İmamet Misyonu

Peygamberden sonra, Müslümanların rehberi ve lideri İmamet makamına sahip olan 12 İmamlarındır.
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

FATIMA (S.A) VALİDEMİZİN ÖRNEK YAŞAMI
24/05/2011 - 22:17



HAZIM KORAL






Bismillahirrahmanirrahim

Yüce Allah tarafından mutahhar ve seçkin kılınmış olan Fatıma (s.a) validemizin ibretâmiz hayat hikâyesini tetkik ettiğimizde her Müslüman kadına ve hatta erkeklere de örneklik teşkil edecek tutum ve davranışlarına tanık olmaktayız. Zehra (s.a) validemizin kişiliğini ve örnek yaşamını kategorik olarak değerlendirdiğimizde dört ana unsur ön plana çıkmaktadır. 1 – Cesaret ve mücadele azmi.. 2 – İlme ve ibadete olan düşkünlüğü (takvası).. 3 – Cömertliği ve yardım severliği.. 4 – Şefkât ve merhameti..

1 – CESARET VE MÜCADELE AZMİ..

İlk etapta tebliğcilerine karşı takınılan menfi tavır, bütün dinlerin ortak kaderi olsa gerek. Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.a) tebliğinin ilk yıllarında ve hatta bir yönüyle de tüm risalet görevi boyunca menfî ve reaksiyonel tavırlar sergilenmişti. Özellikle tebliğin Mekke döneminde çekilen eziyet ve zulümler her Müslümanın malûmudur.

Tahkiratın, dışlanmaların, alaya alınmaların taciz ve sataşmaların yoğun geçtiği risaletin Mekke döneminde Fatıma (s.a) validemiz henüz ufak bir çocuktur. Babasına ve henüz yeni iman etmiş birkaç kişiye yapılan eziyet ve sataşmalara çoğu zaman birebir tanık olan Fatıma (s.a) validemiz çelimsizliğine ve yaşının ufaklığına rağmen olaylara müdâhil olma cesareti göstermesi herkesi hayrete düşürüyordu.

Örneğin, baba - kız bir gün evlerine giderlerken müşriklerin ayak takımından birkaç kişi Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.a) sataşıp üstüne toz-toprak attıklarında Fatıma (s.a) validemiz son derece öfkeli ve sert bir tavır sergileyerek o densiz ve ahlâksız güruhu azarlayabilmiştir.

Yine bir keresinde, Kâbe’nin yanıbaşında namaz kılmakta olan sevgili babasının üzerine deve işkembesinin atılmasına tanık olan Zehra (s.a) validemiz yine son derece hırslı ve sert bir tavır sergileyerek o iğrençliği yapan müşriklere bağırıp - çağırmıştır. Oysa herhangi bir çocuk böylesi bir olayla karşılaştığında doğal olarak ürker, korkar ve hatta dehşete kapılıp ağlamaya başlar. Bu halet-i ruhiye içerisinde büyüyen çocuklar ileriki yıllarda da ezgin, pısırık ve silik bir kişiliğe sahip olurlar.

Fatıma (s.a) validemizin kişiliğinde ise bunun tam tersini görmekteyiz. Menfî olaylar adeta onu yoğuruyor, bileyliyor, kendisine sarsılmaz bir mukavemet ve direnme bilinci aşılıyor. Bu minvâl üzere gelişen mizacı ve huyu onun kişiliğinin ayrılmaz bir parçası oluyor. Bu cesaret ve mücadele azmini ileriki yıllarda da çok bariz bir şekilde görmekteyiz.

Bedir, Uhud ve özellikle Hendek savaşlarında düşman Medine önlerine kadar gelip Müslümanlar kuşatma altına alındıklarında en ufak bir korku ve cesaret kırıklığı göstermeyip, aksine büyük bir moral içerisinde bizzat tüm ön hazırlıklara katılmış, yani fiilen savaş hazırlığı içerisinde bulunmuş ve ayrıca gıda hususunda ihtiyaç olan malzemeleri tedarik için çaba sarfetmiştir.

Uzun süren Hendek kuşatmasında babasına, eşine ve mücahidlere yiyecek birşeyler hazırlayıp bizzat kendisi götürüyordu. Oysa en azından atılan ok ve mızraklardan dolayı oraya gitmek hayati bir tehlike arzetmekte idi. O ise, korkusuzca oralara kadar gidip babası ve eşine adeta moral desteği vermeye çalışıyordu. Savaşa fiilen iştirak etme talebini ise Allah Resulü (s.a.a) reddetmişti...

Sevgili babasının (s.a.a) vefatından sonra ise haklarının gasp edilmesi üzerine verdiği mücadele, evini yakma teşebbüsünde bulunanlara, eşini derdest etmek isteyenlere ve gasıplara karşı takındığı tavır ve hak arayışı takdire şayan bir durum olmakla birlikte her Müslüman kadın için örnek teşkil etmektedir.

“Haksızlık karşısında susmayınız. Aksi halde hakkınızla birlikte izzetinizi de yitirirsiniz.” sözü bizzat Zehra (s.a ) validemizin eşi İmam Ali’ye (a.s) aittir.

Azimle ve cesaretle olayların üzerine gidip, gasp edilen haklarını araması Fatıma (s.a) validemize öylesine bir izzet bahşetmiştir ki, onun bu örnekliği çağlar boyunca Müslüman kadınlara ölçü ve mihenk olmuştur. Bugün başörtüsü düşmanlğının laik oligarşi taraftarlarınca paryonak bir hal aldığı böylesi bir ortamda korkusuzca mücadele verip hak arayışında olan bacılarımız hiç kuşkusuz Fatıma (s.a) validemizden ilham almaktadır. Onun mücadele örnekliği tüm çağlara ve tüm nesillere ışık tutmaktadır.

Öte yandan 2500 yıllık Şah diktatörlüğünün yıkılışına şahid olduğumuz o günlerde mücadelenin ön saflarında Zehra (s.a) validemizden mülhem çağımızın Fatıma’larını görmüştük.

2 – İLME VE İBADETE OLAN DÜŞKÜNLÜĞÜ (TAKVÂSI)..

Konumuzun başında Rabbimizin Fatıma (s.a) validemize bahşetmiş olduğu mutahharlık sıfatından söz etmiş ve seçkin kişiliği ile ilgili vurguda bulunmuştuk. Bu husus ilim, ibadet ve takvâyla alâkalı olması hasebiyle ve yanlış anlaşılmalara sebebiyet verilmemesi için kısaca temas etmek istiyoruz: Şöyle ki, mutahharlık ve seçkinlik sıfatı Yüce Allah’ın bahşettiği bir imtiyazdır.

“... Allah, dilediğini buna seçer ve içten kendisine yöneleni hidayete (valâyet makamına) eriştirir.” ( Şura:13)

“..Ey Ehl-i Beyt, gerçekten Allah, sizden kiri (günah ve çirkinliği) gidermek ve sizi tertemiz (mutahhar) kılmak ister.” (Ahzab:33)

Ancak böylesi bir payeye erişmenin, yani “mutahhar” kılınmanın ön şartı var: İmtihan (sınama).. Başta peygamberler olmak üzere, istisnasız Yüce Allah’ın her veli kulu bu payeye bir takım imtihanlardan, ağır sınamalardan geçtikten sonra ulaşmıştır.

Açıkçası bu makama ulaşma çetin imtihanlardan sonra olmuştur. Hâşâ, bu imtiyazı asla “kayırma” olarak görme hatasına düşülmemeli.

Kur’an-ı Kerim’e baktığımızda insan zürriyeti içerisinde peygamberlerin ne kadar büyük, ne kadar meşakkatli ve ne kadar ağır imtihanlara tabi tutulduklarını görmekteyiz. Birkaç örnek verecek olursak: Adem (a.s) cennette ve akabinde dünya zindanına sürgün edilmekle, Nuh (a.s) tufanla, Yusuf (a.s) kuyuya ve zindana atılmakla, (ayrıca kralın eşinin tacizleri ve ahlâksız teklifleriyle), Eyüp (a.s) hastalıkla, Lût (a.s) sapık bir toplumla, Süleyman (a.s) dünya saltanatı ile, Musa (a.s) Firavun gibi zalim bir despotla, ayrıca İsrailoğulları gibi nankör bir milletle imtihana tabi tutulmuşlardı. İbrahim’in (a.s) sınanması ise çok boyutlu idi. Farklı alan ve hususlarda bütün denemelerden başarıyla çıktıktan sonra Rabbimiz onu nübüvvetin en yüce payesi olan “imamet” makamı ile ödüllendirmiş ve taltif etmişti.

“Hani bir zamanlar Rabbi İbrahim’i bir takım kelimelerle sınamıştı. O da bunları tam olarak yerine getirmişti. (O zaman Allah İbrahim’e): ‘Ben seni insanlara imam kılacağım’ demişti. (İbrahim): ‘Soyumdan da’ deyince, Allah: ‘Zalimler benim ahdime erişemez’ demişti. ” (Bakara:124)

Ayetin ikinci kısmında geçen İbrahim’in (a.s) “soyumdan da” talebine karşılık Rabbimiz’in “Zalimler benim ahdime erişemez” demesi oldukça mânîdârdır. Çünkü, imamet ve mutahharlık makamına ulaşmak zulmün her çeşidinden arınmayı zorunlu kılmaktadır. Bakınız, zulüm kavramı geniş bir perspektif ile değerlendirildiğinde, her türlü günah kirini kapsadığı görülecektir. Kısacası diyeceğimiz o ki, mutahharlık ve imamet makamı mutlak arınmışlığın ön şartıdır. Yani olmazsa olmazıdır. “Allah ise arınanları sever.” (Tevbe:108) Ve onları kendi izniyle velâyet ve imamet gibi ulvî makamlara ulaştırır. Zira Allah kimin arınacağını da ezelden beri bilmektedir. Bu nedenle başta Fatıma (s.a) validemiz olmak üzere Ehl-i Beyt’in seçkin ve mutahhar (günah kirinden arınmış) kılınması kesbî (çaba) ve takva sonucu hak edilerek Yüce Allah tarafından ulaştırılmış ve bahşedilmiş bir makamdır. Bu nüâns farkını, bu ince nükteyi iyi bilmemiz gerekmektedir.

“Kızım Fatıma! Babam peygamberdir diye sakın kendine güvenme.” Bu söz Sünnî kaynaklarda hadis olarak geçmektedir. Doğru mudur bilmiyoruz. Ancak konumuza bir yönüyle ışık tutması bakımından anlamlıdır. Çünkü insanı, banasının peygamber olması değil ancak salih amel ve takvâsı ulvî makamlara çıkarabilir. Bilindiği gibi Nuh’un (a.s) oğlu da babasına iman etmemişti.

Fatıma (s.a) validemiz sevgili bababasının peygamber olmasından dolayı şanslıydı denebilir. Doğrudur. Ancak şu da bir gerçek ki, onun şansı, Nuh’un (a.s) oğlunun şansı kadardı. Aradaki fark ise, Nuh’un (a.s) oğlu bu şansı ayağı ile teperek helâk olmuştu. Zehra (s.a) validemiz ise, bu şansı Yüce Allah’ın bir lütfu olarak değerlendirip, kuşandığı ilim ve takvâ libası ile bi’iznillah en ulvî makam olan mutahharlık payesine erişmiş oldu.

Zehra (s.a ) validemiz de tıpkı İmam Ali (a.s) gibi inzal olan her ayetin nüzül sebebini, muhkem ve müteşabih yönünü öğrenir ve ezberlerdi. Yüce Allah’ın buyruklarına öylesine bir ihtimam ve hassasiyet gösterirdi ki, bunları titizlikle ve harfiyen uygulardı. Kur’an perspektifi ile meselelere olan vukufiyetinin yanı sıra, hep ön planda olan takvâsı idi. Bir taraftan ilme olan ilgisi, diğer taraftan ibadet ve zikre olan düşkünlüğü onun eşi ve çocuklarıyla ilgilenmesine ve ev işlerini yapmasına engel olmuyordu.

Bütün işlerinde ihlâs ve samimiyetle Yüce Allah’ın rızasını gözetip son derece dengeli ve mûtedil bir hayat yaşaması onun takvâsını ortaya koyuyordu. Kur’an-ı Kerimde ve sahih hadislerde söz konusu edilen ve bir insanı en ulvî makamlara ulaştıran faziletlerin tümünü Fatıma (s.a) validemizde görmek mümkündü. Bu nedenledir ki, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), “Kızım Fatıma cennet ehli kadınların en faziletlisidir.” diyerek bu gerçeği teyid etmekte idi.

Bu konuda sonuç olarak diyeceğimiz o ki, mü’mine bacılarımız, özellikle ilim ile iştigal eden genç kızlarımız Fatıma (s.a) validemizin hayatını iyi okuyup tetkik etmeli ve örnek yaşantısından ders almalılar.. Çağımızın Fatıma’lara ve Zeynep’lere ihtiyacı var..

3 – CÖMERTLİĞİ VE YARDIMSEVERLİĞİ..

Kur’an-ı Kerim’i tetkik ettiğimizde Müslümanlar için “olmazsa olmaz” ibadetlerin başında namazın geldiğini görmüş olacağız. Ancak hemen hemen her namazın emredildiği ayetin akabinde de zekat, sadaka, infak mükellefiyetlerinden söz edilmektedir. Kısacası yüce dinimiz İslâm sosyal dayanışmayı ısrarla önceleyen bir dindir. Müntesiplerini ısrarla bu konuda uyarıp teşvik etmektedir.

“Ki onlar, gayba inanırlar, namazı dosdoğru kılarlar ve kendilerine rızık olarak verdiklerimizden infak ederler.” (Bakara:3)

Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’i ümmet için her kunuda “üsvetün hasene” olduğu gibi cömertlik ve yardımseverlilik hususunda ümmete en güzel bir şekilde örnek olmaktaydılar. Zaten yaşıyarak örnek olmak işin en etkili ve öğretici yönüdür.

Fatıma (s.a) validemizin sade yaşamı bilen için izahtan varestedir. Fedek arazisi ellerinde olduğu dönemde de bu böyleydi. Daha önce ifade ettiğimiz gibi Fedek gelirleri ile aile maişeti karşılanır büyük çoğunluğu ise fakir ve muhtaç insanlara dağıtılırdı. Kendileri toplumun yoksul insanları gibi kıt kanaat geçinmelerine ve zaman zaman kendileri ihtiyaçlı duruma düşmelerine rağmen kapılarına gelen dilenciyi boş çevirmezlerdi.

Daha önce söz konusu ettğimiz gibi, eşi İmam Ali (a.s) ile birlikte üç gün peş peşe kapılarına gelen yoksul kişilere iftarlıklarını verdiklerinden dolayı kendilerini taltîf eden ayet nazil olmuştu.

Maddi imkanlar içerisinde cömert ve paylaşımcı olmak ayrı şeydir, dar zamanda yani ihtiyaç halindeyken vermek ayrı şeydir. Düşünebiliyor musunuz? Envâ-î çeşit yemekler, kızartmalar, söğüşler, börekler, piyazlar, ganitürler, salata türleri, cacıklar, ayranlar, hoşaflar, meşrubatlar ve çeşit çeşit tatlılarla değil, o günkü koşullarda kıt kanaat hazırladıkları bir parça iftarlık önlerinde duruyor. Ve onlar “leyl“i yani karanlığın basmasını - iftarı bekliyorlar. Fakat o ara pat kapı çalınıyor! Kapıyı açıyorlar. Karşılarında hırpânî bir yoksul, yiyecek birşeyler istiyor, yiyeceklerini ona veriyorlar. Ertesi gün yine oruçlarını açmak üzeredirler ve kapılarına bir yetim gelir, bu sefer azıklarını ona veriyorlar. Orucun üçüncü günüdür, açlıktan bet-benizleri solmuştur ve iki büklüm akşamı beklemektedirler. Tam o esnada bir köle kapılarında beliri verir. Bu defa da iftarlıklarını o esire verirler. Kimseye nasip olmayan böylesine bir özveri ve böylesine yüce fedakârlıktan sonra ayet nazil oluyor:

“Kendileri, ona karşı ihtiyaç duymalarına rağmen yemeği, yoksula, yetime ve esire yedirirler. Ve derler ki: ‘Biz size Allah rızası için ikramda bulunmaktayız. Sizden ne bir karşılık ve ne de teşekkür istiyoruz.“ (İnsan:8-9)

Yüce Rabbimiz tutum ve davranışlarından memnun kaldığı kullarını böyle ödüllendirmekte ve onurlandırmaktadır.



Yine daha önce ifade ettiğimiz gibi, bir gün Fatıma (s.a) validemizin kapısını bir yoksul çalıyor ve Allah Resulü’nün (s.a.a) kendisini gönderdiğini söyleyerek sadaka istiyor. O esnada evinde yoksula verecek birşey bulamayan Zehra (s.a) validemiz hatıra olan kıymetli kolyesini çıkarıp yoksula uzatıyor ve “Al bunu sat ve ihtiyacını karşıla“ diyor. Duruma vakıf olan Ammar kolyeyi satın alıp kölesi ile birlikte Fatıma (s.a) validemize hediye ediyor. Zehra (s.a) validemiz kolyeyi kabul ediyor ve köleyi de azad ediyor. O esnada sevinçe gark olan kölenin ağzından şu sözler çıkıyor: “Bu gerdanlığın bereketinden teaccüb ettim. Çünkü bir fakirin ihtiyaçlarını karşıladı, bir köleyi azad etti ve tekrar sahibine geri döndü.“

Burada dikkatimizi çeken husus, Zehra (s.a) validemizin sevdiği ve hatıra olarak taşıdığı kolyesini hiç tereddüt etmeden kapısına gelen bir yoksula vermesidir. Böylesi bir feragat ulvî duygulara sahip olmanın, Allah rızasını her şeyin üstünde tutmanın sonucudur.

Müslümanlar olarak zaman ve zemine göre değil, her koşulda cömertlik ve yardım severlilik duygularını kişiliğimizin en belirgin bir parçası haline getirmeye çalışmalıyız. Fatıma (s.a) validemizden almamız gereken en büyük derslerden biri budur. Aksi halde şeytanın telkinlerine papuç bırakmış oluruz. Zira şeytan cimriliği öğütlemektedir, emretmektedir.

“Şeytan sizi fakirlikle korkutur. Size cimriliği telkin eder..“ (Bakara: 268)

“Eğer şeytandan gelen kötü bir düşünce seni dürtecek olursa, hemen Allah’a sığın..“ Fussilet: 36)

4 – ŞEFKÂT VE MERHAMETİ..

Bazı duygu ve hasletler vardır ki birbirlerinin mütemmimi, tamamlayıcısı veya özdeşidirler. Bir başka deyişle biri diğerinin türevi veya tetikleyicisidir. Daha açık bir ifadeyle, bir insanda şefkat ve merhamet duyguları olmalı ki ondan cömertlik ve yardımseverlik sadır olsun.

Başa dönerek Fatıma (s.a) validemizin en belirgin hasletlerine bakalım! Cesaret ve haksızlık karşısında tepki verme ruhu, ilme ve ibadete düşkünlüğü ve takvâsı. Öte yandan cömertliği ve yardımseverliği. Bu hasletlerin menşei ise şefkât ve merhamet duygularıdır. Bu duygulara yön veren sâik ise Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın rızasıdır - takvâdır.

Zehra (s.a) validemizin hâl ve hareketleri, konuşma uslubu ve hatta yürüyüşü bile sevgili babasına (s.a.a) benzediği marûftur. Allah Resulü’nün (s.a.a) en belirgin özelliği ise engin bir şefkâte ve yüce bir merhamete sahip olmasıdır. (Ki bu hasletler bütün peygamberlerde vardı.) Aynı şekilde Yüce Allah’ın mutahharlıkla taltif ettiği kullarında da bu güzel hasletler mevcuttur.

Fatıma (s.a) validemizin, sevgili babası (s.a.a) tarafından “ümmü ebiha” (babasının anası) olarak vasıflandırması onun daha çocuk yaşlarından beri bu duygulara sahip olmasındandır. Kısacası insanî faziletlerin en yücelerine, en güzellerine sahip olan Fatıma (s.a) validemizin, yine en ulvî hasletlerden olan şefkât ve merhamet duyguları da en belirgin özelliklerindendi.

Gerek komşularıyla olan dayanışma ve yardımlaşması, gerek fakir ve yoksullara karşı gösterdiği ehemmiyet ve infakları ve gerekse eşi ve çocuklarına karşı son derece hassas ve müşfik davranması onun ne derece şefkât ve merhamete sahip olduğunun göstergesidir.

“Komşusu aç iken kendisi tok yatan bizden değildir.” diyen bir Peygamber’in (s.a.a) kızı olarak bu mesuliyet ve bilinçle komşularını gözetir ve her daim ihtiyaç sahibi olanların yardımına koşardı. Muhtaç olanın asla kapılarına gelmesini beklemez bizzat eşi ile birlikte sorar – soruşturur ve ulaşabildikleri her fakirin ihtiyaçlarını karşılamaya çalışırlardı. Bu nedenledir ki İmam Ali (a.s), “Fakirlerinizin haysiyetini gözetiniz! Sakın ola ki, yoksul bir insan size el açacak duruma düşmesin. Onları siz bulup ihtiyaçlarını karşılamalısınız. Fakiri – yoksulu gözetmeyen bir toplum felâh bulmaz. ”

Ehl-i Beyt hanesi bu biliçle, bu şuurla hareket ederdi. Şefkât ve merhametli olmak bunu gerektiriyordu..

Zehra (s.a) validemiz sevgili babasına gösterdiği hassasiyeti, ilgi ve alâkayı eşine ve çocuklarına da göstermekte idi. Özellikle daha önceleri de ifade ettiğimiz gibi onların izdivacı – evliliği mükemmel bir aile örnekliği teşkil ediyordu. Birbirleriyle öylesine uyumlu bir tablo çiziyorlardı ki, “bunlar dört dörtlük birbirleri için yaratılmışlar” görüntüsü ortaya çıkıyordu. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) bu gerçeği şu veciz sözleri ile dile getirmiştir: “Ali olmasydı, kızım Fatıma’ya uygun bir eş bulunmazdı.” Böylesine müşahhas, böylesine net ve böylesine yalın bir ifade.. Başka söze ne hacet..

Böylesine uyumlu ve örnek bir ebeveynin çocuklarını yetiştirme hususunda gösterceği titizliği, şefkât ve merhameti varın siz düşünün ve tahayyül edin. Özellikle, bir anne olarak Fatıma (s.a ) validemiz çocuklarına gösterdiği sevgi, şefkât, merhamet ve eğitimlerine verdiği önem onun ne derece hassasiyet sahibi olduğunu ortaya koymaktadır. Ufak yaşlarında annelerinden aldıkları terbiye ve sıcak alâka onların ömürleri boyu kişilik ve şahsiyetlerine yansımıştır. Bilâhare yetim kalmalarına rağmen küçük yaşta annelerinden aldıkları aşı ve maya bir ömür boyu her türlü darbelere ve olumsuzluklara karşı onlar için koruyucu bir kalkan olmuştur.

Zehra (s.a) validemizin her yönüyle örnek teşkil eden yaşantısı, özellikle çocuklarının eğitimine gösterdiği özen ve hassasiyet tüm mü’mine bacılarımız için ölçü ve kriter olmalıdır. Onun özverisi, fedakârlığı, sevgisi, şefkâti ve merhameti baz alınarak çocuklar eğitilmeli, yetiştirilmeli ve yarınlara hazırlanmalıdır.

Özellikle Yüce Allah’ın evrensel yasalarına göre toplumsal düzenimizin tanzim edilmediği, aziz İslâm dininin laiklik adına sosyal hayattan ve eğitim kurumlarından tecrid ve tard edildiği (kovulup uzaklaştırıldığı), ders müfredatlarının agnostik - kuşkucu - mutlak olanı reddeden bir anlayışla hazırlanıp körpe dimağlara empoze edilmeye çalışıldığı günümüzde Müslüman ebeveynlere büyük görevler düşmektedir.

Laik oligarşinin kuşatma ve dayatmaları karşısında daha bir hassasiyet ve titizlik göstererek çocuklarımızın İslâmi şahsiyet ve kişilik kazanmaları bağlamında büyük bir özveri içerisinde çaba sarf etmeliyiz. Aydınlık geleceğimizin teminatı olan çocuklarımıza gerçek birer mürebbi titizliği göstererek, hiçbir ihmâle ödün vermeden üzerlerine şefkât ve merhamet kanatlarımızı germeliyiz.

Aksi halde çocukların sevgiden, şefkâtten ve merhametten mahrum yetişmesi ve İslâmî âidiyet ve şahsiyetlerinin kazandırılmaları hususunda ihmâl edilmesi tam bir felâkettir. Bu felâket ebeveynin mesuliyetlerini ifâ etmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Zira böylesi bir ihmâl, çocukların geleceklerini, hem dünyevî, hem uhrevî istikbâllerini karartmaktadır. Nitekim bu hususta Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), şöyle ikazda bulunmakta ve ümmetini uyarmaktadır: “Allah Subhanehu ve Tealâ, dinî terbiye ve eğitim hususunda çocukların ihmal edilişlerine gazaplandığı kadarhiçbir şeye gazaplanmamıştır.”

Sevgili Peygamberimizin (s.a.a) bu çarpıcı ikazına binâen diyeceğimiz o ki, olumsuz çevre koşulları ve beraberinde getirmiş olduğu dezavantajlar bizler için asla mazeret olmamalı. Hangi koşullar altında olursak olalım İmam Ali (a.s) ve Zehra (s.a) validemizin örnek aile yapısı bizler için mükemmel bir “numûne-i timsâl”dir. Onların örnekliği aynı zamanda bizim için hüccettir. Bu nedenle çocuklarımızı Ehl-i Beyt sevgisi ve Ehl-i Beyt örnekliği üzere yetiştirme azmi içerisinde olmalıyız. Ve bu minvâl üzere onlara İslâmî âidiyet aşısı yapmalıyız.

Bütün mesele ister kız çocuğu olsun, ister erkek çocuğu, Yüce Allah’ın emaneti olan evlâtlarımızı Ehl-i Beyt’in öğreticiliği ile tevhidî hakikatlerle mücehhez kılmalıyız. İhlâs ve basiret sahibi birer mü’min olabilmeleri için onları ilim ve irfan ile donatmalıyız. Çocuklarımızın ufku geniş, hikmetli, vakarlı, us, ahlâk ve erdem sahibi olmaları için çalışmalıyız. Olumsuzluklar karşısında hiç bir komplekse kapılmadan, her daim medenî cesaret örneği sergileyebilecek bir donanıma ve özgüvene sahip olmalılar. Ve her ahvâlde kul hakkını riayet eden, çevrelerine karşı saygılı, nezâketli, güven telkin eden “emin insan” olmalılar.

Ayrıca İmam Ali’nin (a.s) söz konusu ettiğimiz ikazını evlâtlarımıza telkin edip, Fatıma (s.a) validemizin şefkât ve merhametini kuşanmaları için her türlü bencillik ve egoizm duygularından arınmış, mazlum ve yoksullara karşı son derece duyarlı, sorumluluk sahibi, yardımsever, sosyal dayanışmacı, cömert ve özverili olmaları için çaba sarf etmeliyiz.

”Ey iman edenler, yakıtı insanlarla taşlar olan cehennem azabından evlâd’ü îyâlinizi koruyunuz.” (Tahrim:6) “...Bile bile emanetlerinize ihanet etmeyiniz.” (Enfâl: 27)

“Sizler doğru yolda ‘sabit berkadem’ olursanız sapan size zarar veremez.” Maide:15, Sad:83)
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

YALNIZ İMÂM
01/07/2011 - 22:18



HAZIM KORAL






Bismillahirrahmanirrahim

Bu tanım genel olarak İmam Hasan (a.s) için kullanılmakta, ancak diğer imamların hayatlarını tetkik ettiğimizde “yalnızlığın“adeta hepsinin ortak kaderi olduğunu görmekteyiz!

İmam Ali (a.s), Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a) ve Fatıma (s.a) validemizin vefatlarına kadar ümmetin her derdi ile bire bir alâkadar olan, son derece aktif ve faal biri idi. Savaşlarda hep ön saflarda olduğu gibi, diğer zamanlarda da Allah Resulünün bütün aktivitelerinde yanında idi. Adeta onun sağ koluydu. Birilerine yardım mı yaplacaktı İmam (a.s) koşturur gereğini yapardı, mescid mi onarılacaktı İmam (a.s) harçtır kerpiçtir uğraşır yapardı. En uzak yerlere, Yemen’e temsilci mi gidecekti, hiç erinmeden o günkü koşullarda yol meşakkatine katlanarak giden oydu. Allah Resulünün (s.a.a) “beraat ayeti” ile ilgili mesajını Ebu Bekir’e rağmen Mekke’ye götüren yine o idi. (Öyle ki, Allah Resulü (s.a.a) baştan Ebu Bekir’i o iş için görevlendirmişti. Ancak ayet nazil olunca görev İmam Ali’ye (a.s) tevdî ediliyor.)

Mekke’nin fethinde Allah Resulü’nün (s.a.a) omuzları üzerine çıkıp Kâbe’deki putları kırmak yine ona nasip olmuştu. Tıpkı İbrahim (a.s) gibi “put kıran imam” payesine erişmişti.

Ancak Allah Resulü (s.a.a) vefat eder etmez birilerinin apar-topar hilafete el koyması İmam (a.s) açısından yalnızlık süreci de başlamış oldu. Ebu Zer, Selman, Mikdad, Ammar, Yasir, Huzeyfe ve Abdullah bin Mesud gibi bazı arkadaşlarıyla her ne kadar teşrik-i mesaî içerisinde olsa da İmam’ın (a.s) toplumsal ilişkilerinde bir kopma meydana gelmişti. Fatıma (s.a) validemizin vefatıyla birlikte ise İmam (a.s) için adeta münzevî bir hayat başlamıştı.

İmam Ali’nin (a.s) evine kapanıp, kendisini toplumdan soyutlaması ve bu tutumu ile bir nevî inzivaya çekilmesi elbetteki ümmetin kendisine yönelik vefasızlığından kaynaklanmakta idi. Nasıl içerlenmesin, nasıl içine kapanmasın ki! Allah Resulü (s.a.a), uygun gördüğü her fırsatta onun vasîliğini dile getirmiyor muydu? En son Gadir-i Hum’da İmam Ali’nin (a.s) velâyetini Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın bir emir olarak açıklamamış mıydı?Ayrıca “meveddet” (ihtiram) ayeti onun velâyetini ilân etmiyor muydu?

Allah Resulü’nün (s.a.a) ahirete irtihâliyle birlikte bu ümmete ne oldu da birden bire çark etti? Emanet olorta yerde böyle mi bırakılmalıydı? Ancak ne yazık ki, Resulullah’ın (s.a.a) cenazesi henüz kaldırılmadan bir “oldu-bitti” ile yaşayan Kur’an terk edilip-mahcûr bırakılmıştı. Böylesi bir vebale nasıl cüret edebildiler? Bu gadre uğramışlığa teessüf etmemek mümkün mü?

Bu öylesine bir vebal ki ve beraberinde gelen öylesine bir yoksunluk ki, sadece o döneme yönelik siyasal rehberlik bağlamındaki mahrumiyet değil, gelecekteki kuşakları da kapsayan, hayatın her alanına tekabül eden, yaşamın her yönünü kuşatan İmam’ın (a.s) vehbî ilminden gereği gibi faydalanamamayı da beraberinde getirmiştir. Zira imamet olgusu öylesine bir ilahî misyon ki, hidayet ve yol göstericilik bağlamında nübüvvetin devamı mesabesindedir.

Kur’an ve sahih sünnetin muhafazası ve bu ilâhî buyrukların doğru tefsiri ve icrâsı imamların siyasal rehberliğini zorunlu kılmaktadır. Zira toplumsal düzenin tanzimi, devlet mekanizmasının tüm kurum ve kurallarıyla (hukukun üstünlüğü prensibine dayalı olarak) işleyişi, sosyal adaletin tahakkuku yönetimin işin ehline, liyâkat sahibi olanına verilmesiyle mümkündür. (Nisa:58)

Eğitimden sağlığa, adliyeden emniyete, zanaattan tarıma, maliyeden (zekât fonundan) bayındırlık hizmetlerine, askerî yapılanmadan uluslararsı ilişkilere kadar bu böyledir. Bakınız, Kur’an dünya insanlığına mükemmel bir medeniyet projesi sunmaktadır. Allah Resulü (s.a.a) Medine ‘de kurmuş olduğu “İslâm Devleti” ile bu süreci başlatmıştı. Ancak Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a) vefatıyla birlikte İmam Ali’nin (a.s) siyasal rehberlikten men edilmesi ve kendisine münzevî bir hayatın tahmil edilmesi bu süreci akamete uğratmış oldu.

Kısacası İmam’ın (a.s) işi münzevî bir hayat yaşamak değil, onun misyonu ümmete rehberlik yapmaktı. Ancak İmam’ın (a.s) o halini gören bir takım zevat bu durumdan kendilerine vazife çıkarıp inziva hayatını meslek edindiler.Oysa İmam (a.s) kimseye “gelin tarikat kurun, toplumdan kendinizi soyutlayın ve münzevî bir hayat yaşayın” demedi.

İmam Ali (a.s), Kumeyl gibi bazı arkadaşlarına nefs tezkiyesi ile ilgili tavsiyelerde bulunması, irfanî konularda sohbet etmesi, telkin ve nasihatlerinde takvadan, ihlâs sahibi olmaktan, salih amelden söz etmesi, dünyanın aldatıcı lezzetlerine dikkat çekmesi, dünyanın geçici olduğunu hatırlatması insanlara inziva hayatını önerdiği anlamına gelmez. İyi bir mü’min olmak için takva ile ilgili donanım ve dünyanın aldatıcılığına karşı teyakkuz halinde olmak zaten gerekli..

İnsanın nefs tezkiyesiyle ilgilenmesi, kendisini toplumsal sorumluluklarından muaf tutmaz. Zira İslâm, anti-sosyal olmayı asla tasvib etmeyen bir dindir.Yüce Allah insanı sosyal bir varlık olarak yaratmıştır. Kulluk vazifeleri bu hakikati çok bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Bütün ibadet ve edimlerin sosyal hayata taalluk eden yönü vardır. Bir alana ağırlık verip diğer alanları ihmâl etmek bütünlüğü ihlâl etmektir.

İslâm ilâhî emirler manzûmesi olarak bir bütünlük içerisinde müntesiplerine takvayı ve nefsî arınmışlığı emrederken toplumsal sorumluluklarını da hatırlatmaktadır. İslâmî öğretide arınmışlık toplumdan soyutlanmayı, inzivayı ve ruhbanlığı değil kamusal alandaki olumsuzlukların bertaraf edilmesi için de çaba sarfetmeyi zorunlu kılan ilâhî bir emirdir.

“..Allah arınanları sever.” (Tevbe:108)

Kısacası İslâm dininde ruhbanlık ve münzevî bir hayat asla tasvib edilmezken böylesi bir konum İmam Ali (a.s) için nasıl uygun görülür? Bakınız, İmam (a.s), 25 yıllık yalnızlığını ve kendisinin rehberiyetinden istifade edilmeyişini şu çarpıcı sözlerle dile getiriyor: “Sabrettim sabretmesine ancak gözümde diken, boğazımda kılçık vardı adeta!”

Görüldüğü gibi, İmam’ın 25 yıl boyunca kırgınlığından dolayı kısmen toplumdan uzak bir hayat yaşaması bazılarınca münzevîlik olarak değerlendirilmiş ve bilahare tarihî süreç içerisinde çok farklı bir kulvara evrilerek bir yaşam tarzına dönüştürülmüş. Bu anlayış, daha sonraları (özellikle Osmanlı zamanında) “tekke” ve zaviye” adı altında kurumsal bir yapıya bürünmüş oldu.

Bu duruma “nefs tezkiyesi” bağlamında bakıldığında bazılarınca her ne kadar müspet görülse de, sağlıklı bir zeminde daha geniş bir perspektiften değerlendirildiğinde birçok sakıncayı beraberinde getirdiği görülecektir. Elbette ki, bir Müslüman her şeyden önce nefsanî güdülerine mukayyed olabilmesi için, ahlâkının ve İslâmî şahsiyetinin gelişimi hususunda, toplumsal hayatta güvenilir ve emin bir kişiliğe sahip olması bağlamında nefs tezkiyesi yapması zaten bir zorunluluktur. Bu donanım ailede başlar ve eğitim kurumlarında devam eder. Ancak okullardaki din ve ahlâk dersleri yeterli değilse, ders müfredatları seküler bir yapı arzediyorsa ne olacak? İşte içerisinde bulunduğumuz toplumun hâli pür melâli ortada.

Ancak bütün olumsuz çevre koşullarına daha açıkçası laik oligarşinin eğitimdeki tasallutuna ve körpe dimağları seküler anlayışa manipülasyon çabalarına rağmen Müslüman ebeveynler olarak çocuklarımızın ahlâkî eğitimleriyle daha bir hassasiyetle bire bir ilgilenmek durumundayız.

Her konuda olduğu gibi bu hususta da başta Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) ve tüm imamlarımız bizler için mükemmel birer örnektir. Resulullah’ın (s.a.a) “Yüce Allah, çocukların ahlâkî eğitimlerinde ihmal edilişlerine gazaplandığı kadar hiçbir şeye gazaplanmamıştır” diye sarf ettiği söz malumunuzdur.

Öte yandan imamlarımızın çocuk eğitimi hususunda gösterdikleri hassasiyet ve aldıkları müpet sonuç yine bilginiz dahilindedir. Zira her bir imam babalarından aldıkları eğitim ve terbiye ile ilmin doruğuna ulaşmışlardır. Ve yine herbiri kuşandıkları ve mücehhez kılındıkları ilimlerle ümmete rehberlik etme liyâkatine Yüce Allah’ın lütfu olarak erişmişlerdir. Onlarınkisi öylesine bir nefsî riyâzet idi ki, herbiri kesbî ilimlerden mada vehbî ilimlere de Yüce Allah’ın bağışı ile erişmişlerdi.

Bu cihetledir ki, irfanî ve ahlâkî yüceliklerinden dolayı imamlarımız için “onlar bizim manevî liderlerimizdir, onlar İslâm ümmetinin ahlâk öğretmenleridir” denilmekte. Amenna! Elbette ki öyle. Hatta imamlarımızın hepsi bu minvâl üzere binlerce öğrenci yetiştirmişlerdir. Ancak bu işi sadece manevîyatla sınırlamak onların konum ve mavkilerini bilmemektir. Ayrıca bu yaklaşım, son derece yanlış bir yaklaşımdır. Zira onlara böyle bir konum biçmek seküler mantığı da beraberinde getirir.

Zira laikler de benzerî jargonlar kullanmaktadır. “Din adamları-hocalar siyasetle iştigal etmemeli, onlar toplumun manevîyatıyla ilgilenmeli.” “Din ayrı, siyaset ayrı.” “Yüce dinimiz, mukaddes kitabımız siyasetten uzak tutulmalı” demiyorlar mı? Oysa Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), “Ben yüce ahlâkı tamamlamak üzere görevlendirildim.” derken, ahlâk anlayışını sadece Müslüman bireylerin kalplerine nakşetmeyi değil, ahlâkı her yönüyle siyasete de egemen kılmayı hedefliyordu. Zira temiz toplum, temiz siyaset onun vazgeçilmez ilâhî çağrısıydı. “Allah arınanları sever.” (Tevbe:108) Adil bir yönetim arınmış olmayı zorunlu kılar.

Bu ilâhî mesaj Peygamberimiz’den (s.a.a) sonra mutahhar imamlarımızın uhdesine tevdî edilmiştir. İmamların siyasî rehberlikten men edilmeleri bu hakikati değiştirmez. Şu da bir gerçek ki, onların yalnızlığı asla münzevî bir hayat yaşadıkları anlamına gelmez. Bakınız İmam (a.s) , kendisine vasiyet edildiği üzere Fatıma (s.a) validemizin vefatından kısa bir süre sonra evleniyor ve o eşinden de çocukları oluyor.

Demek istediğimiz, yalnızlığına rağmen İmam’ın (a.s) aile hayatı devam ediyor. Evinin ihtiyaçları için didinip çalışıyor. Bununla birlikte onun her hâli riyazetti. Bu nokta doğru anlaşılmalı! “Yalnız İmam” ifadesinden de kastımız siyasî rehberlik bağlamındadır. Elbette ki, İmam Ali (a.s) inzivaya itilip içine kapandığı o dönemde gibi onu zaman zaman mezarlıkta görenler ne düşünüyor, ne hissediyorlardı? İmam’ın derdi neydi? Tabiri caizse derdini, yalnızlığını, içindeki hüznünü Allah Resulü’ne (s.a.a) döker onunla hasbîhâl ederdi. Sevgili Peygamberimizin (s.a.a) ümmete olan refeti ve düşkünlüğü aynen imamda da vardı. Onun kahır dolu yalnızlığı da bu yüzdendi. O asla dünyaya meyleden biri değildi. Kendi deyimiyle dünya onun nezdinde bir “keçi aksırığı” kadar değersizdi.

Buna mukabil, kendisine siyasal rehberlikten uzak bir hayat tahmil edilmesine rağmen yine de ümmete hizmetten geri durmuyordu. İmam (a.s), İslâm’ın ve ümmetin maslahatını gözeterek fıkhî ve adlî konularda vuku bulan bir takım olaylara müdahale etmekte idi . İlk iki halife döneminde ortaya koyduğu görüşler ve öneriler genel olarak kabul görüyordu. Özellikle adlî konularda yanlış kararlara tanık olunca bizzat kendisi olaya müdahale ederdi, bazen de kendileri İmam’ın görüşlerine müracaatta bulunurlardı. Sonuçta bir mazlum zulme uğramaktan kurtulur ve adalet tahakkuk etmiş olurdu.

Sünnî kaynaklarda da geçtiği gibi her seferinde, her iki halifenin de şöyle bir itirafları olurdu: “Ali olmasaydı az kalsın helâk olacaktım.”

Konumuza ışık tutan ayeti burada bir kez daha aktarmış olalım:

“Öyleyse, hakka ulaştıran mı uyulmaya daha hak sahibidir, yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça kendisi hidayete ulaşmayan mı?” (Yunus:35)

Hayat referansımız Kur’an, Yüce Allah’ın böylesine muhkem bir emrini İslâm ümmetinin istikrarı için mutlaka uyulması gereken bir ilke olarak (soru kalıbında mantıksal bir açıklama ile) ortaya koymasına rağmen Sünnî kardeşlerimiz o günkü konjonktürel gelişmelerden yana tavır koyup İmam Ali’ye (a.s) “danışmanlık” ve “kadılık” payesi (!) vermektedirler. İmam’a (a.s) bu tür bir konum biçilmesi “İmamet misyonu”nun ne anlama geldiğini bilmemektir. Ne yazık ki, bu yanlış yaklaşım tarihî süreç içerisinde monarşi yönetim biçimlerine de ilham kaynağı olmuştur. En yüksek fetva makamı olarak “Şeyh’ül İslâm”lık ve adlî davalara bakan “kadı”lık makamları tesis edilmiş. Ancak ferman padişahlarındı!

Zalim sultanlar kendilerini ve yapıp ettikleri zulümleri halka meşru gösterebilmek için bir takım din tacirlerini ulûfelerle, bol bahşişlerle saraylarına alıp onlardan bu şekilde faydalanmışlardır. Bugün DİB denilen kurum da aynı işlevi görmektedir. Yani laik rejimi meşru göstermek, muazzez İslâm dinini istedikleri şekle büründürmek ve Müslüman halkımızı vesâyet ve kontrol altında tutmak için bu müessese kurulmuştur...

Şu bir hakikat ki, verilen yanlış kararlar sonucu olaya müdahale edip bir mazluma yapılacak zulmü engellemiş olması İmam Ali’nin (a.s) söz konusu halifelere kadılık veya vezirlik yaptığı anlamına gelmez. Böylesi bir yaklaşım “imamet” makamını yanlış değerlendirmektir. Bu yaklaşım doktoru “pansumancı” olarak görmektir.

Nübüvvetin devamı olan imametin ne anlama geldiği bilinmezse, imamet misyonu anlaşılmazsa ve imamet makamına gereken ihtiram gösterilmeyip farklı bir konumda mütâlâa edilirse sonuç farklı mecrâlara doğru kayar. Nitekim tarihî süreç içerisinde yaşanan eksen kayması bu acı gerçeği ortaya koymaktadır. Bunun ceremesini tarih boyunca tüm ümmet çekmiştir ve hâlâ çekmektedir. Bugün dünyada yaşanan olumsuzlukların, acı veren savaş, işgal ve katliamların temelinde söz konusu ettiğimiz eksen kayması yatmaktadır.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi sadece münferiden hukukî konularda kendisinden yardım almaktan öte asıl olarak ümmet İmam’ın (a.s) siyasî rehberliğinden “İmamet” makamına uygun bir şekilde istifade etmeliydi ki, Kur’an’da ifadesini bulan medeniyetin inkişafı devam etsindi. İmamlar vahyin ve sahih sünnetin ışığında hayata yön ve şekil vermek için vardırlar. O kutlu ve mutahhar rehberler insanları karanlıklardan aydınlığa çıkarsınlar diye görevlendirilmişlerdir.

İslâm beldelerinin bayındırlık ve inkişafı, ümmetin aydınlık geleceği, dünya insanlığının huzur ve güvenliği onların rehberliğine bağlıydı. Şu bir hakikat ki, İslâm ümmetinin “üsvetun hasene” olarak dünya insanlığına sunacağı medeniyet örneği onların siyasal anlamda fiîlî velâyetlerini zorunlu kılıyordu. Zira, mutahhar olmaları hasebiyle nübüvvet hattından zerre miskal ödün vermeden insanlığın kurtuluş ve saâdeti için sunulan ilâhî programı en özgün şekliyle bire bir uygulayacak olan onlardı.

İşte bu olmayınca süreç içinde meydan Muaviye, Yezid ve Haccac gibi zalimlere-tiranlara kalmış oldu. Biz burada öne çıkmış üç ismi zikrettik, oysa İslâm tarihine baktığımızda ümmete o kadar çok zalim yöneticilerin musallat olduğunu görüyoruz ki, bu despot zalimlerin, bu tiranların her biri hakkında yazmaya kalksak ciltler dolusu kitap olur. Asıl merhamet sahipleri işbaşında olmayınca meydan kısa sürede bunların eline geçmiş oldu. Kısacası “sakife”de alınan kararlarla yaşanan deprem ve kırılan fay hattı böylesi sonuçlar doğurmuştu.
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

1.HALİFE DÖNEMİNE KISA BİR BAKIŞ
24/08/2011 - 23:05



HAZIM KORAL






Allah’ın adıyla

İmam Ali (a.s), Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a) cenaze ve gasil işlemleriyle meşgulken Ben-i Said’in sakifesinde (çardağında) Ensar’dan birkaç kişi toplanıp Sa’d Bin Ubade’yi halife seçmenin telaşına düşmüşlerdi. Bunu duyan Hattaboğlu Ömer ve Ebu Bekir, Muhacirlerden birkaç kişiyi yanlarına alıp sakifedeki toplantıya iştirak ediyorlar. Hattaboğlu Ömer, Sa’d Bin Ubade’nin adaylığına karşı çıkıp Ebu Bekir’in halife olmasını istiyor.

Aralarında bir tartışma, bir cedelleşmedir gırla gidiyor. Gerginlik had safhada, bağırıp çağırışmalar, tehditler, Kureyş’in yüceltilmesi, Ensar’ın adeta aşağılanıp itâate zorlanması vs.. Özellikle Hattaboğlu Ömer’in gür sesi Sa’d Bin Ubade taraftarlarını susturmaya yetmişti. Bu ara ortalığın sakinleşmesini fırsat bilen Ömer ani bir hareketle Ebu Bekir’in elini kapıp, “halifemiz sensin, sana biat ediyorum” diyerek Ebu Bekir’i halife ilân ediyor. Sa’d Bin Ubade ve taraftarları büyük bir kızgınlık içerisinde tehditler savurarak sakifeyi terk ediyor.

Kısacası böylesi bir hengâmede Ebu Bekir, Hattaboğlu Ömer’in bir oldu-bittisi üzerine halife oluyor! İmam Ali’nin (a.s) vasîliği söz konusu olmasa bile böyle bir seçim yönteminin hukukî anlamda hiçbir dayanağı-meşruluğu yoktur. Zira Yüce Allah’ın seçtiği kullarının haricinde, Müslümanlar arasında bir seçim söz konusu olduğunda “şura” esası devreye girer. Oysa onlar bu bağlamda bile ne Bedir ashabına ve ne de sahabenin ileri gelenlerine müracaat edip şura oluşturdular.

Elbette ki olayın can alıcı yönü, (“Gadir-i Hum” başlığı altındaki yazımızda belirttiğimiz gibi) Resulullah (s.a.a) Yüce Allah’ın emri üzerine İmam Ali’yi (a.s) vasî tayin etmesine rağmen, söz konusu kişilerin bu seçim olayını gerçekleştirmiş olması..

Böylesi bir seçimden sonra mescide geçip halifeliği orada da ilân ediyorlar. Ömer kitle üzerinde geniş bir nüfûza sahip olmakla birlikte, ayrıca oldukça sert ve otoriter bir mizaca da sahip olduğu için halkı itâat hususunda ikna etmesi de pek zor olmuyor. Bunun üzerine Ebu Bekir minbere çıkıp bir hutbe irad ediyor. Sünnî kaynaklarda bu hutbe oldukça meşhurdur. (Hutbeden önceki olaylar ne hikmetse Sünnî kardeşlerimiz için pek gündem oluşturmamaktadır.) Bu vesile ile hutbenin içerisinde dikkatimizi çeken bir cümleyi meâlen aktarmış olalım:

” Ey insanlar! Ben size yönetici oldum. Halbuki sizin en hayırlınız değilim. Eğer iyi işler yaparsam, bana yardım ediniz. Eğer yanlış işler yaparsam bana doğru yolu gösteriniz.“

Bazıları bu açıklamayı Ebu Bekir’in mülâyimliğine yorsa da, bir yönüyle de gerçeğin itirafı sayılır. Bunu daha önce İmam Ali’yi (a.s) biat için karga-tulumba huzuruna getirdiklerinde de dile getiriyor. Yani, “Ya Ali, bu işe benden daha layıksın” ifadesini kullanıyor. Bir başka husus ise Ebu Bekir, halifeliği Ömer’in ısrarlarından sonra kerhen kabul etmiş olmasıdır.

Kısacası Ebu Bekir böylesi bir halet-i ruhiye içerisinde iken tabiri caizse karambole getirilerek bir “oldu-bitti” sonucu halife oluyor. Ebu Bekir işbaşına geçtiğinde, elbette ki Allah Resulü’nün (s.a.a) hukuksal zeminde yerleşik kıldığı bir düzen ve bir üniter yapı vardı. Çarşı pazar düzenleyicileri-denetleyicileri (bugünkü deyimle belediye ve zabıta işleri), toplumun asayiş ve güvenliği için tahsis edilmiş bir grup görevli (yine bugünkü deyimle emniyet güçleri-polis teşkilatı), zekât ve beytül mal ile ilgilenen memurlar vs.. Kısacası Allah Resulü’nün (s.a.a), o günkü koşullarda toplumsal düzenin tanzimi için oluşturduğu çekirdek bir kadro mevcuttu. Yani tamamen ilkel ve kabilevî bir yaşam söz konusu değildi.

Öte yandan Müslümanların dinî hassasiyetlerine gelince, elbette ki, tıpkı günümüzde de olduğu gibi o gün de Allah Resulü’nün (s.a.a) ikâme etmiş olduğu dinî hayat bir takım ibadet ve ritüelleriyle bir şekilde münferiden yaşanmakta idi. Ayrıca İslâmî renkleri toplumun her yön ve katmanında görmek mümkündü. Ancak İslâm, kültürel bir vâkıadan mâadâ hukuksal zeminde bir yönetim biçimi olarak mükemmel bir medeniyetin inkişafını mutahhar imamların siyasal rehberliklerine tevdî etmiş bulunmaktaydı. Zira Kur’an ve sahih sünnetin muhafızı ve mümessili onlardı. Bu olmayınca kamusal alanda bazı sıkıntılar vuku bulmaya başlamıştı.

Özellikle bazı aşiretler İmam’ın vasîliğine el konulması dolayısıyla baş kaldırıp zekât vermeme teşebbüsünde bulunmuşlardı. Ebu Bekir bu olay karşısında Halid Bin Velid komutasında bir askerî birlik hazırlatıp söz konusu aşiretlerin üzerine göndermişti.. Halid Bin Velid kuşatmış olduğu kabile ile barış yapacakmış gibi gözüküp, silahlarını bırakmalarını temin etmiş, birlikte namaz kılmışlar ve ardından askerlerine emir verip ani bir hamle ile katliâma girişmiş. Ayrıca Halid Bin Velid esir aldığı kabile reisini öldürüp hanımıyla o gece zina etmiş.

Bu olayı duyan Hattaboğlu Ömer Ebu Bekir’e çıkışarak derhal Halid Bin Velid’in komutanlıktan azledilerek gereken cezanın verilmesini talep ediyor. Ancak Ebu Bekir, Halid Bin Velid’in büyük bir askerî dehâ oluşunu mazeret göstererek gereğini yapmıyor. Bilâhare Ömer işbaşına geçtiğinde Halid’i Bin Velid’i sadece azletmekle yetiniyor. Ne yazık ki tarihi kaynaklarda bu tür üzücü hadiselere tanık olmaktayız..

Üzücü bir başka olay ise Halife Ebu Bekir, kendi topladığı hadisleri yakması ve halkın hadis yazmasını yasak etmesidir. Özellikle Ehl-i Beyt’in velâyeti ve ihtiramı ile ilgili o kadar çok hadis vardı ki, hiç kuşkusuz bunlar Ebu Bekir’i tedirgin ediyordu. Halk bu bilgilerden yola çıkarak hilafetin meşruluğunu sorgular düşüncesiyle Ebu Bekir’in hadisleri yaktığı ve yazılmasını yasakladığı rivayet edilmekte..

Bakınız bir rivayette şöyle geçmektedir: “Ebu Bekir, Ehl-i Beyte karşı yaptığı haksızlığı bildiği için, Hz. Peygamber’in hadislerinde yazılı olanlarının, halkın eline geçmesinden çekiniyor ve huzursuz oluyordu. Çünkü bu hadisler bulunduğu makamla çelişiyordu. Hakiki hadisler elinde kaldıkça, gasp ettiği halifelik de tehlikeye düşebilirdi. Onun için tek çaresi, Hz. Muhammed’in hadislerini yok etmekti. Halife Ebu Bekir’in kızı Ayşe, babasının yaptıklarını şöyle anlatıyor: ‘Babam! Resüllahın hadislerini toplattı. Bu hadisler yaklaşık beş yüz dolayında idiler. Babam gece boyunca uyku uyumadı, çok huzursuz bir gece geçirdi. Sebebini sordum, bana şu cevabı verdi: Resüllahın hadisleri, bugün bizim bazı yapıp-ettiklerimizle tenâkuz oluşturmaktadır, halk farkına varırsa isyan başlar. Sende de ne kadar hadis varsa bana getir, ben de elimdeki yazılı hadislerin hepsini kendisine verdim. Hiç tereddüt etmeden oracıkta hepsini yaktı.”

Hatırlanacağı üzere, Allah Resulü (s.a.a) hastalığı esnasında vasiyet yazdırmak için kâğıt kalem istediğinde Ömer’in “Resulullah kendinde değil, sayıklıyor. Kur’an bize yeter“ deyip bu işe engel olması, Ebu Bekir’in de ona arka çıkması bilâhare hadislerin tümünün yakılması ve yazılmalarına yasak koyulması o günkü tavrın fevrî olmadığını ortaya koymaktadır.

(Ebu Bekir’in 500 dolayonda hadis-i şerifi yaktırdığına dair kaynak: Zeheb, Tezkiretü’l Hüffüz, c. 1, s.5)

Hadislerin yakılması olayı kendi eserlerinde geçtiği için Sünnî kardeşlerimiz bu duruma farklı gerekçelerle yaklaşmaktadır. Neymiş, hadisler ayetlerle karışırmış! Hadisler ayetlerden öne geçirilirmiş! İnsanlar ayetlerle değil hadislerle iştigal edermiş! Kur’an değil de hadisler kutsanırmış! Şu akla ziyan mazeretlere bakın Allah aşkına! Hadisler Kur’an’ın açılımı, Kur’an’ın tefsiri değil midir? Biz hadis olmadan Kur’an‘ı-İslâm’ı nasıl anlayacağız? Hiçbir gerekçe hadislerin yakılmasına ve yasaklanmasına mazeret olamaz! Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) ayetleri yazdırdığı gibi, hadislerini de bizzat yazdırmıştı.

Resulullah (sav) in devrinde hadislerin en sağlam tesbit ve saklama yolu yazı idi. İmam Ali (a.s) ve bazı sahabeler hadis yazdığına ve yazdıkları hadisleri Resulullaha kontrol ettirdiklerine dair de rivayetler vardır. Abdullah b. Amr şöyle diyor : “Ben Hazreti Peygamberden öğrendiğim şeyleri ezberlemek arzusuyla yazıyordum. Kureyş beni men ederek “Resulullah bir insandır. Öfke ve rıza her iki halde de konuşur “ dediler. Bunun üzerine yazmaktan vazgeçtim. Ancak durumu da Hz. Peygambere (sav) arzettim. Resulullah (sav) parmağıyla mübarek ağızlarına işaret buyurarak ‘yaz’ dedi : “Nefsimi elinde tutan Allaha kasem ederim ki buradan haktan başka bir şey çıkmaz.” (Kaynak : Kütübü’s-sitte 7734 ve 7740 numaralı hadisler.)

“O kendiliğinden birşey söylememektedir. Söyledikleri kendisine yahyolunandır.” (Necm:3-4)

“ De ki: ‘Eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyunuz ki Allah’da sizi sevsin ve günahlarınızı bağışlasın. Allah affeder ve merhamet eder. (Âl-i İmrân:31)

Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.a) uymak, onun hadislerini yakmakla-yasaklamakla değil, onun sünneti seniyyesine sarılmakla, onun sünnetini ihya etmekle, kuşanmakla mümkündür.. Zira, onun (s.a.a) sünneti, onun hadisleri “vahy-i gayri metluv”dur. Yani Kur’an’ın haricinde aldığı vahiydir. Allah Resulü’nün (s.a.a) Kur’an dışı vahy aldığının, ayet ve hadislerden birçok delili vardır. Örneğin, az önce aktardığımız Necm:3-4 ve Bakara:144, Tahrîm:3, Nisâ:113, Ahzâb:34 ayetleri..

Ayrıca “Cibrîl hadisi” diye meşhur olan hadis buna delildir.(Ebû Dâvûd, Kader, 17) “Cibrîl, Kur’an için indiği gibi sünnet için de iniyordu.” (Tecrid, 2/460-464) Bir başka hadiste ise Sevgili Peygamberimiz (s.a.a): “Şunu kat’i olarak biliniz ki, bana Kur’an-ı Kerim ve onunla bir misli daha verildi” demiştir. (Ebû Dâvûd, Sünnet, 6; Ahmed, IV/131)

Hâşâ, Allah Resulü (s.a.a) bir postacı değildi ki, bize sadece Kurân ayetlerini tebliğ etsin ve vazifesini tamamlamış olsun! Allah Subhanehu ve Teâlâ Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) için Ahzâb suresinin 21’nci ayetinde “..Allah’ın Resulünde sizin için güzel bir örnek vardır.“ demiyor mu? O (s.a.a), yaşayışıyla, söz ve fiilleriyle pratik hayatında Kur’an’ı tefsir ederek bizlere “nümûne-i timsâl” idi. Onun örnekliğini de bire bir katışıksız olarak yani en güzel şekilde bizlere aktaracak olan yine onun Ehl-i Beyt’idir. Zira sürekli vurguladığımız gibi Kur’an ve sahih sünnetin muhafızı onlardır. Bakınız bu olayda da Ehl-i Beyt’e olan gereksinim ve ihtiyaç ortaya çıkmaktadır..

Bir başka muhâlif tavır ise, Allah Resulü (s.a.a) hastalığı esnasında Ebu Bekir ve Ömer’e sefere çıkmakta olan Usame‘nin ordusuna katılmalarını emretmişti. Ancak her ikisi de bu emre itâatsizlik ederek sefere katılmamışlardı. Elbette ki, bu muhâlefetin ardında, “biz sefere gittiğimiz esnada Allah Resulü (s.a.a) vefat ederse yerine Ali geçer“ endişesinin duyulduğuna dair yorumlar yapılmaktadır..

Ebu Bekir işbaşına geçtiğinde sadece Allah Resulü’ne (s.a.a) değil Kur‘an’a da muhalefet ettiği görülmektedir. Öyle ki, Ebu Bekir Ömer’in tavsiyesine uyarak açık ayete rağmen “müellefetü’l-kulûb“e (kalpleri İslâm’a ısındırılmak üzere olan gayr-i müslimlere) zekâtı men etmiştir. Bilâhare Ömer de kendi döneminde aynı yöntemi uygulamıştır. Oysa “Mecelle“ de de geçtiği üzere “Merî olan nâsta içtihâda mesâğ yoktur“ diye değişmez bir kural bulunmaktadır. Yani hakkında açık ayet olan bir hususta içtihâdda bulunulamaz..

Bir başka kaynağa bakıyoruz,Ebu Bekir altı aylık hamile bir kadına zina suçundan recm cezası veriyor. Bunu duyan İmam Ali (a.s) hemen harekete geçip, kadının hamile olması hasebiyle verilen hükmün yanlış olduğunu söylüyor. Bunun üzerine Ebu Bekir büyük bir pişmanlıkla kadının recm edileceği yere adam gönderip infaza engel olmak istiyor. Ancak ne yazık ki, gönderilen kişi olay mahalline gittiğinde iş işten geçmiş oluyor..

Yine tarihi kayıtlara baktığımızda çok acı bir olaya daha tanık oluyoruz: Ebu Bekir, İyas b. Abdullah adında bir şahsı elleri bağlı bir şekilde ateşe attırıp cezalandırdığı belirtilmekte! (Oysa İslâm’da böylesi bir ceza türü asla söz konusu değildir. Daha önce aktardığımız gibi Hattaboğlu Ömer‘in de Fatıma (s.a) validemizin evini yakmaya teşebbüs etmesi aynı mantığın tezahürü olarak karşımıza çıkmaktadır.)

“Bu şahsın asıl adı îyas b. Abdullah b. Abdi Yaleyl b. Umeyre b. Hifaftır. Beni Süleym kabilesindendir. İbn İshak böyle demiştir. Ebu Bekir, Fücae'yi Medine'de Baki mıntıkasında yakmıştır. Bunun sebebi de şuydu: Fücae, Müslüman olduğunu iddia ederek Ebu Bekir'in yanına gelmiş, ondan, mürtedlerle savaşması için kendisine bir askeri birlik hazırlayıp vermesini taleb etmişti. Hz. Ebu Bekir de bir askeri birlik hazırlayıp ona vermiş ve göreve göndermişti. Fücae sefere çıkınca, önüne çıkan Müslüman ve mürted herkesi öldürmüş ve mallarını alıp yağmala-mıştı. Ebu Bekir bunu duyunca, arkasından bir kuvvet gönderip onu geri getirtmişti. Ele geçirince de onu Baki' mıntıkasına göndermiş, ellerini boynuna bağlatıp yanmakta olan bir ateşin içine attırmıştı. Ateşin içinde bağlı bir vaziyette yanmıştı.” (İbn Kesîr, El Bıdaye Ve'n-Nıhaye, Çağrı Yayınları: 6/456-457.)

Rivayetlere göre Ebu Bekir, daha sonra Fucae hakkında verdiği yakma emrine çok pişman olmuş ve ölüm yatağında büyük bir üzüntü içerisinde kendi kendine hayıflanarak şu ifadeyi kullanmış: “Ben üç şey yaptım ki keşke onları yapmasaydım. Keşke Fatıma’nın evine o baskını yaptırmasaydım. Keşke Fucae’yi ateşte yakmayıp normal bir şekilde infaz etmelerini veya zindana atmalarını emretseydim. Keşke Ben-i Saide Sakife’sinde hilafet işini yüklenmeseydim.“

Sünnî kaynaklarda da genel olarak Ebu Bekir’in olumsuz icrââtları kaydedilmiş ancak bunlar bir şekilde yumuşatılarak, mazeret gösterilerek kılıfına uydurulmaya çalışılmış. Özellikle Sünnî fıkıh anlayışına göre “yanlış içtihatta bulunmanın bir sevap, doğru içtihadın ise iki sevap“ diye nitelendirilmesi yanlışların mazur görülmesine kapı açmıştır.

Ayrıca geçmişteki faziletlerle sonraki yanlışlar örtülmeye çalışılmış. Bu durum Ebu Bekir’den sonraki iki halife ve birçok sahabe için de geçerlidir. Oysa onların önceki faziletlerini kimsenin inkâr ettiği yok. Geçmişteki fazilet ve fedakârlıklarını sürekli gündemde tutup sonrasında yapılan fâhiş hataları gözardı etmek erdem değil hakikate-gerçeğe ihanettir. Tarafgir tutum içerisinde değil objektif olmak durumundayız. Örneğin, Ebu Bekir’in geçmişte Allah Resulü’ne (s.a.a) olan desteği, Mekke’deki sıkıntılı zamanlarda Müslümanlara olan yardımları, yoksullarla dayanışması, köle azad etmesi, hicret esnasında Allah Resulü (s.a.a) ile her türlü meşakkate katlanarak kader birliği yapması-yol arkadaşlığı asla inkâr etmediğimiz hakikâtlerdir. Ve bunlar elbette ki onun geçmişteki faziletleridir.

Bakınız bu konuda Şehid Ali Şeriatî, “Ali“ isimli eserinde uzun uzun Ebu Bekir’in faziletlerinden söz ediyor. Ancak sonuçta o da yanılabilir özellikte bir insan olması hasebiyle sonradan yapıp edilenlerin görmemezlikten gelinemeyeceğini de imâ ediyor. Vahdet adına bu acı gerçekleri örtbas etmek- görmemezlikten gelmek Ehl-i Beyt hakikâtini inkâr anlamına gelmektedir. Bunları husumete, kin ve adâvete dönüştürmek ise Ehl-i Beyt misyonuna ihânettir. Ümmetin vahdeti, birlik ve beraberliği noktasında nizâ ve ayrılığın hiçbir mazereti olamaz. Zira vahdet farz üstü farzdır.

“Allah’a ve Resulüne itaat edin ve çekişip birbirinize düşmeyin, çözülüp yılgınlaşırsınız gücünüz (kudretiniz) gider..“ (Enfâl:46)

Gerçeklerin ortaya çıkarılma gayreti asla fitne unsuru olarak görülmemeli ve bu tür çabalar çekişme ve cedel vesilesi olmamalı. Biz Müslümanlar olarak hak ve hakikate talib isek tarihte yaşanmış üzücü hadiselerle yüzleşmekten çekinmemize bir bahane olmadığı kanısındayız. Yeter ki, yanılabilir insanlar üzerine kutsallık atfetmiş olmayalım!

“Ki onlar, sözü dinlerler ve en güzeline uyarlar. İşte onlar, Allah’ın kendilerini hidayete eriştirdikleridir. Ve onlar temiz akıl sahipleridir.“ (Zümer:18)

Ancak ne yazık ki, insanların pek çoğu önyargılarını bir türlü aşamamaktadır. Einstein’in dediği gibi, “İnsanların önyargılarını kırmak atomu parçalamaktan daha zordur.“

Bir başka özlü sözde, “Gören göz buğulu ise, her şey buğulu görülür.“ denilmekte.

Buna rağmen insanlara hüccetin tamamlanması için gerçekler acı da olsa mutlaka günyüzüne çıkarılıp, ümmetin idrakine ve vicdanına sunulmalı. Acı da olsa, üzücü de olsa, insanın yüreğini de burksa tarihe mal olmuş olaylar mutlaka bilinmeli, ümmet aydınlanmalı. Aksi halde maksadımız geçmişteki bazı şahsiyetleri yargılamak değildir. Bu satırlarda bir tek gayemiz var o da, “gerçek hak temsilcileri“ bu vesile ile bilinmiş olsun. Hakikatleri olduğundan farklı göstermek veya örtbas etmek ümmete yapılmış en büyük ihânettir. Allah Subhanehu ve Teâlâ nezdinde ise kebâhir günahtır.

“Ey iman edenler, Allah’a ve Resulüne ihanet etmeyin, siz de biliyorken emanetlerinize ihanet etmeyin.“ (Enfâl:27)

Doğruluk en büyük emânettir. “Emrolunduğun gibi dosdoğru ol.“ (Hûd:112) Bu nedenledir ki Allah Resulü (s.a.a): “Yalan söyleyen, aldatan bizden değildir.“ diye buyurmaktadır.

Eğer bizler Ehl-i Beyt yolunu tercih etmişsek bu Kur’an’a ve sahih sünnete olan bağlılığımızdandır. Zira, sırat-ı mustakimin gerçek temsilcileri onlardır. Şecere-i tayyibe onlardır. Allah Subhanehu ve Teâlâ’nın şiârları onlardır.

“Kim Allah’ın şiârlarını yüceltirse, şüphesiz bu, kalplerdeki takvadandır.“ (Hac:32)

Kur’an-ı nâtık, yani konuşan Kur’an onlardır. Yüce Allah’ın zikri onlardır. Şu halde İslâm medeniyetinin inkişafı, Müslüman halkımızın aydınlık geleceği için onlara yani Ehl-i Beyt’e rücû edilmeli.

Aksi taktirde "Benim zikrimden yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsız bir geçim vardır." (Taha: 124) ilâhî uyarının muhatabı oluruz! Onlar “yaşayan zikir“ idi. Onların Kur’an ve sahih sünnetin mümessili ve muhafızı olmaları ümmet için mutlak bağlayıcılık arzetmesi hüccet için yeterli kanıt değil midir? Onların Kur’an-ı nâtık olmaları yetmez mi?Ancak ne yazık ki, İslâm ümmetinin ezici çoğunluğu “zikir“ gerçeğini idrak edemedi! İşte ümmetin hali pür melâli ortada!

Kendilerine itâatin mutlak olarak farz kılındığı, kendilerine sevgi ve ihtiramın ilâhî buyruk olduğu, Yüce Allah’ın seçkin ve mutahhar kıldığı kimseler etrafında vahdet oluşturmamız dinin ikâmesi, İslâm medeniyetinin inkişafı için bir zorunluluktur. Vahdeti başka kulvarlarda aramak beyhudedir.

“İşte bu, Allah’ın iman edip de iyi iş ve hareketlerde bulunan kullarına müjdelemekte olduğu saadettir. De ki: ‘Ben bu tebliğime karşılık sizden bir ücret istemiyorum, ancak sizden akrabaya-Ehl-i Beyt’ime meveddet-sevgi ve ihtirâm göstermenizi istiyorum...” (Şura:23)

Saadetin teminatı tevhid akidesinde mündemiç olan Ehl-i Beyt’in velâyet’ine imândır. Yine ayette belirtilen iyi işlerden ve ihtirâmdan maksat Ehl-i Beyt’in rehberliğinde din ilkelerine göre bir hayat yaşamaktır. Kısacası, saadet sözcüğüne şamil olan huzur, güven ve mutluluk gibi olgulara kavuşmak ümmetin Ehl-i Beyt’in velâyet ve ihtirâmına sahip çıkmasıyla mümkündür.

Bakınız, olaya yine Kur’an zaviyesinden baktığımızda karşımıza hep aynı adres çıkmaktadır.: “Toptan Allah’ın ipine sarılın, dağılıp ayrılmayın.“ (Âl-î İmrân:102) Allah’ın ipi Kur’an’dır, sahih sünnettir ve bu ikisinin muhâfızı olan Ehl-i Beyt imâmlarıdır. Ve ayet devam ediyor: “Allah’ın üzerinizdeki nimetini anın..“ Yine Allah’ın nimeti Kur‘an’dır, Peygamberimiz’dir (s.a.a) ve Ehl-i Beyt imâmlarıdır. Bunlar Rabbimizin bizlere bahşettiği nimetlerdir. Şu halde, “Rabbinin nimetini durmaksızın anlat.“ (Duhâ:11)

Nimetlerin anlatılması, onların kadir ve kıymetlerinin bilinmesi ve öğretilerine sahip çıkılması ümmete tevdî edilmiş ilâhî bir görevdir.

“Sizi her nimetten hesaba çekeceğiz.“ (Tekâsür:8)

“Durdurun onları, çünkü onlar sorguya çekilecekler.“ (Sâffât:24)

Şu halde, “Ey imân edenler, Allah’a ve Resulüne ihânet etmeyin, siz de biliyorken emanetlerinize ihânet etmeyin.“ (Enfâl:27)

Biraz evvel aktarmış olduğumuz bu ayetin akabinde “doğruluk en büyük emânettir“ sözünü kaydetmiştik. Ancak bununla birlikte ayet Ehl-i Beyt emânetine de şamildir. Nitekim Sevgili Peygamberimiz (s.a.a), “Benden sonra Ehl-i Beytime nasıl davranacağınıza bakın! Size Ehl-i Beyt’imi emânet ediyorum“ diye buyurmuşlardı. Kısacası biz Müslümanlar Kur’an’dan hesaba çekileceğimiz gibi (Zuhruf:44) Ehl-i Beyt’ten de sorguya çekileceğiz.

Kim sahip çıkmış, kim vefâsızlık yapmış, kim sırtını dönüp mahcûr bırakmış ve kimler haklarını gasp etmişse herkes sorguya çekilecektir. Ve zaten herkesin yapıp ettiği kendisini kuşatmış bulunmaktadır.

“Kim Allah’ın emirlerini çiğnerse kendisine yazık etmiş olur.“ (Talâk:1)
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

İKİNCİ HALİFE DÖNEMİ
12/10/2011 - 23:50



HAZIM KORAL








Bismillahirrahmanirrahim

Ebu Bekir hastalandığı zaman Osman’ı yanına çağırtıp, kendisinden sonraki halife hususunda ona vasiyet yazdırmaya teşebbüs ediyor. Ebu Bekir yazdırdığı girizgâhın akabinde, “Benden sonra size halife olarak…“ sözünü söylediği an baygınlık geçiriyor. Osman ise bu işin “malûmu ilân“ olduğunu bildiği için yazdıklarının devamına “Ömer İbnu’l Hattab’ı tayin ediyorum“ lâfzını ekliyor. Ebu Bekir ayıldığında Osman’a ne yazdığını soruyor. Osman yaptığı eklemeyi okuyunca Ebu Bekir memnuniyetini dile getiriyor. (İbnu Şebbe, Tarihu’l-Medinetu’l Münevvere, 11, s.668)

(Hatırlanacağı üzere, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) hasta iken vasiyet yazdırmaya teşebbüs ettiğinde Ömer ve Ebu Bekir buna engel olmuşlardı. Şimdi ise kendisi vasiyet yazdırıyor.) Ebu Bekir yazdırdığı vasiyet mektubunu kapatıp mühürlüyor ve hayatta olduğu süre tayin ettiği şahsın kim olduğunun bilinmesini istemiyor! Bu ara bir kişi görevlendirip, söz konusu mühürlü mektubu halka göstermesini ve halkın ismi açıklanmayan bu meçhûl şahsa biat etmesini emrediyor. (Muhammed Hamidullah, İslâm Müesseselerine Giriş, s.100)

Mektuptaki meçhûl şahsın halifeliği halka ilân edilince tereddütsüz biat edenler oluyor! (Körü körüne itâate teşne halkın durumuna bakın!) Neyse ki öte yandan halkın bir kısmı bu şahsın kim olduğunu tahmin ediyor ve Ebu Bekir’e gidip itirazda bulunuyorlar:

-- Ey Ebu Kuhafe’nin oğlu muhtemelen sen kendinden sonra Ömer’i halife tayin ettin! Sen onun sert mizaçlı biri olduğunu bizden daha iyi bildiğin halde, onu bizim başımıza halife tayin ederken Allah’tan korkmadın mı? O hiç kimseyi dinlemez, başına buyruk hareket eder, bildiğini yapar. Allah’a nasıl hesap vereceksin?

Halkın bu itirazı üzerine Ebu Bekir şu sözleri dile getiriyor: “Ben Ömer'i sizden daha iyi tanıyorum. Ömer şüphesiz serttir; fakat hilafete gelip mesuliyeti eline alınca, başka türlü hareket edecektir. Ömer, benim düşündüğüm gibi hareket ederse ne âlâ- ve ben onun, düşündüğüm şekilde hareket edeceğine inanıyorum- yok, böyle hareket etmeyecek olursa, Allah onu cezalandıracaktır!“ (İbnu Şebbe, Tarihu’l-Medinetu’l Münevvere, 11, s.669)

Bir rivayete göre de hasta olan Hz. Ebu Bekir, kendisinin Mescid minberine kadar taşınmasını emretmiş ve oraya oturduktan sonra, Ömer'i seçtiğini ilân etmiştir. (İbnu Şebbe, Tarihu’l-Medinetu’l Münevvere, 11, s.669)

Bir başka eserde ise Ömer, halife seçildiğini duyduktan sonra, Hz. Ebu Bekir'e giderek, bu işin üstesinden gelemeyeceğini arz etmiş. Yatakta hasta yatan Ebu Bekir, oğlu Abdurrahman'a: “Beni kaldır ve kılıcımı ver!” deyince; Ömer, “Beni cezalandırıyor musun?” deyip kabul etmiştir.(Diyarbekrî,Tarih, ıı. 641)

Sünnî kaynaklardan aktarmış olduğumuz bu riyetlerden çıkan sonuç, Ebu Bekir’in hiçbir istişareye ihtiyaç duymadan Ömer’i halife tayin etmesidir. Burada İmam Ali’nin (a.s) kendilerine söylediği deve meseli aklımıza gelmektedir: “Bu iki kişi hilafeti, devenin iki memesi gibi aralarında paylaştılar.“ (Nehc’ül Belaga: Şıkşıkıyye Hutbesi)

İmam Ali’nin (a.s) biat için metazori olarak mescide götürüldüğü gün söylemiş olduğu bu söz zamanı geldiğinde aynen tahakkuk etmiş ve Ömer Ebu Bekir tarafından halife “tayin“ edilmişti.

Söz konusu ettiğimiz hutbede İmam Ali (a.s) Ömer’in kişilik ve mizacını şöle tasvir ediyor:“Sözü sertti, insanı yaralardı, kendisi ile buluşup görüşeni incititrdi..“ Az önce kaydettiğimiz gibi bazı sahabeler de Ömer hakkında benzeri sözler safederek “tayin“ hususunda Ebu Bekir’e itirazlarını dile getirip serzenişte bulunmuşlardı.

Buna rağmen şerh düşerek şu gerçeği de itiraf etmiş olalım: Hattaboğlu Ömer katı ve otoriter bir kişiliğe sahip olduğu için on yıllık hilafeti döneminde halkı zapturapt altına almayı başarmıştı. Uygulama ve icraatlarında ifrat derecesine varan sert ve disiplinli tutumundan dolayı Ömer, Sünnî kardeşlerimiz tarafından “adil yönetici“ olarak anılmaktadır!

Bazıları o günkü sosyolojik ortamı yani toplumun içerisinde bulunduğu koşulları mazeret gösterip Ömer’in sert ve otoriter oluşunu, elinde kamçı ile çarşı-pazar denetlemesini, hatta evleri gözetip, insanların harîmini kontrol etmesini mâzûr göstermeye kalkabilir. Oysa İslâm’a göre olması gereken asla bu değildi!

Sünnî kaynaklarda da geçtiği gibi, bir gün mûtâd üzere Ömer halkı denetlemek için sokağa çıktığında çalgı sesi gelen bir evin bahçesine avlu duvarını aşarak içeri geçiyor ve hane halkına bağırıp çağırarak bozuk atıyor. Hâne sahibi ise Ömer’e İslâm’da tecessüsün haram olduğunu hatırlatarak itirazda bulunuyor.

Şöyle ki,“İkinci halife Ömer bir gece Medine sokaklarında denetim amacıyla dolaşmakta iken, evin birinde şarkı söyleyen bir adamın sesini duyar ve duvardan atlayarak içeriye girer.
Eve girdiğinde bir erkeğin yabancı bir kadın ile içki âlemi yaptığını görür ve ona şöyle seslenir: "Ey Allah’ın düşmanı, sen günah işleyeceksin de Allah seni gizleyecek mi sandın?".
Adam şu cevabı verir: “Acele etme mü’minlerin emiri! Ben bir günah işledim, sen ise üç günahı birden işledin. Önce Allah: "Başkalarının gizli ve ayıp hallerini merak edip araştırmayınız" buyuruyor, sen aksini yaptın. Sonra Allah "Evlere kapılarından giriniz" buyuruyor, sen ise duvardan aşıp girdin. Yine Allah: "Ey iman edenler! Kendi evlerinizden başka evlere, izin almadan, seslenip sahiplerine selâm vermeden girmeyiniz" buyuruyor, oysaki sen, benim evime izinsiz girdin”.
Bu cevap üzerine Ömer: "Ben seni affedersem, sen de beni affeder misin?” diyerek adamın gönlünü alır ve oradan uzaklaşır (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, VI, s.4473)

İkinci halife sadece halka yönelik değil, aile bireylerine karşı da son derece sert ve otoriter bir tutum içerisinde olduğu kaynaklarda geçmektedir. Eşine ve çocuklarına, “Eğer siz bir yanlış yapıp kuralları çiğnerseniz, size iki misli ceza veririm” dediği Sünnî kaynaklarda meşhûrdur.. Bir gün halife beytülmâlden halka hububat, yağ vs. dağıtırken oğlu oradaki yağ kazanına elini bandırıp başına sürüyor. Bunu gören Ömer oğlunu öyle bir azarlayıp hırpalıyor ki olaya tanık olanlar dehşete kapılıyor. Kısacası çocukları bile gazabına uğramamak için kendisinden köşe-bucak kaçıyormıuş..

İkinci halifenin ifrata varan katı tutumuyla ilgili bir rivayette şöyle geçmektedir: “Ömer’in Abdurrahman adındaki oğlu Mısır’da iken, başka bir arkadaşıyla şarap içmiş. Mısır valisi Amr b. As, kendisine evinin avlusunda haddi tatbik etmiş. Ancak kardeşi Abdullah, konuyu babasına da duyurmayı uygun görmüştür.

Olayı duyan Ömer, Vali Amr b. As’a haber göndererek oğlunu kendisine göndermesini istemiştir. Vali, “Allah’a yemin ederek Ömer’in oğlu Abdurrahman’a bir ayrıcalık yapmadığını, herkes için cezanın tatbik edildiği bir yer olan evinin avlusunda bu cezayı tatbik ettiğini” belirten bir mektubu -Abdullah b. Ömer vasıtasıyla- göndermiş ise de, Ömer oğlunun yanına gönderilmesinde ısrar etmiş ve nihayet gönderilmiştir.

Hasta ve bitkin bir vaziyette olan oğluna Ömer tekrar haddi tatbik etmek istemiş, fakat Hz. Abdurrahman b. Avf: “Had bir defa tatbik edilmiş” diyerek, ikinci kez haddin uygulanmaması için ricada bulunmuştur. Ancak Ömer -daha önceki had şekline iltimas karışmış olabilir düşüncesiyle- bir daha haddi tatbik etmiştir. Bunun akabinde Abdurrahman bir ay sonra vefat etmiştir. (bk. Beyhakî, es-Sünenu’l-Kübra, 8/312; Hatip Bağdadî, et-Tarih, 5/455; İbnu’l-Cuzî, Siyretu Ömer, s.170; Kastalanî, İrşadu’s-sarî, 9/439)…

Allah Subhanehu ve Teâlâ Lokman suresinde insanlarla konuşurken ses tonunun yükseltilmemesini, aksi takdirde en çirkin sesin merkep sesi olduğunu örnek vererek bağırıp-çağırmayı men etmekte ve hatta Abese suresinde surat ekşiterek kızgın bakmayı bile çirkin bir davranış olarak nitelemektedir. Buna rağmen (yine rivayetlerde geçtiğine göre) Ömer bir gün sokak ortasında birilerine celâllenerek öyle bir kükremiş, öyle bir gürlemiş ki oradan geçmekte olan hamile bir kadın korku ve dehşete kapılıp düşük yapmış..

Oysa Sünnî kaynaklar Ömer’in Müslüman olduktan sonra çok halim-selim bir kişiliğe büründüğünü ısrarla vurgulamaktadırlar! Ancak tarihî metinleri sağlıklı bir şekilde tetkik ve tahlil ettiğimizde farklı manzaralarla karşılaşmaktayız! Kaydettiklerimizin haricinde birkaç örnek daha verecek olursak: Hudeybiye anlaşmasına ısrarla karşı çıkanlardan biri Ömer’di. Bu nedenle Sevgili Peygamberimiz’e (s.a.a) “Sen Allah’ın Resulü değil misin? diyerek itirazını dile getirmiş ve incitici sözler sarf etmiştir. Özellikle Ömer her hangi bir anlaşmazlık söz konusu olduğunda hemen celâllenerek fevri çıkışlar yaptığı kendisini tanıyan herkesin malûmudur.

Ömer’in böylesi çıkışlarında sarfetmiş olduğu meşhur bir sözü vardır: “Ya Resulullah müsade et şu münafığın kellesini uçurayım.” Bu tutumunda da şiddete ne derece teşne olduğunu görmekteyiz. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) ise her seferinde “Sakin ol ya Ömer” deyip onu firenleyip teskin etmeye çalışmıştır. Bir keresinde de Ömer, işlemiş olduğu bir vukuattan Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) haberdar olunca,“Ya Rabbi! Ömer’in işlemiş olduğundan ben beriyim” diyerek serzenişte bulunmuş ve bir nevî Ömer’i Allah’a şikayet etmiştir...

“Peygamberin yanında sesinizi yükseltmeyin yoksa amelleriniz boşa gider” (Hucurat:2) İlâhî uyarıya rağmen Hattaboğlu Ömer’in Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a) hastalığı esnasında vasiyet yazdırma teşebbüsüne karşı çıkıp bağırıp-çağırarak ortalığı velveleye vermesi hangi mülayimlikle izah edilebilir? Bilâhare Ehl-i Beyt’e yönelik tutum ve davranışları yine mâlûmunuz! Özellikle Fatıma (s.a) validemizin evinin yakılmaya teşebbüs edilmesi ve o esnada yaşanan son derece üzücü ve trajik olaylar Ömer’in ne derecede şiddet erbabı olduğunu bariz bir şekilde ortaya koymaktadır. Ve İmam Ali’nin (a.s) yaka-paça mescide götürüldüğünde “Ebu Bekir’e biat etmeden buradan sağ çıkamazsın!” tehdidinde bulunanın Ömer’den başkası olmadığı yine bilginiz dahilindedir! Böylesi bir tehdit nasıl mâzûr görülür?

Hattaboğlu Ömer Müslüman olmadan önce Allah Resulü’nü (s.a.a) öldürme niyetindeydi! Hadi bu mâzûr görülür zira İslâm’a girmeden önceki hâli sorgulanamaz! Ancak Müslüman olma şekli bile onun ne kadar sert mizaçlı olduğunu ortaya koymaktadır! Azılı müşrikler “Darün Nedve”de toplanmışlar ve Allah Resulü’nü (s.a.a) ortadan kaldırmanın hesabını yapmakla meşguller. Ebu Cehil sözü alıp teklifte bulunuyor: “Bizim dinimizi küçümseyen, düzenimizi bozmaya çalışan, putlarımıza-ilâhlarımıza dil uzatıp aramızda bozgunculuk çıkarmaya kalkan şu peygamberlik iddiasında bulunan kişiyi kim ortadan kaldırırsa kendisine büyük ödüller verilecektir!”

Ömer hiç tereddüt etmeden ortaya atılır ve ödül için teminât ister! Teminât verilince Ömer kılıcını kuşanıp “Darül Erkam”a doğru yola koyulur. Henüz sayıları kırkı bulmamış bir avuç Müslüman Hazreti Erkam’ın evinde gizlice toplanıp Allah Resulü’nden (s.a.a) bu yeni din hususunda bilgiler almakta idiler. Kısacası ilk i rşad ve tezkiye bu evde yapılmakta ve aydınlık geleceğin temelleri de bu mekânda atılmakta idi. Ömer ise Allah Resulü’nü (s.a.a) öldürmek amacıyla yalın kılıç bu evin yolunu tutmuştu. Onu bu halde gören Nuaym Bin Abdullah nereye gitmekte olduğunu sormadan edemez. Ömer niyetini hiçbir çekinceye mahal vermeden tereddütsüz bir şekilde, yâni maksadını fütursuzca söyler.

Nuaym Bin Abdullah ise “Sen önce kendi ailenden Müslüman olanlara bak!” der. Ömer birden hiddetlenerek “Kimmiş onlar? diye sorar.. “Kızkardeşin Fatıma Binti Hattab ile kocası Said Bin Zeyd” diye cevap alan Ömer yönünü değiştirip gergin bir şekilde kızkardeşinin evine doğru yola koyulur. Eve yaklaştığında eniştesinin Taha suresinden ayetler okuduğunu duyar ve hışımla içeri girip eniştesine sille tokat girişir. Abisine engel olmaya çalışan kızkardeş ise öylesine darbeler yer ki, başı yarılır ve kan revan içerisinde kalır.

Ömer ısrarla okumakta oldukları ayetleri onlardan ister. Sonunda ayetler kendisine okununca ve kızkardeşinin de o perişan halini görünce kendisinde bir yumuşama belirir. Yaptığına pişmanlık duyar ve fıtratının sesine kulak verip Müslüman olmaya karar verir. Oradan ayrılıp “Darül Erkam”ın yolunu tutar. Kapıyı çaldığında kendisini karşılayan kişi Ömer’i kılıç kuşanmış vaziyette görünce korku ve telaş içerisinde durumu Allah Resulü’ne (s.a.a) bildirir. Hazreti Hamza oturduğu yerden kalkıp bütün bir heybetiyle, “Bırakın gelsin, eğer ard niyetliyse karşılığını alır” der. Ömer içeri girer ve başından geçenleri anlatıp Allah Resulü’nün huzurunda şehadet getirip Müslüman olur. Ancak Müslüman olduktan sonra (verdiğimiz örneklerde de görüldüğü gibi) sert mizacından bir türlü kurtulamaz..

Bir başka örnek: Bir gün Ömer verdiği Cuma hutbesinde mihrin yüksek tutulduğunu şikayet ediyor ve meblânın aşağı çekilmesi gerektiğini vurguluyor. Ancak o esnada kadın cemaatin içerisinde bir bayan medenî cesaret örneği sergileyerek Ömer’e itiraz ediyor. Kadın tam bir çetin ceviz! Ömer’e öyle bir itirazda bulunuyor ki, halife yaptığı teklife pişman oluyor. Ve “Ömer yanıldı, kadın haklı” demek zorunda kalıyor. “Hatadan dönmek erdemdir” gerçeğinden yola çıkarak Ömer’in bu tavrından dolayı Sünnî kardeşlerimiz övünmektedir. Ancak Ömer mescidte (tabiri caizse) kadından zılgıtı yiyince hesabı orada kapatmıyor!

Bakıyoruz bir müddet sonra Ömer kadınların mescide gelmelerini yasaklıyor. Yani kadınlar ikinci halifenin hışmına uğrayarak Cuma ve diğer cemaat namazlarından men ediliyorlar.Hatta iş o raddeye varıyor ki, Ömer çarşı-pazarda da kadın görünce “hadi evinize” deyip kamçı ile üzerlerine höreleniyor! Ayrıca sınıfsal farklılığın korunması adına cariyelerin hür kadınlar gibi giyinmelerine de çok kızıyormuş! Bir keresinde cariye yerine yanlışlıkla amcasının kızına kamçıyla vurduğu rivayet edilmekte! Kadınlar onu yolda görünce yönlerini değiştirirlermiş! Bu yüzden Ömer’in kadınlara terör estirdiği dile getirilmekte.(Günümüzde de Afganistan’da bulunanTaliban örgütü Ömer’in bu sünnetini ihya etmenin derdinde! Tabi ki sadece Taliban değil, İslâm coğrafyasının birçok bölgesinde “töre” adı altında aynı sünnet farklı versiyonlarıyla ihya edilmeye çalışılmakta!)

Elbette ihlâl edilen sadece kadın hakları değildi! Elinden kamçı düşmeyen Ömer bir gün çok hadis rivayet ediyor diye Ebu Hureyre’yi kamçılıyor. “Bu hadislerin çoğunu kendin uyduruyorsun” diyerek onu iyice haşlıyor! Bu işte Ömer’in haklılık payı elbette vardır! Zira Ebu Hureyre’nin hadis uydurduğunu, onun rivayetlerinin güvenilir olmadığı zaten birçok sahabenin malûmu idi. Ancak nâhoş olan ve eleştirilen husus Ömer’in bu işe başka bir yöntemle değil de şiddete baş vurarak, yani olaya kamçı ile müdahale etmesidir!

Bakınız, Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) için Allah Subhanehu ve Teâlâ ne buyurmaktadır: “..Sen, sadece öğüt vericisin. Sen, asla zorba ve diktatör değilsin.“(Ğâşiye: 21-22)

İslâm insanların sırtlarına inip kalkan kamçıları ve insanların el ve ayaklarına vurulan zincirleri kırıp yere çalmak için inzal olmuş bir dindir.

“Allah’tan bir rahmet olarak sen onlara yumuşak davrandın.“ (Âl-i İmrân:159)

Allah Resulü’nün (s.a.a) halifesi olma iddiasında bulunan yöneticilerde de böylesi vasıfların bulunması bir zorunluluktur. Zira İslâm sevgi, merhamet ve şefkât duygularını insanların kalplerine egemen kılmak için gelmişti. Ki âlemlere rahmet olarak gönderilen Sevgili Peygamberimiz‘in (s.a.a) kişilik ve şahsiyetini yansıtan en belirgin özelliği son derece şefkât ve merhamet sahibi olmasıdır. Nitekim Rabbimiz de bu gerçeği Kur’an-ı Kerim’inde teyid etmektedir.

“ ..Sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir. O size son derece düşkündür. Müminlere çok şefkâtli ve merhametlidir.“ (Tevbe:128)

Yüce Allah’ın buyruklarından ve Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a) uygulamalarından da anlaşıldığı gibi İslâm sertlik yanlısı politikalara asla cevaz vermemektedir. İslâm sevgi ve merhameti önceleyerek gönüllerin bu yöntemle feth edilmesini salık vermektedir. Hatta kötülüklerin bertaraf edilmesi noktasında bile Yüce Rabbimiz iyilikle muameleyi öğütlemektedir:

“İyilikle kötülük bir olmaz. Sen, en güzel bir yöntemle kötülüğü sav..“ (Fussilet:34)

Ehl-i Beyt imamlarının siyasî rehberlikleri gasp edilmiş olmasaydı hiç kuşkusuz bu ilkelerle, bu İlâhî buyruklarla ümmet yönetilecekti. Sonuçta kötülükler bile şiddete başvurmaksızın en makûl yöntemlerle bertaraf edilmiş olacaktı. Zira Allah Resulü’nün (s.a.a) pratikteki uygulamaları Ehl-i Beyt imamları için en temel kıstastır. Kur’an ve sahih sünnetin muhafızı ve mümessili onlardır. Ancak ne yazık ki, ümmet o günlerde ve tarih boyunca sertlik yanlısı politikaların muhatabı oldu.

Süreç içerisinde bu mantık öylesine evrilerek gelişti ki, insanlar İslâm ile diktatörlükleri ayrıt edemez oldu. Oysa İslâm’da diktatörlüğe, monarşiye ve baskıcı despot rejimlere asla yer yoktur. İslâmî yönetim anlayışında şefkât, merhamet ve sosyal adalet esastır. Ancak bu olmadı ve meydan Muaviye’lere, Yezid’lere kaldı.

Bakınız, Beni Said’in sakifesinde vuku bulan eksen kayması Muaviye’nin yönetiminde tam gediğine oturmuş oldu. Şöyle ki, Ömer milâdî 640 yılında Umey İbn-i Saad’ı azledip Muaviye’yi Şam’a vali tayin etti. Oysa Muaviye tıpkı babası Ebu Süfyan gibi siyasî entrikalarla temâyüz etmiş ihtiras sahibi biri idi. Ömer bunu çok iyi biliyordu. Zaten babasının hatırına onu vali tayin ettiği rivayet edilmekte! Diyelim ki öyle değil! Peki, Muaviye Şam‘a vali olur olmaz ne tür işlere girişti? Muaviye bir taraftan halktan aldığı vergilerle ve zekât gelirleriyle ihtişamlı saraylar yaptırıp lüks ve israf içerisinde ipek elbiseler giyip altın yüzükler takıp debdebe hayatı yaşarken diğer yönden aşiret reislerine ulûfeler dağıtıp nüfûz alanını genişletmenin derdindeydi! Bir başka deyişle ileride ümmetin başına gaileler açmak için özerkleşmenin altyapısını oluşturuyordu.

Bu durumundan rahatsız olan halk defalarca şikâyette bulunmalarına rağmen Ömer Muaviye‘yi her nedense bir türlü azle yanaşmadı. Ömer: “ Bırakın onu, o Arabın kisrası olmuş“ demekle yetinmiştir.

Oysa Muaviye hiçbir koşulda valilik değil sıradan bir memurlukta bulunma yetki ve imtiyazına sahip değildi. Zira o tıpkı babası gibi “Tuleka“dır! Tuleka, Mekke’nin fethinden sonra Müslüman olanlara denir. Prensip olarak bunlara güvenilmez. Zira bunların birçoğu korktuklarından-zahiren Müslüman olduklarını söylediler. Bunlara makam, mevki ve her hangi bir selâhiyet verilmesi İslâm’ın bekâsı ve Müslümanların selâmeti açısından son derece sakıncalıydı.

Ancak “sakife“de kayan eksen zamanla başka kırılmaları da beraberinde getirdi ve ümmetin başına böylesi gaileler de açılmış oldu.
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

ÜÇÜNCÜ HALİFE DÖNEMİ
18/11/2011 - 09:28



HAZIM KORAL






Allah’ın Adıyla

Ömer sûikasta uğrayıp ağır bir şekilde yaralanınca kendisinden sonra kimin halife olacağı hususunda altı kişilik bir şûra oluşturuyor. Şûra üyeleri Ali b. Ebî Talib, Osman b. Affan, Sa’d b. Ebî Vakkas, Abdurrahman b. Avf, Zübeyr b. Avvâm ve Talha b. Ubeydullah’tan oluşmaktadır. Ömer bu listeye halife seçilmemek şartıyla oğlu Abdullah’ı da ekliyor. Seçim esnasında oyların eşit olması halinde oğlu Abdullah’ın vereceği karara uyulmasını, aksi taktirde alınan karara uyulmazsa Abdurrahman b. Avf’ın içerisinde bulunduğu grubtaki adayın halife seçilmesini buyuruyor.

Gelişmeler son alternatifi devreye sokar ve iş Abdurrahman b. Avf’ın inisiyatifine kalır. Ömer’in emriyle, şûradan beş veya dört kişinin üzerinde ittifak ettiği bir adayın çıkması halinde halife o olacak; buna itiraz edenler olursa boyunları kılıçla vurulacaktır. Yani burada Ömer’in vasiyetine muhalefet ederek Abdurrahman b. Avf’ın seçtiği kişiye biat etmeyenlerin öldürülmeleri talimatı yer almaktadır.

Abdurrahman b. Avf hakemlik yapma görevini üstlendiği için adaylıktan çekilmiş bulunmaktadır, Talha ise o esnada Medine dışındadır. Geride tört kişi kalmıştır. Bu ara Abdurrahman b. Avf’ın aklına öyle bir hinlik gelmiştir ki, sorduğu sorunun içerisinde İmam Ali’nin (a.s) asla kabul etmeyeceği kişileri de ekler: “Allah’ın kitabı, Resulü’nün sünneti ve önceki iki halifenin siyaseti üzerine hareket edeceğine Allah adına söz veriyor musun?“ Bu soruya İmam Ali (a.s) şu cevabı veriyor:“ Allah’ın kitabı, Resulü’nün sünneti ve kendi içtihadımla evet, diğerlerinin siyasetine ise hayır.“ Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf aynı soruyu Osman b. Affan’a yöneltir. O ise tereddütsüz “evet“ der. Bunun üzerine Abdurrahman b. Avf, Osman’a elini uzatıp “ Ver elini sana biat ediyorum, bundan böyle artık halifemiz sensin“ der.

Sonuçta üçüncü halifenin de seçim şeklini sağlıklı bir zeminde tetkik ettiğimizde olayın bir kişinin yani Ömer’in inisiyatifiyle gerçekleşmiş olduğunu görüyoruz. Zira Ömer yetkiyi Abdurrahman b. Avf‘ a vermekle zaten seçimin sonucu adeta belli olmuştu. Çünkü Abdurrahman b. Avf Osman’ın eniştesiydi. Öte yandan Abdurrahman b. Avf, İmam Ali’yi (a.s) zaten hazetmiyordu. Bu nedenle Abdurrahman b. Avf’ın Osman’ı seçeceği gün gibi aşikârdı. (Hatta İmam Ali (a.s) iktidara geldiğinde de kendisine biat etmemişti. Yani Abdurrahman b. Avf İmam’a biattan ictinab etmekle o günkü niyetinin ne olduğunu yıllar sonrasında da izhar etmişti!)

Ayrıca hatırlanacağı üzere Ebu Bekir Ömeri halife tayin ederken vasiyetini Osman’a yazdırdığı esnada baygınlık geçirince, Osman malûmu ilan olarak vasiyete Ömer’in ismini kendisi yazmıştı. Ömer bütün bu olanlardan haberi vardı ve Osman’a müteşekkirdi.

İmam Ali (a.s), Osman b. Affan’ın halife seçimi ve sözde şûra ile ilgili “Şıkşıkıyye“ hutbesinde eleştirel bir yaklaşımla konuya şöyle açıklık getiriyor:“Uzun bir zaman, çetin mihnetlere düştüm; sabrettim; derken o da (Ömer) yoluna düzüldü; halifeliği bir topluluğa bıraktı ki ben de bunlardan biriyim sanıldı. Allah’ım, sana sığınırım; ne de danışma topluluğuydu bu. Onlardan benim hakkımda, birincisiyle ne vakit bir şüpheye düşen oldu ki bu çeşit kişilere katıldım ben?...İçlerinden biri, hasedinden gerçekten saptı; öbürü damadı olduğundan ona uydu, benden yüz çevirdi; öbürleri de öyle işler ettiler ki anmak bile çirkin.“

İmam Ali (a.s), Osman b. Affan henüz halife seçilmeden kendisine şu sözleri söylemesi oldukça mânîdârdır: “ Ey Osman, sen başa geçecek olursan Ümeyye oğullarını halkın sırtına bindirecek, beytül malı talan edeceksin!“

Nitekim Osman’ın halife olmasıyla İmam Ali’nin (a.s) söz konusu ettiği olumsuzluklar vuku bulmaya başlıyor. Özellikle çıkarttığı fitneden dolayı Allah Resulü’nün (s.a.a) Taif’e sürgün ettiği Mervân b. Hakem Osman‘ın yakın akrabası olması hasebiyle hükümet merkezine çöreklenip talana başlamıştı bile! Bu fitneci Ebu Bekir ve Ömer zamanında da Medine’ye gelme teşebbüsünde bulunmuştu ancak kendisine müsaade edilmemişti.

Sünnî jargonla söyleyecek olursak, mülayimliğini ve yaşlılığını fırsat bilen akrabaları Osman’dan oldukça imtiyazlar koparmış, başta valilikler olmak üzere çeşitli makam ve mevkilere gelmişlerdi. Özellikle halk tarafında sevilmeyen ve kendilerine itibar edilmeyen Velid b. Ukbe, Abdullah b. Sa’d ve Ebî Şerh gibi kişileri Kufe, Basra ve Mısır gibi önemli merkezlere vali tayin etmesi hoşnutsuzlukları da beraberinde getirmiş ve tepkilere neden olmuştu. Zira bu kişiler halka iyi davranmıyorlardı. Özellikle Mısır’da halka yönelik tam bir zulüm düzeni vardı. Halk ikide bir valiyi Osman’a şikayet ediyor ancak bir sonuç alınamıyordu.

Öte yandan yine Osman’ın yakın akrabası olan Muaviye Şam’daki debdebeli yaşamıyla tam bir saltanat düzeni kurmuştu bile! Bununla birlikte Osman Muâviye’ye Filistin bölgesinin hakimiyetini yani vergi ve haracını da vermişti. Egemenlik alanını genişletip gelirlerini çoğaltan Muaviye’nin şa’şaalı yaşamı büyük sahabe Ebu Zer’in dikkatinden kaçmıyor ve tepkisini sert bir uslûpla dile getiriyor. Kur’an hükümlerini hiçe sayıp, Allah Resulü’nün (s.a.a) sünnetini ayaklar altına alan Muaviye’yi çarşı-pazar dolaşarak halka anlatıp, kamu vicdanını harekete geçirmeye çalışıyordu. Eleştiri oklarına hedef olan Muaviye bu durumdan haberdar oluyor ve Ebu Zer’i Osman’a şikâyet ediyor. Muaviye’nin bir dediğini iki etmeyen Osman derhâl emir vererek Ebu Zer’in çıplak bir deveye bindirilerek Medine’ye yani kendisine gönderilmesini emrediyor.

Bu emir üzerine Ebu Zer derhâl derdest edilerek eli kolu bağlı bir vaziyette çıplak bir deveye bindirilerek Medine’ye doğru yola çıkarılıyor. Günlerce süren yolculuktan sonra Ebu Zer bitkin ve perişan bir vaziyette Medine’ye varıyor. Medine’de Osman tarafından tartaklanan, hırpalanan, aşağılanan ve hakaretlere maruz kalan Ebu Zer oradan Rebeze çölüne sürgün ediliyor.

Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) ashabı arasında ayırım yapmamasına rağmen tutum, davranış ve takvalarından dolayı hasseten sevdiği sahabeleri vardı. Bunların en önde gelenlerinden biri de Ebu Zer’di. Bir keresinde Allah Resulü (s.a.a) ashabıyla birlikte bir sefere çıkmışlardı. Ebuzer’de sefere katılanların arasındaydı. Yaşlı ve yorgun devesi ile İslâm ordusunun arkasından gidiyordu. Yol alındıkça ordu ile Ebu Zer arasında mesafe de artıyordu. Baktı ki olacak gibi değil, devesine daha fazla eziyet vermemek için hayvancağızı oracıkta bırakıp heybesini sırtlanarak yoluna devam etti. Ordu ileride mola vermişti. Bir müddet sonra uzaklardan bir karaltının kendilerine doğru yaklaştığını gördüler. Durumu Allah Resulü‘ne (s.a.a) haber verdiklerinde. Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) “O gelen vefakâr dostumuz Ebu Zer‘dir“ diyerek ardından o meşhur sözü söylediler: “Ebu Zer yanlız gezer, yanlız yaşar, yanlız ölür ve yalnız haşrolacaktır.“ Nitekim Rebeze çölünde yalnız yaşadı ve yalnız öldü. Ancak Yüce Allah’ın bir mucizesi olarak bir grup Müslümana onun cenaze namazını kulmak nasip olmuştu.

Ebu Zer’in haklı itirazlarına karşılk bir bedel olarak kendisine reva görülen, tartaklanarak, hakaretlere maruz kalarak Rebeze çölüne sürgün edilmekti. Yine bir sahabe daha vardı ki İslâm’a olan teslimiyetinden ve takvasından ötürü Allah Resulü (s.a.a) onu da bir başka sevmekte idi. Bu sahabe aynı zamanda İslâm uğruna nice çile ve meşakkatlere maruz kalmış bir ailenin yiğit evlâdıydı. Söz konusu ettiğimiz yiğit sahabe ilk şehid kadın Sümeyye’nin oğlu Ammâr b. Yâsir’den başkası değildi.

“Haksızlık karşısında susan dilsiz şeytandır“ hadis uyarınca Ammâr’da Osman’ın yanlış uygulama ve icraatlarını eleştirenlerden biri idi. Ne yazık ki o da bu haklı eleştirilerinden dolayı Osman’ın hışmından kurtulamamıştı. Kısacası Ammâr, Osman ve adamları tarafından şiddete maruz kalarak kaburga kemikleri kırılasıya dek çok feci dayak yemişti.

(Osman, zaman zaman böylesine hışımlı tavırlar sergilemesine rağmen Ömer’in katili olan Ebu Lulu’nun beşikteki çocuğunu intikam amacıyla öldüren sahabeye “had“ cezası uygulamamıştır.)

Öte yandan Osman’ı yazılı mektuplarla defalarca uyaran ve sonuç alamayınca eleştirilrinin dozajını arttırp ona “yaşlı bunak“ diyen biri ise Aişe validemizdir. Aişe validemiz özellikle Osman’ı Mervân b. Hakem’e bütün yetki ve inisiyatifi verdiğinden dolayı şiddetle eleştirmekte idi.

İmam Ali (a.s) ise olumsuz gelişmeleri gördükçe zaman zaman gidip Osman’ı uyarıyor ve ona nasihatte bulunmaya çalışıyor. Ancak iş o raddeye varmış ki, iş öylesine zıvanadan çıkmış ki yönetim ve olaylar tamamen Osman’ın inisiyatif ve kontrolü dışında cereyan ediyordu. Başta Mervân b. Hakem olmak üzere Ümeyyeoğulları Osman’ın hilafetini ganimet bilip talan, sömürü ve halka yönelik zulümleri had safhaya vardırmıştı.

Beyt’ül mal üzerine tebelleş olan Ümeyyeoğulları kırk haramiler misali ümmete ait mal varlıklarını zimmetlerine geçirdikçe Medine halkı huzursuz olmaya başlamıştı. Özellikle beyt‘ül mala ait hurmalıklar ve arazilerin Ümeyyeoğulları arasında pay edilmesi Medine halkını oldukça rahatsız ediyordu. Onlar ise halkın rahatsızlığını ve maduriyet içerisinde oluşunu hiçe sayarak gasp ettikleri mal varlıkları ile kendilerince elit bir tabaka oluşturup halk üzerine tahakküm ve sultaya yeltenmişlerdi. Kısacası Ümeyyeoğulları Medine halkı üzerine ekâbirleşerek despotluğa soyunmuşlardı. Yapıp ettikleri müstebitlikten başkası değildi. Siz buna isterseniz bugünkü tabirle oligarşi deyin. Zira ortada olan sınıf-zümre hakimiyetinden başkası değildi.

Beyt’ül malın hazinedârlığını yapan Zeyd bin Erkam talan ve peşkeşlere daha fazla tahammül edemeyip istifa ediyor. İstifa nedenini soran Osman’a Zeyd bin Erkam şu cevabı veriyor: “Allah Resulü’nün (s.a.a) zamanında yapmış olduğun hayır-hasenatın karşılığını bugün bu şekilde mi geri alıyorsun?“ Osman bu söze kızıp, “Beyt’ül malın anahtarlarını bırak git!“ deyip Zeyd bin Erkam’ı huzurundan kovuyor. Bilâhare Zeyd bin Erkam beyt’ül malın nasıl talan edildiğini, Osman’ın kamuya ait hazineyi akrabalarına nasıl peşkeş çektiğini başkalarına ağlayarak anlattığı rivayet edilmekte.

Öte yandan beyt’ül maldan mahrum edilen halkın yoksul kesimi daha da sefalete maruz bırakılmıştı. Bu nedenledir ki olumsuz gelişmeler karşısında lafını esirgemeyen yiğit sahabe Ebu Zer “Ey Osman senin zamanında zengin daha zengin , fakir ise daha fakir oldu“ sözünü haykırarak yapılan haksızlık ve zulmü dile getirmişti.

Açıkçası Sevgili Peygamberimiz‘in (s.a.a) “münevver şehir“ olarak vasıflandırıp tebcîl ettiği Medine‘de yaşanan olumsuzluklardan sonra aydınlığın yerini karanlıklar almaya başlamıştı. . Medine risalet güneşi ile aydınlanmış ve bu nedenle münevverlikle tavsif edilmiş bir şehirdi. Onun kutsiyeti ve münevverliği buradan gelmekte idi. Ancak Allah Resulü’nün (s.a.a) ahirete irtihali ile Sakife’de vuku bulan eksen kayması “Velâyet“ güneşinin aydınlığından mahrumiyeti de beraberinde getirmiş ve zamanla olumsuz sonuçlar doğurmuştu..

Kısacası güneşin aydınlığından mahrum kalan bu kutsal şehrin üzerine adeta kara bulutlar çöküvermişti. Oysa aziz İslâm hak ve adaleti kaim kılmak için inzâl olmuş bir dindi. İslâm sınıfsal çelişkileri, zümre hakimiyetini ve ayırımcılık anlamına gelen her türlü imtiyazı ortadan kaldırmak, yoksul ve zengin arasındaki uçurumu bertaraf etmek için gelmiş bir dindi. Şairin dediği gibi “Kapkaranlık iken afakı insaniyetin nur olup fışkırmışız sinesinden zulmetin.“ Ancak Ebu Zer’in de ifade ettiği gibi Osman’ın döneminde işler tersine dönmüş ve sapasarmıştı.

Medine’de hâl böyle iken daha önce de belirttiğimiz gibi Mısır, Kufe ve Basra’da vuku bulan olumsuzluklar hilafet merkezinden aşağı kalır tarafı yoktu.

Kısaca aktarmış olduğumuz bu hadiselerden ve olumsuz gelişmelerden yola çıkarak diyeceğimiz şu ki; Sünnî kardeşlerimizin iddia ettiği gibi Osmanı’ın öldürülmesi olayı Mısır’dan gelen asi birkaç gencin sûikasti ile sınırlı değildir. Böyle olsaydı Medine halkı onlara papuç bırakır mıydı? İşin aslı, söz konusu Mısırlı gençler her ne kadar olayın tetikleyicileri durumunda olsalar da Medine halkının büyük bir kesimi de kuşatma olayına iştirak etmişlerdi. Zira halkın kahir ekseriyeti Osman’ın hilafetinden memnun değildi. Bu nedenledir ki, bu olay birçok tarihçi tarafından “halk ayaklanması“ veya “halk kıyamı“ olarak tabir edilmektedir.

Öyle ki, Medine halkı Mısır’dan gelen gençlerin valilerinden yana olan şikâyetlerini dinlemiş ve onlara hak vermişlerdi. Zira benzeri durum hükümet merkezi için de sözkonusuydu. Sonuçta her iki kesimin öfkeli kalabalıkları Osman’ın evini muhasara altına alıp bağırıp çağırarak, bugünkü tabirle yumruklar sıkılmış bir vaziyette sloganlar atarak itirazlarını dile getirmekte idiler.

Mısırlı gençler valilerinin azledilmesini ve yerine adil birinin tayin edilmesini talep ediyordu. Medine halkı ise hükümet merkezine tebelleş olan Ümeyyeoğulları’ından bazı kişilerin yönetimden uzaklaştırılmalarını istemekteydiler.Gidip bu konuyu İmam Ali’ye (a.s) açıp ısrarla kendisinin arabulucu olmasını isterler. İmam (a.s) devreye girer ve öfkeli kalabalığın taleplerini Osman’a bildirir ve durumun vehametini kendisine hatırlatıp bir takım nasihatlerde de bulunur. Bu müzâkere ve nasihatten sonra Osman zahiren ikna olur ve taleplerin yerine getirileceğinin sözünü verir. İmam (a.s) öfkeli kalabalıkların karşısına çıkıp etkili bir beyanla onlara bir konuşma irad eder. Halk ikna olur ve dağılırlar.

Günlerce süren muhasara esnasında ise ibretamiz bir şekilde dikkatimizi çeken husus su sıkıntısı çeken Osman’ın evine İmam Ali’nin (a.s) oğulları Hasan ve Hüseyin’le su göndermesidir. Hatta o arbede esnasında su taşımaya çalışan Hasan ile Hüseyin’in yara-bere içerisinde kaldıkları da rivayet edilmekte.

(Daha sonra ise Muaviye Osman’ın öldürülmesi hadisesinde İmam Ali ‘nin (a.s ) dehli olduğunu iddia etmekte idi. Oysa kuşatma esnasında Osman ulak gönderip Muaviye’den yardım talebinde bulunmuş ancak hiçbir karşılık gelmemişti. Zira Muâviye Osman’ın başına gelecek musibeti kendi hâne ve ikbâline devşirmenin hesabını yapmakla meşguldü. Öyle ki bu melun Şam’a vali tayin edildiği günden beri saltanat hayalleri ile yanıp tutuşmakta idi. Osman’ın öldürülmesi onun için saltanata giden yolun açılması demekti. Önünde bir tek engel vardı bu da İmam Ali’den (a.s) başkası değildi.)

Muhasara sona erip halkın dağılmasından sonra Medine’de kısmen bir sükûnet havası oluşmuştu. Halk sadece vaadlerin yerine getirilmesini bekliyordu. Mısırlı gençler ise gerisin geri çoktan yola koyulmuşlardı bile. Gençler bir müddet yol aldıktan sonra uzaklarından atlı bir yolcunun hızlı bir şekilde geçmekte olduğunu görüyorlar. Telaş içerisinde atını mahmûzlayıp kamçılayan yolcudan şüphelenip peşine düşüyorlar. Bir müddet sonra yolcu Mısırlı gençler tarsafından yakalanır ve sorgulanıp üstü başı aranır. Sonunda su kırbasının içerisinde bir mektup bulunur. Osman’ın hilafet mühürü ile kapalı olan mektup büyük bir heyecanla açılır ve okunur.

Mektup okunduğunda gençlerin dehşet ve hışımdan tüyleri diken diken olur. Zira Mısır valisine yazılan mektup gençlerin ölüm fermanıdır. Mektupta “Bu asi gençler Mısır’a geri geldiklerinde derhâl tümünü öldürün“ talimâtı yer almaktadır. Gençlerdeki öfke ve gerginlik had safhadadır. Derhâl Medine’ye geri dönmeye karar verirler. Gençlerin maksadı misilleme yapmaktan başka değildir.

Sünnî tarihçiler söz konusu mektubun Mervân b. Hakem’in işi ve komplosu olduğunu iddia etmektedirler. Ancak olan olmuş ve iş zıvanadan çıkmıştır. Mektuptaki mühürün Osman’a ait olması gençler için yeterli bir delil teşkil etmekte idi. Bu nedenle sûikast için bizzat Osman’ın kendisi hedef alınmıştı. . (Burada dikkatimizi çeken bir başka husus ise Osman kendisinden halifeliği bırakmasını isteyen isyancılara “Bu gömleği bana Allah giydirdi. Ancak o çıkartabilir.” diyerek hilafeti kendisine Allah tarafından bahşedilmiş bir makam olarak görmesidir.)

Gençler Medine’ye geldiklerinde, daha önce birlikte Osman’ın evini kuşattıkları kişilere söz konusu mektubu okurlar. Daha önce de belirttiğimiz gibi Aişe validemiz Osman’ın icraatlarını şiddetle eleştirenlerden biri idi. Burada dikkatimizi çeken bir başka husus ise bu sefer Tarih-i Taberî, c.4, s.407 de ve Tarih-i İbn Esir, c.3, s.206 da geçtiği üzere Aişe validemiz Osman’ın kanını helâl görmüş ve “Bu ahmak ihtiyarı öldürün; o kâfir olmuştur“ sözünü sarf ederek bizzat halkı sûikaste teşvik etmesidir.

Talha, Zübeyir ve Muhammed İbn Ebu Bekir gibi sahabenin önde gelenlerinden bir çoğu bu muhasaraya katılanlar arasındaydı. Okunan mektuptan sonra bu insanlar galeyana gelip hep birlikte Osman’ın evine hücûm ederler. Bu seferki saldırı tamamen Osman’ın “hal“ edilmesine mâtûftur. Velev ki bu “hal“ olayı Osman’ın öldürülmesi sonucunu doğurmuş olsun. Nitekim öyle de olmuş ve kuşatma ve saldırı Osman’ın ölümü ile sonuçlanmıştı.

Yine tarihî kaynaklara göre Osman‘ın ölümünden sonra da halkın öfkesi dinmemiş ve cenazesi taşlanıp Müslüman mezarlığına gömülmesine engel olunmuş. Sonuçta Osman’ın cenazesi alelacele gusülsüz ve kefensiz olarak “Haşşikevkep“ denilen Yahudi mezarlığına defnedilmiş.

Buradan çıkarılacak sonuç kabile asabiyeti ile oluşturulmuş yani zümre hakimiyetine dayalı oligarşik yönetim anlayışının ortaya koymuş olduğu hak ve adaletten uzak icraatlardan öte asıl olarak kaos ortamının müsebbibi olan ana etken nübüvvetin devamı olan İmâmet misyonundan-ilâhî velâyetten inhirâf edilmesinden kaynaklanmaktadır. Kısacası istikrarsızlığın, kaos ve fitne ortamının asıl nedeni Yüce Allah’ın zikrinden, Yüce Allah’ın veli kullarından yüz çevirmiş olmanın kaçınılmaz sonucudur. Zira Yüce Allah’ın vaadi ve izniyle hak ve adaletin teminatı onlardı. Aksi halde Yüce Allah buyurmuyor mu?

“Benim zikrimden yüz çevirenlere yeryüzünde istikrarsızlık ve geçim sıkıntısı vereceğim..“ (Tâhâ:124)

“Kim Allah’ın emirlerini çiğnerse kendisine yazık etmiş olur.“ (Talâk:1)
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: İmamet Misyonu

Mesaj gönderen 3nokta »

HZ.ALİ DÖNEMİ-1-





Hazım KORAL

Allah’ın adıyla


“YETiŞ YÂ ALİ!”

Adama sormazlar mı, “ 25 yıl önce neredeydiniz?” Böylesine bir vefasızlıktan sonra ve böylesi bir kaos ortamında o sizin çağrınıza, o sizin feryadınıza ne cevap versin? Ortalık karışmış, düzen bozulmuş ve her taraf toz duman Ali size ne yapsın? Ali sizinle ne yapsın? Onu Allah Resulü’nün mübârek naâşı başında yalnız bırakmadınız mı? Onu Ben-i Said’in sakifesinde terk etmediniz mi? Sonra onun evi yakılmaya teşebbüs edildiğinde siz ortalıkta yoktunuz! Nerede idiniz? Yaka paça- karga tulumba derdest edilip biat için mescide götürüldüğünde ve malum kişi tarafından biat etmediği taktirde ölümle tehdit edildiğinde siz nerde idiniz? Belki siz de mescidin içinde idiniz ama şiddete teşne olanın karşısında sus-pus olmuştunuz! Öyle değil mi?

O mu! 25 yıl boyunca gözüne diken, boğazına kılçık batmış gibi sabretmekten başka ne yapabilirdi ki? İnsanların cüretkâr itaatsizliğine rağmen doğruluk, sabır ve tahammül ahlâksal mükemmelliktir. Böylesi bir durumda sabır çok büyük bir erdemdir. İmâm yapılması gerekeni yaptı ve sabretti. Şimdi ne oluyor size “Yetiş yâ Ali” feryatları ile onun evine hücûm ediyor, onun başına üşüşüyorsunuz! Ortalık karışmışsa, düzen bozulmuşsa suç kimin?

Yüce Allah’ın nimetinden ve lütfundan yüz çevirmenin elbette bir bedeli olmalıydı! Oldu da! Allah Resulü (s.a.a) “Benden sonra dalâlete düşmeyesiniz diye size iki emanet bırakıyorum. Bunların ilki Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim, diğeri ise Kur’an ve sünnetimin muhafızı olan ıtretim-Ehl-i Beyt’im. Bunlara sarıldığınız süre dalâlete düşmezsiniz.”

Ne yazık ki ümmet dalâletin ve fitnenin tam ortasına düşmüştü. Oysa kendileri değişik zaman ve mekânlarda defalarca uyarılmışlardı. Dinlemediler!

“..Peygamber size ne verirse onu alın (neyi tavsiye ederse onu yapın), sizi neden men ederse artık ondan uzak durun ve Allah’tan sakının. Şüphesiz Allah, azabla sonuçlandırması (ikâbı) pek şiddetli olandır.” (Haşr:7)

Bu girizgâhtan sonra diyeceğimiz o ki, üçüncü halife Osman bin Affan öldürüldükten sonra söz konusu ayet ve hadis hatırlanmış olmalı ki, Medine halkı velâyet güneşinin evine varıp “biz ettik sen etme yâ Ali” diyerek başlıyorlar yalvarıp yakarmaya.. İmâm Ali’nin (a.s) evinin avlusunda biriken-yığılan binlerce insan büyük bir coşku ve heyecanla kendilerine verilecek cevabı bekliyor. İmâm (a.s) evinin önüne çıktığında öylesine bir izdihâm içerisinde insanlar birbirlerini itip kakarak üzerine atılıyorlar ki pabuçları ayağından çıkıyor, elbisesi omuzundan yırtılıyor. İzdihâmdan Hasan ve Hüseyin sıkışıp zor durumda kalıyor. Âdetâ büyük bir arbede yaşanıyor.

İmâm Ali (a.s), Allah Resulü (s.a.a) henüz hayatta iken kendileri için hüccetin tamamlanmış olmasına rağmen halkın tevhidî değerleri ve velâyet olgusunu gereği gibi özümseyememiş olduklarını gördüğü ve bildiği için taleplerine hemen olumlu cevap vermiyor. Özellikle kabile ve aşiret asabiyetinin hortlatıldığı ve cahiliye döneminde olduğu gibi etnosantrik duyguların galeyâna geldiği böylesi bir ortamda İmâm (a.s) onların karşısına yeni bir hüccetle çıkmalıydı.

Özellikle Osman’ın döneminde işlerin zıvanadan çıkıp oluşan bunca fesat ve bozgunluktan sonra aşiret reislerinin ve halkın “ıslahat ve adalet” programına uymayacakları endişesiyle İmâm (a.s) onları uyarma ihtiyacı hissediyordu. Bu nedenle adeta evini muhasara altına alan ve kapısına dayananan Medine halkı ile bütün mazeretleri ortadan kaldıracak, kimseye itiraz gerekçesi bırakmayacak yeni bir mukavele, yeni bir sözleşme talebi ile karşıların çıkmalıydı. Zaten biatın da anlamı buydu.

İmâm (a.s), itişip kakışan ve bugünkü tabirle sloganlar atan kalabalık halk kitlesini sükûnete davet ettikten sonra şu sözleri söylüyor: “Beni bırakın, gidin biat edecek başka birini bulun, çünkü biz çeşitli yüzü ve yönleri olan girift bir durumla karşı karşıyayız (belirsiz ve karmaşık bir durumdayız).Bu işte gönüller sağlam ve akıllar sabit kalmaz, fesat bulutları, İslâm dünyasının göğünü karartmış ve doğru yol tanınmaz olmuştur.Biliniz ki, eğer davetinize icabet edersem size kendi adâlet anlayışımla davranacağım.Onun bunun sözünü ve kınayışını dinlemeyeceğim. Ama beni bırakırsanız, ben de sizlerden biri gibi olacağım. Ve benim sizin veziriniz ve müşaviriniz olmam, size emir ve lider olmamdan daha iyidir.” (Nehc’ül Belaga, 92. Hutbe)

Dikkat edilirseİmam (a.s) bu sözleri ile tekliflerini şartlı olarak kabul edebileceğini imâ ediyor. Zira onların 25 yıl önceki vefasızlıklarına rağmen Allah Subhanehu ve Teâlâ nezdindeki sorumluluğunun bilinci ile halkı uyarıp yeni bir hüccetle karşılarına çıkıyor. Özellikle son cümle oldukça mânidâr. Zira ilk iki halife döneminde yanlış bir hüküm verildiği zaman İmâm’ın (a.s), İslâm’ın bekâsı ve ümmetin maslahatı için olaya müdahale etmesi kendisinin müşavir ve vezir olarak görülmesine neden olmuştu. Ve bugün Sünnî kardeşlerimizin pek çoğu bu bakışaçısına sahiptir. İmâm (a.s), “Benim asıl konumuma rağmen siz bana vezirliği-müşavirliği layık gördüyseniz ne diye bugün kapıma geliyorsunuz. Bırakın vezirliğime-müşavirliğime devam edeyim” deyip adeta onları kinâyeli bir uslûpla te’dip ediyor. (Ki Arap diline vakıf olanlar bilir. Arapça’da mecâz ve kinâye içerikli terimler çok kullanılır. )

İmam (a.s) böyle konuştukça, halk daha önce yaptıkları yanlışı telâfi etme adına yani kendilerini affettirebilme çabası içerisinde büyük bir çoşku ve heyecanla birbirlerini ezercesine ve ”biz ettik sen etme” dercesine öne atılıp biat taleplerinin kabulünü istiyorlardı. Yalvarıp yakarmalar ve nadim olup gözyaşı dökmeler şefkât ve merhamet sahibi İmâm’ı (a.s) da oldukça duygulandırmış olmalı ki gerekli konuşmayı yapıp hüccetini tamamladıktan sonra halkın talebini kabul ediyor..

Yeri gelmişken anti- parantez hemen şu hakikâti de belirtmiş olalım : Başta İmâm Ali (a.s) olmak üzere bütün Ehl-i Beyt imâmlarının (Allah’ın selâmı hepsinin üzerine olsun) en belirgin özelliği Sevgili Peygamberimiz’in (s.a.a) şefkât ve merhamet sıfatlarına sahip olmalarıdır. Kısacası İmâm Ali’nin (a.s) kendisine yapılan vefasızlıklar karşısında gösterdiği sabır ve özveride hep bu nebevî şefkât ve merhametin yansımasını görüyoruz.

İmam (a.s), kendi hakkını gasp edenlere karşı tavır koymadı, mesafeli olmadı. İslâm’ın bekâsı ve ümmetin maslahatı söz konusu olduğunda hiçbir yardımdan geri durmadı, “Ne haliniz varsa görün” demedi. Haklı olarak belki gönül koydu ve daraldıkça, içi dilhûn oldukça Allah Resulü’nün (s.a.a) kabrinin başına gidip gözyaşları içerisinde hüznünü ve derdini onunla paylaştı, hepsi bu kadar. Onun kırgınlığı şefkât ve merhamet duygularına asla galebe çalmadı.

“..Sıkıntıya düşmeniz ona ağır gelir. O size, son derece düşkündür. Müminlere çok şefkâtli ve merhametlidir."(Tevbe-128)

İmam Ali (a.s) bilâhare hilâfeti kabul edişinin nedenini şu veciz sözlerle açıklıyor: “ Halk, susamış develerin suya koştukları gibi üzerime geldiler. Büyük bir kalabalık ve izdiham içerisinde itişip kakışarak her taraftan üzerime hücum edip beni çevrelediler. Öyle ki; Hasan ve Hüseyin izdihamdan sıkışıp ayaklar altında kaldılar. İnsanlar beni kendilerine doğru çekelerken elbisem omuzumdan yırtıldı, pabuçlarımın bağı çözüldü.Ve koyunların ağıla üşüşmesi gibi etrafımı sardılar. Tohumu yaran ve insanı yaratan Allah’a andolsun ki; eğer halkın böylesine bir coşku ve heyecan içerisinde biat için kapıma gelmekle hüccet tamamlanmasaydı ve eğer zalimlerin azgınlıklarına ve zulme uğrayanların maduriyetine karşı sessiz kalmamaları için Allah ümmetin velâyet sahibi İmamlarından aldığı ahd-ü peymân almasaydı ben hilâfet devesinin yularını serbest bırakır ondan vazgeçerdim. Onun sonuncusunu ilkinin kâsesiyle suvarır giderdim. Siz de anlamışsınızdır ki şu dünyanız benim nezdimde bir keçinin aksırığından daha değersizdir.” (Nehc’ül Belâga)

İmâm’ın (a.s) açıklamalarından da anlaşıldığı üzere halkın biatını belki kerhen değil ama adeta zorunlu olarak kabul ediyor. Zira gelişen nahoş olaylar, vuku bulan olumsuzluklar, fitneler ve kaos ortamı karşısında İmam’da (a.s) öylesine bir ruh hali oluşmuş ki bir başka hutbesinde “Bu meseleyi ölçüp biçerken ve her yönüyle tartarken günlerce uykularım bölündü, gözlerimde uyku kalmadı” diyor. (Nehc’ül Belaga, 54.Hutbe)

Bir başka ifadeyle, İmâm (a.s) böylesi bir halet-i ruhiye içerisindeyken ve nice sıkıntıların-meşakkatlerin kendisini beklediğini tahmin ediyordu. Hatta kendisine karşı çekilmek üzere bilenmiş kılıçların kınlarından çekilmek üzere olduğunu, kendisine atılmak için hazırlanmış okların yaylarında gerilmek üzere olduğunu adeta görür gibiydi. Ancak başka bir seçeneği yoktu. Müslümanları başıboş, hercümerç ve dağınık bir şekilde bırakamazdı.
Sonuç olarak İmâm Ali (a.s), Yüce Allah’ın velâyet imâmlarından almış olduğu ahd-ü peymânı gözönünde bulundurarak, mesuliyet idraki içerisinde halkın biatını kabul ediyor.

“Ya Ali seni zor günler bekliyor.” (Hadis)

“Ya Ali ben Kur’an’ın tenzili için insanlarla mücadele ettim, sen ise tefsiri hususunda mücadele vereceksin.” (Hadis)

“Ya Ali seni zorlu günler bekliyor.”(Hadis)


İMÂM ALİ’NİN HİLAFETİ

İmâm Ali (a.s) işbaşına geçtiği zaman geniş kapsamlı bir durum değerlendirmesi yapıp kaos ortamının giderilmesi ve yılların birikimi olan olumsuzlukların bertaraf edilmesi için köklü değişikliklere giderek yapıcı ve onarıcı kararlar almış oldu. İmâm (a.s) öncelikli olarak, merkezi hükümette önceki halifenin akrabaları olma hasebiyle kayrılarak veya entrika ile bir takım makam ve mevkilere çöreklenmiş liyakat sahibi olmayan kişileri tebelleş oldukları yerden uzaklaştırmakla ve çevre şehirlerdeki huzursuzlukların kaynağı olan valileri de azletmekle işe koyulmuş oldu.

İmâm (a.s) azletmiş olduğu valilerin yerine yenilerini tayin ederken en hassas davrandığı ve en dikkat ettiği husus kişilerin takva sahibi ve işe liyakatli olanlarını seçmesiydi. Ayrıca bununla da yetinmeyip kendilerine nasihat ediyor ve genelge (yazılı talimâtnâme) hazırlayıp ellerine teslim ediyordu. Bütün zamanların yöneticilerine ve idareci konumundaki herkese ilkesel bazda rehberlik edecek evrensel prensipler içeren bu nasihat mektupları aynı zamanda İmâm’ın (a.s) kişliğini ve yönetim anlayışını da ortaya koymuş oluyordu.

Bu nedenledir ki söz konusu genelgeler günümüzde bile hak ve adalet aşığı yöneticiler için kıstas sayılmaktadır. Ayrıca bu talimâtnâmeler bir takım araştırmacıların kitaplarına isim ve konu olmaktadır. “Stratejileri – Uygulamaları ve Örnekleriyle Hz. Ali’nin Liderlik Sırları“ adlı bir eser günümüzdeki bir takım siyasilerin “başucu kitabı“ olduğu Sünnî kardeşlerimiz tarafından iftiharla dile getirilmektedir. Bu durum aynı zamanda İmâm Ali’nin (a.s) ne derece ayrıcalıklı üstün ve başkalarıyla kıyas edilemeyecek seviye ve yücelikte bir lider ve İlâhî hikmet pınarlarıyla donanmış bir şahsiyet olduğunu ortaya koymaktadır. Zaten “İmâmet“ makamına erişmiş olmanın sırrı onun bu İlâhî meziyetlere mazhar olmasında yatmaktadır. Zira böylesine ilmî ve irfanî yüceliklere ulaşmak ancak “velâyet“ ve “mutahhar“lık makamı ile izah edilebilir…

Nasıl ki, peygamberler gönderildikleri topluluklar için Yüce Allah’ın birer lütfu ve nimeti ise Ehl-i Beyt imâmları da aynı konumdadır. Ancak ne yazık ki, nice peygamberler yalanlandı veya kabullenildikleri halde Musa (a.s) örneğinde olduğu gibi kendilerine itaat edilmedi. Aynı şekilde imâmlarda ya yalanlandı veya velâyetleri kabullenildiği halde kendilerine gereği gibi ihtiram gösterilmedi ve itaat edilmedi. (Günümüzde ise Sünnî kardeşlerimiz, “Ehli Beyt imâmları bizim manevî liderlerimizdir“ demekle yetinmektedirler.)

Bakınız, İmâm Ali (a.s) merkezî hükümetteki hakka ve adalete dayalı uygulamalarından ve ayrıca takip etmiş olduğu nebevî çizgideki ihtimam ve hassasiyetinden rahatsız olup işi yokuşa sürmeye, tabiri caizse mızıkçılık yapmaya-pürüz çıkarmaya çalışanlar oluyordu. Örneğin İmâm(a.s), beyt‘ül maldan maaş alanlar arasında dengeyi sağlamaya koyulunca eşraftan bazı kimseler, “Ne yani daha düne kadar kölelerimiz olan şu ayaktakımı kişilerle aynı mı tutuluyoruz?“ diyerek itiraz etmeye başlıyorlar.

Kısacası İmâm’ın (a.s) bu adilane tutumu kendilerini ayrıcalıklı görenler arasında rahatsızlık meydana getirmişti. Anında fitne kazanını kaynatmaya ve İmam’a (a.s) karşı cephe almaya koyulmuşlardı bile..

Allah Resulü’nün (s.a.a) peygamberliğine delil olan en önemli hususlardan biri de gelecekte vuku bulacak bir takım olayları hiçbir yorum ve tevile gerek kalmıyacak netlikte bildirmesidir. İmâm Ali’nin (a.s) kendisine tahmil edilen üç savaşla ilgili olarak Sevgili Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyurmaktadır: “Ya Ali, benden sonra üç grup seninle savaşa tutuşacaktır, bunlar Nakisin, Kasitin ve Marikin’dirler
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
Cevapla

“12 İmam (İmamet) İnancı” sayfasına dön