iledir. Cennette havzımın başına kadar bibirlerinden ayrılmayacaklardır.”

Şia ve Sünnî kaynaklarında bu gibi yüzlerce hadis mevcut .

Bize aktarılan rivayetlerde tanık olduğumuz gibi Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) risaletinin ilk gününden beri Ehl-i Beyt'inin velâyetini gündeme getirmekte idi. Ancak ahirete irtihâl etmesine yakın, ashabın içerisinde Ehl-i Beyt'e yönelik bazı menfî tutum ve davranışlara tanık oldukça bu konuyu daha sık gündeme getiriyordu.

Ne yazık ki, Nuh'un (a.s) gemisi örneği de bazılarına tesir etmemişti.

“..Hayır, o onlara hak ile gelmiştir. Halbuki onların çoğu haktan hoşlanmaz.” (Mu'minun:70)



SON KEZ VASİYET TEŞEBBÜSÜ!

Vedâ Haccı'ndan sonra Fatıma (s.a) validemiz bir rüya görüyor: Kur'an okumakta iken aniden sayfalar yere düşüp kayboluyor. Korku ve panik içerisinde uykusundan uyanıyor ve gördüğü rüyayı babasına anlatıyor.

Allah Resulü (s.a.a), “Ey gözümün nuru, o rüyanda gördüğün Kur'an benim. Çok yakın bir zamanda gözlerden kaybolacağım” diyor. Bunun üzerine Fatıma (s.a) validemizin yufka yüreği dayanamıyor ve ağlamaya başlıyor. Babası onu şu sözlerle teskin etmeye çalışıyor: “Üzülme kızım, benden kısa bir süre sonra sen de yanıma geleceksin.” Bunun üzerine Fatıma (s.a) validemiz gözyaşlarını silerek tebessüm ediyor...

Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), “Veda Haccı”ndan 70 gün kadar sonra hastalanmış evinde yatmakta idi. Allah Resulü (s.a.a) bu haldeyken Usame'nin komutasında bir ordu düzenleyip, hemen Rum diyarına doğru hareket etmelerini emir buyurdu. Özellikle bazı kişileri çağırıp “siz bu orduya muhakkak katılmalısınız” dedi. Bunların arasında Ebu Bekir ve Ömer de vardı. Bu ara Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) hastalığı nüksettikçe, ağırlaşıp baygınlık geçiriyor ve kısmî uykuya dalıyordu. Bir ara ayıldığında Ebu Bekir'le Ömer'i ve diğer birkaç kişiyi daha karşısında görünce, kendisine itaat etmeyişlerine hayıflanarak, “ben size Usame'nin ordusuna katılın dememiş miydim?” diyip serzenişte bulunuyor. Karşılarındakiler “seni bu vaziyette bırakmaya gönlümüz razı olmadı ya Resulallah” diyerek mazerette bulunmaya çalışıyor.

Bir takım rivayetlerde, bazı kişlerin Usame'nin ordusuna kasıtlı olarak katılmadıkları aktarılmakta. Öyle ki: Allah Resulü (s.a.a), kendisinden sonra Hazreti Ali'nin (a.s) imametine itiraz edileceğini biliyordu ve bu nedenle o kişilerin Usame'nin ordusuna katılmasını ısrarla istiyordu. (Sonraki olaylar zaten bu tezi doğrulamış oluyor.)

“Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman, mü'min olan bir erkek ve mü'min olan bir kadın için o işte başka bir seçenek hakkı yoktur. Kim Allah'a ve Resulü'ne isyan ederse, artık gerçekten o, apaçık sapıklıkla sapıtmıştır.” (Ahzâb:36)

“De ki: 'Eğer Allah'ı seviyorsanız bana itaat edin ki Allah da sizi sevsin..” (Al-i İmran:31)

“..Onlar kendilerine verilen seferle (ve diğer hususlarla)ilgili öğüdü yerine getirselerdi, bu şüphesiz onlar için hayırlı olurdu..(Nisa:66)

“Allah ve Resul'e kim itaat ederse, işte onlar, Allah'ın kendilerine nimet verdiği peygamberler, doğrular (ve doğrulayanlar), şehidler ve salihlerle beraberdir. Ne iyi arkadaştır onlar! (Nisa:69)

“Şüphesiz, (sefer ve cihad hususunda) aranızda ağır davrananlar vardır..” (Nisa:72)

Görüldüğü gibi Rabbimiz cihada veya sefere erinerek gidenleri kınamakta, ya Allah Resulü'ne (s.a.a) muhalefet edip de gitmeyenlerin durumu nicedir?

Ne yazık ki, işin içerisine nefs-enâiyet duygusu ve başka hesaplar girince geçmişteki nice faziletli ameller de zayi olup gidebilmektedir...

Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) kendisine muhalefet edilmesine son derece müteessir olmuştu...

Allah Resulü (s.a.a), üzgün bir halet-i ruhiye ile ve hastalığının da tesiriyle mecalsiz bir şekilde yatağından doğrularak, içerisindeki ukde ve tereddütleri izâle etmek ve Gadi-i Hum'da tamamlanmış olan hücceti son kez hatırlatıp yazılı bir şekilde kaydettirmek için yanındakilere, “bana kağıt kalem getirin; benden sonra dalalete düşmeyesiniz diye size yazılı vasiyette bulunmak istiyorum” dedi.

Dedi demesine ancak, burada da muhalif bir tutumla karşılaştı. Kağıt kalem getirmeye teşebbüs edildiğinde hemen Hattaboğlu Ömer öne atılarak “durun getirmeyin, görüyorsunuz Allah Resulü oldukça ağırlaşmış, ayılıp bayılıyor, şûuru yerinde değil, ne dediğini bilmiyor ve sayıklıyor, bize Kur'an yeter” demesi üzerine odada bir velvele bir patırtı-gürültüdür kopuyor.

“Sahibiniz ve arkadaşınız olan o peygamber hevadan konuşmaz ve sayıklamaz (ne konuştuğunu bilir). O, ne söylerse vayin dili ile söyler.” (Necm:2-4)

Bir tarafta “kağıt kalem getirin, Allah Resulü vasiyetini yazsın” diyenler, diğer tarafta vasiyete engel olmaya çalışanlar. Yüce Allah'ın, “Peygamberin yanında sesinizi yükseltmeyin yoksa amelleriniz boşa gider” (Hucurat:2) uyarısına rağmen seslerin yükseltildiği bu bağrışma ve kargaşa esnasında Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) yine müteessir bir şekilde gürültü koparanlara “yanımdan çıkın” diyerek serzenişte bulunuyor. (Aktarmış olduğumuz bu olay Sünnî kaynaklarda mevcut. Bakınız: Sahih-i Buhari, c.2 ,s.118. Müsned, Ahmed bin Hanbel, c. 1, s.222. Müslim, Vasiyet Bölümü.)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), vasiyet olarak yazdırmak istediği hususu “benden sonra dalalete düşmeyesiniz” diye başlayan sözünde aramak lazım! Zira daha önceleri yani risaletinin başlangıcından beri her fırsatta dile getirdiği neydi? Hatırlayalım!

“Benden sonra dalalete düşmeyesiniz diye size iki emanet bırakıyorum. Birincisi; Allah Subhanehu ve Tealâ'nın kitabı olan Kur'an-ı Kerim. İkincisi; Kur'an ile sünnetimin muhafızı olan îtretim - Ehl-i Beytim. Bu ikisine sarılırsanız dalalete düşmezsiniz.” (Ahmed bin Hanbel, c. 3, s. 14,26,59)

Evet; Allah Resulü'nün (s.a.a) yazdırmak istediği vasiyet buna taalluk ve tekabül etmektedir. Yani delâleti şüpheye yer bırakmayan, kat'î bir beyân.

Kısacası, sefere katılmalarını istediği kişilerin gitmeyişi Allah Resulü'nü (s.a.a) oldukça üzmüş, kendisinden sonra iktidarı ele geçirme niyetlerini de bildiği için, bunların önünü almak maksadıyla daha önce şifahî olarak defalarca dile getirdiği ve ashabını bu konuda ısrarla uyardığı İmam Ali'nin (a.s) velâyetinin ilânıyla ilgili hususu, bir vasiyet olarak yazılı metin haline getirmek istemişti.

Ne yazık ki buna engel oldular. Ve Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) bu hâl üzere İmam Ali'nin (a.s) dizine yaslanmış vaziyette ahirete irtihâl ettiler.
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

GADİR-İ HUM OLAYI (İmamet Misyonu-5)
09/11/2010 - 18:20



HAZIM KORAL






Bismillahirrahmanirrahim

İmam Ali'nin (a.s) savaşlardaki kahramanlığı ve şecaati her Müslümanın malumu. Biz de daha önceki bölümlerde, İmam'ın (a.s) cihad meydanlarında nasıl yiğitçe ve korkusuzca çarpıştığını, önüne gelen İslam'ın azılı düşmanlarını nasıl yere serdiğini kısmen kaydetmiştik. Kısacası ve olayın bir başka boyutu müşriklerden cehenneme gönderdiklerinin sayısı bir hayli kabarıktı. Bu ne anlama geliyordu? Adeta hiçbir aşiret yok ki birkaç mensubunu öldürmemiş olsun! Mekke'nin fethinden sonra bu aşiretler İslâm'a teslim oldu. Kimileri de Müslüman olmuştu. Ancak İmam Ali (a.s) tarafından yakınlarının öldürülmüş olması bazılarında kin ve adâvete neden olmuştu. İçten içe İmam Ali'yi hazetmeyenler, ona husumet besleyenler vardı. Buna istinaden onun vasiliğini istemeyenler çoktu.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) ne zaman İmam Ali'ni velâyetinden söz edecek olsa mırıldanmalar ve kısmî tepkilerle karşılaşıyordu. Bu konuyu en son veda haccında iken Arafat'ta, Müzdelife'de ve Mina'da gündeme getirmek istiyor. Ancak alacağı tepkilerin endişesiyle bunu bir türlü dile getiremiyor. (Tabersî, Mecma, C. II, S.344)

Bilâhare, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) “Veda Haccı”ndan Medine'ye dönerken Zihicce ayının on sekizinde Gadir-i Hum denilen yerde (havanın çok sıcak olması ve ortamın konaklamaya müsait olmamasına rağmen) ani bir kararla ashabının önde gidenlerine geri dönmelerini, geriden gelenlerin beklenilmesini söyleyerek konaklama emri veriyor. Zira Allah Subhanehu ve Teala, çok önemli bir hususun insanlara tebliğ edilmesi için Resulü'nü (s.a.a) “ uyarı ve ikaz” mahiyetinde vahy inzal etmişti: “Ey Peygamber, Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan elçilik görevini yerine getirmemiş olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır...”2

Burada Allah Resulü (s.a.a), kendisi için hazırlanan minbere çıkıyor ve İmam Ali'yi de sağ tarafına alarak uzunca bir hutbe irad ediyor. Ashabına Kur'an ve Ehl-i Beyt'i hakkında tavsiyelerde bulunduktan sonra şu tarihi açıklamayı yapıyor: “ Ben müminlere onların kendi canlarından daha evlâ değil miyim?” Ashab hep bir ağızdan,”Elbette sen evlâsın.” dediler. Buna karşılık Resulullah (s.a.a.) şöyle buyurdu: “Ben kimin mevlâsı isem Ali de onun mevlâsıdır. Allah'ım onu seveni sen de sev, ona düşman olana sen de düşman ol, ona yardım edene sen de yardım et, onu yalnız bırakanı sen de yalnız bırak.”3

Bu ara yine kısmi mırıldanmalar oluyor. Hatta “bu senin fikrin midir, yoksa Allah'ın emri midir” diye olayı sorgulayanlar çıkıyor. Birileri de kalkıp, “Ey Muammed! Bize Allah'tan başka İlâh olmadığına ve senin Allah'ın Resulü olduğuna şehadet etmemizi teklif ettin kabul ettik, namaz, oruç dedin kabul ettik, zekat, hac dedin kabul ettik. Şimdi de kalkmış amcanın oğlunu başımıza reis yapmaya kalktın” diye çıkışarak itirazlarını dile getiriyorlardı. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), “Kendisinden başka İlâh olmayan Allah'a and olsun ki, bu bir Allah'ın emridir.” diyerek onları ikna etmeye ve yatıştırmaya çalışıyor.

“..Neredeyse, kendilerine karşı ayetlerimizi okuyanın üzerine çullanıverecekler..” (Hac:72)

“Yoksa onlar, Allah'ın kendi fazlında ihsanda bulunduğu kimseleri mi kıskanıyorlar?..”(Nisa:54)

“And olsun, onların söylemekte olduklarına karşı senin göğsünün daraldığını biliyoruz.” (Hicr:97)

“Şüphesiz biz onlara hakikat yolunu gösterdik. (Hüccetimizi onlara tamamladık.) Buna, kimi (mü'min olur) şükreder. Kimi de kâfir olup nankörlük eder. (İnsan:3)

Ama ne yazık ki bu nasipsiz kişiler daha sonra Cuhfe ile Ebvâ arasında bulunan Herşa denilen sarp bir geçitte Allah Resulü'nün (s.a.a) devesini ürkütüp uçurumdan aşağı yuvarlamak kastıyla suikast girişiminde bulunmak istiyor. Ancak ve elbette ki, “Allah, seni insanlardan koruyacaktır.” İlahî teminat tahakkuk ediyor. Cebrail (a.s) Allah Resulü'ne (s.a.a) haber veriyor ve hainler suikast girişiminde muaffak olamıyor.

Şöyle ki, o esnada Allah Resulü (s.a.a), peşi sıra gelmekte olan Huzeyfe ibn Yemânî'ye durumu haber veriyor. Birlikte bozgunculara doğru hamle yapıyorlar. Onlar gecenin karanlığından istifade ederek ashabın arasına karışıyor. Ancak Allah Resulü (s.a.a), bu nasipsiz hainleri tanıyor ve Huzeyfe ibn Yemanî'ye onları ifşa etmemesini tembihliyor. Zira suikastla ilgili nazil olan ayette affı ve mağfireti geniş olan Rabbimiz onlara “tövbe” toleransını ve opsiyonunu tanıyor:

“..Muaffak olamıyacakları bir şeye yeltenmişlerdi. Oysa (imametin ilanıyla) kendilerine ihsanda bulunulmuştu. Eğer tevbe ederlerse onlar için daha hayırlı olur..“(Tevbe:74)

“Ya Ali, ümmetim için en büyük sınama sensin. Kimileri senin velâyetini tanımakla cennete giderken, niceleri de senin imametini inkar etmekle cehenneme gidecek. Ya Ali, senin imametini inkar eden benim nübüvvetimi de inkar etmiş gibidir.” (Hadis)

O gün Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) İmam Ali'nin(a.s) velâyeti ile ilgili ve Ehl-i Beyt'ine yönelik saygı ve ihtiramın gözetilmesi hususunda uzun uzun uyarılarda bulunmuş, cahiliye devrine dönülmemesinin garantisi olarak Kur'an ve Ehl-i Beyt'e bağlılığı şart koşmuştu.

Bu nedenle diyebiliriz ki, Gadir-i Hum günü nübüvvetin devamı olan imamet misyonunun ilanı, İslâm'ın kemale erişmesi ve insanlara hüccetin tamamlanması anlamına gelmektedir.

Nitekim Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a.) bu tarihi beyanından ve yaptığı duadan sonra Allah Subhanehu ve Teala şu ayet-i celileyi inzal ediyor: “Bugün dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı takdir ettim.”4

Bu ara ashab İmam Ali (a.s.)'ı tebrik etmeye başlıyor. Rivayetlere göre “bu bir Allah'ın emri midir?” sorusunu sormasına rağmen İmam Ail'yi (a.s) ilk tebrik eden kişi Ömer bin Hattab oluyor. (Bakınız, Ahmed b. Hanbel, C. IV, S.281. İbn-i Kesir, Bidâye, C.V. S.210)

Yüce Allah'ın İslam dinini kemale erdirmesi ve Müslümanlar üzerindeki nimetinin tamamlanması ile ilgili bu hadiseyi İmam Ali'nin (a.s.) İmametinin ilanına bağlanmış olması çok açık bir biçimde “velâyet” olgusunun tüm Müslümanlar için imanî bir mesele olduğunu ortaya koymaktadır. Ehl-i Beyt mektebi bu konudaki tutarlılığını bin dört yüz küsür yıldan beri sürdürmektedir.

Konumuzla ilgili olması hasebiyle Sayın Profesör Haydar Baş'ın bir televizyon kanalında Gadir-i Hum Bayramı dolayısıyla yapmış olduğu konuşmasından bazı pasajlar aktarmak istiyoruz:

“Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), Gadir-i Hum denilen bölgede 100 binin üzerinde sahabesine bir hutbe irad ediyor. İmam Ali'nin (a.s) elinden tutup kaldırarak: 'Bu benim vasimdir ve benden sonra halifenizdir' diye ilan ediyor. 'Buna tabi olacaksınız.' İşte Gadir-i Hum olayının özeti budur.

Burada irad ettiği Kadir-i Hum hutbesinin yedi ayrı yerinde Hazreti Ali'yi (a.s)” İmam “ ve ”Halife” olarak ilan etmiştir.

' 1- Ali bin ebi Talib benim kardeşimdir, vasimdir, halifemdir.

2- Ey insanlar! Biliniz ki, Allah muhacirlere, ensara ve onlara iyilikle tabi olanlara, köylüye ve şehirliye Arap'a ve Acem'e, özgüre ve köleye, büyüye ve küçüğe, beyaza ve siyaha Ali'ye itaat etmeyi farz kılmış, onu İmam ve yetki sahibi kılmıştır.

3-Benden sonra veliniz ve İmam'ınızdır. Ondan sonra da, Allah ve Resulü ile görüşeceğiniz güne kadar onun evlatlarından benim neslimin (Ehl-i Beyt'imin) hakkıdır.

4- Ali (a.s), Allah tarafından tayin edilen İmam'dır.

5- İyi bilin ki, mü'minlerin emiri şu kardeşimdir. Mü'minlerin emiri olmak benden sonra, ondan başka hiç kimse için helâl değildir.

6- Ey insanlar! Bu Ali'dir. O benim kardeşim, vasim, ilmimi toplayan ve ümmetim içerisinde halifemdir.

7- Ey insanlar! Ben hilafet emrini kıyamet gününe kadar, imamet veraseti olarak neslime (Ehl-i Beyt'ime) emanet ediyorum.”

“İmam Ali ise bu konuda şunları irad ediyor: 'Allah'a andolsun ki, hiçirbir zaman Peygamber'den sonra imamet ve liderliğin onun Ehl-i Beyt'inden alınacağı, hilafetin benden uzaklaştırılacağı aklımın ucundan bile geçmezdi.”

Evet, Sayın Haydar Baş'ın açıklamaları böyle!

( Ayrıca Sayın Baş, televizyondaki bu konuşmasında, İmam Ali (a.s) ile ilgili bin, Fatıma (s.a) validemizle ilgili yediyüz sayfa dolayında iki kitap yazmakta olduğunu ifade etmişti. )

Rabbimiz'de Kur'an-ı Kerim'de “Allah'ın o günlerini (Yevmullah)anın.” diye buyurmaktadır. Bir başka ayet-i kerimede ise, “Allah'ın nimetini anın.” diye buyrulmakta. Ki o gün, “İmamet” olgusunun ilanı ile ümmet üzerindeki nimetin tamamlandığı gündür. Bu nedenle, İmamet olgusunun bilincinde olan Müslümanlar 1400 küsur yıldan beri her Zilhicce ayının 18'inde “Gadir-i Hum” gününü büyük bir bayram olarak kutlamaktadırlar.
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

İMAMET'E SÜNNÎ BAKIŞ (İmamet Misyonu-6)
21/12/2010 - 22:49



HAZIM KORAL






Bismillahirrahmanirrahim

Sünnî dünyasına gelince, ne yazık ki onların bu konudaki yaklaşımı farklı. Bu farklılık Nisa suresinin 59'ncu ayetini yorumlamalarında bariz bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Şöyle ki: Ayette geçen “ulûl emr” den kasıt onlara göre Müslümanların başındaki yöneticilerdir. Ve onlar yani Sünnî kardeşlerimiz bu konuda şöyle bir hadis olduğunu iddia etmektedirler: “Başınızdaki yöneticiler zalim de olsa, fasık da olsa sizi Allah'ın kitabıyla yönettiği sürece onlara itaat ediniz.”

Ehl-i Beyt mektebine göre bu sözlerin hadis olması mümkün değildir. Zira bu sözler Kur'an ile çelişmektedir. Yüce Allah buyuruyor ki:” Zalimlere meyletme (itaat etme) yoksa sana da ateş dokunur.”5 “Ve ölçüsüzce davranan (zalim ve fasıklara) itaat etmeyin.”6 Ayetlerden çok açık bir şekilde anlaşılan o ki, Müslümanların başındaki yöneticilerin mutlaka adil ve liyâkat sahibi olmaları gerekmektedir. Zaten Yüce Allah: “İnsanlar arasında adaletle hükmedin.”7 demiyor mu? Çünkü yasalar ne kadar mükemmel olursa olsun yönetim, liyâkat sahibi olmayan kişilerin elinde olursa, söz konusu yasaların zulüm aracına dönüşmesi kaçınılmazdır.

Nitekim başta Emevîler ve Abbasîler olmak üzere tarih boyunca ümmet monarşi sistemlerin despotik baskılarıyla yönetilmiştir. Müstebidlerin istibdadı altında yaşamayı adeta kader addetmişler. Ve hatta bu bağlamda birçok hadis de uydurmuşlar. Belam kılıklı din simsarları bu konuda bol bol fetvalar yayınlamışlar. Sünnî dünyada bunlar hâlâ revaçta. Bunlardan birtanesi de El-Ahzar Üniversitesi'nin başında bulunan Tantavî'dir. Mısır'ın günümüzdeki Firavun'u olan kişinin, mazlum Filistin halkının daha da yoksulluğa ve yalnızlığa gark edilmesi için Gazze sınırına çelik duvar örmesini fetvalarla desteklemektedir. Ona karşı çıkanların büyük günah işlediğini söylemektedir. (Bu kişi diğer bir Firavun'dan ödül almak için gittiği Suud-i Arabistan'da bugün ölmüş!) Yakın tarihimizde de başka İslam coğrafyalarına tasallut olan tağutlar hep Belâm tacirleri tarafından desteklenmiştir. Hz. Musa (a.s) zamanında yaşamış olan Belâm ibn-i Baura büyük bir alim olmasına rağmen Firavun'un safına geçip, dini olduğundan farklı gösterek halkı Firavun'a itaat etmeye çalışmış. İslâmî literatürde ise Belâm bir kavram olarak, onun gibi aynı işi yapanlara verilmiş genel bir sıfattır. Emeviler döneminde oldukça yaygın olan bu istismarcılık ve dini farklı kalıplara sokmak, yani egemen güçlerin istediği doğrultuda dine şekil verme teşebbüsleri hep olagelmiş ve günümüzde de devam etmektedir.

Din istismarının ve dini tahrifata yönelik çabaların önünde en büyük engel ise Ehl-i Beyt imamları olmuştur. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), “Kur'an ve sünnetimin muhafızı Ehl-i Beyt'imdir.” diye buyurmaktadır. Zira Ehl-i Beyt imamlarının “mutahhar” olmaları “iltizamı ve muhafızlığı” bir olgu olarak zorunlu kılmaktadır. Zaten, ayette geçen “ulûl emr” den kimlerin kastedildiğini ashab sorunca Sevgili Peygamberimiz (s.a.a): “ Onlar Ehl-i Beyt'imden olan imamlardır.” diye karşılık veriyor. Ulûl emr olarak asıl itaat edilmeleri gereken Ehl-i Beyt imamları olmakla beraber ayetin umuma şamil yönü de vardır ancak liyakat sahibi ve adil olmaları kaydıyla.

( İmam Humeyni,nin (r.a) formüle edip “İslam Devrimi”nden sonra da pratize ettiği “velayet-i fakih” olgusu “ulûl emr”in umuma şamil yönüne tekabül etmektedir.)

Bu nedenle, ellerindeki sağlam ve sarsılmaz verilerden dolayı Ehl-i Beyt mektebi 1400 küsur seneden beri zalim - despot - tağutî rejimlere karşı uzlaşmasız tavrını sürdürmektedir. Bu mektebin tarih boyunca duçar olmuş olduğu zulüm, baskı, ölüm ve işkencelere rağmen onurlu bir şekilde sürdürdüğü uzlaşmasız tavrını imamet misyonuna bakışlarında ve “ulûl emr” anlayışlarında görmekteyiz. Yani kısacası, bu bakış tarzına göre mutlak anlamda itaat edilmesi gereken “ulûl emr”den kasıt Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) de buyurduğu gibi “Ehl-i Beyt İmamlar”dır.

Hiç şüphesiz ki Allah, emanetleri ehline vermenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz zaman adaletle hükmetmenizi emrediyor. Bununla Allah, size ne güzel öğüt veriyor. Doğrusu Allah işitendir, görendir. Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; peygambere itaat edin ve sizden olan ulul emre de..”8

Farz-ı muhal Ehl-i Beyt imamlarının velâyetini açıklayan ayet ve hadisler olmasa bile, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) ahirete irtihâl ettikten sonra Müslümanların başına kimin “Rehber “olması gerektiğini mantıksal bir zeminde düşünecek olursak bile: “Emaneti ehil olana verin.” (Nisa:58) emri ilahîsindeki adres Hz. Ali'yi (a.s.) göstermektedir. Zira Ehl-i Sünnet ve Şia dünyasının istisnasız olarak ittifakla öne sürdükleri görüş şudur: “Bütün sahabeler arasında ilimde, takvada, bilgide, adalette, şecaatta, basirette, kısacası önderlik vasıflarını gerekli kılan her türlü liyâkatte en üstün insan Ali (a.s.)idi. Bakara suresinin 247'nci ayetinde geçen Talut (a.s) ile ilgili açıklamalar İmam Ali (a.s.)'ın vasıflarıyla ne kadar da örtüşmektedir:

“ Doğrusu Allah size onu seçti ve onun bilgi ve vücut gelişimini arttırdı.Allah dilediğine mülkünü verir.” “İşte bu, Allah'ın fazlıdır ki, onu dilediğine verir..”9

Daha önce aktardığımız gibi, ilk iki halife yönetimleri süresince işin içinden çıkamadıkları konularda sık sık İmam Ali'ye (a.s.) müracaat etmişlerdir. Bu olayı Sünnî alimler “kadılık”, “vezirlik” veya “danışmanlık” olarak değerlendirmektedirler. Yine Sünnî kaynaklarda kaydedildiği gibi Ebu Bekir ve Ömer sorunları çözülünce, “Ali olmasaydı ben helâk olurdum.” itirafında bulunmuşlardır. Bu noktada iki ayet-i kerime ile şöyle bir soru sormuş olalım: “ Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha hak sahibidir, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size? Nasıl hükmediyorsunuz?”10 “Hiç bilenlerle bilmeyenler bir olur mu?”11

İmam Ali'nin (a.s.) bu özelliğinden dolayı günümüz yazarlarından Diyanet İşleri Başkanı e. Danışmanı olan Ali Akın “Peygamberimizin Hayatı, Kur'an Ve İlk Sapmalar” adlı eserinde şöyle bir yorum yapıyor: “Peygamberimiz(s.a.a)'in vefatından sonra ilk Müslümanlara ve Bedir Savaşı gazilerinin reyine müracaat edilseydi Hz. Ali'nin halife seçileceği kesin idi.” (A.g.e: s.406)

Öte yandan, Necip Fazıl'ın Hazret-i Ali adlı eserinde, İmam Ali (a.s.) hakkında şöyle bir açıklama dikkatimizi çekmektedir:” O' Peygamber evinin kadro reisi ve silsile halindeki manevî Peygamber imametinin iki büyük kutbundan biri..” (A.g.e: s.188) Aynı eserde İmam Ali (a.s.)'ın beyat için Ebu Bekir'in huzuruna götürüldüğünde söylediği sözler İmamet hakikatini tüm canlılığıyla ortaya koymaktadır:

“Bu İlahi rütbe ve nimeti, Allah Beyt Ehline vermiştir. Bu nimet başka tarafa çekilemez. Çünkü biz, vahy ve Kur'anın menzili olan soydanız. Emir ve yasakların emanet edileceği el, bizim ailemizdir. İlim, fazilet, akıl ve mürüvvet kaynağıdır bizim soyumuz... Bu bakımdan halifeliğe layık olan biziz.” Ebu Bekir'in bu sözlere karşı cevabı ise şöyle: “Ali'nin sözleri bir baştan öbür başa doğrudur. Onları yanlış göstermeye imkan yoktur...” “Ya Ali! Netice, benim tahminimin dışında zuhur etti... Bu bir “oldu-bitti”dir. Bu bahiste düşünmeye ve bazı tekliflerde bulunmaya ihtiyacın varsa sana istediğin kadar mühlet... Düşün ve bildir.” “Hazret-i Ebu Bekir'in bu sözleri üzerine Hazret-i Ali yerinden kalkıyor ve herkesin ihtiram tavırları içinde meclisi bırakıp evine dönüyor.”(A.g.e:S,214-215)

Başta “Kütüb-ü Sitte” denilen altı tane temel hadis külliyatı olmak üzere Sünnîlerin kaynaklarında “İmamet” gerçeğini ortaya koyan o kadar çok delil var ki, bu konuda söz konusu eserlerden yola çıkarak kitaplar yazılmaktadır. Bunlardan bir tanesi de Fazlullah Kumpani'nin. “Hz Ali Kimdir” adlı eseridir. Bu eserde İmamet'le ilgili delillerin hepsi Sünnî lerin kaynaklarına dayanmaktadır. Bu durum aklımıza şu ata sözünü getirdi: “ Ol mahiler ki derya içeredirler, deryayı bilmezler.”

Sonuç olarak diyeceğimiz o ki; Allah Subhanehu ve Teâlâ Kur'an-ı Mübin'inde,”Sizi her nimetten hesaba çekeceğim.”12 diye buyurmaktadır. Hadis-i şeriflerden yola çıkarak “nimet” kelimesinden kast edilen şeylerin Kur'an, Peygamber ve Ehl-i Beyt imamları olduğunu biliyoruz. Zira en büyük nimet insanın ebedi kurtuluşuna vesile olan hüccetlerdir. Bu nedenledir ki Yüce Allah:”…Biz onları, iznimizle doğru yola ileten imamlar kıldık.”13 diye buyurmaktadır.

Bir başka ayette ise: “ Bütün insanları imamlarıyla çağıracağımız günü hatırla!..”14

Buna mukabil Sevgili Peygamberimiz (s.a.a.): “Zamanın imamına beyat etmeden ölen, cahiliye üzere ölmüştür.”diye buyurmaktadır.

Bilindiği üzere bu hadis Sünnî dünyasında da meşhurdur. Ancak ne yazık ki Sünnî kardeşlerimiz İmam kastıyla yüzyıllarca zalim sultanlara beyat etmişlerdir. Bugün bile bu konuda büyük bir açmazın içerisindedirler. Değişik grup isimleri altında toplanmışlar ve her grup kendileriyle övünmekte ve kendi liderlerini tüm dünya Müslümanlar'ının lideri-imamı olarak görmektedirler.

Bu tutumları bize şu ayeti hatırlatmaktadır: “İşte sizin dininiz ve ümmetiniz bir tek din ve bir tek ümmettir. Ben de sizin Rabbinizim. Öyleyse benden korkup-sakının. Ama insanlar din konusunda aralarında ayrıldılar. Her fırka, kendi grubuyla övünmektedir.”15

Bütün tespih tanelerinin bağlandığı yer imamedir. Bütün dünya Müslümanları'nın bağlı bulunması gereken bir tek İmam olmalıdır. Zira az önceki ayette Yüce Allah ,”Sizin dininiz ve ümmetiniz bir tek din ve bir tek ümmettir.” diye buyuruyor. Bu fenomen İmam'ın, bir tek İmam olmasını zorunlu kılmaktadır.

İmamet olgusunun bu yönü İslam ümmetinin birlikteliğini tesis etmede ne büyük rol oynadığını varın siz düşünün. Bu nedenledir ki “İmamet”, Ehl-i Beyt mektebinde bir iman ilkesidir. Zira Müslümanların vahdeti, İslam ümmetinin birliği buna bağlıdır.
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

KEVSER (S.A) (BABASININ ANNESİ)
03/02/2011 - 20:17



HAZIM KORAL






Bismallahirrahmanirrahim

Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), Hatice (s.a) validemizin vefatından sonra onun hamiyet severliliğini ve fedakarlıklarını dile getirip, onu hayırla yadetmesi, ondan sürekli övgü ile sözetmesi Aişe validemizin kıskançlık triplerine girmesine neden oluyor ve bu kıskançlığını zaman zaman incitici sözlerle dile getiriyordu.

Fiziki özelliklerle kıyaslama yapıp Allah Resulü'nü üzüyordu. Yine böyle bir kıskançlık halet-î ruhiyesi içerisinde serzenişte bulununca Sevgili Peygamberimiz (s.a.) Aişe validemize şöyle bir cevap veriyor: “Andolsun ki, Allah Subhanehu ve Teala ondan daha iyisini bana nasip etmemiştir. Hatice, başkalarının kafir olduğu bir zamanda iman etti. Başkalarının beni tekzib ettiği bir zamanda beni tasdik etti. Başkalarının beni mahrum kıldığı bir dönemde mallarını karşılıksız benim ihtiyarıma bıraktı ve Allah Subhanehu ve Teala benim neslimi onun evladında kıldı.“

Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) Hatice validemizi kastederek “Allah Subhanehu ve Teala benim neslimi onun evladında kıldı.“ sözü o günün Arap Yarımadasın'da adeta bir devrim niteliğinde idi. Zira o günün Arap toplumu “ataerkil“ mantaliteye sahipti.

Bu olayla, aynı zamanda Yüce Allah tarafından Fatıma (s.a) validemiz vesile kılınarak kadının saygınlığı izhar edilmiş oluyor.Yani o günkü Arap toplumunda hiçbir değere sahip olmayan, hiçbir saygınlığı bulunmayan kadını Allah'u Teala Hazreti Fatıma (s.a) validemiz nezdinde onure ediyor.

Yüce Allah'ın diğer bir muradı ise “Şecere-i Tayyibe“ nin İmam Ali (a.s) ve Fatıma (s.a) validemizle devam ettirilmesidir. Zira seçmek ve tercih etmek Allah Subhanehu ve Teala'ya mahsustur.

“…Allah dilediğini buna seçer.“ (Şura:13)

“Allah maslahatları daha iyi bilendir.“ (Hadis)

Bir kudsî hadiste Cebrail (a.s) Sevgili Peygamberimiz'e (s.a.a) şöyle dedi: “Ey Allah'ın değerli Peygamberi, ..Allah'u Teala, senin sulbünden tertemiz (mutahhar) evlatlar yaratmayı irade etmiştir.“

Ve Fatıma validemiz (s.a) risaletin 5'nci yılında 20 Cemadiy-us Sani Cuma günü dünyaya teşrif buyuruyor.

“Ey Habibim şüphesiz ki biz, sana Kevser'i verdik… Doğrusu asıl soyu kesik olan, sana kin duyandır.“ (Kevser Suresi)

Ayetin nüzül sebebi; bilindiği üzere Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) erkek çocuğu vefat ettiğinde, İslam ve insanlık düşmanı müşrikler sevinç içerisinde, “Muhammed'in soyu kesildi. Artık onun davasını sürdürecek kimse kalmadı. Böylece, kendisinin de vefatından kısa bir süre sonra İslâm diye bir din kalmaz ve bu din unutulur gider.“ diyorlardı.

Ancak müşriklerin böylesi habaset yüklü düşünce ve sözleri karşısında Yüce Allah, tüm Müslümanları sevinç ve mutluluğa gark eden söz konusu “Kevser Suresi“ni inzal ediyor.

Ayette geçen “Kevser“den kastın hem Sünnî ve hem de Şia ekollerinin ittifakla kabul ettiği üzere Hz. Fatıma (s.a) validemizdir.

Lûgavî olarak “Kevser“ sözcüğü “cennette bulunan bir ırmak olmakla birlikte sonsuz ihsan, sonsuz bereket ve büyük nimet“ anlamlarına gelmektedir.

“İşte bu, Allah'ın iman edip de iyi iş ve hareketlerde bulunan kullarına müjdelemekte olduğu saadettir…“Şura:23)

Bu muştulu haber aynı zamanda çok açık bir biçimde velayetin ilanı anlamına da geliyordu. Zaten ayetin devamında geçen “meveddet“ sözcüğü de bu hakikati ibraz etmiş oluyor. Ayrıca Yüce Allah'ın “Kevser“ sözcüğü ile bu müjdeyi vermiş olması, İslam ümmeti için sonsuz ihsan ve sonsuz bereket kapısı olan “Ehl-i Beyt“ nimetine kavuşmak anlamına geliyor…

Her türlü baskı ve zorluklarla karşılaşmış oldukları bir dönemde Hatice validemiz (s.a) ve Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) kızları Fatıma'yı kucaklarına almışlardı. Mutluluklarına diyecek yoktu ancak yarı aç, yarı tok minicik yavrularını besleyip büyütmenin telaşında idiler. Allah Resulü (s.a.a), bir taraftan da tebliğ vazifesini sürdürmeye çalışıyordu.

Öte yandan ise azılı müşriklerin baskı ve şiddetleri arttıkça artıyordu. Nübüvvet ailesinin göznuru henüz iki yaşlarındayken müşriklerden ambargo haberi geldi ve bir avuç Müslüman Ebu Talib'in vadisinde üç yıl sürecek bir ablukaya alındılar. Bugünkü deyimle mülteci kampı veya açık hava hapishanesi!

Vadideki kuşatmadan kurtulmanın üzerinden henüz bir yıl geçmemişti ki Hz. Hatice validemiz (s.a) vefat etti. Sevgili Peygamberimiz'i (s.a.a) büyük bir hüzün kaplamış, gözyaşlarına boğulmuş küçücük kızı Fatıma'yı teselli etmeye çalışıyordu. O'da aynı yaşlardayken annesini kaybetmişti. Yetim kalmanın, annesiz kalmanın ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Fatıma mahzun, Fatıma boynu bükük ve Fatıma'nın küçücük kalbi gamla, kederle dolu.

Allah Resulü (s.a.a), aynı yıl içerisinde en büyük destekçisi olan amcası Ebu Talib'i de kaybetmişti. Mekke müşriklerinin baskı ve zulümleri karşısında biricik sığınağı amcası Ebu Talib idi.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), bir yıl içerisinde iki destekçisini kaybetmiş olmasından dolayı, o seneyi “Hüzün Yılı“ olarak ilan etmişti.

Artık zorlu hayat yolculuğuna birbirlerinin destekçisi olarak birlikte devam ediyorlardı. Allah Resulü (s.a.a), canından bir parçası olan kızına sevgi ve şefkatini eksik etmiyor ayrı bir ihtimam ve büyük bir ilgi ile adeta üzerine titriyordu.

İşin ilginç yanı, babasının canı-ciğeri olan o küçücük Fatıma sanki büyümüş de küçülmüş gibi babasının halini, ezikliğini görüyor ve o da babasına şefkat göstermeye çalışıyordu.

Hele dışarıda iken, babasının maruz kaldığı sözlü sataşmalara, hakaret edilmesine, üstüne başına toprak atılmasına tanık oluyor ve bu durum karşısında babasının üstünü başını silip onu teselli etmeye çalışıyordu.

Yine bir keresinde küçük Fatıma, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), Kabe'nin dibinde namaz kılarken secdeye gittiği esnada müşriklerin sırtına deve işkembesini atmalarına tanık olmuştu. Hemen koşup babasının sırtındaki işkembeyi kenara çekmiş ve hiddetli bir şekilde müşriklere çıkışmıştı.

Kendi küçük ve fakat yüreği büyük olan Fatıma'nın babasına göstermiş olduğu böylesine büyük bir ilgi ve şefkat, adeta bir annenin evladına gösterdiği alaka ve şefkat gibi idi. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), bu nedenle babasına karşı anne rolü üstlenmiş kızına “ümmü ebiha“ (babasının anası) lakabını takmıştı.

Ve Baba - kız arasında böylesine yüce bir dayanışma atmosferi içerisinde aylar ve yıllar geçiyordu.

Allah Resulü (s.a.a) kız-erkek ayırımı yapmadan, “Beşikten mezara kadar her Müslümana ilim öğrenmek farzdır.“ diyerek biricik kızının ilim öğrenmesine özel ihtimam ve hassasiyet gösteriyordu.

Elbette ki, Fatıma validemiz (s.a) Yüce Allah'ın büyük bir lütfuna sahipti, zira mürebbisi Peygamber idi. Alemlere rahmet ve dünya insanlığına gönderilen bir öğretmen tarafından en iyi bir şekilde yetiştiriliyordu.

Allah Resulü (s.a.a) eğitim ve öğretim konusunda İmam Ali'ye (a.s) göstermiş olduğu ihtimam ve hassasiyeti kızı Fatıma'ya (s.a) da göstermekte idi. İmam Ali'ye (a.s) öğretmiş olduğu zahiri ve ledünnî ilimleri kızına da öğretmişti. Ki zahiri ilimlerin ötesinde Yüce Allah'ın hârikulâde sırlarına ait gaybî-manevî bilgiler denilen “ledünnî “ ilmi ile kuşanmak-mücehhez kılınmak (daha önce ifade ettiğimiz gibi) mutahhar olmayı zorunlu kılmaktadır. Zira “ledünnî“ ilmi öyle bir emanet ki ancak mutahhar olana tevdî edilir.

Sonsuz rahmet ve sonsuz bereket anlamına gelen “Kevser“ ilim hazinelerine sahip olmak, ilmin muhafızı olup, bunu bir rahmet ve bir bereket olarak ümmetin istifadesine sunmak anlamına gelmektedir. Zira “Kevser“ sadece bir pâye değil, verimliliği ve cennetteki “Kevser Irmağı“ gibi akıcılığı ve aktarımı olan bir olgu ve bir fenomendir.

“Benim Ehl-i Beyt'im Kur'an ve sünnetimin muhafızıdır.“

Kendilerine tevdi edilen bu ilahî sorumluluk ve mükellefiyet bağlamında İmam Ali (a.s) ve Fatıma (s.a) validemiz hiç kimseyle kıyas edilemezler.

Yüce Allah'ın takdirine bakın ki kendilerine bahşedilen bu ilahî ortak pâyda ile birlikte kader onların evliliklerine de zemin hazırlamış oldu. Zira bu iş tahakkuk ettiğinde yani izdivaçlarında Allah Resulü (s.a.a) bu gerçeği şöyle dile getiriyor: “Ali olmasaydı kızım Fatıma'ya denk bir eş bulunamazdı.“

Bilindiği üzere bu konuda Ebu Bekir, Ömer, Abdurrahman ibn-i Avf, Osman ibn-i Affan ve Medine eşrafından bazı kimselerin de talepleri olmuştu. Ancak “Yüce Allah'ın takdirinin ve emrinin beklenmesi“ gerekçesi ile reddedilmişlerdi.

Bazıları ise bu olayı İmam Ali'ye (a.s) haber veriyor ve en münasip kişinin kendisi olduğunu söyleyerek, gidip Fatıma'ya (s.a) talip olmasını öneriyorlar. İmam Ali (a.s) ise nicedir böyle bir düşünceye sahip olduğunu ve fakat cesaret edip de böyle bir girişimde bulunamadığını, duygularını dile getiremediğini söylüyor.

Sonunda teşviklerden aldığı cesaretle Allah Resulü'nün (s.a.a) kapısını çalıyor. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) Ümmü Seleme validemize: “Kapıyı açıver ya Seleme; o Allah ve Resulü'nü seven, Allah ve Resulü'nün de kendisini sevdiği bir kimsedir. O benim nezdimde insanların en sevimlisidir.“ diye buyurdular.

İmam Ali (a.s) içeri buyur edildi. Selam verip Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) karşısında oturdu. Mahcubiyetinden başını önüne eğmiş meramını bir türlü söyleyemiyordu.

Allah Resulü (s.a.a) sessizliği bozup, “ Ya Ali, bir hacet için yanıma gelmiş gibisin, fakat onu izhâr etmekten çekinir bir halin var! Çekinmeden söyle! Talebin inşallah kabul olacaktır“ dedi.

Bunun üzerine İmam Ali (a.s) biraz rahatlayarak alnına birikmiş terleri silip, çekimser bir ses tonuyla söze başlıyor. “Ya Resulallah, anam ve babam sana feda olsun, sizin evinizde büyüdüm ve sizin lûtuflarınızdan yararlandım. Annem ve babamdan daha iyi benim terbiyem ve eğitimimde çaba sarfettiniz ve sizin vesilenizle hidayet buldum. Ya Resulallah, and olsun Allah'a ki benim dünya ve ahiret hazinem sizsiniz. Şimdi kendime eş seçmem ve aile kurmam için vakit geldi sanırım. Eğer münâsip görürseniz kızınız Fatıma'ya talibim.“

Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), beklediği bu talebi memnuniyet ifade eden bir çehre ve tebessümle karşıladı. Ancak İmam Ali'ye (a.s), beklediği cevabı hemen vermeyip “Sabret kızım Fatıma'nın da fikrini sorayım“ dedi.

Bilahare Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), canı gibi sevdiği kızını karşısına alıp İmam Ali'nin (a.s) talebini kendisine iletti. Baba kız arasında geçen durum değerlendirmesinden sonra, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) kızının onayını alıp damat adayına müjdeli haberi veriyor. Ve ardından “Ya Ali, sana başka bir müjde daha vereyim, sen benim yanıma gelmeden önce Cebrail (a.s) gelip bana‚'ya Muhammed, Allah seni yaratıkları arasından seçti ve seni risaletle görevlendirdi. Ali'yi de vasîn ve ümmetinin imamı olarak seçti. Kızın Fatıma'yı onunla evlendirmelisin, onların izdivaç töreni arş-ı alâ'da meleklerin huzurunda yapıldı. Allah onlara ve onların nesline tertemiz, mutahhar, necip, tahir ve güzel evlatlar bağışlayacaktır' dedi ve henüz Cebrail (a.s) yanımdan ayrılmamıştı ki sen kapıyı çaldın.“ (Bihar-ül Envar, C. 43, S.127)

Hadis-i Şerifte görüldüğü gibi Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) zürriyetinin, İmam Ali (a.s) ve kızı Fatıma'dan devam etmesini Yüce Allah takdir etmiş.

Bir başka ifade ile, Kur'an'da vasfedilen ve İbrahim Halilullah'dan (a.s) Sevgili Peygamberimiz'e (s.a.a) ve İmam Ali'ye (a.s) tevârüs eden “şecere-i tayyibe“ nin(pak ve mutahhar neslin) devamını, Yüce Allah İmam Ali (a.s) ile Fatıma (s.a) validemizin izdivacına bağlamış bulunmakta. Bu nedenle hadis-i şerifte onların nikahının bezm-i İlahî de kıyıldığı belirtilmekte.

Kısacası, “şecere-i tayyibe“nin devamı İmam Ali (a.s) ve Fatıma (s.a) validemize İlahî takdir olarak tevdî edilmiş. (Bilindiği üzere, Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) ve İmam Ali'nin (a.s) atası İbrahim (a.s) idi. Ayrıca zaten Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah Ehl-i Beyt'i “mutahhar“ olarak vasıflandırıp tebcîl etmektedir.)

Yüce Allah'ın, Sevgili Peygamberimiz'e (s.a.a) yönelik büyük bir vaad ve müjde olarak “Biz sana Kevser'i verdik.“ sözü adeta bu izdivaç ile anlamını buluyordu. Zira sonsuz bereketin kapıları bir yönüyle bu evlilik ile açılımış olacaktı.

Yüce Allah bu birlikteliği vesile kılarak yeryüzünü hüccetsiz bırakmayacaktı. Ümmet için ne büyük bir ihsan ve ne büyük bir nimet.

Ne yazık ki ümmetin büyük ekseriyeti olayın bu yönüne değilde düğünün sadeliğine, gösteriş ve israftan uzak oluşuna dikkat kesilmekte. Elbette ki, olayın o yönü de evliliğe namzet Müslüman gençler için kıstaslar arzetmektedir.

Örneğin, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), İmam Ali'ye (a.s) müjdeli haberi verdikten sonra, ''Ya Ali evlenmek için neyin var ?'' diye sorduğunda, İmam Ali (a.s) cevaben ''Ya Resulallah, benim durumumu siz daha iyi biliyorsunuz ! Bütün servetim bir kılıç, bir zırh ve bir de deveden ibarettir.'' Buna karşılık Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) buyuruyor ki : ''Ya Ali, kılıcın ve deven sana kalsın. Zırhını satıp kızıma çeyiz yaparsın.'' Ve İmam Ali (a.s) pazara gidip zırhı satıyor parasıyla da Fatıma (s.a) validemize çeyiz alıyor.

Çeyiz olarak alınan eşya listesi şöyle :

Yemen kumaşından bir elbise.

Üç adet üzerine oturulacak minder.

İçi hurma lifleriyle doldurulmuş yastık.

El değirmeni ve bir adet un eleği.

Su tulumu ve su testisi.

Elde örülmüş bir battaniye, havlu ve pösteki.

Sedir , sofra ve bir adet yorgan.

Evlenmeye namzet geçlerimize ithaf olunur!

Sözüm ona mütedeyyin Müslüman olarak geçinen nice ebeveynlerin, damat adaylarından talep ettikleri çeyiz listelerini varın siz Fatıma (s.a) validemizin çeyizi ile kıyaslayın! “Devede kulak!“

Elbette ki, çeyiz için alınacak eşyalarda zamanın gelişen ve değişen koşullarına göre bir takım farklılıklar arzetse de ölçü lüks, gösteriş ve israftan uzak, mutedil, gereksinim arzeden, kullanılabilir, pratik ev eşyalarını talep etmek makul olandır. Ancak günümüzde birçok konuda olduğu gibi bu hususta da itidal ve ölçüler aşılmakta, damat adayları yokuşa sürülmekte!

Bu konuda aşırı uçlardan örnekler vermemize bile gerek yok! Zira Müslüman bir toplum içerisinden burjuvazi bir sınıfın peydah olması İslâm'ın sosyal adalet anlayışına taban tabana zıttır. Bu konuda Sayın Prof. Dr. Memet Bekaroğlu'nun “Zengin Daha Zengin Yoksul Daha Yoksul Olurken“ isimli makalesinin baş tarafına koyduğu Ebu Zer'in (r.a) (Rebeze çölüne sürgün edimeden önce dile getirdiği ) o meşhur sözünü bu vesile ile aktarmış olalım: “Ey Osman, sen yoksulları daha yoksul, zenginleri de daha zengin ettin!“

Elbette ki, sosyal dokunun zıvanadan çıkıp kokuşması yönetim biçimleriyle de ilintilidir. (Neml:34) Bunun İslâm tarihindeki en somut örneği Emevîler ve Abbasîler dönemidir. Saraylarındaki ihtişamlı - debdebeli yaşam, eğlence ve işret alemleri toplumun saray çevresine öbeklenmiş varidatlı kesimine de sirayet etmişti.

Ve elbette ki, lüks ve israfın yaşam biçimine dönüştüğü bir toplum İslâm'dan fersah fersah uzaktır. Bugün, bu hâl ve bu minvâl üzere olanlar da kendilerine bir kılıf bulmuşlar: “Müslüman her şeyin en iyisine lâyıktır.“ Elbette, ancak bu yaklaşım lüks ve israf dolu bir hayat tarzına cevaz anlamına gelmez.

Kimileri de, “efendim o yoksul dediğimiz insanların da imkanı olsa, onlar da aynı yaşama angaje olur“ demektedir. Bu ise kişilerin bilinç düzeyi ve İslâm'ı özümseme kapasitesi ile orantılıdır. Elbette “sonradan görme“ diye bir tabir var. Ve günümüzde oldukça revaçta! Asıl olan ise “varlıkta da, yoklukta da itidâli elden bırakmamak.“



Bu konuda bizler için yine en güzel örnek İmam Ali (a.s) ile Fatıma (s.a) validemizin yoklukta olduğu gibi bollukta da itidâl üzere olan yaşamlarıdır. Zira Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) biricik kızına hediye etmiş olduğu “Fedek“ arazisi, oldukça verimli bir hurma bahçesi olarak dolgun bir geliri-getirisi vardı. Ancak buranın gelirleriyle dul kadınların, yetim çocukların ve fakir insanların maişetleri karşılanırdı. Görüldüğü ve sanıldığı gibi onların mutedil olan yaşamlarını “maddî imkansızlık“ diye yorumlamak asla mümkün değil.

Asıl olarak, bizim bu satırlarda ifade etmek istediğimiz sadece İmam Ali (a.s) ve Fatıma (s.a) validemizin izdivacı ve çeyizi değil. Esas örnek alınması gereken kıstas onların her alandaki itidâlli yaşayış tarzları, her halleriyle (varlıkta da, yoklukta da)mutedil olan tutum ve davranışları ve bizlere bıraktıkları “Ehl-i Beyt Öğretisi“ mirasıdır.


Sonuç olarak, daha önce de ifade ettiğimiz gibi Fatıma (s.a) validemizin Kur'an-ı Kerim'de Yüce Allah tarafından “Kevser“ olarak vasfedilmesi ile, sonsuz ihsan ve bereketin menşeî ve adresi de biz Müslümanlara bildirilmiş olmaktadır.
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

F E D E K
06/03/2011 - 21:07



HAZIM KORAL






Bismillahirrahmanirrahim

İmam Ali'nin (a.s) Ebu Bekir'e beyat etmeyişinden dolayı adeta misilleme olarak Fatıma (s.a) validemize ait olan “Fedek” arazisi müsâdere edildi. Ebu Bekir'in gerekçesi ise “Peygamberler miras bırakmaz” diye bir sözü hadis olarak iddia etmesinden dolayıdır. Velev ki bu söz hadis olsa bile Ebu Bekir'in bu araziyi gasp etmeye hakkı yoktur.

Zira, Allah Resulü (s.a.a) hayatta iken kızı Fatıma'ya (s.a) bu araziyi bağışlamıştı. Bu olay miras kapsamında değerlendirilemez. Ki miras olarak değerlendirilse bile Kur'an'ın açık nas'ına göre yine Fatıma (s.a) validemizin haklılığı ortaya çıkmaktadır. “Mer-i olan nas'da içtihada mesağ yoktur” kuralı Mecelle'de kayıt altındadır! Ayrıca Fedek savaşla feth edilen yer değil, Peygamberimiz'e (s.a.a) hediye olarak verilen arazidir.

İddia edilenlerin aksine “(Ey Habibim!) Seninle yakınlığı olan kimseye hakkını ver..” İsra:26) ayeti nazil olduğunda Yüce Allah'ın emri gereği Peygamberimiz (s.a.a) Fedek arazisini kızı Fatıma'ya (s.a) verdi. (Suyuti, c.2, s,177)

Fedek, içerisine verimli hurma bahçeleri olan genişçe bir arazi idi. Buranın gelirleri ile aile maişeti karşılanır ve yoksullara paylaştırılırdı. Fedek, adeta ümmet nezdindeki Ehl-i Beyt velâyetinin iktisadî boyutunu teşkil ediyordu. Siyasal erk nasıl Ehl-i Beyt'in uhdesine tevdî edildiyse Fedek'te bunun bir uzantısı olark İmamet misyonunun malî yönünü teşkil ediyordu. Biz bu olguyu Haşr suresinin 7'nci ayetinde görmekteyiz:

“Ey iman edenler! Onların mallarından, Allah'ın peygamberine verdiği şeyler için siz ne at ve ne de deve sürdünüz (savaşarak-ganimet olarak elde etmediniz); fakat Allah peygamberlerine, dilediği kimselere karşı üstünlük verir. Allah her şeye Kadir'dir. Allah'ın, fethedilen memleketler halkının mallarından peygamberine verdikleri; Allah, Peygamber, yakınlar (Zi'l-kurba-Ehl-i Beyt), yetimler, yoksullar ve yolda kalmışlar içindir; ta ki mülk içinizdeki zenginler arasında elden ele dolaşan bir devlet olmasın. Peygamber size ne verirse onu alın, sizi neden men ederse ondan geri durun; Allah'tan sakının, doğrusu Allah'ın cezalandırması çetindir.”

Ancak ne yazık ki, Fedek arazisi Ehl-i Beyt'in dışında elden ele dolaşan bir metaya dönüştürülmüştü. Muaviye iktidara geldiği zaman Fedek arazisini Mervan b. Hakem, Ömer b. Osman ve Yezid b. Muaviye arasında paylaştırmıştı. (Şerhu İbn-i Hadid, c. 16, s.214) Ancak aradan 100 yıl geçtikten sonra Ömer Bin Abdülaziz tarafından Ehl-i Beyt'e iade edildi. Bu da çok kısa sürmüş ve Fedek tekrar gasp edilmişti.

Fedek olayı sıradan bir mirasın müsâdere hadisesi değildir. Velâyet hakkının gasp edilmesinin devamıdır. İmamet'in siyasal boyutu gasp edilmekle ümmet çok kısa bir süre içerisinde saltanat sahiplerinin tasallutuna maruz kaldığı gibi yoksul halk tabakası da Fedek hurmalıklarının gelirinden mahrum bırakılmıştı.

Amaç Ehl-i Beyt'i başkalarına veya kendilerine muhtaç hale getirmek ise bu konuda da yanılıyorlardı. Zira onlar halkın en yoksulu gibi, takva üzere ve Sevgili Peygamberimiz'in (s.a.a) sünnet-i seniyyesine uygun bir şekilde, yani Allah Resulü (s.a.a) gibi son derce sade ve mütevazı bir hayat yaşıyordu. Bu bağlamda Ehl-i Beyt'in mağduriyeti söz konusu değildi. Asıl amaç yoksul halk kesimlerinin Fedek gelirleri vasıtası ile Ehl-i Beyt'e olan teveccühün önünü kesmekti. Kısacası amaç Ehl-i Beyt'i yoksul ve mahrum bırakmaktan öte halk nezdinde yalnızlaştırmaktı.

Ben-i Said'in sakifesinde (çardağında) başlayan yalnızlaştırma ameliyesi Fedek hurmalıklarının gaspı ile devam ediyordu. Bunun günümüzdeki yansımasına baktığımızda, tüm ümmetin yoksul kesiminin mağduriyetini ve İslâm beldelerinin imar ve bayındırlıktaki geri kalmışlığını görmekteyiz. Şöyle ki, eğer Ehl-i Beyt'in velâyeti günümüze kadar siyasal alanda icra imkânı ile gelseydi Fedek ve bugün başta petrol olmak üzere ümmetin ortak değeri olan yeraltı-yerüstü kaynakları, yani tüm “Beyt'ül Mal“da yerli yerinde kullanılırdı. Kısacası ümmetin ortak malı olan bu gelirler, Arap ülkelerine çöreklenen kırk haramilerin sefahatı-işret alemleri için değil, ümmetin tüm yoksul kesimlerine ve İslâm beldelerinin imarına ve bayındırlık hizmetlerine tahsis edilirdi. Olaya böylesine geniş bir perspektiften bakmak durumundayız.

Bu bağlamda Ehl-i Beyt imamlarımızdan çok çarpıcı hadisler de rivayet edilmektedir: “Fedek, sadece bilinen o hurma bahçeleri ve arazi değil, onun sınırları tüm İslâm beldelerini kapsamaktadır.” Yani ümmete ait olan tüm kamu arazileri Fedek'in kapsamı alanındadır.

Fatıma (s.a) validemizin müsâdere olayına göstermiş olduğu tepki ve itirazları da bu bağlamda değerlendirmek durumundayız. Zira Fatıma (s.a) validemiz bu olaya şahsi bir hak gaspından öte tüm ümmete ve İslâm aleminin geleceğine yönelik bir haksızlık olduğu için son derece tepkisel bir tavır sergilemişti..

İçi dilhûn ve yüreği yaralı olan Fatıma (s.a) validemiz Mescid-i Nebevi'ye gidip uzunca bir hutbe irad ederek Fedek hurmalığının neden gasp edildiği, işçilerin derdest edilerek oradan neden kovulduğunu sorgulayıp, uğranılan haksızlığı dile getirmişti.. Bu tarihi konuşmasından sonra keder ve hüzne gark olmuş bir vaziyette sevgili babasının kabrinin başına gidip gözyaşları içerisinde onları şikayette bulunmuştu. Bunun üzerine Ebu Bekir geri adım atınca Ömer bu işe engel olmuştu.

Şöyle ki, Fatıma (s.a) validemizin bu etkili konuşması karşısında orada hazır bulunanlarda bir huzursuzluk meydana getirmişti. Halk bu olaya bir açıklık getirilmesini istiyordu. Kamuoyu baskısı üzerine Ebu Bekir Fatıma (s.a) validemizden haklılığına dair iki şahid getirmesini talep ediyor. Buna istinaden İmam Ali (a.s) ve Ümmü Eymen şahidlik edince Ebu Bekir yazılı bir senet hazırlayıp Fedek arazisini Fatıma (s.a) validemize iade ediyor. Ancak o anda Ömer hemen harekete geçip bir hamlede Fatıma (s.a) validemizin elinden seneti kapıyor ve yırtıp yere atıyor. (Ömer'in, birçok olayda Ebu Bekir'in kararlarına müdahale etmesi üzerine halkın “sen misin halife yoksa Ömer mi? “diye kısmî serzeniş ve itirazları oluyordu. Ancak her zaman olduğu gibi itirazlar ve kamuoyu baskısı işe yaramıyordu. Zira karşılarında sert mizaçlı-asabî Ömer Bin Hattab vardı.)

Bu yersiz ve son derece haksız müdahale karşısında Hz. Fatıma (s.a) validemiz birinci ve ikinci halifeye hitaben şöyle buyurdular: “Acaba Resulullah (s.a.a)'den size bir hadis nakledersem onu doğrular mısınız?” Evet dediklerinde şöyle buyurdular: “Allah aşkına söyleyin, acaba Resulullah'ın şöyle buyurduğunu duymamış mısınız?: 'Fatıma'nın hoşnutluğu benim hoşnutluğumdur, Fatıma'nın öfkesi benim öfkemdir; öyleyse kim kızım Fatıma'ya hürmet, ihtiram ve saygı gösterirse bana hürmet, ihtiram ve saygı göstermiştir, kim Fatıma'yı öfkelendirirse beni öfkelendirmiştir.' Onlar: 'Evet bu hadisi Resulullah'tan duymuştuk' dediler. Bunun üzerine buyurdular ki: 'Ben Allah'ı ve meleklerini şahit tutuyorum ki, sizin ikiniz (Allah Resulü'nün Vasî'si olan eşim Ali'nin ümmete rehberlik etme hakkını ve elimizden Fedek'i almakla) beni öfkelendirdiniz, beni hoşnut etmediniz, bana ve eşime ihtiram-meveddet göstermediniz, Peygamberle mülâkat ettiğimde mutlaka ikinizi ona şikayet edeceğim."
Bihar-ül Envar c. 28, s. 303, c. 43, s. 198, 203, El-İmamet-u ve's- Siyase, c.1,s.14.

Bilâhare, Fatıma (s.a) validemiz vefat edesiye dek onlarla konuşmamıştı...

“İşte Allah, iman edip salih amellerde bulunan kullarına böyle müjde vermektedir. De ki: 'Bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ancak Ehl-i Beyt'ime meveddet göstermenizi (onların Allah nezdindeki konumlarını gözetmenizi) istiyorum..” (Şura:23)”

”..Senin kendilerini çağırmakta olduğun şey, bazılarına ağır geldi. Allah dilediğini buna seçer ve içten kendisine yönelene doğruyu gösterir.” (Şura:13)

“..Oysa siz kitabı okumaktasınız!!” (Bakara:44)

Müslümanlar olarak Emevî zihniyetinin hakim olduğu tarih anlayışını bir tarafa bırakarak, önyargılardan da sıyrılıp hayata ve olaylara Kur'an ve Sahih Sünnet zaviyesinden bakmak durumundayız. Böyle bir perspektife sahip olursak her olay ve her olgu ayan-beyan karşımıza çıkacaktır.

Aynı şekilde Fedek hurmalıklarının Fatıma (s.a) validemizin elinden alınması hadisesine Kur'an zaviyesinden, “insan hakları“ bağlamında baktığımızda, kadınlara yönelik miras ve mülk edinme hakkının ihlâl edildiğini görmekteyiz. Cahilîye döneminde böyle bir durum söz konusu idi. Ancak İslâm'ın hakim olmasıyla cahilî gelenekler de ayaklar altına alınmıştı. Peki, alemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber'in (s.a.a) kızına reva görülen bu insanlık dışı muamele neyin nesi idi? Tekrar cahiliyet gelenekleri mi hortlatılmak isteniyordu?

“Onlar hâlâ cahilîye hükmünü mü arıyorlar? Kesin bilgiyle inanan bir toplum için hükmü, Allah'tan daha güzel olan kimdir? (Mâide:50)

Fatıma (s.a) validemizin, gasp olayını bu bakış açısıyla da değerlendirip (söz konusu o tarihi konuşmasında) Ebu Bekir'i sert bir üslûp ile eleştirmesine tanık oluyoruz:

“Ey Ebu Kuhafe'nin oğlu (Ebu Bekir)! Acaba senin babandan miras alman, ama benim babamdan miras almamam Allah'ın kitabında mı yazılmıştır? Gerçekten ortaya attığın söz büyük bir iftiradır. Acaba bilerek mi Allah'ın kitabını arkanıza atıp terk ettiniz? Kur'ân-ı Kerim buyuruyor ki: “Ve Süleyman Davud'a mirasçı oldu.”(Neml:16)

“Zekeriyyâ (a.s), Allah Subhanehu ve Teâlâ'ya dua edip “..Bana kendi indinden bir yardımcı armağan et, ki bana varis olsun, Yakub oğullarından da miras alsın.“ (Meryem:5-6) diye yalvarmadı mı?“

Yine Fatıma (s.a) validemiz Ebu Bekir'e hitaben, “Ey Ebu Bekir sen öldüğünde malın kime kalacak?“ Ebu Bekir cevaben “eşlerime ve çocuklarıma“ deyince, Fatıma (s.a) validemiz, “Ne oldu da Peygamberin varisleri biz değil de sen oldun!“ diye karşılk verip mantıksal olarak Ebu Bekir'in tezlerini çürütmüş oluyordu.

Fatıma (s.a) validemiz son olarak, bütün ümmet için kıyamete kadar bağlayıcılığı olan mirasla ilgili Nisa suresinin 11'nci ayetini de delil getirmişti. Ancak karşı taraf infâz için karar vermişti bir kere! Tıpkı İmam Ali'nin (a.s) beyat için derdest edilerek yaka paça, karga tulumba evinden alınması esnasında Fatıma (s.a) validemizin de hareminin ismeti- saygınlığı ayaklar altına alınarak zulme ve şiddete maruz kalması gibi, bu hadisede de Fatıma (s.a) validemizin Yüce Allah tarafından tebcil edilmiş olan ihtiramı ve saygınlığı hiçe sayılmış, Kur'an hükümlerine mugayir tutum ve davranışlar sergilenerek kalbi örselenmiş duyguları sarsılmışt.

Oysa bakınız, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), biricik kızının Yüce Allah nezdindeki konumunu nasıl izhar ediyor: “ Kızım Fatıma bedenimden bir parçadır. Fatıma gözümün nurudur, kalbimin meyvesidir, onun ruhu benim ruhumdur. Ona eziyet eden bana eziyet etmiştir.Onu inciten beni incitmiştir, beni inciten Allah'ı incitmiş ve öfkelendirmiştir. Kızım Fatıma'nın gazaplanması Allah'ın da gazabını çeker.“ ( Bu hadis-i şerif Zehra (s.a) validemizin mutahharlık sıfatını da ortaya koyuyor.)

Öte yandan bir başka hadis-i şerifte ise sevgili kızının ismini en faziletli kadınlar arasında zikrediyor:“Cennet ehli kadınların en faziletlileri Hüveylid'in kızı Hatice, Muhammed'in kızı Fatıma, Muzahim'in kızı ve Firavunûn eşi Asiye ve İmran'ın kızı Meryem'dir.“

Bir keresinde ise Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), “Ümmü Ebiha“ (babasının annesi) dediği biricik kızının Allah Subhanehu ve Teâlâ'nın indindeki yüceliğini ve ümmet nezdindeki saygınlık ve ihtiramını şöyle dile getiriyor: “Fâtıma, ilklerden ve sonrakilerden bütün cennet kadınlarının en faziletlisi ve en üstünüdür.”

Buna rağmen “Ümmü Ebiha“ya neleri reva görüyorlar!

“Haberin olsun, onlar fitnenin (ta) içine düşmüşlerdir.“ (Tevbe:49)

Hiç kuşkusuz, Fedek hurmalıklarının müsadere olayında Fatıma (s.a) validemiz tarifi mümkün olmayan büyük bir manevî işkenceye maruz kalmıştı. Zira bu olayın en acı yönü “kamuya ait bir arazinin bizzat Peygamber kızı tarafından iç edilmesine yönelik düşüncedir.“

Böylesi bir bühtan onur ve fazilet abidesi olan Fatıma (s.a) validemizin duygularını nasıl örselemez! Nasıl onun içini dilhûn etmez! Nasıl onun gönlünü pâre pâre yapmaz!

Çok açık bir şekilde anlaşılmaktadır ki, karşı taraf bir taşla birkaç kuş vurmanın derdine düşmüş! Şimdiye kadar zikrettiklerimizle birlikte, bu itham Ehl-i Beyt'in halk nezdindeki saygınlık ve itibarını zedelemeye yönelik bir teşebbüstür. Düşünebiliyor musunuz! Bu itham ve iftira sıradan bir insana değil Allah Subhanehu ve Teâlâ tarafından her türlü günah eğiliminden arındırılarak masumiyeti tebcil edilmiş ve Kur'an ayetleriyle mutahharlığı tescil ve ibrâz edilmiş böylesine yüce bir şahsiyete yapılmakta. Dünyanın gelmiş geçmiş en yüce faziletli kadını olan ve uğruna canlar feda edilesi validemize bu iftira nasıl reva görülür?

Allah aşkına elinizi vicdanınıza koyun ve söyleyin bu fecââtin bir izah tarzı var mıdır?

Savaşla alınmamış, ganimet olmayan, kendisine hediye verilen araziyi kızına bağışlaması kadar daha doğal ne olabilir?

Dünya tarihine baktığımızda iktidar olma uğruna nice entrikalara baş vurulduğu, nice haksızlıklar yapıldığı ve hatta nice cinayetler işlendiği ortaya çıkmakta. İslâm tarihine de baktığımızda aynı manzaralara tanık olmaktayız. İş ehil olanın elinden alınmaya kalkıldığında böylesi sonuçların vuku bulması kaçınılmazdır. Eşyanın tabiatı boşluk kabul etmez. Hakka sahip çıkılmazsa veya hak ortadan kaldırılırsa yerini batıl alır.

“ Allah Resulü size neyi verirse onu alın, sizi neyden men ederse ondan geri durun. Allah'tan sakının, doğrusu Allah'ın cezalandırması çetindir.“ (Haşr:7)

Oysa insanlardan dünya malına ve iktidar olmaya tamah edenler vardır.

Bir de insanlar vardır oruçludurlar, tam iftar etmek üzere iken kapılarına bir yoksul gelir, yiyeceklerini ona verirler. Ertesi gün yine oruçlarını açmak üzeredirler ve kapılarına bir yetim gelir, bu sefer azıklarını ona verirler. Orucun üçüncü günüdür, açlıktan bet-benizleri solmuştur ve iki büklüm akşamı beklemektedirler. Tam o esnada bir köle kapılarında beliri verir. Bu defa da iftarlıklarını o esire verirler. Kimseye nasip olmayan böylesine bir özveri ve böylesine yüce fedakârlıktan sonra ayet nazil olur:

“Kendileri, ona karşı ihtiyaç duymalarına rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. Ve derler ki: 'Biz size Allah rızası için ikramda bulunmaktayız. Sizden ne bir karşılık ve ne de teşekkür istiyoruz.“ (İnsan:8-9)



Kendileri hakkında ayet nazil olan bu olayın kahramanları İmam Ali (a.s) ve Fatıma (s.a) validemizden başkası değildir. Bu fazilet timsali insanların kişisel olarak Fedek ile ne işleri olur ki? Ancak kendilerine tevdî edilmiş ümmetin velâyetiyle ilgili mesuliyetleri vardı. Ümmetin yoksullarının hamisi onlardı.

Bir gün Fatıma (s.a) validemizin kapısını bir yoksul çalıyor ve Allah Resulü'nün (s.a.a) kendisini gönderdiğini söyleyerek sadaka istiyor. O esnada evinde yoksula verecek birşey bulamayan Zehra (s.a) validemiz hatıra olan kıymetli kolyesini çıkarıp yoksula uzatıyor ve “Al bunu sat ve ihtiyacını karşıla“ diyor. Duruma vakıf olan Ammar kolyeyi satın alıp kölesi ile birlikte Fatıma (s.a) validemize hediye ediyor. Zehra (s.a) validemiz kolyeyi kabul ediyor ve köleyi de azad ediyor. O esnada sevinçe gark olan kölenin ağzından şu sözler çıkıyor: “Bu gerdanlığın bereketinden teaccüb ettim. Çünkü bir fakirin ihtiyaçlarını karşıladı, bir köleyi azad etti ve tekrar sahibine geri döndü.“

Yüce Rabbimiz tutum ve davranışlarından memnun kaldığı kullarını böyle ödüllendirmekte ve onurlandırmaktadır. Bu onura sahip olanlardan biri de Fatıma (s.a) validemizin eşi İmam Ali'dir (a.s).

İmam Ali (a.s), muhtaç ve yoksul insanlar karşısında öylesine hassasiyet sahibidir ki, bir gün mescidde namaz kılarken hemen yanıbaşında bir garip “ bana sadaka verecek yok mu?“ diye seslendiğinde, İmam o esnada rükû halinde olmasına rağmen bir hamlede parmağındaki gümüş yüzüğü o mazluma uzatıp verir. Bu olay üzerine de ayet nazil olur:

“Sizin veliniz ancak Allah, O'nun Resulü ve rükû halinde zekât veren mü'minlerdir.“ (Mâide:55)

Bu ayet İmam Ali'nin (a.s) velâyetine en büyük delillerden biridir.

Yine aynı şekilde “Ey iman edenler, Allah'a itaat edin; peygambere itaat edin ve sizden olan ul'ûl emre de itaat edin..“ (Nisa:59) ayeti nazil olduğunda sahabe Allah Resulü'ne (s.a.a), “ul'ûl emr“ den kastın kimler olduğunu sorduğunda, Sevgili Peygamberimiz (s.a): “Ehl-i Beyt'imin imamlarıdır“ diye cevap veriyor.

Ancak ne yazık ki, Yüce Allah'ın, Ehl-i Beyt'in velâyeti hususunda İslâm ümmetine tevdî etmiş olduğu mesuliyet gözardı edilince Fedek hurmalıklarının müsâderesi de tıpkı hilafetin gaspı gibi bir “oldu bitti“ye getirilmiş oldu.

Ne zaman ki bu ümmet “velâyet“ olgusuna sahip çıkarsa Rabbimiz de nurunu tamamlamak için Mehdî (f.a) aleyhisselâmın zuhurunu geciktirmeyecektir. Hiç kuşkusuz, Mehdî (f.a) zuhur ettiğinde tüm yeryüzü İslâm'ın adaletiyle dolacak ve Fedek'in sınırları doğusu- batısı, güneyi-kuzeyi ile tüm yeryüzünü kaplayacaktır.

“Allah, içinizden iman edenlere ve salih amellerde bulunanlara va'detmiştir: Hiç şüphesiz onlardan öncekileri nasıl 'güç ve iktidar sahibi' kıldıysa , onları da yeryüzünde 'güç ve iktidar sahibi' kılacak, kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine yerleşik kılıp sağlamlaştıracak ve onları korkularından sonra güvenliğe çevirecek. Onlar yalnızca bana ibadet ederler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmazlar. Kim ki bundan sonra küfre saparsa, işte onlar fasık olanlardır.“ (Nur:55)


“Dünyada gerçek kadar güçlü ve gerçek kadar garip hiçbir şey yoktur.“ (Daniel Webster)

Hak tüm gerçekliğine rağmen nasıl da garip hale getirilmiş! Ancak gün gelecek gerçek tüm hakikatiyle gün yüzüne çıkacak ve hak hakim olacaktır.

“..Allah nurunu tamamlayacaktır..“ (Saf:8)
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

FATIMA(s.a) VALİDEMİZİN HUTBESİ
09/04/2011 - 09:46



HAZIM KORAL






Bismillahirrahmanirrahim

Eşi İmam Ali’nin (a.s) hilafet hakkına ve sevgili babasının hediyesi olan Fedek hurmalıklarına el konulması üzerine Fatıma (s.a) validemiz Haşimoğulları’ndan birkaç kadınla birlikte Mescid-i Nebevî’ye gidip kamuoyuna yönelik etkileyici bir hutbe irad ettiler.

Kısmen de olsa bu meşhur hutbeden söz etmek istiyoruz: Fatıma (s.a) validemizin halka yönelik bir konuşma yapmak istediğini duyan ahali mescidi doldurmaya başlamıştı bile. Zehra (s.a) validemiz Haşimoğulları’ndan bir grup kadınla evinden çıkıp, büyük bir heybet ve azamet içerisinde Mescid-i Nebevî’ye doğru yola koyuldular. Ayrıca çevreden kadınlar da yolda kendilerine iştirak ediyorlar.

Yürüyüşü, Resulallah’ın (s.a.a) yürüyüşünü anımsatıyordu. Gayet vakur ve ağırbaşlı bir yürüyüşü vardı. Etrafına doluşan kadınlarla birlikte mescide girdiler. İçeride konuşma yapacağı minberin önüne bir perde çekildi. Bu ara Fatıma (s.a) validemiz sevgili babasını hatırlamış olmalı ki, büyük bir duygu seline kapılarak ağlamaktan kendilerini alamadılar. Bu hüzünlü duruma tanık olan çevresindeki kadınlarda büyük bir duygu anaforuna kapılarak ağlamaya başladılar. Ağlamalar, inlemeler birbirine karıştı, bir vaveyladır kopuverdi mescidde.

Bir müddet ağlaşmalar devam ettikten sonra ortalık durulup sâkinleşince, Zehra (s.a) validemiz Allah Subhanehu ve Teâlâ’ya hamd-ü senâ ederek konuşmasına başlamış oldu. Ardından hamd, senâ ve şükrün ne anlama geldiğini, bunların manâ ve ehemmiyetini kısaca anlattı. Fatıma (s.a) validemiz girizgâh olarak başlamış olduğu konuşmasında, Yüce Allah’ın bahşetmiş olduğu nimetlerine karşılık şükredildiği taktirde, üzerlerindeki nimetin arttırılacağı ve ayrıca şükretmenin bir gereği olarak bu nimetlerin kadrini - kıymetini bilmek gerektiğni vurgulayıp haziruna (orada bulunanlara) mesuliyetlerini hatırlatmış oldu.

Elbette ki Yüce Allah’a inkıyât etmiş bir mü’min kişinin hamd, senâ ve şükür gibi Rabbi ile diyaloğunun en bariz göstergesi olan bu anahtar kelimeler günlük yaşamında büyük bir yer tutmalı. Ki takdir ve şükrân duyguları bu kelimelerde mahfûz bulunmaktadır. Bu sözler ihlâs sahibi bir mü’minden sadır olduğunda hiç kuşkusuz Yüce Allah’ın ihsânını ve lütfunu celbedecektir. Bakınız, bu teminatı Rabbimiz vermektedir:

“Eğer şükrederseniz üzerinizdeki nimetimi arttırırım..” (İbrahim :7)

Zaten, başta hayat ve hidayet olmak üzere vermiş olduğu sonsuz nimetler karşısında insanın Rabbi’ne şükrân duyması ve bunu dile getirmesi halis bir mü’min olmasının gereğidir.

Gerçekten Yüce Allah’ın bizlere vermiş olduğu hayat, sağlık ve afiyet nimetleri için kendisine ne kadar şükretsek azdır. Yine aynı şekilde ve asıl olarak bizlere bahşetmiş olduğu hayatın ne anlama geldiğini, yardılış gayemizi ve yaşam programımızı bildiren hüccetleri “paha biçilmez birer nimet olarak” bizlere sunduğu için kendisine ne kadar hamd, senâ ve şükürde bulunsak yeridir. Ki bu nimetler Kur’an-ı Kerim, Peygamberimiz (s.a.a) ve Ehl-i Beyt imamlarıdır.

Özellikle Zehra (s.a) validemiz, Yüce Allah’ın bahşetmiş olduğu nimetlerin kadri ve kıymetinin bilinmesini vurgularken adeta onlara “meveddet” ayetini hatırlatmış oluyordu. Zira orada bulunup bu konuşmayı yapmasının nedeni “velâyet” hanesinin haklarına el konulmuş olmasından dolayı idi. Binâenaleyh Fatıma (s.a) validemiz, bu hakikatin iyi bir şekilde anlaşılıp idrak edilmesi için, yani insanların cahilî kalıntılardan, eski pagan-putperest inançlarından tamamen sıyrılıp hâlis bir şekilde tevhidî imana sahip olmaları için Yüce Allah’ın evrende yegâne İlâh oluşundan, hiçbir şeriki olamayacağından, azametinden, gücünden, insanın idrakini aşan hikmetlerinden söz ediyor.

Tevhid hakikatinin fıtrî olarak insanın özünde, ruhunda, kalbinin derinliklerinde bulunduğunu, insan akledip hikmet ve basiretle düşündüğünde bu gerçeğe ulaşabileceğini vurguluyor. Ardından, Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın hiçbir örneğe ihtiyaç duymadan bütün canlıları, bütün nesneleri ve bütün kâinatı yarattığını dile getirip, bunları bir oyun ve eğlence olsun diye değil bir amaca matuf olarak hâlk ettiğini söylüyor.

“Biz, bir oyun ve eğlence-oyalanma konusu olsun diye göğü, yeri ve ikisi arasında bulunanları yaratmadık.” (Enbiya:16)

Fatıma (s.a) validemiz, yaradılış hikmetlerinden ve tevhidî hakikatlerden söz ederken ayetlerle örnek veriyor ve konuşmasına şöyle devam ediyordu: “Kâinatı, kendisine ulaşan bir fayda için yaratmadı. Kâinatı yarattı ki hikmetini izhar ve ispat etsin, kudretini göstersin, kullarını itâate, ibadete çağırsın ve davetine icâbet edenleri aziz kılsın, itâat edenler için mükâfat, isyân edenler için azâb vaadetti..”

Zehra (s.a) validemiz bu özlü beyânlarının akabinde konuyu tehvid akidesinin nübüvvet boyutuna getiriyor. Doğal olarak sevgili babasından söz ediyor. Yüce Allah’ın onu henüz kâinatı yaratmadan önce seçtiğini ve âlemlere rahmet olarak gönderdiğini belirtiyor. (Enbiya:107) Ve ardından aynı minvâl üzere yani nübüvvet ekseninde konuşmasını sürdürüyor: “Allah Subhanehu ve Teâlâ irade buyurduğu hükümlerini ikmâl etmek, hikmetini icrâ etmek ve şeriat yasalarını uygulatmak (Casiye:18) için Muhammed’i (s.a.a) meb’ûs etti. (Peygamber olarak görevlendirdi.) İnsanlar din konusunda ayrılığa düşmüşlerdi. Allah’ı gereği gibi takdis etmeyip putlara tapıyorlardı. İnkâr ve küfür ateşinde yanmaktaydılar. Cehâletin karanlık kollarında zillet içerisinde bir hayat yaşıyorlardı. Yüce Allah, babam Muhammed’i (s.a.a) vesile kılarak karanlıkları aydınlığa çevirdi, şirki, putperestliği ve cehâleti bertaraf etti, gözlerin önüne çekilen şaşkınlık perdelerini kaldırdı. Babam, insanları hakka, adalete ve özgürlüğe kavuşturmak için kıyam etti. Onlara tevhidî hakikâtleri, hidâyet yollarını gösterdi ve kendisine tâbi olanları delâletten kurtardı, körlüklerini giderdi. Nihayet Rabbimiz, biz Ehl-i Beyt’in velâyetini ilân ettirdikten ve dinini kemâle erdirdikten sonra babamı bu dünyadan aldı.. Artık babam bu dünyanın zahmetinden, sıkıntı ve meşakkatinden uzak, meleklerle birlikte Rabbimin rıdvânında bulunmaktadır. Allah’ın salâtı, rahmeti ve bereketi ona olsun; o ki vahyin ilânı ve şeriatın icrası için Allah’ın güvendiği-emini ve yarattıkları arasından seçip beğendiğidir.”

Fatıma (s.a) validemiz kısa bir soluklanmadan sonra sözlerine şöyle devam ediyor: “Siz ey Allah’ın kulları! Allah’ın emir ve nehiylerinin temsilcileri, din ve nübüvvet ilimlerinin taşıyıcıları olmalısınız. İslâm’ı diğer milletlere siz ulaştırmalısınız. Peygamber’in gerçek temsilcisi aranızdadır. Allah Teâlâ, ona inkıyât ve itâat etmenize dâir daha önce sizden söz almıştı. O Allah’ın nâtık (onuşan) kitâbı ve yaşayan sadık Kur’an’ıdır. O, parlak bir nurdur. Basiret gözü açıktır. Bâtını aydın ve zâhiri âşikârdır. Yolundan gidenler onun makamını arzu eder. Sözlerine kulak vermek kurtuluşa sebep olur. Ona uyup inkıyât etmek, insanı rıdvân cennetine götürür. Zira Allah’ın nurânî hüccet ve hükümlerini, farz ettiği vecibelerini, yasak kıldığı haramlarını, kâfi olan burhanlarını, müstehaplarını ve mübahlarını onun vasıtasıyla anlayıp kavramak mümkündür.”

Zehra (s.a) validemiz, eşi İmam Ali’nin (a.s) Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın indinde ve ümmetin nezdindeki konumunu açık bir şekilde izah ettikten ve orada bulunanların “velâyet” olgusuna dikkatlerini çektikten sonra konuşmasını şöyle sürdürüyor: “Allah Subhanehu ve Teâlâ, şirkten ve purpereslikten arınmanız için imânı, tekebbür (kibir) ve böbörlenmekten temizlenmeniz için namazı, rızkınızın artması için zekâtı, ihlâslı olmanız için orucu, dinin yücelmesi için haccı, kalplerin birbirine ısınması ve ülfeti için adâleti, dinin düzene girmesi için bize itâati, ümmetin tefrikaya düşmemesi için bizim imâmetimizi, İslâm’ın aziz ve üstün olması için cihâdı, ilâhî sevaba erişibilmek için sabrı, toplumun huzur ve istikrârı için emr-i maruf ve ney-i münker’i, ahlarını almamak için ana-babaya saygılı ve hürmetkâr olmayı, ömrün uzaması ve nüfusun çoğalması için akrabalarla ilişkiyi kesmemeği, can güvenliği için kısâsı, ilâhî mağfirete-Allah’ın affına mazhar olmak için nezre (adağa) vefâyı, kötülüklerden sakınmak için şarap içmekten (alkolden ve her türlü uyuşturucudan) kaçınmayı, lânetli duruma düşmemek için iffetli hanımlara bühtân etmek ve zinâ isnâdından (namuslu insanlara her türlü iftiradan) çekinmeyi, şeref ve haysiyetli olmak için hırsızlıktan, dolandırıcılıktan ve aldatmaktan kaçınmayı ve Allah’ın rubûbiyeti hususunda ihlâslı olmak için şirkin her çeşidinden uzak olmayı farz kıldı. Öyleyse, “Allah’tan, ona yakışır şekilde çekinin.” (Al-i İmrân:102) Ve emrine itâat edin.” “Allah’tan, kulları içinde ancak âlim olanlar korkar.” (Fâtır:28)

Fatıma (s.a) validemiz, bu hutbe vesilesiyle İslâm’ın temel prensiplerini özgün ve net bir şekilde ortaya koymuş oluyordu. Kendisini pür dikkat dinleyenlerin hafızalarına nakşetmek istediği de zaten bu ilâhî hakikâtlerdi. Müslümanlar yani İslâm ümmeti, bu temel kuralları teorik anlamda (prensip olarak) şiâr edinmekle birlikte Ehl-i Beyt’in velâyeti es geçilmişti. Zehra (s.a) validemiz bir bütün içerisinde bu konuya dikkat çekmekte ve Müslümanlara mesuliyetlerini hatırlatmakta idi.

Ayrıca, bu farizaya sahip çıkılmaması durumunda Müslümanları ne gibi olumsuzlukların beklediğini, ümmetin ne gibi felâketlere ve bâdirelere dûçâr olacağını çok açık bir şekilde haber veriyordu. Kendilerine, “Dinin-İslâm’ın özgün yapısından saptırılmaması ve ümmetin tefrikaya düşmemesi için Ehl-i Beyt’e itâatin farziyeti” anlatılıyordu.. Evet, verilen mesaj buydu.

Ancak ne yazık ki, bu fariza ihlâl edildiği için ümmet çok kısa bir süre içerisinde çeşitli mezhep ve ekollere bölünerek tefrikaya düşmüş, güç ve kuvvetini yitirmiş ve Kur’an’da ön görülen medeniyet ve uygarlığı tesis edememişti. Oysa Kur’an ve Sahih Sünnet’in muhafızları ve mümessilleri olarak dinin özgün yapısında muhafaza edilmesinin, ümmetin birlik ve beraberliğinin teminatı Ehl-i Beyt idi..

Fatıma (s.a) validemiz İslâm’ın temel ilkelerini açıkladıktan sonra sevgili babasının (s.a.a) ümmete olan re’fet ve düşkünlüğünü, şefkât ve merhametini (Yüce Allah’ın Kur’an ile tebcil ettiği ayeti örnek verip) dile getiriyor. Ardından, risalet mücadelesinin aşamalarından, sonuçlarından ve sosyolojik olarak meydana gelen değişiklerden, Araplar’ın zillet içerisindeki hâllerinden ve sonrasında yani İslâm’ın “devlet” olarak neşvünema bulmasının akabinde kavuştukları refah, izzet ve özgürlükten somut örnekler vererek sözlerini şöyle sürdürüyor:

“Andolsun, size içinizden sıkıntıya düşmeniz onun gücüne giden, size pek düşkün, mü’minlere de şefkâtli ve esirgeyici olan bir peygamber gelmiştir.” (Tevbe:128)

“İşte Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın Kur’an-ı Kerim’inde söz konusu ettiği fazilet ve erdem sahibi o yüce insan benim babamdır. İnsanın tahammülünü aşan nice eziyet ve sıkıntılara katlanarak üzerlerinize şefkât ve merhamet kanatlarını germişti. Sizlerin sıkıntıya düşmesi onu fazlasıyla üzüyor ve içini dilhûn ediyordu. Bu örselenmiş hâline bizzat tanık oluyor, onu teselli etmeye çalışıyordum.

O fedakâr ve şefkâtli babam ki, müşriklerin ölüm tehditlerini ve teşebbüs ettikleri suikastları hiçe sayarak, çeşitli meşakkat ve zorluklara göğüs gerip tevhidî davetinden zerre miskâl ödün vermeden, Yüce Allah’ın mesajını insanlara duyurmanın çabası içerisinde idi. Onları güzel öğüt ile Rabbi’nin yoluna çağırdı.

Onu anlamadılar, onu doğup büyüdüğü topraklardan çıkardılar. Onu hicret etmeye zorladılar. O da hicret etti. Yüce Allah’da ona İslâm’ın devletini, akabinde kâfirleri hezimete uğratıp Mekke’nin fethini nasip etti. O da müşriklerin putlarını kırdı ve cahilî geleneklerini ayaklarının altına alarak ezdi. Şeytanlar dilsiz oldular, münâfıklar güçlerini yitirdiler. Sonuçta hak ortaya çıkmış ve karanlıklar bertaraf olmuştu. Artık dinin önderi söz sâhibi idi..O da size ilahî buyruk olarak Ehl-i Beyt’ini vasiyet etmiş, eşim İmam Ali’yi (a.s) vasî tayin etmişti..

Hani hatırlıyor musunuz?! Ateş çukurunun kenarında idiniz! Kan davaları yüzünden birbirinize düşmandınız. Can güvenliğiniz ve huzurunuz yoktu. Zâlimler ve zorbalar için hazır bir lokma, adâvet ateşini körükleyenler için uygun bir alev idiniz! Çapulcu kabilelerin baskın ve taarruzlarına maruz kalıyor, mallarınız talan, namuslarınız pâymâl ediliyordu. Kısacası her türlü varlığınız kötülerin ayakları altında eziliyordu..

Öte yandan, kirli su içiyor, çekirge, kertenkele, hayvan derisi ve ağaç yaprağı ile aç karnınızı doyurmaya, açlığınızı gidermeye çalışıyordunuz. Başkalarının gözünde böylesine zelil ve alçak idiniz.

Bütün bu bedbahtlıklardan sonra rahmân ve rahim olan Allah Subhanehu ve Teâlâ, Resulü’nün (s.a.a) vâsıtasıyla sizi o zilletten kurtardı.. Babamın karşısında ise yenilmesi güç zorbalar, Arab’ın kurtları ve ehl-i sâlibin eşkıyaları vardı. Savaş ve saldırı ateşini her tutuşturduklarında Allah onu söndürdü.

Müşriklerden birileri baş kaldırdığında, babam (s.a.a) kardeşi Ali’yi (a.s) onların üzerine gönderiyordu. O da, onların burunlarını yere sürtmeden, zülfikârı ile onları darmadağın edip yere sermeden geri dönmüyordu. Allah’ın rızası için cihaddan cihada koşuyor ve hiçbir savaştan geri durmuyordu. Bu yüzden onun ünvânı, onun adı “esedullah”a çıkmıştı.

O, Allah’ın arslanı olarak cihad meydanlarında korkusuzca savaşırken niceleri erinmiş veya can korkusuyla sıvışmışlardı.

“...Allah, cihad edenleri oturanlara göre büyük bir ecirle üstün kılmıştır.” (Nisa:95)

Ancak ne yazık ki, babam (s.a.a) ahirete irtihâl ettikten sonra çok şey değişti. Vefâsızlıklar nüksetti, kalplerdeki kin ve marazlar ortaya çıktı. Liyâkat sahibi olmayanlar söz sahibi oldu. Fesat ehlinin devesi böğürdü, kuyruğunu salladı. Şeytân, gizlendiği yerden başını çıkarıp, ortalığa nifâk tohumları saçmaya başladı. Siz de tesir altında kaldınız. Emanetinize sahip çıkmadınız..

Ey insanlar! Kendi devenizden başkasını damgaladınız ve onu sizin olmayan bir çeşmenin başına indirdiniz. Peygamber’in (s.a.a) cenâzesi henüz yerdeydi. Acımız henüz yeni idi. Peygamber’in (s.a.a) mübârek na’şı henüz toprağa verilmemişti. Fitne çıkacağı bahane edilerek hilafeti gasp ettiler.

“Haberiniz olsun, onlar fitnenin (ta) içine düşmüşlerdir ve kuşkusuz cehennem, inkâra sapanları çepeçevre kuşatmıştır.” (Tevbe:49)

“..O gün, batılda olanlar hüsrana uğrayacaklardır.” (Casiye:27)

Ah! Size ne oluyor? Nereye gidiyorsunuz? Allah’ın Kitâbı sizin yanınızdadır ve emir ve nehiyleri de açıktır. Ama siz Kur’an’a muhalefet ettiniz ve onu arkanıza attınız. Kur’an’dan yüz çevirmek mi istiyorsunuz? Yoksa Kur’an’dan başkasıyla mı hükmediyorsunuz? Şunu bilmiş olasınız ki:

“Kim İslâm’dan başka bir din benimserse, asla ondan kabul edilmez ve o, âhirette kayba uğrayanlardandır.” (Al-i İmrân:85)

Ey insanlar! Siz fitne ateşini söndürmek istemediniz. Bilakis onu körüklemeye çalıştınız. Şeytân’a kulak verdiniz. Din meşalesini söndürmeye, Resulullah’ın (s.a.a) sünnetini mahvetmeye koyuldunuz. Hakikatleri saptırıyorsunuz. Peygamber’in (s.a.a) Ehl-i Beyt’ine hile yapıyorsunuz. Bizi âdeta sırtımızdan hançerlediniz... Ne yazık ki, bizim sabretmekten başka çaremiz yoktur...”

Yüce Allah’ın bunca lütfuna ve ihsânına rağmen, Resulullah’ın (s.a.a) ahirete irtihâl etmesiyle birlikte insanların Ehl-i Beyt emanetine karşı gösterdikleri vefasızlık , sahiplenmeme, velâyetlerini inkâr ve kendilerinden yüz çevirme Fatıma (s.a) validemizi haklı olarak fazlasıyla üzmüş olmalı ki, anlatmış olduğu hakikatleri sitem dolu sözlerle telaffuz ediyor.Öfke dolu ruh haliyle adeta orada bulunanları azarlayıp,sözlü tedibte bulunuyor.

Bundan sonraki konuşmasında ise daha önce “Fedek” ile ilgili konuda aktarmış olduklarımızı, yani Ebu Bekir’le tartışmış olduğu “miras” hususunu yine aynı ayet ve hadislerle istidlâlde bulunarak dile getiriyor. Akabinde ise Ensâr’ı muhatap alarak sözlerine şöyle devam ediyor:

“Ey Ensâr topluluğu! Ey dinin direkleri! Ey İslâm’ın koruyucuları! Biz Ehl-i Beyt hakkında, sizdeki bu gevşeklik ve bizlere yapılan zulüm ve haksızlık hususunda sizdeki bu vurdum duymazlık, gaflet neyin nesi? Resulullah’ın (s.a.a) hürmetini böyle mi gözettiniz? Nasıl olur da fitne çıkaranlara karşı sessiz kalırsınız! Nefisleriniz size galebe çalmış. Oysa bu zulme ve bu haksızlığa engel olabilirdiniz! Babamın vefatıyla birlikte adeta yere mıhlandınız! Allah’a andolsun ki, şimdiye kadar böyle bir musibet görülmedi! Okuduğunuz Kur’an bu musibeti haber vermektedir:

“Muhammed, yalnızca bir peygamberdir. Ondan önce nice peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölürse ya da öldürülürse, siz topuklarınız üzerinde gerisin geriye mi (câhiliye devrine mi) döneceksiniz? Kim ki topuğu üzerinde gerisin geriye dönerse, Allah’a kesinlikle zarar veremez. Allah şükredenleri pek yakında ödüllendirecektir.” (Al-i İmrân:144)

Câhiliye adetlerine dönenlerin, Ehl-i Beyt nimetine karşı şükretmeyenlerin, Yüce Allah’ın emanetlerine sahip çıkmayanların hali nice olur. Ey Kıyle Oğulları (Evs ve Hazrec)! Gözlerinizin önünde olup bitenleri görüyorsunuz! Oysa sayınız da çok, gücünüz de yeterli. Ama susuyorsunuz! Sizler şecâat ile ma’ruf, hayır ve salâh ile müştehirsiniz! Biz Ehl-i Beyt’in takdirini kazanmış kimselersiniz. Saldırganlarla savaştınız, nice zorluklara göğüs gerdiniz, mukavemet ettiniz. Biz yürüdüğümüzde yürüdünüz, durduğumuzda durdunuz. Emrettiğimizde itâat ettiniz. Yüce Allah sizleri vesile kıldı ve İslâm değirmeninin taşı dönmeye başladı. Harp ateşi söndü, her tarafta bolluk oldu. Şirk hezimete uğradı, kargaşalıklar sona erdi. Din nizâmı devlete ve güce kavuştu. Ancak babamın vefatıyla birlikte sizi yönetmeye herkesten daha layık, daha bilgili, daha liyâkatli olanı ve herşeyden önemlisi ilâhî buyruk ile “vâsî” tayin edileni geri ittiniz.Vebâliniz büyük...

Nasihatlerimi dinlemeyeceğinizi, sözlerimi kulak ardı edeceğinizi bile bile bu konuşmayı yaptım ki, hüccet size tamam olsun, yarın mahşerde mazeretiniz kalmasın. Şunu da bilin ki bu hak gaspı ileride birçok mahrumiyetlere ve birçok fenâlıklara sebeb olacak. Bu işe sebebiyet verenler için de utanç vesilesi olacak. Ben, “..sizi, şiddetli bir azâbın öncesinde uyarıp-korkutan” (Sebe:46) Peygamber’in (s.a.a) kızıyım.” “Artık dilediğinizi yapın..” (Hûd:121)
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

FATIMA (S.A) VALİDEMİZİN VEFATI
03/05/2011 - 23:11



HAZIM KORAL






Bismillah...

Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) ahirete irtihâl ettikten sonra ümmetin rehberlik hususundaki vefasızlığından dolayı son derece üzücü hadiseler vuku bulmuştu. Allah Resulü (s.a.a), kendisinden sonra İmâm Ali’yi (a.s), Rabbimiz’in emri ile “vasî” tayin etmesine rağmen bu emanete sahip çıkılmamıştı.

Bilindiği üzere, bir kaç kişinin Ben-i Said’in sakifesinde (çardağında) toplanıp Ebu Bekir’i (kendi ifadeleriyle) bir “oldu-bitti” ile halife seçmişlerdi. Bilâhare, İmam Ali (a.s) yaka-paça derdest edilerek evinden alınıp beyat için Ebu Bekir’in huzuruna götürülmüştü. Bu baskın esnasında Fatıma (s.a) validemiz’in evi yakılmaya teşebbüs edilmiş ve kendisi de ağır bir şekilde yaralanmıştı.

Bu acı ve bir o kadar da ümmet için yüz kızartıcı olayın akabinde üstüne üstlük Fatıma (s.a) validemize ait olan Fedek arazisi de müsâdere edilmişti. Gerek İmam Ali’nin (a.s) ümmet nezdindeki velâyetinin inkârı ve gerekse Fedek’in gaspı ile ilgili hak aramalar da sonuçsuz kalmıştı.

Bu iki trajik olay Fatıma (s.a) validemizi hem ruhen, hem de bedenen oldukça yaralamış ve örselemişti. Bu hırpalanmaya nazik bedeni daha fazla direnemeyip yorgun ve hasta düşmüştü.

Fatıma (s.a) validemizin hastalanıp yatağa düştüğünü haber alan Ebu Bekir ve Hattaboğlu Ömer özür beyân etmek ve helâllik almak amacıyla Ehl-i Beyt hanesini ziyarete gidiyorlar. Ancak “haklarının iade edilmeyişinden dolayı kendilerini affetmemeye ahdetmiş” olan Zehra (s.a) validemiz, onların özürlerini kabul etmiyor. Ve uğramış olduğu eziyetten dolayı ahirette kendilerinden davacı olacağını yineliyor. Bu ara Resulallah’ın (s.a.a) kendisi ile ilgili söylemiş olduğu bir hadis-i şerifi de onlara tekrar hatırlatıyor:

“Kızım Fatıma benim bedeniminbir parçasıdır. Kim onu incitirse, beni incitmiştir, beni inciten Allah’ı öfkelendirmiştir. “

Rivayetlere göre böylesi bir aksülâmelle karşılaştıktan sonra Ebu Bekir çok hüzünleniyor ve ağlıyor. Ömer ise bu duygusallığından dolayı Ebu Bekir’i kınıyor. (Bihar’ül Envâr, c. 43, s.189 – El İmâmetü ve’s Siyâset, s.20)

Burada özür beyan etmenin ve af dilemenin siyasî maslahat icabı olduğu yorumları da yapılmakta. Zira asıl maslahat el konulan hakların iadesinde idi. Öyle ki, bu sıradan ve münferid bir hak gaspının ötesinde ümmete ve ümmetin geleceğine yönelik bir hak ihlâli idi. Eğer iade hususunda bir erdemlilik gösterilseydi hiç kuşkusuz şefkat ve merhamet abidesi olan Zehra (s.a) validemizi de affedici bulurlardı. Elbette ki, Fatıma (s.a) validemizin onları affetmeyişi, ümmete yönelik hak ihlâlinden dolayıdır.

Gerçek manada pişman olan, el koyduğu ve müsâdere ettiği hakkı sahibine geri verir ve sonra özür beyân eder...

Sonuçta riyâkârlara özgü bir tutumla karşılaşmak Fatıma (s.a) validemizi bir kez daha yaralamıştı. Hastalığı ise günden güne ağırlaşıyordu. Ev işlerinde Umeys kızı Esmâ ona yardımcı oluyordu. Buna rağmen Zehra (s.a) validemiz de bütün güç ve dirâyetiyle ayakta durmaya çalışıyordu. Bir taraftan çocuklarıyla ilgileniyor diğer taraftan ev işlerini Esmâ ile birlikte yapmaya çalışıyordu. Öte yandan dua, zikir ve ibadetlerinden de geri kalmıyordu. İmam Ali (a.s) ise bir yandan dışarıda maişet için çalışırken, diğer taraftan da un öğüterek, kuyudan su çekerek ev işlerine yardımcı olmaya çalışıyordu.

Fatıma (s.a) validemiz henüz küçük yaşta olan çocuklarını sevip okşarken onların yetim kalacaklarının endişesini taşıyordu. Onları bağırlarına basarken, onları öpüp koklarken gözyaşlarını içine akıtıyordu. Bu duygular onun içini dilhûn ediyor, adete ciğerlerini parçalıyordu. Bütün bunlara sebebiyet verenlere nasıl esef etmesindi, nasıl ilenmesindi?

Yüreği pare pare olmuş bir vaziyette yapılanlara hayıflanırken hastalığı da bir hayli ilerlemişti. Bu hâl içerisinde sevdiklerine veda etmeye hazırlanan Fatıma (s.a) validemiz eşi İmâm Ali’ye (a.s) kendi defin işi ile ilgili farklı bir vasiyette bulundular: “Beni geceleyin kefenle ve gizli olarak toprağa ver. Kaburga kemiklerimi kıran, çocuğumun düşmesine sebep olan ve malıma el koyan kimselerin cenâzemde bulunmalarını istemem. Kabrim de bilinmesin. Bilinmesin ki gelecekte Müslümanlar bunun nedenini sorgulasın. Bana yapılanları bilsin.”

(Sorgulansın ve bilinsin! Ehl-i beyt’e yapılan zulüm ve haksızlıkların aslında ümmete ve ümmetin geleceğine yapıldığı bilinsin! Bilinsin ki, Müslümanlar Ehl-i Beyt’in velâyetine ve mirasına rücû etsin, sahip çıksın.)

Bu kısa ve çarpıcı vasiyetinden sonra Zehra (s.a) validemizde kısmî bir rahatlama ve iyileşme hali belirdi. Kendisini toparlayıp yatağından doğrularak bir müddet eşi ile sohbet edip vasiyetlerde bulundu. Bu ara kendinden sonra mutlka evlenmesi gerektiğini, çocuklarının sevgiye, şefkate ve bakıma ihtiyaçları olduğunu söyleyip bu işi en iyi şekilde yapacak kişi ” bacımın kızı Ümâme” diyerek onunla evlenmesini tavsiye etti.

Fatıma (s.a ) validemizin vasiyet ve ölümden söz etmesi İmam Ali’nin (a.s) içini burkuyor, boğazına birşeyler düğümleniyor ve gayr-i ihtiyâri gözlerinden yaşlar süzülüyordu. Zehra (s.a) validemiz ise eşinin bu kederli ve kahır dolu halini görüp bütün gücünü ve metanetini toparlayarak onu teselli etmeye çalışıyordu.

Bu ara çocukların içeri girmesi ile kısmen bir sükûnet havası oluşmuştu nur hanesinde. Durumu belli etmemek adına keder ve hüzünlerini içlerine gömüp mütebessim bir çehre ile bir müddet onlarla ilgilendiler. Gelecekteki Ehl-i Beyt’in has temsilcilerini sevip okşuyor ve bağırlarına basıyorlardı. Ancak çocuklar bir şeyleri sezer gibiydi. Garip garip annelerine bakıp, gördükleri aşırı ilgiye pek anlam veremiyorlardı. Annelerinin uzun uzun onları bağrına basması, boyunlarını, yanaklarını öpmesi adeta bir vedanın habercisiydi. Evet, anneleri her zaman onlara sevgi ve âlâka gösteriyor, onları sevip okşuyordu ama bu seferki daha başka bir sarılma ve daha başka bir koklayıp öpme idi!

Allah’u alem ama İmam Ali (a.s) belkide bu yürek yakan manzaraya daha fazla dayanamayıp, bir yönüyle de çocukları anneleriyle başbaşa bırakma ihtiyacı hissedip mescide geçiveriyor. (Bilindiği üzere sadece “velâyet” evinin kapısı mescide açılmakta idi. Diğerlerini Allah Resulü (s.a.a) kapattırmıştı.)

Kelimelerle tarifi mümkün olmayan acı veren duygulardı bunlar.. Bir zamanlar Mekke müşriklerinin suikast planlarına karşılık ölümü hiçe sayarak, “ölüm bana gelsin yeterki Allah Resulü yaşasın” diyen Ali, cihad meydanlarındaki korkusuz Ali, yiğit Ali, cengâver Ali, Allah Resulü’ne siper olmuş, kalkan olmuş nice meşakkatlere katlanmış, nice zorluklara göğüs germişti . Savaş meydanlarında aldığı yaralar, kılıç darbeleri, ölüm ona vız geliyordu. Boşuna ona “esedullah” (Allah’ın arslanı) dememişlerdi! Ama, ya şimdi aldığı yara, kılıç darbelerinden çok daha ağırdı..

Omuzlarında öylesine ağır bir yük ki, kasvet dolu yüreği ile başı öne eğilmiş, iliştiği mescidin bir köşesinde adeta iki büklüm olmuştu.. Ne yapsındı mazlum Ali, naçar Ali! Rabbine tevekkül etmekten başka, Rabbine sığınmaktan başka ne yapabilirdi ki!

Elbette ki, böylesi bir veda karşısında hangi yürek acılara düçar olmaz, hangi kalp dağlanmaz? Tarih boyunca bu trajediye tanık olan hangi insanın yüreği sızlamaz, hangi Ehl-i Beyt yâreni hüzün ve kedere gark olmaz, hangi Ehl-i Beyt dostu bu işe sebebiyet verenlere ilenmez, intizârda bulunmaz?

Vah Hasan, vah Hüseyin, vah Zeynep, vah Ümmü Gülsüm vah! Doyamıyacağınız annenize sarılın, dünyanın en faziletli, en şefkatli annesine sıkı sıkı sarılın.. Anneniz size veda ediyor, farkında değilsiniz! Birazdan yetim kalacaksınız! Yetim kalacaksınız! Asıl şimdi ocağınızı yıktılar, evinizi yaktılar! Sizi anasız, sizi yetim bıraktılar. Muhsin’i katledenler sizi de mahvettiler, perişan ettiler...

Yüreği ve bedeni sancılarla dolu olan Zehra (s.a) validemiz dört tane mazlum yavrusuna tekrar tekrar sarıldı, koklayıp öptü, uzun uzun bağrına bastı onları.. Artık veda zamanı gelmişti.. Azrail’e ruhunu teslim ederken çocuklarının yanında olmalarını istemiyordu. Bütün gücünü ve metanetini toplayıp Umeys kızı Esmâ’dan çocuklarının avluya çıkarılmalarını istemişti. Bu ara Zehra (s.a) validemiz abdest alıp, kâfur, ıtır ve güzel kokular sürünüp, namaz elbisesini giyip son kez Rabbine ibadetle meşgul olmuştu. Ardından Esma’ya biraz uyumak istediğini ve bir müddet sonra kendisine seslenmesini , “eğer cevap vermezsem bilki Rabbime ruhumu teslim etmişim” diyerek istirahata çekiliyor.

Umeys kızı Esmâ biraz vakit geçtikten sonra kendisine söyleneni yapmak için Fatıma (s.a) vaidemizin odasına girip usulca sesleniyor. Cevap alamayınca nur hanesinde bir vaveyladır, bir feryattır kopuyor.. İmâm Ali ‘ye (a.s) haber veriyorlar.. İmâm, haneye girdiğinde çocuklarının annelerinin üzerine abanmış ağlayıp feryat ettiklerini görüyor. Bu yürek yakan manzara karşısında İmam çocuklarına sarılıyor ve onları teselli etmeye çalışıyor. Ama ne fayda! Çocukların ağlaşmaları, feryatları arşa yükseliyor. Onları hangi okşayış, hangi teselli sakinleştirip teskin edebilir ki?

Düşen ateş onların minicik yüreklerini kavurup dağlamaktadır şimdi.. Ateş düştüğü yeri yakarmış...

Ateş, Ehl-i Beyt hanesinin tam ortasına düşmüştü.. Ateş, tüm Ehl-i Beyt yârenlerinin yüreklerine düşmüştü.. Bağrı yanık Ehl-i Beyt dostları yalazcı ateşçilere nasıl ilenmesin şimdi!

Bir zamanlar Hazreti Hamza için ağlayan yer ehli ile gök ehli, şimdi Zehra (s.a) validemiz için ağlıyordu.. Haşimoğulları ağlıyordu.. Medine ağlıyordu.. Vefat haberini duyan herkes koşuyordu..Nur hanesinin avlusu dolup taşmakta, ağlamalar, feryatlar, ağıt yakmalar, dövünmeler ayyuka çıkmakta idi.. Akşamın geç saatine kadar bu böyle devam etti..

Gece yarısı halk ağlamalar ve sızlanmalar içerisinde yavaş yavaş evlerine dönüyordu. Artık ortalıkta Abbâs, Fazl, Mikdâd, Selmân, Ebu Zer, Ammâr, Akîl, Bureyde, Huzeyfe ve İbn-i Mes’ud’ dan başka kimse kalmamıştı. Bu sadık dostların vasiyetten haberi vardı ve bu nedenle avluda bekliyorlardı. .

İmâm (a.s) hemen harekete geçip Esmâ ile birlikte gusül ve kefenleme işlerini tamamladıktan sonra çocuklarına seslenip anneleriyle vedalaşmalarını söyledi.. Zehra’nın (s.a) yetimleri annelerinin nâzenin cenâzesine kapanıp tekrar ağlaşmaya başladılar. Annelerini öpüp öpüp kokluyorlar ve yanından ayrılmak istemiyorlardı. Kahır ve hüzün içerisindeki İmâm (a.s) bir müddet bekledikten sonra, yüreği parçalanmış bir vaziyette çocuklarını öpüp okşayarak, onları teskin etmeye çalışarak güç-belâ annelerinin yanından uzaklaştırabildi...

İmam Ali (a.s), vasiyeti yerine getirmek için avluya geçip yârenleriyle birlikte cenâze namazını kıldılar ve ardından tabutla birlikte gecenin zifiri karankığında Cennet’ül Baki’ye doğru harekete geçtiler..

Sessiz bir şekilde çabucak kabri kazdılar ve İmam Ali (a.s), Hazreti Zehra (s.a) validemizin nâzenin bedenini gözyaşları içerisinde kendi elleriyle kabre koydu.. Ardından yârenleriyle birlikte kabre toprak doldurulmaya başlandı. Kabrin üstü belli olmasın diye dümdüz edilmiş ve çevrede birkaç mezar yeri varmış gibi eşelenerek, asıl mezar yeri kamufle edilmişti..

Hüzün ve kedere gark olmuş İmam (a.s), bir müddet kabrin başında durup dua ediyor ve ardından sükûnet içerisinde tefekküre dalıyor. Allah Resulü’nün (s.a.a) vefatından sonra başlarına gelenler bir film şeridi gibi gözlerinin önüne geliyor. “Beni himayeye kalkışıp savunurken başına neler geldi!” “Bize bunları mı yapacaklardı?” diye hayıflanıp serzenişte bulunuyor.

Daha önce ifade ettiğimiz gibi, İmam Ali (a.s) derdest edilerek yaka paça beyat için evinden götürülmeden önce Fatıma (s.a) validemiz gelenlere direnirken kapının arkasına sıkıştığı esnada kaburga kemikleri kırılmış, yediği kamçı darbeleriyle kolları morarıp şişmiş ve ardından düşük yapmıştı. İmâm kabrin başında bunları düşünüyor ve sebep olanlara ileniyordu...

İmâm’ın (a.s) yârenleri de büyük bir hüzün ve sükûnet içerisinde bir müddet bekledikten sonra tekrar taziyede bulundular ve gecenin karanlığında dağılıp gittiler. Tek başına kalan İmam (a.s), Allah Resulü’nün (s.a.a) kabrinin başına geçip bir müddet gözyaşları içerisinde derdini-kasvetini ona döktü: “Ey Allah’ın Resulü (s.a.a), benden ve şimdi yanına gelmekte olan kızından sana selâm olsun!.. Yâ Resulallah! Sabrımın ve metanetimin tükenmişliği yalnızlığımdandır, çaresiz ve naçar kalışımdandır. Senin vefatına, aramızdan ayrılışına sabrettiğim gibi Zehra’nın da firâkına, ayrılığına dayanmalıyım.

Ya Resulallah! Senin pak-mutahhar ruhun, benim kucaığımda kabzolundu. Gözlerini ben kapadım. Temiz bedenini, ben kabre indirdim. Öyleyse bu musibete de “İnnâ li’llâh ve innâ ileyhi râciûn” (Şüphesiz ki, Allah’tan geldik ve yine Allah’a döneceğiz.) diyerek sabrediyorum. “

“Ya Resulallah! Bana teslim ettiğin emânetin, şimdi sana döndü...Zehrâ’nın aramızdan ayrılışı ile yerin ve göklerin nuru, ışığı da gitti. Dünyam karardı Yâ Resulallah! Beni hüzün ve keder kapladı. Senin yanına gelinceye kadar bu gamım, bu acılarım dinmeyecektir.Derdimi Allah’a arzetmekten, Allah’a tevekkül etmekten başka ne yapabilirim ki. Sadakat sahibi bilinen insanlar senin aramızdan ayrılmanla nasıl da etrafımızdan dağılıp bize cephe aldılar. Kızın anlatacaktır sana, ümmetinin toplanıp hilafeti benden aldıklarını, Zehrâ’nın hakkını gaspettiklerini..”

“Yâ Resulallah! Başımıza gelenleri, bize neler yaptıklarını kızın Zehrâ’ya ısrârla sor. Elbette ki, kızına ve bana yapılan eziyetler, zulüm ve haksızlıklar karşısınd Allah Subhanehu ve Teâlâ, bu halkla bizim aramızdaki hükmünü “Mahkeme-i Kübra” da verecektir. Yâ Resulallah! Bize yapılanlar karşısında kızını gecenin karanlığında gizli olarak defnetmeye mecbur olduk. Kızının hakkını elinden aldılar, mirâstan mahrum ettiler. Yâ Resulallah! İçimdeki dertlerimi, hüznümü ve kederimi Allah’a arzediyor ve bu acıklı musibeti size tesliyet ediyorum. Yâ Resulallah! Rabbime ve sana kavuşuncaya dek sabrımı ve tahammülümü korumaya çalışacağım. Şimdilik huzurundan ayrılıyorum. Allah’ın selâmı sana ve şefkatli eşim Fatıma’ya olsun.” (Bihâr’ül Envâr, c.43, s.193-212)

İmam Ali (a.s), Allah Resulü’ne (s.a.a) içindeki hüznü, gamı, kasveti, şikayet ve serzenişini döktükten sonra kahır ve acılar içerisinde evine dönmüştü. Artık Fatıma’sız (s.a) bir yaşam onu bekliyordu. Çocuklarını ise annesiz bir hayat..
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
Cevapla

“12 İmam (İmamet) İnancı” sayfasına dön