Bakara 124. Ayetin Tefsiri

Peygamberden sonra, Müslümanların rehberi ve lideri İmamet makamına sahip olan 12 İmamlarındır.
Cevapla
Özgür Arapoğlu
Mesajlar: 40
Kayıt: 24 Eyl 2010, 22:04

Bakara 124. Ayetin Tefsiri

Mesaj gönderen Özgür Arapoğlu »

Fatih Mehmet nickli ziyaretçinin bakara suresinin 124. Ayetindeki imamet konusuna ilişkin yazdıklarını aynen aktarıyor ve cevabını veriyoruz.
(1) fatih mehmet
Tarih: 8.11.2010 Saat: 14:54:13

Bazı Caferilerin, “Ben seni insanlara imam yapacağım” (Bakara 2/124) mealindeki ayete göre, İmametin ilahi makam olduğu ve Nübüvvet makamından daha yüksek bulunduğu iddialarına nasıl cevap vermeliyiz?

Bir giriş olarak önce şunu söyleyelim ki, böyle bir iddia ne dine, ne de akla uyar. “İmametin ilahî makam” olduğunu söylemekle ne kast ediliyor? Eğer gerçekten imamet Allah’ın makamı ise, o zaman ne kadar müçtehit imam varsa hepsinin uluhiyete -haşa- iştirak etmeleri gerekir ki, bunu ne mümin ne de gayr-ı Müslim kabul edebilir..

Şimdi ilgili ayetin mealini yazalım ve sonra da ayetin açıklamasına devam edelim:

“Şunu da hatırda tutun ki: Bir vakit Rabbi İbrâhim’i birtakım emirlerle sınamıştı. O da onları hakkıyla yerine getirdiğinden Rabbi kendisine: “Seni insanlara İmam (önder) yapacağım.” dedi. İbrâhim: “Ya Rabbî, neslimden de (önderler çıkar!)” deyince, Allah: “Zalimler ahdime (nübüvvete) nail olamazlar” diye buyurdu”(Bakara, 2/124).

a. Bu ayetten açıkça anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim gibi bir peygamberin neslinden de takva sahipleri yanında, zalim ve fasık olanları da olacaktır.

“Kendisine de İshak’a da feyiz ve bereketler verdik. Onların neslinden gelenler arasında iyi davranan da var, kendi nefsine açıkça zulmeden de!”(Saffat, 37/113) mealindeki ayette bu gerçeğe vurgu yapılmıştır.

Demek ki takva sahipleri, peygamber manasındaki İmam olabilirler, fakat onlardan zalim olanlar, önder, lider anlamındaki imam olsalar bile, peygamber olamazlar(bk. Taberî, Razî, İbn Kesir, Alusî, Bakara, 124. ayetin tefsiri).

b. Bu ayette yer alan “İmam/imamet” kavramı her şeyden önce bizzat peygamberlik manasında kullanılmıştır. Çünkü, Hz. İbrahim’in âli peygamberlerdir. Bu sebepledir ki, teşehhüdde “İbrahim âline salat ve selam ettiğin gibi Muhammed’in âline de salat-u selam eyle!” manasındaki dua okunuyor. Yani burada Hz. İbrahim’in âli, Hz. Muhammed’in âlinden daha üstün gösterilmiştir. Çünkü, Hz. İbrahim’in âli peygamberlerdir.

“Biz İbrâhim’e (evlat ve torun olarak) İshak ile Yâkub’u ihsan ettik.Onun neslinden gelenlerde, peygamberliği ve vahyi devam ettirdik. Ona dünyada mükâfatını verdik. O âhirette de elbette salihlerden olacaktır”(Ankebut, 29/27) mealindeki ayette bu gerçeğin altı çizilmiştir.

c. “İmam” kelimesi , önder manasında olup her mümin için kullanılabilir. Nitekim; “Ve (O takva sahibi müminler) şöyle niyaz ederler: “Ey keremi bol Rabbimiz! Bize gözümüzün, gönlümüzün süruru olan temiz eşler ve nesiller ihsan eyle, bizi müttakilere /takva sahiplerine imam/önder eyle!”(Furkan, 25/74) mealindeki ayette yer alan “İmam” kelimesi peygamberler için ve âl-i beyt mamaları için kullanılmamıştır. Bilakis takva sahibi müminler için kullanılmıştır.

Eğer imamet nübüvetten üstün ise, takva sahibi bütün müminlerin peygamberlerden üstün olmaları gerekir ki, böyle bir düşünce ne akla, ne dine, ne de vicdana sığar.

d. Sözlük manası itibariyle imamlık, önderlik demektir. Sözleri, fiilleri, yazıları, kitapları rehber kabul edilen her önder konumundaki insana “İmam” denilir. Bu imam hak üzere olan bir kimse olabildiği gibi, batıl üzere olan kimse de olabilir(Rağıb, ilgili madde). Aşağıdaki ayetlerde bu gerçeği görmek mümkündür:

“Gün gelir, her sınıftan insanları(zalimleri, mazlumları, kâfirleri-müminleri), tâbi oldukları imamlarına/önderlerine nispet ederek çağırırız. Kimin hesap defteri sağından verilirse işte onlar defterlerini emin olarak okur ve kıl kadar olsun, haksızlığa uğratılmazlar”(İsra, 17/71).

“Biz onları(Firavun ve onun gibileri) insanları ateşe çağıran imamlar/önderler yaptık. Bu dünyada halkı çalıştırıp desteklerini sağlasalar da, kıyamet günü en ufak bir yardım bile görmeyeceklerdir”(Kasas, 28/41).

e. Bütün bu açıklamalardan anlaşılıyor ki, Âl-i beyt imamları, her ne kadar çok büyük bir velayet ve haşmetli bir imamete sahipseler de, ancak bu imamet diğer mezhep imamları ve müçtehit olanlar için de kullanılır. Bu gerçek, Şianın maksadına hizmet etmeyecektir. Çünkü, eğer imamet nübüvetten daha üstün ise, bu takdirde İmam-ı azam, İmam-ı Şafii de onlardan üstündür. Çünkü bu zatların milyonlarca insana imam ve önder olduğu inkârı kabil olmayan bir gerçektir.

İmamet kavramını sadece ehl-i beyte tahsis etmek delilsiz bir iddiadan öteye geçemez. Kaldı ki, başta İmam-ı Ali(r.a.) olmak üzere, hiçbir imam peygamberlerden daha üstün olduğunu söylememiş ve Sünnî hiçbir kaynakta böyle bir şey yer almamış ve hiçbir dayanağı da söz konusu olmamıştır. Bilakis, hayatları boyunca bütün imamlar, başta Hz. Muhammed(a.s.m) olmak üzere bütün peygamberleri insanların en üstünü, en saygını, onların rehberliklerinde yürümenin tek kurtuluş reçetesi olduğunu, hem sözlü hem de fiilî olarak ortaya koymuşlardır.

Hiç doğrudan Allah’tan vahiy alan peygamberlerle, o peygamberler sayesinde manevi makam kazanan imamlar, önderler, veliler ve halifeler bir olur mu? Böyle bir iddia aşırı sevgiden ileri gelen ölçüsüz bir değerlendirme ürünüdür. Bu aşırı ve de ölçüsüz sevgi yüzünden Hz. İsa’yı -haşa- Allah’ın oğlu olarak değerlendirmek ne kadar yanlış ise, imamlara olan aşırı sevgi yüzünden hilafeti nübüvvetten daha üstün görmek -o kadar olmasa da- ciddi bir yanlıştır, mesnetsizdir, alimlerin cumhurunun görüşüne aykırıdır, risaletin ruhuna terstir.

Kur’an’da peygamberler için kullanılan “ıstıfa/seçmek” kavramı(Ali İmran, 3/33; Araf,7/144; Hac, 22/75; Neml, 27/59), onların Allah tarafından özel olarak seçilen, başka insanlardan üstün kılınan seçkin insanlar olduğunun göstergesidir…

Allah cümlemizi hakkı bilen ve ona tabi olan kullarından eylesin..
En son Özgür Arapoğlu tarafından 11 Kas 2010, 11:14 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Özgür Arapoğlu
Mesajlar: 40
Kayıt: 24 Eyl 2010, 22:04

Re: Bakara 124. Ayetin Tefsiri

Mesaj gönderen Özgür Arapoğlu »

[quote=
Bazı Caferilerin, “Ben seni insanlara imam yapacağım” (Bakara 2/124) mealindeki ayete göre, İmametin ilahi makam olduğu ve Nübüvvet makamından daha yüksek bulunduğu iddialarına nasıl cevap vermeliyiz? quote]

Bakara Suresinin 124. Ayetinin Tefsiri ve İmametin İspatı

“Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, o da onları tamamlayınca, "Ben seni insanlara imam yapacağım." demişti. İbrahim, "Soyumdan da" deyince, Allah, "Benim ahdim zalimlere ermez." demişti.”


AYETİN AÇIKLAMASI


Burada, Hz. İbrahim'in (a.s) hayatından bazı kesitler sunmaya başlanıyor. Bu başlangıç bir anlamda kıble değişikliğini konu alan ayetlerle, hac ibadetine ilişkin hükümleri içeren ayetlere bir giriş niteliğindedir. Bunun yanı sıra, Allah'ın birliği esasına dayalı (hanif) İslâm dininin özü de bu sıralama içinde açıklığa kavuşturuluyor. Temel bilgilere, ahlâk kurallarına ve ayrıntı niteliğindeki fıkhî hükümlere yer veriliyor. Ayrıca yüce Allah'ın imamlık misyonunu İbrahim'e özgü kılmasını, onun Kâbe'nin temellerini atıp binasını kurmasını ve bir peygamber göndermesini istemesini konu alan ayetler sunuluyor.
"Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i... sınamıştı..." Bu ifade, Hz. İbrahim'e imamlık misyonunun verilişine, bu onurun ona bahşedilişine yönelik bir işarettir. Bu olay, Hz. İbrahim'in ömrünün sonlarında, iyice yaşlandığı sıralarda, İsmail ve İshak'ın dünyaya gelişlerinin ve İsmail ile annesini Mekke'ye yerleştirmesinin ardından gerçekleşmiştir. Kimi bilginler de bu hususa dikkat çekmişlerdir. Bunun kanıtı, yüce Allah'ın kendisine, "Ben seni insanlara imam yapacağım" demesinin ardından onun, "soyumdan da" demesidir. Çünkü Hz. İbrahim, meleklerin gelip kendisine İsmail ve İshak adlı oğullarının dünyaya geleceklerini müjdelemelerinden önce, kendisinden sonra bir soyunun olacağını sanmıyordu. Hatta melekler kendisine bu müjdeyi verdiklerinde, o konuya ilişkin karamsarlığını ve ümitsizliğini şu ifadelerle dile getirmişti: "Onlara, İbrahim'in konuklarını haber ver: Onun yanına girmişler, 'Selâm' demişlerdi. İbrahim, 'Biz sizden korkuyoruz.' dedi. 'Korkma, dediler, biz sana bilgin bir çocuğun olacağını müjdeleriz.' 'Bana ihtiyarlık dokunmuşken mi beni müjdelediniz? Ne ile müjdeliyorsunuz beni?' dedi. 'Sana gerçeği müjdeledik, ümit kesenlerden olma!' dediler." (Hicr, 51-55)
Yüce Allah'ın bize bildirdiğine göre, onun eşi de, evlât müjdesi karşısında benzeri bir tavır sergilemişti: "İbrahim'in karısı ayakta duruyordu. Bunu duyunca güldü. Biz de ona İshak'ı müjdeledik, İshak’ın ardından da Yakub'u. İbrahim'in karısı, 'Vay, dedi, ben bir koca karı, kocam da bir ihtiyar iken doğuracak mıyım? Bu, cidden şaşılacak bir şey.' Melekler dediler ki: Allah'ın işine mi şaşıyorsun? Allah'ın rahmeti ve bereketleri sizin üzerinizde ey ev halkı. O, övülmeye lâyıktır, iyiliği boldur." (Hûd, 71-73)
Görüldüğü gibi hem İbrahim'in, hem de karısının sözlerinde, bir karamsarlık, bir ümitsizlik sezilmektedir. Meleklerin onları bir bakıma teselli etmeleri, gönüllerini hoş tutmaya çalışmaları bu yüzdendir. Buna göre ne kendisi, ne de ailesi geride bir soy bırakacaklarını biliyordu. Öyleyse, "Seni insanlara imam yapacağım" sözünden sonra, "Soyumdan da" şeklinde bir ifadenin dile getirilmiş olması, bunun arkasından soy bırakacağına inanan biri tarafından söylendiğinin kanıtıdır. Konuşma adabından az da olsa haberdar olan biri, özellikle İbrahim gibi Allah'ın halis dostu olan bir insan, hakkında bilgi sahibi olmadığı bir hususta nasıl olur da Rabbinden bir istekte bulunabilir? Eğer böyle bir şey söz konusu olursa, o zaman ya "Eğer bana evlât bahşedeceksen soyumdan da" demeliydi ya da bu anlama gelen bir başka ifade kullanmalıydı. Şu hâlde bu olay, başlangıçta da işaret ettiğimiz gibi, Hz. İbrahim'in ömrünün son dönemlerinde yaşanmıştır.

Şu kadarı var ki: "Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, o da onları tamamlayınca, 'Ben seni insanlara imam yapacağım.' demişti." ifadesi, Hz. İbrahim'e bahşedilen imamlık misyonunun, ancak yüce Allah'ın onu birtakım sınavlardan geçirip denemesinden sonra ona verildiğini göstermektedir. Bu da, onun normal hayat sürecinde bazı musibetlere uğratılmasından başka bir şey değildir. Yine Kur'an'ın belirttiğine göre Hz. İbrahim'in geçtiği en ağır imtihan, İsmail'in kurban edilişi meselesidir. Ulu Allah şöyle buyuruyor: "Yavrum, dedi, ben uykuda görüyorum ki, seni kesiyorum... Gerçekten bu apaçık bir imtihan idi."(Saffât, 102-106)
Yüce Allah'ın da belirttiği gibi, bu olayla Hz. İbrahim ömrünün son demlerinde karşılaşmıştı: "İhtiyarlık çağında bana İsmail'i ve İshak'ı lütfeden Allah'a hamdolsun. Şüphesiz Rabbim duayı işitendir." (İbrâhîm, 39)
Bu kısa değerlendirmeden sonra, artık ayet-i kerimenin orijinal metninde geçen "kelimeler”in açıklamasına geçebiliriz: "Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i sınamıştı." "İbtilâ" ve "belâ" kelimeleri aynı anlamı ifade ederler. Birini imtihandan geçirip denediğin zaman, "ibteleytuhu" veya "belevtuhu" dersin. Bununla onun gizli kalmış psikolojik niteliklerini ortaya çıkarmış olursun. İtaatkârlık, cesaretlilik, cömertlik, iffetlilik, bilgi, sözünde durma gibi. Ya da bunların karşıtı sayılabilecek özelliklerini öğrenirsin. Bundan dolayı, sınama ancak amelle, yani pratikte olabilir. Çünkü insanın gizli yönlerini amel ortaya döker, söz değil. Sözün doğru veya yalan olması aynı oranda muhtemeldir. Yüce Allah buyuruyor ki: "Biz bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, onları da, sınavdan geçirdik." (Kalem, 17) Bir ayette de şöyle buyuruyor: "Allah sizi bir ırmakla sınayacaktır." (Bakara, 249)
Ele almakta bulunduğumuz ayet-i kerimede, sınama eylemi "kelimeler"le ilgili olarak gündeme getiriliyor. Eğer bu kelimelerden maksat, sözler ise, bu ancak o sözlerin amellerle bağlantılarının olması dolayısıyladır. Bu sözlerin birtakım ahitleri ve emirleri ifade etmeleri dolayısıyladır ve bunların da fiil ile sıkı bağlantıları vardır. Nitekim yüce Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "İnsanlara güzel söz söyleyin." (Bakara, 83) Yani onlarla iyi ilişkiler içinde olun. "birtakım kelimelerle... o da onları tamamlayınca." İfadenin orijinalinde geçen "kelimat", "kelime"nin çoğuludur. Bu deyim Kur'ân-ı Kerim'de "lafız" ve "söz" dışında nesneler için de kullanılmıştır, şu ayet-i kerimede olduğu gibi: "...kendisinden bir kelime, adı Meryem oğlu İsa Mesih'tir." (Âl-i İmrân, 45) Bunun sebebi ise, bütün yaratıkların Allah'ın "ol" sözünün sonucu meydana gelmesidir. Nitekim yüce Allah bir diğer ayette şöyle buyuruyor: "Allah katında İsa'nın durumu, Âdem'in durumu gibidir. Onu topraktan yarattı, sonra ona 'Ol' dedi, o da oluverdi." (Âl-i İmrân, 59)
Kur'ân-ı Kerim'de, "kelime" sözcüğünün yüce Allah'a izafe edildiği her yerde bununla "söz" kastedilmiştir. Şu ayet-i kerimelerde olduğu gibi: "Allah'ın kelimelerini değiştirebilecek kimse yoktur." (En'âm, 34) "Allah'ın kelimeleri değişmez." (Yûnus, 64) "Allah kelimeleriyle hakkı gerçekleştirir." (En-fâl, 7) "Üzerlerine Rabbinin kelimesi hak olanlar inanmazlar." (Yûnus, 96) "Ama kâfirlere azap kelimesi hak oldu." (Zümer, 71) "Böylece Rabbinin kâfirler hakkındaki, 'Onlar ateş ehlidir.' sözü yerini bulmuş oldu." (Mü'min, 6) "Eğer belli bir süreye kadar Rabbinden bir söz geçmiş olmasaydı, aralarında hüküm verilirdi." (Şûrâ, 14) "Yüce olan, yalnız Allah'ın sözüdür." (Tevbe, 40) "Buyurdu ki: Gerçek ve ben gerçeği söylerim." (Sâd, 84) "Biz bir şeyi istediğimiz zaman, söyleyeceğimiz söz, sadece ona 'Ol' dememizdir; derhâl oluverir." (Nahl, 40)
Bu ve benzeri ayetlerde "söz" kavramı kastedilmiştir. Söz ise, konuşanın yanında bulunan bir şeyi muhataba bildirmesidir. Haber amaçlı cümlelerde olduğu gibi. Ya da yanındakini muhatabına yüklemesidir. Emir, nehiy sorgulama, dilek gibi inşa amaçlı cümlelerde olduğu gibi. Bu kavramın yüce Allah'ın sözünde "tamam" sıfatı ile nitelendirilmesi de, bu yüzden olsa gerektir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Rabbinin sözü hem doğrulukça, hem de adaletçe tamamlanmıştır. O'nun sözlerini değiştirebilecek kimse yoktur." (En'âm, 115) "Rabbinin İsrail oğullarına verdiği güzel söz tamamlandı." (A'râf, 137) Âdeta deniliyor ki, kelime söyleyenin ağzından çıktıktan sonra henüz eksiktir, pratiğe dökülmedikçe tamamlanmış ve doğruluğu kanıtlanmış sayılmaz. Ama bu durum, yüce Allah'ın sözünün aynı zamanda O'nun fiili olması ile çelişmez. Çünkü dış gerçekler bir hükme tâbidirler; sözlü, kelâmı amaçlar da bir başka hükme tâbidirler. Dolayısıyla yüce Allah'ın bir şeyi gizlilikten sonra bir peygamberine veya onların dışındaki birine göstermesi ya da onu birine yüklemesi, Allah'ın sözü ve kelâmıdır. Çünkü sözün ve kelâmın, haberin, emir veya yasağın hedeflediği hususu içermektedir. Böyle durumlar için söz (kavl) veya kelime sözcüğünün kullanılması son derece yaygındır. Ama bunun için de ifadenin söz (kavl) ve kelime ile kastedilen hedefi gerçekleştirmesi gerekir. Söz gelimi, söylediğin bir sözden, daha önce dile getirdiğin bir kelimeden dolayı "mutlaka şöyle şöyle yapacağım" dersin. Ama sen bir söz söylememişsin, önceden bir kelime dile getirmemişsin. Sadece bir şeye karar vermişsin, artık o sözünden, herhangi bir aracının girişiminden dolayı vazgeçmezsin ve irade zaafına düşmezsin. Antara'nın şu beyti de buna bir örnektir.
"Savaşın korkulu anlarında kendi kendine deki: Korkup sarsılma; çünkü ya öldürüp rahatlarsın ya da ölüp övülürsün." "Demek"ten maksat, nefsine sarsılmazlığı, kararlılığı ve yerini terk etmeyişi telkin etmektir. Çünkü eğer ölecek olursa, övgü ile ve eğer yenecek olursa rahata kavuşmakla başarı elde etmiş olacaktır.
Bu husus açıklığa kavuştuktan sonra, yüce Allah'ın "kelimeler" ifadesiyle, Hz. İbrahim'i sınavdan geçirdiği birtakım olayları ve uymasını istediği birtakım ahitleri kastettiğini anlarsın. Yıldızlar, putlar, ateşe atılma, hicret ve oğlunu kurban etme gibi sınavlar. Ayet-i kerimede "kelimeler"in neler olduğu belirtilmiyor; çünkü amaç bu değildir. Evet, "Seni insanlara imam yapacağım." İfadesinin "kelimeler"den sonra yer almış olması gösteriyor ki, bununla bazı işler kastedilmiştir ki, Hz. İbrahim (a.s) bunların gereklerini eksiksiz yerine getirerek imamlık misyonunu üstlenmeye lâyık olduğunu kanıtlamıştır. "Kelimeler"in mahiyeti budur. Bunların tamamlanışına gelince, eğer etemmehunne=tamamlayınca" fiilindeki zamir, Hz. İbrahim'e dönükse, bu, Hz. İbrahim'in, kendisinden istenenleri yerine getirmesinin, emredilenleri eksiksiz uygulamasının kastedildiğini gösterir. Şayet, ifadenin zahirinden de anlaşıldığı gibi, fiildeki zamir yüce Allah'a dönükse, o zaman yüce Allah'ın Hz. İbrahim'i kendisinden istenenleri yerine getirme hususunda başarılı kılması, bu hususta ona yardımcı olması kastedildiği sonucu çıkar.
Bazıları, ayet-i kerimede geçen "kelimeler"den maksat, "Yüce Allah'ın, 'Seni insanlara imam yapacağım.' diye başlayan sözleridir." demişlerdir. Böyle bir yaklaşıma itina etmemek gerekir, çünkü Kur'ân-ı Kerim'de "kelimeler" deyiminin, sözel cümleler için kullanıldığına rastlanmaz.
"Seni insanlara imam yapacağım." Yani seni insanların izlediği bir önder yapacağım. Senin sözlerine ve fiillerine uyacaklardır. Çünkü imam, insanların peşinde gittikleri, kendilerine önder kabul ettikleri kimsedir. Bundan dolayı bazı tefsir bilginleri, önderlikten maksadın "peygamberlik misyonu" olduğunu söylemişlerdir. Çünkü ümmet din hususunda peygamberine uyar. Yüce Allah buyuruyor ki: "Biz her peygamberi, Allah'ın izniyle kendisine itaat edilmesi için gönderdik." (Nisâ, 64) Ama bu yaklaşım, yani Hz. İbrahim'e bahşedilen önderliğin peygamberlik olarak değerlendirilmesi son derece yanlıştır. Çünkü birincisi: İfadedeki "imamen" kelimesi ikinci mefuldür, etkeni (âmili) de "câiluke" ifadesidir. Oysa ism-i fail mazi anlamını ifade ediyorsa, meful üzerinde etkili olmaz. Ancak şimdiki zaman ya da gelecek zaman anlamını ifade ettiğinde meful üzerinde etkisi söz konusu olabilir. Bu yüzden, "Seni insanlara imam yapacağım." sözüyle Hz. İbrahim'e (a.s) gelecekte imamet vaadi verilmiştir.
Bu da, vahiy yoluyla verilen bir vaattir ki, ancak peygamberlik misyonuna sahip kimseler için mümkündür. Hz. İbrahim de (a.s) imamlık niteliğini almadan önce peygamber olarak görevlendirilmişti. Şu hâlde ayette sözü edilen "imâmet"ten maksat, bazı tefsir bilginlerinin ileri sürdükleri gibi peygamberlik görevi değildir.
İkincisi: Konunun giriş bölümünde de vurguladığımız gibi, imamlıkla görevlendirilme olayı İbrahim Peygamberin (a.s) ömrünün son demlerinde, meleklerin gelip ona İsmail ve İshak’ı müjdelemelerinden sonra gerçekleşmişti. Melekler, Lût kavmine uğrayıp onları yeryüzünden silmek üzere yola çıkmışlarken ona uğramış ve ona bu müjdeyi iletmişlerdi. Hz. İbrahim bu sırada ilâhî mesajı insanlara sunmakla görevlendirilmiş bir peygamberdi. Dolayısıyla imam olmadan önce peygamber olmuştu. Yani onun imamlık misyonu, peygamberlik misyonundan farklıydı.
Yukarıda sunduğumuz yorumlama biçiminin kaynağı, Kur'ân-ı Kerim'de yer alan kavramların sürekli olarak kullanımından kaynaklanan aşınma ve anlam kaymasıdır. Bu şekilde içerik aşınmasına uğrayan kavramlardan biri de "imamet"tir.
Bazıları bu kavramı, peygamberlik, öncülük ve sınırsız itaat edilirlik olarak yorumlamışlardır.
Diğer bazı tefsir bilginleri, imamlık misyonunu, din ve dünya işleri ile ilgili halifelik, vasilik veya başkanlık olarak açıklamışlardır.
Ama bunların hiçbiri olmaz. Çünkü "nübüvvet"in anlamı, Allah katından haber getirmektir. "Risalet"in anlamı ise, tebliğ misyonunu üstlenmektir. Halifelik ise, bir tür naipliktir. Vasilik de öyle. Başkanlık kavramı da itaat edilirliği ifade eder. Bu da toplumsal yönetimde otorite işlevini görür. Ama bunların hiçbirisi imamlığın anlamını ifade etmez. İmamlık bir insanın başkalarınca izlenmesidir, söz ve fiillerinin tıpatıp uygulanmasıdır. Dolayısıyla, itaat edilmesi zorunlu olan bir peygambere, "Seni insanlara imam yapacağım." ya da "Peygamberliğinin gereği sunduğun mesaj noktasında seni itaat edilen biri yapacağım." demenin bir anlamı yoktur.
Bir peygambere, "Seni din hususunda emreden, nehyeden bir başkan, bir vasi, insanlar arasında baş gösteren anlaşmazlıkları Allah'ın hükmüne göre çözümleyen yeryüzü halifesi yapacağım." demenin ne anlamı vardır?
İmamlık kavramı salt sözel olarak az önceki kelimelerle çelişmez ve sırf bu açıdan kendine özgü bağımsız bir kavram olarak ön plâna çıkmaz. Çünkü peygamber olarak görevlendirildikten sonra itaat edilmesi bu görevinin öngördüğü bir zorunluluk olan bir peygambere, "Seni itaat edilmesi gereken biri yaptıktan sonra, insanların itaat ettikleri biri yapacağım." demek doğru olmaz. Birtakım ifadesel değişikliklerle de olsa bu anlama gelebilecek sözler sarf etmek uygun düşmez. Çünkü aynı mahzurla karşılaşılacaktır.
Ayrıca ilâhî nimetler, sırf ifadesel anlamlarla sınırlı değildir. Bunların gerisinde yatan başka gerçekler vardır. Dolayısıyla, imamlık kavramı, bunlardan öte başka gerçekleri ifade etmektedir. İlâhî kelâma baktığımızda görüyoruz ki, imamlık kavramına yer verilen her yerde, açıklayıcı bir unsur olarak da peşinden "hidayet" kavramına yer veriliyor. Yüce Allah Hz. İbrahim'in yaşam öyküsünden kesitler sunduğu ayetlerde şöyle buyuruyor: "Ona İshak'ı hediye ettik, üstelik Yakub'u da. Hepsini de salih insanlar yaptık. Onları, emrimizle doğru yola ileten imamlar yaptık." (Enbiyâ,72-73) "Onların içinden, emrimizle doğru yola ileten imamlar yaptık." (Secde, 24)
Bu ayetlerde imamlık misyonu, tanımlayıcı bir unsur olarak hidayet, yani doğru yola ileticilik sıfatı ile açıklanıyor. Ayrıca yüce Allah, bu misyonu "emir" ile kayıtlı kılıyor. Bununla demek istiyor ki, imamlık misyonunun hidayet işlevi mutlak değildir. Tersine, bu misyon Allah'ın emriyle gerçekleşen bir misyondur. Emir meselesi de şu ayet-i kerimelerde açıklığa kavuşturuluyor: "Onun emri, bir şeyin olmasını istedi mi ona sadece 'ol' demektir, hemen oluverir. Yücedir O ki, her şeyin melekûtu O'nun elindedir." (Yâsîn, 82-83) "Bizim emrimiz yalnız bir tektir, göz açıp yumma gibidir." (Kamer,50)
Bu iki ayetti açıkladığımızda, ilâhî emrin, bu ayetlerden birinde "melekut" olarak isimlendirildiğini ve bunun yaratılışın bir başka yönü olduğunu vurgulayacağız. Yaratılışın bu yönüyle yaratıklar her türlü zaman ve mekân kaydından temizlenmiş değişim ve başkalaşım unsurlarından soyutlanmış olarak Allah'a yönelirler. "Ol" kelimesi ile kastedilen de budur ve bu, bir şeyin objektif varlığından başka bir şey değildir. Ki bu, şeylerin diğer yönü olan yaratma karşısındadır. Değişkenlik, tedricîlik, hareket ve zaman yasalarına uyarlanma da bu yönde (yaratmada) söz konusudur. İleride inşaallah daha ayrıntılı bilgi sunana kadar, şimdilik ana hatlarıyla yaptığımız bu değinme ile yetinmelisin.
Kısacası, imam yola ileticidir, kendisine eşlik edeni melekutu bir emirle doğru yola iletir. Bu bakımdan imamlık misyonu batini olarak insanların işleri üzerinde bir tür velâyet yetkisine sahip olmak demektir. Allah'ın emri ile hidayet etmesi de, insanları istenen hedefe ulaştırmasıdır; salt bir yol gösterme işi değildir. Çünkü yol gösterme, nebi ve resulün görevidir. Her mümin de nasihat ve güzel öğüt aracılığı ile insanlara Allah'ın yolunu gösterebilir. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Biz, her peygamberi yalnız kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara açıklasın. Sonra, Allah dilediğini saptırır, dilediğini yola iletir." (İbrâhîm, 4) Yüce Allah, Firavunoğulları arasında yer alan bir müminle ilgili olarak şöyle buyurur: "İnanan adam dedi ki: Ey kavmim, bana uyun, sizi doğru yola götüreyim." (Mü'min, 38) Bir diğer ayette de şöyle buyuruyor yüce Allah: "Her topluluktan bir grubun toplanıp dini iyice öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine dönüp geldikleri zaman kaçınmaları için onları uyarmaları gerekmez mi?" (Tevbe, 122) Bu hususta daha detaylı bilgiler sunacağız.
Yüce Allah, söz konusu kullarına imamlık misyonunu bahşedişinin gerekçesini şu şekilde açıklıyor: "Sabrettikleri ve ayetlerimize kesinlikle inandıkları için..." (Secde, 24) Burada, söz konusu misyonu hak edişlerinin geri plânındaki sebep, Allah yolunda sabırlı oluşları olarak açıklanıyor. İfadede sabırla ilgili bir kayda yer verilmiyor. Dolayısıyla bu kavram, insanın tâbi tutulduğu her türlü sınavla, kulun kulluğunun sınandığı her türlü musibetle ilgilidir. Bir de onların kesinlikle inananlar olduğundan söz ediliyor.
Yine Hz. İbrahim'in yaşam öyküsü sunulurken şöyle bir ifadeye yer veriliyor: "Böylece biz İbrahim'e göklerin ve yerin melekûtunu gösteriyorduk ki, kesin inananlardan olsun." (En'âm, 75) Ayetin zahirinden şöyle bir sonuç elde edilebilir: Hz. İbrahim'e melekûtun gösterilmesi, kesin inanca ulaşması için bir mukaddime konumundaydı. Böylece, kesin inancın melekûtu gözlemlemenin ayrılmaz bir unsuru olduğu açığa çıkıyor.
Şu ayetler de bu gerçeği vurgulamaya yöneliktirler:
"Hayır, kesin bilgi ile bilseydiniz, elbette cehennemi görürdünüz." (Tekâsur, 5-6) "Hayır, onların işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas olmuştur. Hayır, doğrusu o gün onlar, Rablerinden perdelenmişlerdir. Sonra onlar elbette cehenneme gireceklerdir... Hayır, iyilerin yazısı İlliyyîn'dedir. İlliyîn'in ne olduğunu sen nereden bileceksin? Yazılmış bir kitaptır. Yaklaştırılmış olanlar onu görürler." (Mutaffif în, 14-21) Bu ayet-i kerimeler gösteriyor ki, yaklaştırılmış olanlar, kalbi ilgilendiren bir perde sonucu Rablerinden perdelenmeyen kimselerdir. Bu perde günah, cehalet, şek ve şüphedir. Yaklaştırılmışlar kesin inanç sahipleridirler ve onlar cehennemi gördükleri gibi İlliyîn'i de görürler. Kısacası, imam kesin inanca sahip bir insan olmalıdır. Yüce Allah'ın kelimeleri aracılığı ile melekût âlemini gözlemleyebilmelidir. Bundan önce "melekût" kavramının "emir" olduğunu, onunda şu âlemin iki yönünden birini oluşturduğunu vurgulamıştık. Çünkü yüce Allah'ın, "emrimizle doğru yola iletirler." ifadesi gösteriyor ki, imam, hidayet kavramı ile ilgili olan her şeyin -kalpler ve amellerin- batınını ve hakikatini bilir. Söz konusu şeyin emirle (melekûtla) ilgili yönü imamın gözü önündedir, ona gizli olamaz. Bilindiği gibi kalpler ve ameller diğer şeyler gibi iki yönlüdürler.
Dolayısıyla imam kulların hayır ve şer nitelikli amellerini görür. O her iki yolu da kontrol eder. Yani hem mutluluk, hem de bedbahtlık yolunu...
Ulu Allah bir ayette şöyle buyuruyor: "Her milleti imamıyla çağıracağımız gün..." (İsrâ, 71) Burada amel kitabının dışında gerçek imamın kastedildiğini ileride açıklayacağız. Çünkü ayetin zahirinden böyle bir sanıya kapılabilir insan. İmam sırların yoklanıp ortaya döküleceği gün insanları Allah'a doğru yürütür. Tıpkı şu dünya hayatının zahirî ve batini alanlarında onları sevk ettiği gibi. Bu ayet-i kerime bunun yanı sıra, hiçbir zamanın imamsız olmayacağını, her zamanın bir imamı olması gerektiğini ortaya koyuyor. "Her millet..." ifadesi bunu gösterir. Ayeti ele aldığımız zaman vardığımız bu sonucu daha ayrıntılı biçimde açıklayacağız. Ancak bu anlam, yani imamlık misyonu, yüceliği ve onurlu bir makam oluşuna göre ancak kendi zatından dolayı mutluluk niteliğine sahip kimse için geçerli olabilir. Çünkü zatına zulüm ve bedbahtlık unsurlarının bulaşması muhtemel olan birisinin mutluluğu ancak kendisinin dışındaki birinin hidayetine bağlıdır. Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "...Hakka götüren mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan mı?" (Yûnus, 35) Bu ayette doğru yola ileten ile ancak başkası tarafından iletilebilen kişi arasında bir karşılaştırma yapılıyor. Bu karşılaştırmadan çıkan sonuca göre, doğru yola ileten kimse, kendiliğinden hidayet bulmuş olandır. Başkası tarafından doğru yola iletilen kimse ise, elbette hakka hidayet edici olamaz.

Yaptığımız bu açıklamalardan şu iki sonuç çıkıyor:
a) İmamın sapıklık ve günaha karşı korunmuş (masum) olması zorunluluğu vardır. Aksi takdirde kendisinden dolayı hidayet edici olamaz. Daha önce buna değindik. Şu ayet-i kerime de bu hususu vurgulamaya dönüktür: "Onları, emrimizle doğru yola ileten imamlar yaptık ve onlara hayırlı işler yapmayı, namaz kılmayı ve zekât vermeyi vahyettik. Onlar bize kulluk eden insanlardı." (Enbiyâ,73) Şu hâlde imamın işleri hayırdır, hayra dönüktür. Bu işleri başkasının yol göstericiliği ile değil, kendi nefsinin ulaşması ve ilâhî destek ve Rabbanî yardım ile gerçekleştirir.
Bunun kanıtı da, "hayırlı işler yapma" ifadesinin orijinalinde geçen masdarın muzaf oluşu [fi'le'el-hayrati] ve bunun da fiilen gerçekleşmiş bir şeyi göstermesidir. Yani bu ifade, "Onlara hayırlı işler yapın diye vahy ettik" ifadesinden farklı bir yapıdadır. Çünkü bu tarz bir ifade gerçekleşmişliği, yaşanmışlığı anlatmaz. Oysa "Onlara hayırlı işler yapmayı vahyettik." ifadesi, onların işlemiş oldukları hayırlı amellerin batini bir vahiy ve semavî bir destek ile gerçekleştiğini gösterir.
b) Sapıklık ve günaha karşı korunmuş (masum) olmayan biri, elbette gerçeğe iletici imam olamaz.
Bu açıklamadan çıkan sonuç şudur: "İbrahim, 'Soyumdan da.' deyince Allah, 'Benim ahdimin zalimlere ermez.' demişti." İfadesindeki "zalimler" deyimini kısıtlayan bir kayıt yoktur. Bu yüzden kendisinden şirk ve günah gibi herhangi bir zulüm sadır olan herkes bu deyimin kapsamına girer. Ömrünün belli bir döneminde, böyle bir duruma düşse ve sonra tövbe edip durumunu düzeltse bile. Üstatlarımızdan birine (Allah rahmet etsin); bu ayetten hareketle, imamın masumluğu sonucunun nasıl çıkarıldığı soruldu. O şu cevabı verdi: Aklî bir bölme olarak insanlar dört gruba ayrılırlar.
a) Bütün ömürleri boyunca zalim olanlar.
b) Bütün ömürleri boyunca hiç zulüm işlemeyenler.
c) Ömrünün başlangıcında zalim olup da sonunda bundan vazgeçenler.
d) Ömrünün başında zulümden kaçınıp da sonunda zulüm işlemeye başlayanlar.
Hz. İbrahim (a.s), soyundan birinci ve dördüncü kategoriye girenler için imamlık niteliğini istemeyecek kadar büyük bir kişiliktir. Geriye iki kısım kalıyor. Yüce Allah bunlardan birini ahdinin kapsamına almayı reddediyor. Bunlar, ömürlerinin başlarında zulüm işleyip de sonunda bundan vazgeçenlerdir. Geriye bir grup insan kalıyor. Bunlar da tüm hayatları boyunca hiç zulüm işlemeyen kimselerdir.

Şu noktaya kadar yaptığımız açıklamaların ışığında aşağıdaki hususlar aydınlığa kavuşuyor.
1) İmam Allah'ın belirlemesiyle belirlenir.
2) İmam, ilâhî koruma sonucu masum olmalıdır.
3) Yeryüzü, üzerinde insanlar yaşadıkça gerçek imamdan yoksun kalmaz.
4) İmam Allah tarafından desteklenmelidir.
5) Kulların amelleri imamın bilgisine kapalı değildir.
6) İmam, insanların dünya ve ahiret ile ilgili olarak ihtiyaç duydukları tüm bilgilere sahip olmalıdır.
7) İnsanlar arasında kişisel faziletler bakımından imamdan daha üstün birinin bulunması imkansızdır.
İmamlık misyonu ile ilgili meselelerin özünü bu yedi husus oluşturmaktadır. Bu sonuçları, ele almakta olduğumuz bu ayet-i kerime ile ilgili diğer ayetlerden çıkarıyoruz. Gerçeğe ileten ulu Allah'tır.
Şayet desen ki: Eğer imamlık, Allah'ın emri ile hidayete iletmeyi ifade ediyorsa ve bu da "...hakka götüren mi uyulmaya daha lâyıktır, yoksa yola götürülmedikçe kendisi doğru yolu bulamayan mı?" (Yûnus, 35) ayetinin de vurguladığı gibi, insanın kendiliğinden doğruyu bulması eşliğinde olan hakka iletmek demekse, o zaman bütün peygamberler kesinlikle imamdırlar. Çünkü peygamberin üstlendiği peygamberlik misyonunun, Allah'ın vahiy aracılığı ile sunduğu yol göstericiliği olmadıkça yerine gelmeyeceği açıktır. Yani peygamber bu niteliği kendi çabası ile bir başkasından, öğretim ya da öğüt gibi yöntemlerle edinmez. Bu durumda birine peygamberlik misyonunun bahşedilmesi, zorunlu olarak imamlık misyonunun da bahşedilmesini gerektirir. Şu hâlde siz yukarıdaki iddianızla, kendi kendinizi çelişkiye düşürdünüz.
Cevabında şöyle deriz: Ayet-i kerimeden çıkardığımız sonuçlar doğrultusunda yaptığımız açıklamaların ışığında şu husus açıklığa kavuşuyor: Hak ile hidayet edicilik ki bu imamlık demektir, hak ile hidayet bulmuşluğu gerektirir. Ama bunun tersten ifadesi, yani hak ile hidayet bulmuş herkesin hak ile başkasını hidayet etmesi, dolayısıyla her peygamberin kendiliğinden hidayet bulmuş olduğuna göre imamlık misyonuna sahip olması gerektiği henüz tam olarak açıklığa kavuşmuş değildir. Onun için de yüce Allah, bazı ayetlerde hak ile gerçeği bulmaktan söz ediyor; ama bunu başkalarını hakka iletmeye yönelik bir işaret olarak sunmuyor.
Nitekim şu ifadede buna yönelik bir vurgulama vardır: "Biz ona İshak' ı ve Yakub'u da hediye ettik; hepsine de doğru yolu gösterdik. Nitekim daha önce Nuh'a ve onun soyundan Davud'a, Süleyman'a, Eyyub'a, Yusuf'a, Musay'a ve Harun'a yol göstermiştik. Biz güzel davrananlara böyle karşılık veririz. Zekeriyya, Yahya, İsa ve İlyas'a da. Hepsi iyilerden idiler. İsmail, Elyes'a, Yunus ve Lût'a da. Hepsini âlemlerden üstün kıldık. Babalarından, çocuklarından ve kardeşlerinden bazılarını da... Onları seçtik ve onları doğru yola ilettik. İşte bu Allah'ın hidayetidir, kullarından dilediğini buna iletir. Eğer onlar Allah'a ortak koşsalardı, kendileri için yaptıkları her şey hiç olur giderdi. İşte onlar, kendilerine kitap, hüküm ve peygamberlik verdiğimiz kimselerdir. Şimdi şunlar, bunları inkâr ederse, biz, onları inkâr etmeyecek bir toplumu onlara vekil bırakmışızdır. İşte onlar, Allah'ın hidayet ettiği kimselerdir. Onların yoluna uy." (En'âm, 84-90)
Gördüğün gibi, ayetlerin akışının verdiği mesajdan söz konusu hidayetin değişmeyeceği, başkalaşmayacağı sonucu çıkmaktadır. Bu hidayet Resulullah'ın ardından, ümmetinin özellikle İbrahim'in soyundan gelenlerin üzerinden kaldırılmayacaktır. Şu ayet-i kerime de bu hususa yönelik bir işaret içermektedir: "Bir zaman İbrahim, babasına ve kavmine demişti ki: 'Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk ederim. Çünkü O, bana doğru yolu gösterecektir.' Allah onu (tevhit kelimesini) soyu arasında devamlı kalacak bir kelime kıldı ki insanlar hakka dönebilsinler." (Zuhruf, 26-28)
Bu ayetlerden anlaşıldığı kadarıyla, Hz. İbrahim şu anda, onların kulluk ettikleri düzmece ilâhlardan uzak olduğunu belirtiyor ve gelecekte Allah tarafından hidayet edileceğini onlara haber veriyor. Onun kastettiği, gerçek anlamıyla Allah'ın emri ile hakka iletilmektir. Görüş ve ibret alma sonucu ulaşılan hidayet değil. Çünkü bu ikinci şıktaki hidayet, bu aşamada gerçekleşmiş durumdadır. "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk sunarım." ifadesi bunun kanıtıdır.
Ardından yüce Allah, bu hidayeti, İbrahim'in soyunda kalıcı bir kelime yaptığını bildiriyor. Kur'ân-ı Kerim'in "kelime" kavramını "söz" anlamının dışında olgular için kullandığı yerlerden birisi de budur. Bunun bir örneği de şu ayet-i kerimedir: "Onları takva kelimesine bağladı. Zaten onlar buna lâyık idiler." (Fetih, 26)
Sonuç olarak diyoruz ki: İmamlık misyonu Hz. İbrahim'den sonra, onun evlâtlarına geçmiştir. "Soyumdan da, deyince Allah, 'Benim ahdim zalimlere ermez.' demişti." ifadesi buna işaret etmektedir. Hiç kuşkusuz Hz. İbrahim (a.s) imamlığı soyundan gelen bazı kimseler için istemiştir, tüm zürriyeti için değil. Bu misyonun zalimlere verilmeyeceği belirtilerek ona cevap veriliyor. Tüm soyu zalimlerden oluşamayacağına göre, bu isteğin zalimleri kapsamaması, tüm soyunu kapsamaması anlamına gelmez. Bu ayette, Hz. İbrahim'in isteğinin kabul gördüğü ve bunun bir ahit olduğu, ayrıca bu ahdin zalimlere ermeyeceği dile getiriliyor.
"Benim ahdim zalimlere ermez." ifadesi, zalimlerin ilâhî ahdin kapsamından uzak olduklarına işaret etmektedir. Buna kinaye yoluyla istiare sanatı denir.

AYETİN HADİSLER IŞIĞINDA AÇIKLAMASI

el-Kâfi'de belirtildiğine göre, İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur: "Yüce Allah İbrahim'i nebi yapmadan önce kul yaptı. Resul yapmadan önce nebi yaptı. Dost yapmadan önce resul yaptı. İmam yapmadan önce dost (halil) yaptı. Saydığımız bu nitelikleri üzerinde toplayınca Allah ona, 'Seni insanlara imam yapacağım.'dedi. Hz. İbrahim'in gözünde imamlık o kadar önemliydi ki: 'Soyumdan da.' dedi. Allah dedi ki: 'Benim ahdim zalimlere ermez, demişti.' Ahmak ve beyinsiz biri, takvalı insanın imamı olamaz." [c.1, s.174-175, h: 1, 2 ve 4]

Ben derim ki: Bu anlamı içeren bir diğer hadis de yine İmam Sadık'tan (a.s), ama bir başka kanaldan rivayet edilmiştir. İmam Bâkır'dan (a.s) da benzeri bir rivayet aktarılmıştır. İmam Bâkır'dan (a.s) aktarılan rivayetin aynısını Şeyh Müfid İmam Sadık'tan (a.s) rivayet etmiştir. "Allah İbrahim'i nebi yapmadan önce kul yaptı." Bunu yüce Allah'ın şu sözünden de anlamak mümkündür. "Andolsun biz, önceden İbrahim'e de doğru yolu bulma kabiliyetini vermiştik. Zaten biz onu biliyorduk' ...Ben de buna şahitlik edenlerdenim." (En-biyâ, 51-56) Hz. İbrahim'in yaşam sürecinin ilk aşamasında kul yapıldığının işaretleri bu ayetlerde gözlemlenmektedir.
Bil ki, yüce Allah'ın herhangi bir insanı kul yapması, o insanın özünde sahip olduğu varoluşsal kulluk niteliğinden farklı bir durumdur. Çünkü kulluk, varoluşun ve yaratılışın bir gereğidir. Anlayış ve bilinç sahibi bir yaratık, bu temel nitelikten soyutlanmış olarak düşünülemez. Bu bakımdan birini kul yapmak veya edinmek söz konusu olamaz. Çünkü insanın varlığı Rabbinin mülküdür, O'nun tarafından yaratılmış, O'nun tarafından biçimlendirilmiştir. İnsanın günlük hayatında, Allah'ın mülkü olmanın gereklerini yerine getirmesi, yüce Rabbinin rablik makamına teslim olması veya bunun tam tersi bir tutum sergilemesi, onun bu varoluşsal niteliğinde bir değişikliğe yol açmaz. Nitekim ulu Allah şöyle buyuruyor: "Göklerde ve yerde bulunan herkes Rahman'a kul olarak gelecektir." (Meryem, 93) Ancak bir insan günlük hayatında, yeryüzünde büyüklenerek, haddini aşarak kul olmanın gereklerini yerine getirmezse, kulluğun kurallarına uymazsa, kulluğun amaçları bakımından onun "kul" olarak isimlendirilmemesi gerekir. Çünkü kul, Rabbine, yani sahibine teslim olan, kendi yönetimini onun iradesine bağlayan kimseye denir. Dolayısıyla hem kişilik bakımından ve hem de amelde kulluğun gereğini yerine getirenden başkası "kul" olarak anılmamalıdır. Çünkü ancak böyle birisi gerçek kuldur. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Rahman'ın kulları yeryüzünde mütevazı olarak yürürler." (Furkan, 63)

Şu hâlde yüce Allah'ın bir insanı kul edinmesi (yani kul olarak kabul etmesi ve rububiyet sıfatıyla ona yönelmesi), onun velâyetini (veliliğini), yönetimini üstlenmesi demektir. Tıpkı efendinin kölesinin yaşamını yönlendirmesi gibi, O da kulunun hayatını yönlendirir, biçimlendirir. Kulluk, velâyetin anahtarıdır. Şu ayet-i kerime de bunu pekiştirir niteliktedir: Benim velim, kitabı indiren Allah'tır. O iyilerin velisidir." (A'râf, 196) Yani Allah, velâyete lâyık olanların velisidir.
Ayrıca yüce Allah kitabında yer alan bazı ayetlerde Hz. Peygamberi kul olarak nitelendirmiştir. Ulu Allah buyuruyor ki: "O ki, kuluna kitabı indirdi." (Kehf, 1) "Kuluna açık açık ayetler indiren O'dur." (Hadîd, 9) "Allah'ın kulu kalkıp ona dua edince..." (Cinn, 19) Böylece anlaşılıyor ki, birini kul edinmek, onu velâyeti altına almaktır.
"Resul yapmadan önce nebi yaptı." Ehlibeyt İmamlarına dayandırılan rivayetlerde, nebi ile resul arasındaki fark şu şekilde dile getirilir: Nebi, kendisine vahyedilen mesajı, rüyasında görüp algılayan kimsedir. Resul ise, vahiy getiren meleği gören ve onunla konuşan kimsedir. Hz. İbrahim'in yaşam öyküsünü konu edinen ayetler incelendiğinde böyle bir süreci fark etmek mümkündür. Ulu Allah buyuruyor ki: "Kitapta İbrahim'i de an; o çok doğru bir peygamberdi. Babasına demişti ki: Babacığım, işitmeyen, görmeyen ve sana hiçbir şey kazandırmayacak olan şeylere niçin tapıyorsun?" (Meryem, 41-42) Ayette açıkça dile getiriliyor ki, Hz. İbrahim (a.s) babasına bu sözleri söylediği sırada doğru sözlü bir peygamberdi. Bu açıklama, Hz. İbrahim'in kavminin yanına ilk kez gelip, "Ben sizin taptıklarınızdan uzağım. Ben yalnız beni yaratana kulluk sunarım. O bana doğru yolu gösterecektir." (Zuhruf, 26- 27) şeklindeki sözlerini doğrulayıcı bir işlev görüyor.
Bir ayette de şöyle buyuruyor yüce Allah: "Elçilerimiz, İbrahim'e müjde getirdikleri zaman, 'Selâm' dediler. O da, 'Selâm' dedi." (Hûd, 69) Bu ayette işaret edilen olay -ki burada melekleri görüp onlarla konuşma söz konusudur- Hz. İbrahim'in (a.s) babasını ve kavmini terk edişinin ardından, ömrünün son dönemlerinde yaşanmıştır. "Allah onu dost yapmadan önce resul yaptı." şeklindeki söz, şu ayet-i kerimeden çıkarılan bir sonuçtur: "...İbrahim'in hanif (Allah'ı bir tanıyan) dinine tâbi olan kimseden din bakımından daha güzel kim vardır? Allah, İbrahim'i dost edinmiştir." (Nisâ, 125) Ayetten anlaşıldığı kadarıyla yüce Allah Hz. İbrahim'i bu hanif (Allah'ın birliği esasına dayanan) dininden dolayı dost edinmiştir, ki O, bu dini Rabbinin emri doğrultusunda sistemleştirmiştir. Şu hâlde, burada Hz. İbrahim'in hanif dininin yüksek onurunu vurgulama amacı güdülmektedir, ki Hz. İbrahim de bu din sayesinde dostluk onuruna erişmiştir.
Dost/halil arkadaştan daha özel bir konuma sahiptir. Çünkü iki kişi ilişkileri ve karşılıklı sevgilerinde içten davrandıklarında arkadaş olurlar. Bu arkadaşlık, ihtiyaçlarını yalnızca ona açma derecesine varırsa, o zaman dost (halîl) olunur. Çünkü "halîl"in kökü olan "hillet" yoksulluk ve ihtiyaç anlamını verir.
"Ahmak, beyinsiz biri takvalı insanın imamı olamaz." İfadesi şu ayet-i kerimeye göndermede bulunmaktadır: "Nefsini ahmaklaştırandan başka, kim İbrahim'in dininden yüz çevirir? Andolsun ki, biz onu dünyada beğenip seçmiştik. Ahirette de o iyilerdendir. (İbrahim'i seçtik) o zaman ki Rabbi ona, 'İslâm ol.' demişti. O da âlemlerin Rabbine teslim oldum.' demişti" (Bakara, 130-131)
Burada yüce Allah İbrahim'in dininden yüz çevirmeyi, -ki bu, bir tür zulümdür- ahmaklık, beyinsizlik olarak nitelendiriyor. Buna karşılık olarak da "seçme"den söz ediyor. Seçmeyi de "teslim olma" olarak açıklıyor. "Rabbi ona 'Teslim ol.' demişti." ifadesi üzerinde iyice düşünüldüğü zaman, bu hususu kavramak mümkündür.
Bir ayette de İslâm ile takvayı bir sayıyor ya da aynı konuma getiriyor: "Allah'tan, nasıl korkup sakınmak gerekiyorsa, öylece de korkup sakının ve ancak Müslümanlar olarak ölün." (Âl-i İmrân,102) Bu mesele üzerinde iyice düşünmelisin!
Şeyh Müfid, Dürüst ve Hişam kanalıyla Ehlibeyt İmamlarından şöyle rivayet eder: "İbrahim önceleri peygamberdi, ama imam değildi. Sonra yüce Allah ona, 'Seni insanlara imam yapacağım.' dedi. 'Soyumdan da.' dedi. Allah-u Teala dedi ki: 'Benim ahdim zalimlere ermez.' Put, heykel ve benzeri şeylere kulluk sunan kimse imam olamaz."
Ben derim ki: Bu ifadelerin ne anlama geldiklerini önceki açıklamalarımızdan anlamak mümkündür.
Şeyh'in el-Emalî adlı eserinde senet zinciri ile, İbn'ül- Meğazili'nin el-Menakıb adlı eserinde merfu olarak İbn-i Mes'ud'un şöyle dediği rivayet edilir: "Peygamber efendimiz (s.a.a) ayetle ilgili olarak yüce Allah'ın Hz. İbrahim'e, 'Benim dışımda putlara secde eden birini imam yapmam.' şeklindeki sözünü açıkladıktan sonra şöyle buyurdu: Nihayet dua, bana ve kardeşim Ali'ye ulaştı ki, hiçbirimiz asla herhangi bir puta secde etmiş değiliz." [c.1, s.388]
ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde deniyor ki: Veki ve İbn-i Mürdeveyh, Ali b. Ebu Talib'ten (a.s), o da Resulullah efendimizden (s.a.a) "Benim ahdim zalimelere ermez." ifadesiyle ilgili olarak şöyle rivayet ederler: "Ancak maruf (iyilik) hususunda başkalarına itaat edilebilir."
Yine ed-Dürr'ül-Mensûr tefsirinde belirtildiğine göre, Abd b. Humeyd, İmrân b. Husayn'den şöyle rivayet eder: Resulullah'ın (s.a.a) şöyle buyurduğunu duydum: "Allah'a isyan hususunda yaratılmışa itaat edilmez."
Tefsir'ul-Ayyâşî'de, değişik rivayet zincirleriyle Safvan el-Cemmal'in şöyle dediği rivayet edilir: "Mekke'de bulunduğumuz sıralarda, 'Hani Rabbi bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle sınamış, o da onları tamamlayınca...' ayeti üzerinde konuşuyorduk. Dedi ki: O kelimeleri Muhammed, Ali ve Ali soyundan gelen imamlarla tamamladı. Şu ayet de bunu gösteriyor: Onlar birbirlerinden türeme tek bir zürriyettir. Allah işitendir, bilendir." (Âl-i İmrân, 34) [c.1, s.57, h: 88]
Ben derim ki: Bu rivayet, ayetteki "kelime" kavramı ile "imamlık" misyonunun kastedildiği varsayımına dayanıyor. Nitekim yüce Allah'ın şu sözü de bu yaklaşıma göre tefsir edilmiştir: "O, bana doğru yolu gösterecektir. Allah bunu onun soyunda kalıcı bir kelime yaptı..." (Zuhruf, 27-28) Buna göre ayetin anlamı şöyledir: Rabbi, bir zaman İbrahim'i birtakım kelimelerle -ki bu, onun, İshak'ın ve soyunun imamlığıdır- sınamıştı ve bunu İsmail'in soyundan gelen Muhammed'in ve onun Ehlibeyti'nin imamlığı ile tamamladı. Sonra meseleyi şu sözüyle açıklamış ve şöyle demişti: "Ben seni insanlara imam yapacağım..."
Cevapla

“12 İmam (İmamet) İnancı” sayfasına dön