Hz. Peygamber'in Hayatı, Fazileti...

Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Hz. Peygamber'in Hayatı, Fazileti...

Mesaj gönderen f_altan »

HZ. PEYGAMBER (S.A.A)’İN KISACA BİYOGRAFİSİ

Adı: Muhammed, Ahmed (s.a.a).
Lakapları: Resulullah (s.a.a), Hatem’ul-Enbiya.
Künyesi: Ebu’l-Kasım.
Baba-Ana: Abdullah, Âmine.
Doğumu: Rebi’ul-Evvel ayının 17’sinde (Miladi 571), Cuma günü şafak vakti Mekke’de doğdu.
Evliliği: Resulullah (s.a.a) evlendiği zaman yirmi beş, İbn-i Abbas ve bir grup diğer bilginlerin sözüne göre Hz. Hatice de yirmi sekiz yaşında idi.
Nübüvvet Dönemi: Kırk yaşında, peygamberliğe seçildi. Peygamberliği on üç yıl Mekke’de ve on yıl da Medine’de olmak üzere 23 yıl sürmüştür. Nübüvveti, Receb’in 27’sinden (M.610) başlamıştır.
Hicreti: Mekke'den Medine'ye Sefer ayının ilk gününde.
Rıhleti: Hicretin 11. yılı Sefer ayının 28’inde, 63 yaşında Medine-i Münevvere’de dünyadan göçmüştür.
Mezarı: Medine’de Mescid’ün-Nebi’nin yanında.
Yaşam Dönemi:
1)Nübüvvet öncesi dönem 40 yıl.
2)Nübüvvet ve Mekke’de put perestlerle mücadele dönemi 13 yıl.
3)Mekke’den Medine’ye hicret, İslam hükümlerinin icrası, İslam hükümetinin istikrarı ve İslam dininin yayılması ve neşri için çaba ve gayret dönemi -yaklaşık 10 yıl-.
Çocukları: Hz. Peygamber'in Hatice’den; Kasım, Tahir; Ümmü Gülsüm, Rukayye, Zeyneb ve Fatıma adlı altı çocuğu, Mariye’den de İbrahim adında bir oğlu vardı. Resulullah'ın, Fatıma (a.s) hariç bütün evlatları kendi hayatı döneminde vefat ettiler. Hz. Peygamber’in nesli, Hz. Fatıma’dan devam etmiştir.
En son f_altan tarafından 31 Tem 2007, 17:38 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

HZ. RESULULLAH'IN (S.A.A) HAYATI

Resulullah (s.a.a), Fil yılı, Rabiulevvel ayının on yedisinde (M.570'de) Cuma günü şafak vakti Mekke şehrinde dünyaya geldi.[1]
Resulullah (s.a.a)'in değerli babası, Abdullah bin Abdulmuttalip bin Haşim bin Abdumenaf idi; değerli annesi ise Veheb bin Abdumenaf'ın kızı Amine idi. Görüldüğü gibi her iki şahsiyetin akrabalık bağı Abdumenaf'da birleşiyor.
Hz. Peygamber'in mübarek ismini, İlahi emir gereği Muhammed[2] künyesini ise Ebu'l Kasım[3] koydular.
İmam Bakır (a.s)'ın buyurduğuna göre, Hazretin doğumunun yedinci günü Ebu Talib, Peygamber (s.a.a) için bir kurban kesti ve akrabalarını misafirliğe davet ederek şöyle dedi: "Bu Ahmed'in akikasıdır." Misafirler; "Onun ismini neden Ahmed koydun?" diye sorduklarında, Ebu Talib; "Yer ve gök ehlinin övgüsünden dolayı onun ismini Ahmed koydum." dedi.[4] İşte bundan dolayı Emir-ul Müminin Ali (a.s), Hz. Resulullah (s.a.a)'in de, iki ismi bulunan peygamberlerden olduğunu söylemiştir.[5]
Peygamber (s.a.a) henüz daha dünyaya gelmeden babasını kaybetti;[6]
dünyaya geldikten sonra da onu, süt emmesi için Halime-i Sadiyye'ye emanet ettiler. İbn-i Sad'ın yazdığına göre, Halime Hazreti kucağına alır almaz göğsü sütle doldu; öyle ki, Peygamber ve Halime'nin açlıktan uyumayan çocuğu da o sütten doydular.[7]
Peygamber (s.a.a) üç yaşına kadar annesi Amine'nin de gözetimiyle süt annesi Halime'nin yanında kaldı, daha sonra Mekke şehrine giderek kendi annesinin yanında yer aldı.
Peygamber (s.a.a) altı yaşında iken annesi Amine ve bakıcısı Ümm-ü Eymen'le birlikte akrabalarını görmek için Medine'ye gittiler. Bir ay Medine'de kaldıktan sonra Mekke'ye dönüşte Ebva'ya (Cuhfe'den 37 km. uzak) ulaştıklarında Hazretin değerli annesi vefat edip orada defnedildi. Ümmü Eymen Hz. Peygamber'i Mekke'ye götürdü, orada da Abdulmuttalip onun sorumluluğunu üstlendi.[8] Ama iki yıl sonra Abdulmuttalip de dünyadan göçtü.[9] Onun vasiyeti gereğince Ebu Talib yeğeni Hz. Muhammed (s.a.a)'in sorumluğunu üstlendi.[10]
İbn-i Abbas'ın naklettiğine göre Ebu Talib Hz. Peygamber ile öylesine ilgileniyordu ki, gece ve gündüz ondan bir an olsun ayrılmıyordu, onu kendi yanında yatırıyor ve onun hakkında kimseye güvenmiyordu.[11]
Resulullah (s.a.a) on iki yaşında[12]
Ebu Talib'le birlikte Şam'a yolculuğa çıktı. Bu yolculukta Buheyra isminde bir rahiple karşılaştılar. Buheyra, Mesihi (Hıristiyan) alimlerinin en bilginlerindendi. Hz. Peygamber'i görür görmez, O'nun ahir-uz zaman Peygamberi olduğunu hemen anladı. Buheyra Ebu Talib'e dönüp şöyle dedi: "Önceki semavi kitaplarda bu gencin peygamberliğiyle ilgili haber vardır."[13]
Resulullah (s.a.a) erginlik çağına kadar Ebu Talib'in evinde kaldı. Hazret ahlak, yiğitlik, halkla geçinmek ve emanete riayet etmek bakımından öyle bir ahlaka sahipti ki, halk ona "Emin" lakabını takmıştı.[14]
Resulullah (s.a.a) yirmi yaşında iken "Hilf-ul Fudul" antlaşmasına katıldı. Bu antlaşma Beni Haşim, Beni Zühre ve Beni Temim arasında yapılan en iyi antlaşma idi. Bu antlaşma gereği mazlumlarım hakları zorbalardan alınacak ve gereken yardımlar onlardan esirgenmeyecekti.[15]

* * *

Hz. Hatice asaletli ve serveti olan bir kadındı ve erkekler vasıtasıyla ticaretle uğraşıyordu. Resulullah'ın doğru konuşan ve emanettar biri olduğunu öğrenince O Hazrete, kölesi Meysere ile birlikte ticaret yapmak için Şam'a gitmesini ve kendisine diğer tacirlerden daha fazla pay vereceğini önerdi. Resulullah (s.a.a) Hatice'nin bu önerisini kabul ederek onun malı ile Şam'a doğru yola çıktı. O memlekette mallarını satıp işlerini bitirdikten sonra Mekke'ye doğru hareket etti. Mekke'de ise oradan getirdikleri malları satıp, öncekilere oranla iki kat veya daha fazla kâr elde etti. Üstelik Meysere de yol boyunca Resulullah'tan gördüğü hareket ve davranışları Hatice'ye anlattı.
Hatice, birisi vasıtasıyla Resulullah'a şöyle bir mesaj gönderdi: "Ey amca oğlu, aramızdaki akrabalık bağından ve kavmin arasında yüce, şerefli, soylu, emanettar, iyi huylu ve doğru konuşan biri olmandan dolayı seninle evlenmek istiyorum."
Hatice'nin bu evlenme teklifi öyle bir zamanda oldu ki, Hatice o zamanlar nesep açısından en köklü, şeref ve mal bakımından da bütün kadınların en üstünü idi; herkes onunla evlenmek istiyordu, ama o hiç kimseyi kabul etmiyordu.[16]
Resulullah (s.a.a) Hz. Hatice'nin evlenme teklifini kabul ederek amcalarını onu istemeye gönderdi.[17]
Resulullah (s.a.a) evlendiği zaman yirmi beş[18], İbn-i Abbas ve bir grup diğer bilginlerin sözüne göre Hz. Hatice de yirmi sekiz yaşında idi.[19]
Hz. Peygamber (s.a.a)'in Hz. Hatice ile evlenmesinden, ikisi erkek, dördü kız olmak üzere toplam altı çocuğu oldu. Erkeklerin isimleri; Kasım ve Tahir; kızların isimleri ise Ümmü Gülsüm, Rukayye, Zeyneb ve Fatıma'dır.[20]
Hatice-i Kubra (a.s) Resulullah (s.a.a) ile ortak yaşantısında çok fedakarlıklar yapmıştır. O bütün mal ve servetini aziz eşinin ihtiyarına bırakmış ve bütün kadınlardan önce Hz. Resulullah'a iman etmişti. Resulullah (s.a.a) onun hakkında şöyle buyurmuştur:
"O, insanlar kafir olduğunda bana iman etti, halk beni tekzip ettiğinde o beni tasdik etti, halk beni mahrum bıraktığında o kendi malıyla bana yardımda bulundu."[21]

* * *

Hz. Resulullah'ın yaşantısının en hassas dönemi, 40 yaşına girdiği ve Receb'in 27. günü (M.610) peygamberliğe seçildiği andır.[22] O zamandan itibaren üç yıl boyuca halkı gizlice İslam'a davet etti.[23]
Hz. Resulullah'a ilk iman eden Emir-ul Müminin Hz. Ali olmuştur.[24] Ondan sonra da Hz. Hatice iman etmiştir.
Bi'setin üçüncü yılında Resulullah (s.a.a), halkı açıkça İslam'a davet etmeye emr olundu. Bu emir gereği önce kendi yakınlarını misafirliğe davet ederek onlara şöyle buyurdu:
"Allah-u Teala beni, sizi O'na davet etmeye emretmiştir. İçinizden kim beni tasdik edip bu işte bana yardımcı olursa, sizin aranızdaki kardeşim, vasim ve halifem olacaktır."[25]
Teberi'nin yazdığına göre Ebu Talib oğlu Ali, Peygamber'e yardımcı olacağını ilan eden tek şahıs idi. Peygamber (s.a.a) de oradakilere şöyle buyurdu:
"Bilin ki, bu şahıs, benim sizin aranızdaki kardeşim, vasim ve halifemdir; onun sözlerini dinleyin ve emirlerine itaat edin."[26]
Resulullah (s.a.a) akrabalarını İslam'a davet ettikten sonra, halktan da putlarını bırakıp sadece Allah'a ibadet etmelerini istedi. Bu söz onlara çok ağır geldi; az bir grup hariç hepsi Hazrete düşman kesilmeye başladı. O kritik anda, Mekke'nin büyüğü ve Peygamber'in amcası olan Ebu Talib, kardeşi oğlunun yardımına koştu ve onu yalnız bırakmayacağına dair yemin etti.[27]
Gerçekten öyle de yaptı. Ebu Talib, hayatta olduğu müddetçe Kureyş Hz. Peygamber'i fazla incitemiyordu.
Kureyş büyükleri, Ebu Talib'in koruması altındaki Hz. Peygamber'i tam baskı altına alamadıklarını görünce, yeni müslüman olanları eziyet ve işkence etmeye başladılar. Peygamber (s.a.a), Müslümanların Kureyş'in zulüm ve eziyetinden kurtulmaları için onlara Habeşistan'a hicret etmeleri için izin verdi.
Hicretin altıncı yılında, Mekke müşrikleri, Peygamber (s.a.a)'i öldürme kararı aldılar. Bu yüzden Muhammed (s.a.a)'i kendilerine teslim etmedikçe Beni Haşim'le muamele yapmayacaklarına ve onlardan evlenmeyeceklerine dair kendi aralarında bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşmayı bir deri sayfasına yazarak Ka'be'nin duvarına astılar. Beni Haşim de canlarını korumak için Peygamber (s.a.a) ile "Şi'b-i Ebu Talib" deresine sığındılar; üç yıl boyunca orada kaldılar. Üç yıl sonra Allah-u Teala Peygamberine, antlaşmayı "Allah" lafzı hariç karıncaların yediğini haber verdi. Ebu Talib bu haberi Kureyişlilere iletti ve onlara; "Eğer Muhammed'in söyledikleri doğru çıkarsa ne yaparsınız?" diye sordu. Onlar da: "Artık el çekeriz" dediler. Kureyşliler Ka'be'ye gidip oraya astıkları antlaşmanın "Allah" lafzı hariç karıncalar tarafından yenildiğini görünce kendi antlaşmalarından vazgeçtiler. Bi'setin onuncu yılında vuku bulan bu olay neticesinde Mekke halkından birçok kimseler İslamiyeti kabul ettiler. Böylece Beni Haşim Şi'b-i Ebu Talib'den dışarı çıkabildi.[28]
Peygamber (s.a.a), bi'setin onuncu yılında iki büyük yardımcısı olan Hz. Ebu Talib ve Hz. Hatice'yi kaybetti.[29] bu iki büyük şahsiyetin ölümü Hazrete çok ağır geldi, bundan dolayı o yılın ismini "Hüzün yılı" koydu.[30]
İmam Zeyn'ul- Abidin (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Resulullah (s.a.a), Ebu Talib ve Hatice'yi kaybettiğinde artık Mekke'de kalması güçleşmişti... Allah-u Teala bundan dolayı Hz. Peygamber'in, Mekke'de yardımcısı olmadığından orayı terk edip Medine'ye doğru hareket etmesini emretti."[31]
Ebu Talib merhum olduktan sonra Kureyş'in Peygamber'e eziyeti gittikçe fazlalaştı, Hazrete defalarca ihanet edip O'nun canına kıymak istediler.[32]
Mekke müşrikleri, bi'setin 13. yılı "Dar'un Nedve" denilen bir yerde toplanıp Peygamber'i öldürme kararı aldılar. Bu karara göre çeşitli kabilelerden oluşan gençler hep birlikte Hazret'e saldıracak ve kimin tarafından öldürüldüğü bilinmeyecekti.[33]
Hz. Peygamber (s.a.a) İlahi vahiyle bu komplodan haberdar oldu ve geceleyin Mekke'den ayrılarak Medine'ye doğru yola çıktı. Emir'ul- Müminin Hz. Ali de Peygamber (s.a.a)'in canını korumak için O'nun yatağında yattı.[34]

* * *

Peygamber (s.a.a), Rabi'ul- Evvel ayının ilk günü Mekke'den ayrıldı ve aynı ayın 12. günü Medine'nin yakınlarında olan "Kuba" denilen yere vardı ve orada yaklaşık on gün Hz. Ali'yi bekledi.[35]
Bu müddet içerişinde de Kuba camisini yaptırdı. Daha sonra Hz. Ali'nin gelmesiyle Medine'ye teşrif buyurdular .
Hz. Peygamber'in hicreti ardınca Mekke Müslümanları da yavaş-yavaş Medine'ye hicret etmeye başladılar. Hz. Peygamber (s.a.a) Muhacir ve Ensar (Medine halkı) arasındaki samimiyet bağını güçlendirmek için onların aralarında kardeşlik bağı oluşturdu.
Peygamber (s.a.a) bu teşebbüsü ile Medine'de İslami bir toplum oluşturmuş ve Muhacirlere yardım için de uygun bir zemin hazırlamıştı.
Bu küçük İslam toplumunun kuruluşundan daha 19 ay geçmemişken Müslümanlarla Mekke müşrikleri arasında savaş ateşi tutuştu. İlk önemli ateş Bedir savaşı idi, onun peşi sıra Uhud, Hendek, Hayber, Tebuk vb. savaşlar da vuku buldu.
Peygamber (s.a.a)'in savaşları iki çeşittir; birincisi, kendisinin katıldığı savaşlardır, bu savaşlara "Gazve" denilir. Diğeri ise kendisinin katılmadığı savaşlardır, bu savaşlara da "Seriyye" deniliyor. Gazvelerin sayısının 28, seriyyelerin sayısının ise 38 tane olduğunu söylemişlerdir.[36] Bunca savaş, dokuz yıldan az bir zamanda vuku bulmuştur.
Bu gazve ve seriyyeler, Müslümanların Hicaz topraklarında azamet ve güçlerinin aşikar olmasına ve birçok Arap kabilelerinin Hz. Peygamberle barış antlaşmaları imzalamalarına sebep oldu.
Bu antlaşmaların en önemlisi, Hudeybiye antlaşması idi. Hz. Peygamber bu antlaşmayı, hicretin altıncı yılında Mekke müşrikleriyle yaptı. Bu antlaşma, Hicaz toprağında nisbi bir emniyet ve huzurun oluşmasına yol açtı ve diğer topraklarda da İslam'ın yayılmasına bir ortam hazırladı.
Peygamber (s.a.a), hicretin yedinci yılında İslam'ın geniş bir şekilde yayılmasını sağlamak için birçok mektuplar yazmış ve bu mektupları İran, Rum, Habeş, Mısır, Yemame, Bahreyn vb. ülkelerin kral ve padişahlarına göndererek kendi mesajını onlara iletmiştir.[37]
Resulullah bu mektuplarda onları İslam'a davet ediyordu. Bu vesileyle Hz. Peygamber'in evrensel risaleti dünyanın her tarafına bildirilmiş ve böylece İslam'ın mesajı uzak memleketlere de ulaşmıştır.

* * *

Hicretin sekizinci yılının Ramazan ayında Mekke şehri Peygamber tarafından fethedildi.[38]
Resulullah (s.a.a) ordusuyla birlikte savaşmaksızın Mekke şehrine girdi, ilk teşebbüsünde Mekke halkının hepsini affetti ve Kabe'de bulunan üç yüz atmış putu oradan temizledi[39] ve sonra minbere çıkarak şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Allah Teala cahiliyet tekebbürünü ve atalarla övünmeyi sizin aranızdan temizledi. Bilin ki siz Ademdensiniz, Adem de balçıktandır. Bilin ki, Allah'ın en iyi kulları O'ndan korkan ve günah işlemeyendir."[40]
Resulullah (s.a.a), Mekke'de kısa bir müddet kaldıktan sonra Medine'ye doğru hareket etti. Bir kaç aydan sonra, Rum ordusunun İslam ülkelerine saldırıp o topraklarda ilerlemeyi amaçladıklarını öğrendi. Hazret bu haberi öğrenir öğrenmez İslam ordusunun, Rum ordusuna karşı koymak için Şam sınırlarına doğru hareket etmelerini emretti, kendisi de ordunun komutanlığını üzerine aldı. Uzun bir mesafeyi kat ettikten sonra Hicretin dokuzuncu yılının Şaban ayında, Şam sınırında bulunan Tebuk topraklarına ulaştılar. Ama Rumlulardan hiçbir eser yoktu. Çünkü Rum ordusu, Hz. Peygamber'in komutanlığındaki İslam'ın güçlü ordusunun hareketinden haberdar olmuş ve Müslümanlar karşısında yenilgiye uğramak korkusundan aldıkları kararlarından vazgeçmişlerdi.
Resulullah (s.a.a) düşman tehlikesinin olmadığını görünce ordunun Medine'ye dönmesini emretti. "Tebuk" ismiyle meşhur olan bu gazve Hz. Peygamber'in en son gazvesi sayılmaktadır.
Hz. Peygamber (s.a.a)'in Hicaz topraklarındaki en fazla muvaffakiyet elde ettiği yıl, hicretin dokuzuncu yılıdır. Çünkü o yılın hac merasiminde müşriklerden beraat ilan edildi.[41]
Bu önemli mesele, Kurban Bayramında Emir'ul- Müminin Hz. Ali vasıtasıyla düşmanlara duyuruldu ve onlara, İslam'a karşı tavırlarını belirlemeleri için dört ay fırsat tanındı. Bu beraatın ilanı neticesinde çeşitli kabilelerin elçileri Medine'ye doğru akın etmeye başladılar. Hepsi Hz. Peygamber'in huzuruna gelerek İslam'ı kabul ettiklerini veya İslam'ın gölgesinde yaşamaları için cizye ödemeye hazır olduklarını ilan ettiler.
O yıl çok fazla elçinin Medine'ye akın etmesinden dolayı o yıla; "Amm'ul- Vefud" (Elçiler Yılı) ismini vermişlerdir. Böylece puta tapma adet ve geleneği Hicaz toprağından silinmiş ve yerine tevhid dini yerleşmiştir.

* * *

Resulullah (s.a.a), hicretin onuncu yılında hac amellerini yapmak için Mekke'ye yolculuk yapmaya hazırlandı. Müslümanlar da bu haberi duyunca, hac amellerini doğru bir şekilde kamil olarak öğrenmek için yolculuğa hazırlandılar. Resulullah (s.a.a) Zilkade ayının sonuna dört gün kala Medine'den ayrıldı, Zilhiccenin dördüncü günü ise Mekke'ye vardı.[42]
Hac amellerini yaptıktan sonra Müslümanlarla birlikte o şehirden ayrılarak Medine'ye doğru yola koyuldu. Yüz yirmi bin civarında olan hac kervanı "Cuhfe" denilen yere yetiştiğinde, Hz. Peygamber tarafından kervanın durdurulması emredildi. Resulullah (s.a.a) namazını kıldıktan sonra Gadir-i Hum kenarında bir hutbe okudu, sonra Hz. Ali'nin elini tutup her ikisinin koltuk altları görülecek kadar kolunu yukarıya kaldırdı. Herkes onu görüp tanıdı; sonra yüksek bir sesle şöyle buyurdu:
"Ey insanlar! Müminlerin kendilerinden, onlara daha evla kimdir?"
Halk: "Allah ve resulü daha iyi bilir." dediler.
Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
"Allah-u Teala benim mevlamdır; ben de müminlerin mevlasıyım; ben onlara kendilerinden daha evlayım. Öyleyse ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır."[43]
Resulullah (s.a.a), bu cümleyi üç defa tekrarladı. (Hanbelilerin imamı olan Ahmed bin Hanbel'e göre, dört defa tekrarlamıştır.) Daha sonra şöyle buyurdular:
"Allah'ım! Onunla dost olana dost, ona düşman olana düşman ol; onu seveni sev, ona buğz edene buğz et; ona yardım edene yardım et, ondan yardımını esirgeyenden yardımını esirge; o nereye dönerse hakkı onunla döndür. Biliniz ki, bu sözleri hazır olanlar hazır olmayanlara bildirmelidirler."
Halk henüz dağılmadan Allah-u Teala şu ayet nazil etti:
"Bugün dininizi kemale erdirdim, nimetimi size tamamladım ve din olarak İslam'ı size beğendim."
Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
"Allah-u Ekber! Din kemale erdi, nimet tamamlandı, Allah benim risaletime ve benden sonra Ali'nin velayetine razı oldu."
Daha sonra orada bulunan insanlar Hz. Ali'yi tebrik etmeye başladılar. Ebu Bekir ve Ömer Hz. Ali'yi ilk kutlayan kimselerdendir...
Bu vakıa, Zilhicce'nin on sekizinci günü vuku buldu. Hz. Peygamber'in halife tayin etme işi birkaç defa çeşitli yerlerde tekrarlanmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.a) Haccet'ul- Veda yolculuğundan sonra ömrünün son günlerini yaşıyordu, nihayet hicretin on birinci yılı Sefer ayının yirmi sekizinde fani dünyadan ayrılıp ebedi yurda göç etti.[44]
Hz. Peygamber (s.a.a)'in Hatice'den altı çocuğu vardı, onların isimlerini daha önce zikrettik. Mariye'den de İbrahim isminde bir oğlu vardı. Resulullah (s.a.a)'in, Fatıma (a.s) hariç bütün evlatları kendi hayatı döneminde vefat ettiler.[45]
Hz. Peygamber'in nesli, Hz. Fatıma'dan devam etti.
_____________
Kaynakça:
[1] - İkbal'ul- A'mal, c. 3, s. 121.
[2] - Kafi, c. 8, s. 301.
[3] - Tabakat, c. 1, s. 106.
[4] - Kafi, c. 6, s. 34.
[5] - Uyun-u Ahbar'ur- Rıza, c. 1, s. 245.
[6] - Kısas'ul- Enbiya-i Ravendi, s. 316.
[7] - Tabakat, c. 1, s. 111.
[8] - Tabakat, c. 1, s. 112-117.
[9] - Sire-i İbn-i İshak, s. 68.
[10] - El- İsabe, c. 4, s. 115. Menakıb-i İbn-i Şehraşub, c. 1, 36.
[11] - Kemal'ud- Din, c. 1, s. 172.
[12] - Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 1, s. 121.
[13] - Sire-i İbn-i İshak, s. 73. Sire-i İbn-i Hişam, c. 1, s. 191. Tarih-i Teberi, c. 2, s. 32.
[14] - Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 1, s. 128.
[15] - Tabakat-i İbn-i Sa'd, c. 1, s. 128.
[16] - Sire-i İbn-i İshak, s. 81. Tarih-i Teberi, c. 2, s. 34.
[17] - Tarih-i İbn-i Esir, c. 2, s. 40.
[18] - Misbah'ul- Müteheccid, s. 732.
[19] - Keşf'ul- Ğumme, c. 2, s. 136. Fusul'ul- Muhimme, s. 147. Ensab'ul- Eşraf, c. 1, s. 98. Şezerat'uz- Zeheb, c. 1, s. 14.
[20] - El- Hisal, c. 2, s. 404. Kurb'ul- Esnad, s. 9. Tarih-i Yakubi, c. 2, s. 340.
[21] - İstiâb, c. 2, s. 721. Usd'ul- Ğabe, c. 7, s. 84. el-İsâbe, c. 4, s. 62. Tezkiret'ul- Havas, s. 303.
[22] - Kafi, c. 4, s. 149.
[23] - Kemal'ud- Din, c. 3, s. 345.
[24] - İstiâb, c. 3, s. 1090-1095.
[25] - Tarih-i Teberi, c. 2, s. 62.
[26] - Tarih-i Teberi, c. 2, s. 62.
[27] - El-Huccet-u Ala'z- Zahib, s. 249.
[28] - Tarih-i Yakubi, c. 1, s. 350.
[29] - Tabakat, c. 1, s. 125.
[30] - Kısas'ul- Enbiya, s. 317.
[31] - Kafi, c. 8, s. 340.
[32] - Tarih-i Yakubi, c. 1, s. 355.
[33] - Tarih-i Yakubi, c. 1, s. 358.
[34] - Tabakat, c. 1, s. 228.
[35] - Kafi, c. 8, s. 339.
[36] - Sire-i İbn-i Hişam, c. 4, s. 256.
[37] - Sire-i İbn-i Hişam, c. 4, s. 254.
[38] - Emali-yi Tusi, s. 342. Tefsir-i Ayyaşi, c. 2, s. 73.
[39] - Emali-yi Tusi, s. 336.
[40] - Kafi, c. 8, s. 246.
[41] - Tefsir-i Ayyaşi, c. 2, s. 72.
[42] - Kafi, c. 4, s. 245.
[43] - Zehair'ul- Ukba, s. 67. Menakıb-i İbn-i Meğazili, s. 18.
[44] - Bihar'ul- Envar, c. 22, s. 514-531.
[45] - Bihar'ul- Envar, c. 22, s. 151.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

HZ. RESULULLAH (S.A.A)'İN FAZİLETLERİ VE SİRESİ

Resulullah (s.a.a)'in Makamı

Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur: "Allah-u Teala Muhammed (s.a.a)'den daha üstün ve daha hayırlı bir varlık yaratmamıştır." [1]
İmam Sadık (a.s) da şöyle buyurmuştur: "Allah-u Teala, Peygamberlere bağışladığı her şeyi, Hz. Muhammed'e de bağışlamıştır." [2]
İmam Kazım (a.s) da buyurmuştur ki: "Hz. Muhammed (s.a.a), Allah Teala'nın meb'us kıldığı her peygamberden daha bilgili idi." [3]

Resulullah (s.a.a)'in Evrensel Risaleti

Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
"De ki: Ey insanlar, ben sizin hepinize, göklerin ve yerin sahibi olan, kendisinden başka tanrı bulunmayan, yaşatan, öldüren Allah'ın elçisiyim."[4]
Yine Allah-u Teala buyuruyor ki:
"Biz seni ancak bütün insanlara bir müjdeci ve uyarıcı-korkutucu olarak gönderdik."[5]

Resulullah (s.a.a)'in Son Peygamber Oluşu

Allah-u Teala buyuruyor ki:
"Muhammed, sizin erkeklerinizden hiç birinin babası değildir; fakat o, Allah'ın elçisi ve peygamberlerin sonuncusudur."[6]
İmam Rıza (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Muhammed (s.a.a)'in şeriatı, kıyamet gününe kadar nesh olmayacaktır ve O'ndan sonra kıyamet gününe kadar da bir peygamber gelmeyecektir." [7]

Resulullah (s.a.a)'in Zühdü

Hz. Ali (a.s) bu hususta şöyle buyurmuştur:
"Resulullah (s.a.a), yerde yemek yerdi, kul gibi otururdu, ayakkabısını kendisi tamir ederdi, elbisesini kendisi yamardı, eğersiz merkebe binerdi; biri daha varsa ardına bindirirdi. Evinin kapısına, üstünde resimler bulunan bir perde asılmıştı; zevcelerinden birine; "Şunu kaldır; zira ona baktıkça dünya ziynetlerini hatırlıyorum" buyurmuştu. Dünyayı gönlünden çıkarmıştı; onu anmayı hatırından geçirmezdi. Dünyayı o kadar gözden çıkarmıştı ki, ne gönül bağlayacağı güzel bir elbisesi vardı, ne de üstüne oturacağı bir sergisi." [8]

Resulullah (s.a.a)'in Emanettarlığı

İmam Sadık (a.s) şöyle buyuruyordu:
"Emanetleri sahiplerine geri verin. Çünkü Resulullah (s.a.a) iğne ve ipliği bile sahibine geri verirdi." [9]

Resulullah (s.a.a)'in İsmi

Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyordu:
"Evladınızın ismini Muhammed koyduğunuzda ona ihtiram edin, meclislerde ona yer açın, ona surat asmayın."[10]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurdu:
"Bizim bir evladımız olduğunda onun ismini mutlaka Muhammed koyarız; yedi gün geçtiğinde istesek değiştiririz, istemesek aynen öyle kalır." [11]

Peygamber (s.a.a)'e Salavat

Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
"Hiç şüphesiz, Allah ve melekleri Peygamber'e salat etmektedirler. Ey iman edenler, siz de ona salat edin ve tam bir teslimiyetle ona selam verin."[12]
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Peygamber (s.a.a) anıldığında, ona çok salat edin. Çünkü kim ona bir defa salat ederse Allah-u Teala ona bin salat eder..." [13]
Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki:
"Kim bana bir yazıda salat yazarsa, ismim o yazıda olduğu müddetçe melekler sürekli olarak ona mağfiret dilerler." [14]
Salavat çeşitli şekillerde söylenebilir, ama en meşhur olanı, teşehhütte de sürekli söylediğimiz şu cümledir: "Allahumme salli ala Muhammed'in ve al-i Muhammed."
Şunu da hatırlatalım ki, Peygamber'in âl'ini söylemeksizin O'na salat etmek, yani "Sallallahu aleyhi ve sellem" demek doğru değildir. Hazretin kendisi böyle bir salavatı nehy etmiş ve onu doğru bilmemiştir. Doğrusu şudur: "Sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellem"
Allah'ım! Muhammed ve al-i Muhammed'e salat eyle ve onların ferecini yakınlaştır.

Uykudan Kalktığında Secde Etmesi

İmam Bakır (a.s) buyurmuştur ki:
"Resulullah (s.a.a) uykudan kalktığında (alnını yere koyarak) Allah'a secde ederdi."[15]

Namaza Olan Aşkı

Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki:
"Resulullah (s.a.a), ne yemeği ve ne de başka bir şeyi namaza tercih etmezdi; namaz vakti ulaştığında, ne ailesini tanırdı ve ne de dostunu."[16]

Vaktini Üçe Bölmesi

Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki:
"Resulullah (s.a.a) kendi evine gittiğinde vaktini üç kısma bölerdi: Bir kısmını Allah'a, bir kısmını ailesine ve bir kısmını da şahsi işlerine ayırırdı."[17]

Yürüyüşü

İbn-i Abbas'tan şöyle dediği nakledilmiştir:
"Resulullah (s.a.a) yol yürürken öyle canlı ve dinamik yürürdü ki, bu yürüyüş sahibinin aciz ve yorgun insanlar gibi yürümediği hemen kendini gösterirdi."[18]

Resulullah (s.a.a)'in Tevazusu

İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Resulullah (s.a.a) bir eve girdiğinde, meclisin en aşağı kısmında otururdu." [19]
Enes bin Malik şöyle diyor:
"Resulullah (s.a.a) hastaların ziyaretine giderdi, cenazeleri teşyi ederdi, kölenin davetini kabul ederdi, merkebe binerdi, Hayber, Beni Kureyza ve Beni Nadir günü (onlarla savaştığı günler) yularlı bir merkebe binmişti, altında liften bir palan vardı."[20]
İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
"Resulullah (s.a.a) meb'us olduğu günden dünyadan göçene dek, bir yere dayanarak yemek yemedi, köleler gibi yemek yerdi, onlar gibi otururdu."
Neden böyle yapıyordu dediklerinde; "Allah Teala'ya tevazu etmek için." buyurdular.[21]
İmam Sadık (a.s) Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Ben ölene kadar beş şeyi, benden sonra sünnet olması için terk etmem: "Kölelerle yerde yemek yemeği, semerli merkebe binmeyi, keçiyi elimle sağmayı, yünlü elbise giymeyi ve çocuklara selam vermeyi." [22]

Resulullah (s.a.a)'in Sabrı

Emir'ul- Müminin Hz. Ali (a.s) buyurmuştur ki:
Bir Yahudi'nin Resulullah (s.a.a)'den bir kaç dinar alacağı vardı, Hazretten o parayı istedi. Resulullah (s.a.a); "Ey Yahudi, şimdi yanımda sana verecek bir param yoktur." buyurdu. Yahudi; "Ya Muhammed! Paramı vermedikçe senden ayrılmayacağım!" dedi. Resulullah (s.a.a) cevaben; "Bu durumda ben de seninle birlikte otururum!" buyurdular.
Resulullah (s.a.a) onunla birlikte oturdu; öyle ki öğle, ikindi, akşam, yatsı ve sabah namazlarını da orada kıldı. Resulullah (s.a.a)'in ashabı o Yahudi'yi tehdit etmeye başladılar. Resulullah (s.a.a) onlara bakarak şöyle buyurdu: "Onunla ne işiniz vardır?" Ashap: "Ya Resulellah! Bu Yahudi seni hapsetmiştir!" Resulullah (s.a.a) onlara cevap olarak; "Allah Teala beni, bir zimmi veya başka birisine zulüm yapmak için meb'us etmemiştir." buyurdular.
Gün yükseldiğinde Yahudi adam şöyle dedi: "Allah'tan başka bir ilah olmadığına ve Muhammed'in de O'nun kulu ve elçisi olduğuna tanıklık ediyorum; malımın bir şatrı (yarısı) Allah yolu içindir. Allah'a andolsun ki, sana karşı böyle davranmam, sırf senin Tevrat'taki vasfını sende görmem içindi. Ben senin Tevrat'taki vasfını okumuştum. Onda şöyle yazılmıştı: "Abdullah oğlu Muhammed Mekke'de dünyaya gelecektir, Tıybe'ye (Medine'ye) hicret edecektir, sert ve katı kalpli değildir, sövgü ve çirkin söz ağzına almaz." Ben Allah'tan başka bir İlahın olmadığına, senin de O'nun elçisi olduğuna şehadet ediyorum. Bu benim malımdır, Allah nerede emretmişse onu orada harcayabilirsin."[23]

Resulullah (s.a.a)'in Cesareti

Hz. Ali (a.s)'dan şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
"Bedir savaşında biz (sıkıya düştüğümüzde) Resulullah'a sığınıyorduk; O, düşmana hepimizden daha yakındı; Hazret o gün herkesten daha güçlü idi." [24]
Enes bin Malik şöyle rivayet etmiştir:
"Resulullah (s.a.a), insanların en şecaatlisi, en güzeli ve en cömerdi idi. Bir gece Medine halkı bir vahşete kapıldı, derken sese doğru hareket ettiler. Resulullah (s.a.a) de onlarla karşılaşıp Ebu Talha'nın atına binmiş ve kılıcını boynuna asmış olduğu halde şöyle buyuruyordu: "Korkmayınız! O ses, denizin (dalgalarının) sesidir!" [25]

Resulullah (s.a.a)'in Ümmetine Karşı Şefkati

Enes bin Malik şöyle diyor:
"Resulullah (s.a.a), ashaptan birini üç gün görmediğinde, onu sorup araştırırdı, eğer sefere gitmiş olsaydı onun hakkında dua ederdi, ama eğer hasta olmuş olsaydı o zaman onun ziyaretine giderdi."[26]
İbn-i Abbas şöyle diyor:
"Resulullah (s.a.a) konuştuğunda veya O'ndan bir şey sorduklarında, iyice kavramaları için sözünü üç defa tekrarlardı."[27]
Cerir bin Abdullah da şöyle diyor:
"Resulullah (s.a.a), evlerinden birine girdi, derken o ev (ashapla) dolup taştı, ben de evin dışarısında oturdum. Resulullah (s.a.a) beni görünce elbisesini büküp bana atarak; "Onun üzerinde otur" buyurdular. Ben de onu yüzüme sürüp öptüm."[28]
Selman-i Farisi de şöyle diyor:
"Bir gün Resulullah (s.a.a)'in evine gittim, Hazret bir yastığa dayanmıştı; derken onu yaslanmam için bana atarak şöyle buyurdular: "Ya Selman! Kim bir Müslüman kardeşinin yanına gittiğinde, kardeşi ona ikramda bulunur ve rahat etmesi için ona yastık verirse, Allah Teala onun günahlarını bağışlar." [29]
Cabir bin Abdullah da şöyle diyor:
"Resulullah (s.a.a) yirmi bir savaşa katıldı, ben o savaşlardan on dokuzuna bizzat kendim şahit oldum, ama ikisine katılamadım. Bazı savaşlarda Hazretle beraberdim. Bir gece altımdaki devem çöktü, artık hareket etmedi. Resulullah (s.a.a) insanların en arkasında hareket ediyordu. Güçsüz insanları arkasına bindirip onlar için dua ediyordu. Bana yetiştiğinde, benim ah vah ettiğimi görünce; "Bu adam kimdir?" diye sordu. Ben; "Anam babam sana feda olsun Ya Resulellah, ben Cabir bin Abdullah'ım" dedim. "Ne olmuş?" diye sordu. Cevaben; "Devem yorulmuştur, artık hareket etmiyor" dedim. Resulullah (s.a.a); "Asan var mı?" diye sordu. "Evet vardır" dedim. Hazret o asayla deveyi kaldırdı, onu sürdü ve daha sonra onu yatırıp; "Bin" dedi. Ben de ona binip o deveyle hareket ettim, benim devem onlardan ileri geçiyordu. O gece Resulullah (s.a.a) yirmi beş defa bana mağfiret diledi. Daha sonra; "Baban Abdullah'ın ne kadar evladı vardır, acaba borcu da var mıdır?" diye sordu..."[30]

Resulullah (s.a.a)'in Oturuşu

Yine İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur
"Resulullah (s.a.a) oturduğunda genellikle kıbleye doğru oturuyordu." [31]
Bir gün adamın birisi camiye girdi, Resulullah (s.a.a) ise yalnız oturmuştu, Hazret o adam için yer açtı (veya yerinden kımıldadı). O adam Resulullah'ın bu hareketini görünce; "Ya Resulellah! Yer geniştir" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdular:
"Müslüman'ın, Müslüman kardeşinin üzerindeki olan hakkı, onun kendi yanında oturmak istediğini gördüğünde onun için yer açmasıdır (veya yerinden kımıldamasıdır.)"[32]

Resulullah (s.a.a)'in Yemek Yiyişi

Mevaliyd'us- Sadikayn kitabında şöyle yazılmıştır:
"Resulullah (s.a.a) yemek yerken ailesi ve hizmetçisiyle birlikte yemek yiyordu; onu davet eden bir kimseyle yemek yediğinde de onların yediğinden yiyordu. Bir misafir geldiğinde de misafiriyle birlikte yemek yiyordu. Önüne sofra açıldığında da şöyle diyordu: "Bismillah, Allahumme ic'alha ni'meten meşkureten, tesilu biha ni'met'el- cenneti." (Allah'ın adıyla, Allah'ım onu (o yemeği) şükredilmiş nimet kıl ve bizi onunla cennet nimetine kavuştur.)
Yine yemek yediğinde önündeki yemekten yiyordu; namaz kılanın namazda oturduğu gibi dizlerini ve ayaklarını toparlayarak oturuyordu; fakat bir dizi diğerinden yüksekte idi ve buyuruyordu ki: "Ben kullar gibi yemek yiyorum ve onlar gibi oturuyorum."
Sıcak yemek yemezdi, soğuduktan sonra yerdi ve şöyle buyuruyordu: "Allah Teala bize sıcak yiyecek vermemiştir, sıcak yemeğin bereketi yoktur; öyleyse onu soğutun."
Resulullah (s.a.a) üç parmakla yemek yiyordu, kendi önündekinden yerdi, başkalarının önündekilerden yemezdi, sağ eliyle yerdi, yemeklerden etli yemeği daha çok severdi; "Et duyu ve görü gücünü artırır; et, dünya ve ahirette yiyeceklerin en üstünüdür" buyuruyordu.
Kabağı da severdi; "Kabak kardeşim Yunus'un ağacıdır" diyordu. Ama sarımsak ve soğan yemezdi. Karpuz ve özellikle et yediği zaman ellerini güzel bir şekilde yıkardı, sonra elindeki kalan suyu yüzüne sürerdi. Mümkün olduğu kadar yalnız yemek yemezdi. Bir gün ashabına; "Sizin en kötü olanınızı size bildireyim mi?" diye sordu. Ashap; "Evet" dediklerinde şöyle buyurdular: "Sizin en kötünüz; yalnız yemek yiyen, kölesini döven ve yardımını esirgeyendir." [33]

Resulullah (s.a.a)'in Su İçişi

Resulullah (s.a.a) su içmek istediğinde "Bismillah" derdi, suyu yudum-yudum içerdi, bir iki yudum içtikten sonra durup Allah'a hamd ederdi; her su içişinde üç defa "Bismillah", üç defa da "Elhamdülillah" derdi. Suyu emerek içerdi, bir solukta içmezdi. Bir şey içtiğinde soluk alıp vermezdi, soluk almak istediğinde kabı uzaklaştırırdı, sonra soluk alırdı. Avucuyla da su içerdi; "Avuçtan daha güzel kap yoktur" buyururdu.
Bir gün, sütle bal karıştırılmış bir şerbet getirdiklerinde onu içmekten sakındı. Daha sonra şöyle buyurdu: "Ben onu haram etmiyorum, ama yarın dünya artığıyla iftihar etmeği de sevmiyorum; tevazu etmeyi seviyorum; kim Allah için tevazu ederse Allah onu yüceltir." [34]

Resulullah'ın Güzel Koku Kullanması

Resulullah (s.a.a) kendisine misk ve amber sürüyordu; öyle ki onun yağı başında parlıyordu. Karanlık gecede kendisi görülmeden kokuyla tanınırdı; bu Peygamber (s.a.a)'dir diyorlardı.
İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Resulullah (s.a.a), yemeğe harcadığından daha çok güzel kokuya harcardı." [35]
İmam Bakır (a.s) da buyurmuştur ki:
"Resulullah (s.a.a) kendisine sunulan her güzel kokuyu kullanır ve şöyle buyururdu: "Onun kokusu güzel, mahmili ise hafiftir (taşınması kolaydır); Benim lezzetim kadın ve güzel kokudadır; güzümün ışığı ise namaz ve oruçtadır."[36]

Resulullah'ın Aynaya Bakması

Resulullah (s.a.a), aynaya bakarak saçını tarayıp düzeltiyordu, bazen de suya bakarak düzeltiyordu; ailesine süslenmekten daha ziyade ashabı için kendisine çeki-düzen veriyordu. Bir gün Aişe Resulullah (s.a.a)'in kovadaki suya bakarak saçını tarayıp düzelttiğini görünce şöyle dedi: "Babam anam sana feda olsun ya Resulellah! Kovadaki suya bakıp da saçını mı tarayıp düzeltiyorsun; oysa sen peygamber ve yaratıkların en üstünüsün?" Resulullah (s.a.a) cevabında şöyle buyurdular:
"Allah-u Teala kulunun, kardeşlerinin yanına gittiğinde onlar için hazırlanıp süslenmesini seviyor." [37]

Resulullah (s.a.a)'in Elbise Giyişi

Resulullah (s.a.a) yeni bir elbise giydiğinde Allah'a hamd ediyordu, çıkardığında ise önce sol kolundan çıkarıyordu. Daha sonra bir fakiri çağırarak eski elbiselerini ona veriyordu. Resulullah (s.a.a)'in iki elbisesi vardı; biri Cuma gününe mahsustu, diğeri ise başka günler içindi. Resulullah (s.a.a)'in bir bezi ve bir de mendili vardı; abdestten sonra o mendille yüzünü kuruluyordu; mendil olmadığında ise üzerindeki rıdasının bir tarafıyla bu işi yapıyordu.[38]

Resulullah (s.a.a)'in Davranışı

İmam Cafer Sadık (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Bir gün bir Yahudi, Resulullah (s.a.a)'in yanına gelerek "Selamun aleykum" yerine "Sam'un aleykum" (ölüm sana) dedi. Aişe de Resulullah'ın yanında idi. Resulullah (s.a.a) de "Aleyke" (Sana da) diye cevap verdiler. Daha sonra başka birisi gelerek aynı sözü söyledi. Resulullah (s.a.a) de onun arkadaşına verdiği cevabın aynısını ona da verdi. Daha sonra başka birisi geldi, o da aynı sözü söyledi ve arkadaşlarına verilen cevabı aldı. Bu sırada Aişe sinirlenip şöyle dedi: "Ölüm, gazap ve lanet size olsun ey Yahudi topluluğu, ey maymun ve domuzun kardeşleri!"
Resulullah (s.a.a) Aişe'ye şöyle buyurdular: "Ya Aişe! Eğer sövmek tecessüm etseydi, kötü tecessüm ederdi; yumuşaklık neye bırakıldıysa onu süsledi ve onun makamını yüceltti."
Aişe; "Ya Resulellah! Onların "es-samu aleykum" (ölüm size) dediğini duymadınız mı?" dediğinde Resulullah (s.a.a) buyurdular ki: "Evet duydum, ama onlara verdiğim cevabı sen duymadın mı? "Aleykum" (size de) diye cevap verdim. Eğer bir Müslüman size selam verirse "es-selamu aleykum" diye cevabını verin, ama eğer bir kafir selam verirse sadece "aleykum" deyin." [39]
Bahr'us- Sakka şöyle diyor:
Bir gün İmam Sadık (a.s) bana buyurdu ki: "Ey Bahr! Güzel ahlak insanı mesrur eder (neşelendirir)." Daha sonra da buyurdular ki: "Medine halkından birisinin elinde olan hadisi sana söyleyeyim mi?" Ben de; "Evet buyurun" dedim. İmam (a.s) şöyle buyurdular:
"Bir gün Resulullah (s.a.a) camide oturmuştu, Ensar'dan birisinin cariyesi gelip Resulullah'ın elbisesinin bir kenarından tuttu, Resulullah da onun için ayağa kalktı, ama bir şey demedi, o cariye de bir şey demedi. Bu amel üç defa tekrarlandı, dördüncü defasında yine Resulullah (s.a.a) onun için yerinden kalktı, o cariye bu defasında Hazretin arkasında yer almıştı, derken Resulullah'ın elbisesinden biraz kesip götürdü.
Halk o cariyeye; Allah belanı versin, bu yaptığın iş ne idi? Resulullah'ı üç defa yerinden kaldırdın, hiçbir şey de O'na söylemedin, O da sana bir şey söylemedi, ihtiyacın ne idi?!" dediler.
Cariye cevaben şöyle dedi:
"Bizim bir hastamız vardır, hastanın şifa bulması için ailem, Resulullah'ın elbisesinden biraz kesip onlara götürmemi benden istediler. Ben de Resulullah'ın elbisesinden tutup ondan biraz kesmek istediğimde beni görüp ayağa kalktılar, ben de, O beni gördüğü halde O'nun elbisesinden bir şey kesmekten utandım ve O'nunla konuşmak da istemiyordum! Bundan dolayı öyle yaptım."[40]

Resulullah (s.a.a)'in Musafahası

Resulullah (s.a.a) bir kimseyle musafaha ettiğinde (tokalaştığında), o elini bırakmadıkça Hazret elini bırakmazdı; insanlar bunun farkına vardıklarında ise rahat etmesi için elini diğer eliyle onun elinden çıkarıyordu.[41]
İmam Cafer Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
"Bir gün Resulullah (s.a.a) Huzeyfe ile karşılaştı, Hazret ona elini uzattı, o da elini geri çekti. Resulullah (s.a.a) bu durumu görünce; "Ey Huzeyfe! Ben elimi sana uzattım, sen ise elini geri çektin!" buyurdular. Huzeyfe cevaben şöyle dedi: "Ya Resulellah! Benim senin eline rağbetim vardır (onu tutmak istiyorum), ama ben cenabetliyim, cenabetli olduğum halde elimin senin eline dokunmasını sevmiyorum. Resulullah (s.a.a) onun bu sözüne karşılık şöyle buyurdular: "Müslümanlar birbirleriyle karşılaşırken musafaha ettiklerinde günahlarının, ağacın yapraklarının dökülmesi gibi döküldüğünü bilmiyor musun?" [42]
Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki:
"Birbirinizle karşılaştığınızda, selam verin ve musafaha edin, ayrıldığınızda ise birbirinize mağfiret dileyerek ayrılın." [43]
Yine Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki:
"Musafaha edin; çünkü musafaha kinleri giderir." [44]
Yine Resulullah (s.a.a) buyurmuşlardır ki:
"Kadının, mahrem olmayan bir kimseyle musafaha yapması (tokalaşması) câiz değildir; bir elbisenin arkasından olursa (sıkmamak şartıyla) o başka." [45]

Resulullah (s.a.a)'in Oruç Tutuşu

İmam Cafer Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
"Resulullah (s.a.a) peygamberliğe seçildiğinde o kadar oruç tutuyordu ki halk; "Peygamber iftar etmiyor." diyorlardı. Daha sonra bir gün oruç tutup bir gün iftar etmeğe başladı. Daha sonra Pazartesi ve Perşembe günlerini oruç tutuyordu. Daha sonra ayda üç gün oruç tutmaya başladı: Ayın ilk başında Perşembe günü, ortasında Çarşamba günü ve sonunda ise Perşembe günü. Devamında şöyle buyuruyordu: "Bu şekil oruç tutmak, bütün günleri oruç tutmakla eşittir." [46]
Anbeset'ul- Abid şöyle diyor:
"Resulullah (s.a.a) ömrünün sonuna dek Şaban ve Ramazan ayının oruçlarını tutardı ve her ayda üç gün oruç tutmayı ise ihmal etmezdi; şöyle ki ayın ilk Perşembe'sini, ortasındaki ilk Çarşamba'yı ve son Perşembe'yi oruç tutmakla geçirirdi."[47]

Resulullah'ın Mizahı ve Gülüşü

İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
"Peygamber (s.a.a) insanları sevindirmek için onlarla şaka ve mizah yapardı." [48]
Resulullah (s.a.a) şöyle buyuruyordu:
"Ben şaka yapıyorum, ama hakkın dışında bir şey söylemiyorum." [49]
Muammer bin Hallad şöyle diyor:
Bir gün Hz. Ali (a.s)'a; "Canım sana feda olsun, insan akrabalarıyla birlikte olduğu zaman aralarında bazı sözler geçiyor, mizah edip gülüyorlar" dedim. İmam (a.s); "Eğer olmazsa sakıncası yoktur!" buyurdular. İmam'ın; "Eğer olmazsa" sözünden sövmek ve yalanın olmamasının gerektiğini düşündüm. (Yani incitici sözler olmazsa sakıncası yoktur.)
Daha sonra buyurdular ki: "Resulullah (s.a.a)'in yanına bazen bir göçebe Arap gelip hediye veriyordu, yerinden hareket etmeden; "Hediyemin değerini ver" diyordu. Resulullah (s.a.a) de gülüyordu. Resulullah (s.a.a) gamlı ve kederli olduğunda; ‘Göçebe Arap ne yaptı? Keşke yine yanımıza gelse.' buyuruyordu." [50]
İhtiyar bir kadın, Resulullah'a; "Cennete gitmem için bana dua ediniz" dediğinde Resulullah (s.a.a); "Yaşlı kadınlar cennete gitmeyeceklerdir" buyurdular. Kadın bu sözü duyunca ağlamaya başladı, Resulullah (s.a.a) gülüp şöyle buyurdu: "Allah Teala'nın şu sözünü duymamış mısın?: "Gerçek şu ki, biz onları (cennetteki kadınları) yeni bir inşa (yaratma) ile inşa edip yarattık. Onları hep bakireler olarak kıldık."[51] Yani Allah Teala onları gençleştirir.[52]
Yine bir gün Resulullah (s.a.a) yaşlı olan Eşceî bir kadına; "Ya Eşcei! Yaşlı kadın cennete girmeyecektir." buyurdular. Bilal onun ağladığını görünce, onun durumunu Resulullah'a iletti. Bunun üzerine Resulullah; "Zenci de öyledir; o da cennete girmeyecektir." buyurdular. Hazretin bu sözünden dolayı ikisi de oturup ağlamaya başladılar. Abbas da onların ağlamalarını görüce onların durumunu Resulullah'a anlattı. Resulullah (s.a.a) de Abbas'a; "Yaşlı erkek de öyledir, o da cennete girmeyecektir" buyurdular. Resulullah (s.a.a) daha sonra onlara dua edip kalplerini hoş etti ve şöyle buyurdu: "Allah-u Teala onları daha güzel bir şekilde yaratacaktır, onlar nurlu gençler olarak cennete gireceklerdir." [53]
Bir gün bir kadın Resulullah (s.a.a)'in yanına gelerek kocasından söz etti. Resulullah (s.a.a); "Senin kocan, gözlerinde beyazlık olan mıdır?" diye sordu. Kadın; "Hayır, gözlerinde beyazlık yoktur" dedi. Kadın Resulullah'ın bu sözünü kocasına anlattı, kocası da; "Resulullah mizah etmiş, doğru söylemiştir; acaba gözümün beyazlığının siyahından daha çok olduğunu görmüyor musun?" dedi.[54]
Halid-i Kasrî'nin dedesi bir kadını öptü, o kadın da gelip onu Resulullah'a şikayet etti, o adamı çağırdıklarında o da o kadının sözünü teyit ederek şöyle dedi: "Eğer o kadın kısas yapmak istiyorsa (ben hazırım) kısas yapsın!" Resulullah (s.a.a) ve ashabı onun bu sözünden dolayı güldüler. Resulullah (s.a.a) o adama; "Sakın bir daha bu işi yapma" buyurdular. O adam da; "Vallahi yapmayacağım" dedi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a) onun suçunu affetti.[55]
Resulullah (s.a.a) Suheyb'in hurma yediğini gördüğünde ona; "Gözün ağrı yaptığı halde hurma mı yiyorsun?" dedi. Suheyb cevaben; "Ya Resulellah! Ben onu bu tarafından çiğniyorum, oysa gözüm o taraftan ağrı yapıyor!" dedi. Onun bu sözü üzerine Resulullah (s.a.a) güldüler.[56]
Yunus-u Şeybani şöyle diyor: İmam Cafer-i Sadık (a.s) bana; "Birbirinizle mizah ve latife yapıyor musunuz?" diye sordu. Ben de; "Çok az" dedim. Bunun üzerine İmam (a.s) şöyle buyurdular: "Mizah ve latife yapın; çünkü bu iş güzel ahlakın nişanesidir, sen bununla kardeşini sevindirmiş olursun. Resulullah (s.a.a) de birini sevindirmek ve hoşnut etmek için onunla mizah ve lâtife yapardı." [57]
İmamlar birçok hadislerde ise halkı şaka yapmaktan sakındırmışlardır. Hatta "Şaka küçük bir sövgüdür" buyurmuşlardır. Eğer şaka tahkir, alay etme, başkalarını incitme, onlara gülme ve saçma-sapan sözlerle olursa kesinlikle böyle bir şaka doğru değildir ve yapılmamalıdır. Ama eğer diğerlerinin kalbini hoş etmek, onları üzüntüden çıkarmak, dertlerini unutturmak için mizah ve lâtife yoluyla yapılmış olursa bunun sevabı bile vardır.

Resulullah (s.a.a)'in Adap ve Ahlakı

Allah-u Teala şöyle buyuruyor:
"Şüphesiz sen, pek büyük bir ahlak üzerindesin."[58]
Yine Allah-u Teala buyuruyor ki:
"Allah'dan bir rahmet dolayısıyla, onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın onlar çevrenden dağılır giderlerdi."[59]
İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
"Resulullah (s.a.a) konuştuğunda bakışlarını ashabı arasında bölüyordu; ona buna (herkese) eşit olarak bakıyordu." [60]
Yine İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
"Resulullah (s.a.a), kesinlikle ayaklarını ashabının önünde uzatmazdı." [61]
Hz. Ali (a.s) da şöyle buyurmuştur:
"Resulullah (s.a.a), daima güler yüzlü, yumuşak huylu ve mütevazı idi; kaba, sert, bağıran, sövüp sayan, ayıp arayan ve boş yere çok öven birisi değildi." [62]
Yine İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
"Resulullah (s.a.a) bir eve gittiğinde, meclisin en aşağı kısmında otururdu." [63]
İbn-i Şehraşub Menakıb kitabında şöyle diyor:
Bazı alimler, Resulullah (s.a.a)'in adap ve ahlakını hadislerden derleyerek bir araya toplamışlardır; onlar şunlardır:
"Resulullah (s.a.a) herkesten daha hekim, daha halim, daha şecaatli, daha adil ve daha şefkatli idi. Eli, kendisine helal olmayan kadına kesinlikle dokunmamıştır. İnsanların en cömerdi idi; hiçbir dirhem ve dinar onun yanında kalmadı; eğer bir şey artmış olsaydı ve onu da verecek bir kimse bulamasaydı, onu muhtaçlara ulaştırmadıkça gece rahat edemezdi. Allah'ın verdiği rızktan, bir yılın azığından çok götürmezdi; hurma ve arpanın en düşüğünü kendisi için alırdı, geri kalanı Allah yolunda verirdi. Kim ondan bir şey isteseydi ona bağışta bulunurdu. Yerin üzerinde otururdu, yerin üzerinde yatardı, yerin üzerinde yemek yerdi; ayakkabı ve elbisesini kendisi yamardı; evin kapısını kendisi açardı; kendisi koyun sağardı; devenin sütünü sağmak için kendisi onun ayağını bağlardı; hizmetçisi el değirmenini çevirmekten yorulduğunda, onunla el değirmeni çevirirdi; abdest suyunu geceleri kendisi hazırlardı; sürekli başını aşağı eğip susardı; halkın huzurunda dayanarak oturmazdı; ailesinin işlerinde onlara yardım ederdi; eti kendisi doğrardı; yemeğe oturduğunda köleler gibi otururdu; yemekten sonra parmaklarını yalardı; kesinlikle geğirmezdi; hür ve kölenin davetini kabul ederdi; bir yudum süt olsa bile hediyeyi kabul ederdi ve onu yerdi; ama sadaka yemezdi; gözünü bir adamın yüzüne dikmezdi.
Allah için sinirlenirdi, kendisi için sinirlenmezdi; açlıktan karnına taş bağlardı; evde her ne hazırlanırdıysa onu yerdi; hiçbir şeyi geri çevirmezdi; iki elbise (üst üste) giymezdi; Yemen malı aba, yünden olan geniş cüppe, pamuk ve keten olan elbiseler giyerdi; elbiselerinin çoğu beyazdı; başına sarık sarardı; gömleği sağ taraftan giyerdi; Cuma günü için özel elbisesi vardı; yeni bir elbise giydiğinde eskisini fakirlere verirdi; bir abası vardı, nereye gitse onu ikiye katlayıp üzerinde otururdu; sağ elinin küçük parmağına gümüş yüzüğü takardı; kavunu severdi; kötü kokulardan hoşlanmazdı; abdest alırken dişlerini misvakla temizlerdi; bir hayvana bindiğinde hizmetçisi veya başkalarını da kendi arkasına alırdı; at, katır veya merkepten mümkün olan her ne varsa ona binerdi; merkebe eğersiz binerdi; (bazen) ayak yalın, abasız ve sarıksız yürürdü; cenazeleri teşyi ederdi; şehrin en uzak yerinde olsa bile hastanın ziyaretine giderdi; fakir ve yoksullarla beraber otururdu; onlarla yemek yerdi; kendi eliyle onlara yedirirdi; ilim ehli ve güzel ahlaklı kimselere ikramda bulunurdu; her kavmin büyüğüne iyilik ederek kalplerini ısındırırdı; akrabalarına ihsan ederdi, Allah'ın emrettiği hususlar hariç onların bazılarını bazılarına tercih etmezdi; kimseye zorluk çıkarmazdı; özür dileyenin özrünü kabul ederdi. Kur'an'ın nazil olduğu ve öğüt verme zamanı hariç sürekli tebessüm ederdi; kahkahasız da gülerdi; hizmetçilerinin yeme, içme ve giyimlerinde başlarına dikilmezdi; kimseye sövmezdi; hiçbir kadın veya hizmetçiye lanet etmezdi; kimseyi kınamazdı; ancak, "o işi terk et." derdi; bir ihtiyaçtan dolayı yanına gelen her hür, köle ve cariyenin ihtiyacını karşılamak için kalkıp onlarla giderdi; sert ve katı kalpli değildi; çarşıda (tartışınca) sesini çok yükseltmezdi; kötüye, kötüyle karşılık vermezdi; ama bağışlayıp affederdi. Karşılaştığı herkese selam verirdi; kim bir iş için onun yanına gelmiş olsaydı, o çıkıp gidene kadar sabrederdi; bir kimsenin elinden tuttuğunda (merhabalaştığında) o elini çekmedikçe, elini çekmezdi; bir müslümanla karşılaştığında musafaha ederdi; oturup kalktığında Allh'ın zikriyle kalkardı; namaz kılarken bir adam onun yanına geldiğinde namazını kısa keserek ona yönelip; "Bir ihtiyacın mı vardır?" diye sorardı; (yoksulların ona kolayca olaşabilmesi için) meclisin baş tarafında değil, sonunda (yani kapı önünde) otururdu; genellikle kıbleye doğru otururdu; onun yanına gelen kimseye ikram ederdi; hatta bazen elbisesini bile onun altına sererdi; arkasındaki yastığı onun arkasına bırakarak onu kendisine tercih ederdi; neşe ve gazap halinde hakkın dışında bir şey söylemezdi; av etinden yerdi, ama av avlamazdı..." [64]
__________________
Kaynakça:
[1] - Kafi, c. 1, s. 440.
[2] - Kafi, c. 1, s. 225.
[3] - Kafi, c. 1, s. 226.
[4] - A'raf/158.
[5] - Sebe/28.
[6] - Ahzab/40.
[7] - Uyun-u Ahbar'ur- Rıza, c. 2, s. 80.
[8] - Nehc'ul- Belağa, hutbe: 160.
[9] - Mecmuât'ul- Verram, c. 1, s. 20.
[10] - Sahifet'ur- Rıza (a.s), s. 88.
[11] - Kafi, c. 6, s. 18.
[12] - Ahzab/56.
[13] - Kafi, c. 2, s. 492.
[14] - Muniyet'ul- Murid, s. 347.
[15] - Mekarim'ul- Ahlak, s. 39.
[16] - Sünen'ün- Nebi, s. 268.
[17] - Mekarim'ul- Ahlak, s. 13.
[18] - Bihar, c. 16, s. 236.
[19] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 240.
[20] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 229.
[21] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 229.
[22] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 215.
[23] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 216.
[24] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 232.
[25] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 232.
[26] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 233.
[27] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 235.
[28] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 235.
[29] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 235.
[30] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 233.
[31] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 240.
[32] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 240.
[33] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 241-246.
[34] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 246-247.
[35] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 248.
[36] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 248-249.
[37] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 248-249.
[38] - Bazı hadislerde ise abdestten sonra yüz ve ellerin havlu veya mendille kurulanmamasının müstahap olduğu zikredilmiştir. (Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 251.)
[39] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 258, hadis: 43.
[40] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 264.
[41] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 260.
[42] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 269, hadis: 83
[43] - Mizan'ul- Hikme, c. 5, s. 354.
[44] - Bihar'ul- Envar, c. 78, s. 243.
[45] - Kenz'ul- Ummal, hadis: 25346.
[46] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 270.
[47] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 271.
[48] - Mekarim'ul- Ahlak, c. 1, s. 59.
[49] - Mekarim'ul- Ahlak, c. 1, s. 58.
[50] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 259, hadis: 45.
[51] - Vâki / 35-36.
[52] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 295.
[53] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 295.
[54] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 294.
[55] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 295.
[56] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 296.
[57] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 298.
[58] - Kalem/4.
[59] - Kafi, c. 2, s. 671.
[60] - Kafi, c. 2, s. 671.
[61] - Âl-i İmran/159.
[62] - Mekarim'ul- Ahlak, c. 1, s. 45.
[63] - a.g.e. c. 1, s. 66.
[64] - Bihar'ul- Envar, c. 16, s. 226-228.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

[HZ. RESULULLAH (S.A.A)'İN HAYATI

Allame Cafer Murtaza Amili

1. Bölüm

Peygamber (s.a.a)'in Soyu

Hz. Muhammed (s.a.a)'in babaları şunlardır: Abdullah b. Abdulmuttelib (Şeybetğlhamd, Amr) b. Haşim b. Abdumenaf b. Kusay (Zeyd) b. Kilab (Hakim) b. Murre b. Kâb b. Luvey b. Galib b. Fihr (Kureyş) b. Malik b. Naza (Kays) b. Huzeyme b. Mudrike (Amr) b. İlyas b. Muzar b. Nizar b. Maad b. Adnan…
Resulullah (s.a.a)'in soyunu buraya kadar herkes kabul etmiştir. Ama bunlardan sonraki babaları hakkında çok ihtilaf vardır. Fakat Adnan'ın soyunun İsmail (a.s)'a ulaştığından bizim şüphemiz yoktur.
Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurduğu nakledilmiştir:
"Nesebim Adnan'a ulaştığında ondan öteye geçmeyiniz."(1)
Biz de Resulullah'ın emrine uyarak bu kadarıyla yetiniyoruz.
Peygamber'in (s.a.a) annesi, Benî Zühre kabilesinin büyüğü Veheb'in kızı Âmine'dir. Veheb de Abdumenaf b. Zühre b. Kilab'ın oğludur.

Peygamber'in Doğum Tarihi

Peygamber-i Ekrem (s.a.a) meşhur görüşe göre(2) "Fil Yılı" nda, yani bisetten kırk yıl önce Mekke'de dünyaya geldi. Şia ve diğer bazı mezheplerin görüşüne göre, Resulullah (s.a.a), rebiyülevvel ayının on yedisinde dünyaya gelmiştir. Bu görüş meşhurdu. Kuleynî'nin de benimsediği diğer görüşe göre ise, Resulullah (s.a.a), rebiyülevvel ayının on ikisinde dünyaya gelmiştir. (3)
Tabersî ve Kuleynî, Resulullah'ın duğumunun Cuma gününde olduğunu vurgularken İmamiye'nin diğer alimleri, Resulullah'ın pazartesi günü doğduğu kanaatindedirler.
Peygamber'in annesinin, "teşrik" günlerinde, yani zilhiccenin on bir, on iki ve on üçüncü günlerinde Hz. Paygamber'e hamile kaldığı da rivayet edilmiştir.(4) Ama bu söz doğru değildir. Çünkü buna göre, hamilelik süresinin üç veya on beş ay olması gerekir. Zira zilhicce ayı ile ardından gelen rebiyülevvel ayı arasında üç ay, bir sonraki rebiyülevvel ayı arasında da on beş ay fasıla vardır. Bu da olacak şey değildir. Çünkü İmamiye'ye göre hamilelik süresi, en az altı ay, en çok da dokuz aydır.
Bazıları bunun, cahiliye Araplarının geleneği olan nesi'(5) esasına göre hesaplandığını ileri sürmüşlerdir. Yani o sırada haram ayların geçek haram aylardan dört ay sonra olduğunu söylemişlerdir. Eğer mezkur rivayetin senedinin sahih olduğunu kabul edersek, veriler bu cevabın doğruluğu, mezkur rivayetin nesil' ayları esasına göre söylenmiş olduğunu ispat etmek gerekir. Çünkü Mâsum İmamlar'ın cahiliye döneminde âdet olan nesi' ayları esasına göre bir söz buyurdukları asla görülmemiştir.

Önemli Bir Nokta

Merhum İrbilî, Peygamber (s.a.a)'in doğum tarihi hakkındaki ihtilafa değindikten sonra şöyle diyor:
"Peygamber (s.a.a)'in doğumu hakkındaki ihtilaflar normaldir. Çünkü o dönemin Arapların, Peygamber ve O'nun geleceğiyle ilgili bir bilgileri yoktu ve okuma yazma da bilmiyorlardı. Kendi evlatlarının bile doğum tarihlerini bilmiyorlardı. Ama Resulullah (s.a.a)'in vefat tarihinde ihtilaf edilmesi şaşırtıcıdır. Elbette ezan ve kametin niteliğindeki ihtilatı görünce buna da şaşırmamak gerekir. Kaldı ki, peygamber'in vefat tarihi konusunda ihtilaf etmek için hiçbir herekçe de yoktu"(6)
Merhum İrbilî'nin sözü net ve açıktır. O şöyle demek istiyor:
Resulullah (s.a.a)'in doğum tarihindeki ihtilafların bazı yorumları olabilir, ama Resulullah'ın vefat tarihi hakkındaki ihtilaflar gerçekten de şaşırtıcıdır. Çünkü Müslümanlar, onun bir kurtuluş meleği ve kendileri için karanlıklardan nura, ölümden hayata giden yolda kılavuzluk eden yüce bir şahsiyet olduğunu çok iyi biliyorlardı. Bu tarihin gizlenmesini, unutturulmasını veya değiştirilmesini gerektirecek siyasî veya kabilevî bir sebep de ortada yoktu.
Bundan da şaşırtıcı olanı, Müslümanların Resulullah (s.a.a)'in zamanında yıllarca tekrarladıkları amellerde ihtilaf etmiş olmalarıdır. Hatta günde beş defa Resulullah'la birlikte aldıkları abdest, kıldıkları namaz hakkında dahi ihtilaf ettiklerini görmekteyiz. Farz edelim ki, bunu da, bazılarının dediği gibi, Müslümanların, Resulullah (s.a.a)'in sakalının hareket etmesinden onun, öğle ve ikindi namazlarında Hamd ve sure okumakla meşgul olduğunu anladıkları,(7) yani Peygamber'in namazda ne okuduğuna, ne söylediğini dikkat etmedikleri şeklinde geçiştirdik, peki onların daima duydukları ezan hakkındaki ihtilaflarına ne diyebiliriz?!
Bu durumu göz önünde bulundurduğumuzda, ashabın ara sıra ihtiyaç duyulan meseleler hakkında ne derecede bilgi sahibi oldukları ortaya çıkmıyor mu?! Bu durumda, ashabın sözleri ve amellerini, bazı fırkaların dediği gibi "sünnet-i maziye" veya "şeriat-ı mutâ'" olarak adlandırmak doğru olur mu?!
Durum bu iken ve bu kadar açık olan konular hakkında ihtilaf edildiğine göre, "Peygamber, hidayete ihtiyaçları olmadığından ümmeti kendi başlarına bıraktı ve onlara bir önder tayin etmeden göçüp gitti." Diyen fırkaların sözlerini kabul etmek mümkün mü?!
Bu konu, araştırmaya değer önemli bir konudur. Ama onun detayına inmek için ayrı bir başlık altında incelenmesi gerekmektedir.

Peygamber (s.a.a)'in Doğduğu Ev

Peygamber (s.a.a), Ebu Talib Şi'bi'nde, Ebu Talip oğlu Akil'in evinde dünyaya geldi. Daha sonraları Reşid'in annesi Hayzaran, o evi cemi yaptı. Halk, orayı ziyaret ediyor ve orada namaz kılıyorlardı. (8) Orası son zamanlara kadar öylece kalmıştı. Vahabiler, Mekke'yi istila edince, orayı yıktılar ve ziyaret edilmesine mani oldular. Bu gibi işlerle, peygamber ve salih insanlara ait tarihî eserleri ortadan kaldırmayı amaçlıyorlardı. Daha sonra da oryı ahıra çevirdiler.(9)

Peygamber'in (s.a.a) Süt Emme Dönemi

Nakledildiğine göre, Peygamber (s.a.a) iki – üç gün annesinden süt emmiştir. Birkaç günde Ebu Leheb'in cariyesi Süveybe'den süt emmiştir. Bunlardan sonra Halime-i Sa'diyye bir çocuk arayıp ona süt vermek ve bu yolla geçimini sağlamak için bazı kadınlarla birlikte Mekke'ye geldi. Ondan Peygamber'e süt vermesini istediler. Paygamber yetim olduğundan dolayı onu kabul etmedi. Ama başka bir çocuk bulamayınca geri dönüp onu kabul etti. Bu çocuktan çok hayır ve bereketler gördü. İki yıl boyunca ona süt verdi. Beş yaş iki günlük olduğu bir zaman da onu ailesine geri iade etti.
Yine nakledildiğine göre, bir müddet Abdulmuttalib'in, daha sonra da amcası Ebu Talib'in kefaletinde yaşamını sürdürdü.
Araştırmacı Allame, Seyyid Mehdi Ruhanî şöyle diyor: "Halime'nin, çocuğu yetim olduğundan dolayı kabul etmediği sözü, sahipsiz, kimsesiz bir öksüz çocuk hakkında dığru olabilir. Ancak Muhammed (s.a.a)'in o vadinin efendisi olan Abdulmuttalip hibi kefili vardı. Muhammed (s.a.a)'in annesi de Mekke eşrafından olan Vehep kızı Âmine idi. Bazı nakillere göre, Peygamber o zaman yetim bile değilmiş, babasını doğumundan birkaç ay sonra kaybetmiştir. Babasını doğumundan yirmi sekiz ay sonra veya diğer nakillere göre yedi ay sonra kaybettiği de söylenmiştir." (10)
Her halükârda Mekke eşrafı, âdetleri üzere, çocuklarını süt emme döneminde çöllere, çocuk bakımını meslek edinmiş dadıların yanlarına gönderiyorlardı. Çünkü çocuklar bu müddet içerisinde çeşitli yönlerden gelişiyorlardı. O yönler şunlardan ibarettir:
1- Sıhhatli oluyorlardı. Çünkü açık ve temiz bir havada yaşıyorlar, tabiatın zorluklarıyla karşılaşıyorlar, bundan dolayı da çeşitli hadiseler karşısında ve çeşitli şartlar altında dirençli oluyorlardı.
2- Dilleri fasih oluyordu. Çünkü çolde diğer milletlerle karşılaşmıyorlardı. Ama Mekke'de durum bunun tersine idi. Çünkü Mekkelilerin diğer memleketlerin insanlarıyla ticarî ilişkileri vardı. Onlar, ticaret yapmak amacıyla yazın ve kışın komşu olan yabancı memleketlere gidiyor, bir müddet oralarda kalıyorlardı. Doğal olarak onların dil ve geleneklerinden etkileniyorlardı.
3- Çöl yaşantısı, onları cesaretli ve güçlü yetiştiriyordu.
4- Saf ve berrak bir düşünce gücüne sahip oluyorlardı. Çünkü insan, o şartlar altında, şehrin sorunları, rahatsızlıkları ve karışık ilişkilerinden uzak oluyor, şehirde yaşam zorluklarından dolayı sapan fikirleri, oldukça sade ve doğal olan çöl yaşantısında salim kalıyor ve varlık âleminin esrarını anlamak için düşünme fırsatı buluyordu. Ancak bu dönem geçici olmalı, insanın yaşamının tümü veya büyük bir bölümü o bölgede geçmemelidir. Çünku sürekli çölde yaşamak bencillik ve donukluğa sebep olur. Uzun zaman çölde yaşayan biri, genellikle kendisi için birtakım kavramlar ve düşünceler oluşturur,zamanın geçmesiyle birlikte tüm varlığıyla onlara bağımlı hale gelir, artık başka fikirleri kabul etmek onun için oldukça zor olur. İnsan, bu duruma düşmemek ve bir araştırmacı olarak yetişebilmek için muhaliflerin tenkit ve görüşlerini dinlemeli, üzerinde düşünmeli ve doğru bulduğu takdirde kabul etmelidir.

Göğsü Yarmakla İlgili Hadis

Bahsimiz, Peygamber (s.a.a)'in Benî Sa'd kabilesi arasında süt emme müddeti etrafında olduğu için bu münasebetle Peygamber'in göğsünü yarmakla ilgili nakledilen rivayet üzerinde biraz durup bu konu hakkındaki görüşümüzü açıklamak istiyoruz.
Müslim b. Haccac, Enes b. Malik'ten şöyle naklediyor: "Cebrail, Resulullah çocuklarla oynadığı bir sorada onun yanına gelip onu tutarak yere yatırdı, sonra göğsünü yarıp kalbini dışarı çıkardı ve kalbindeki pıhtılaşmış kanı dışarı atarak; "Bu, şeytanın payı idi." Dedi. Daha sonra kalbini altın bir kapta zemzem suyuyla yıkadı, sonra onu yerine geri koydu. Onunla oynayan çocuklar, onun (süt) annesinin yanına varıp; "Muhammet öldürüldü." Dediler. Daha sonra Muhammed'in yanına dönerek onun renginin kaçtığını gördüler. Enes; "Ben o dikişin izini onun göğsünde gördüm." Diyor. Bu olay, Muhammed'in (Mekke'deki gerçek) annesine döndürülmesine sebep oldu."(11)
İmamiyye'den gayrilerinin hadis ve siyer kitaplarında, genellikle bu çeşit hadiselere yer vermiştir. Onlar, Peygamber (s.a.a)'in göğsünün yarılmasının beş defa tekrarlandığını söylüyorlar. Üç yaşında, on yaşında, bi'set zamanında ve miraçta olmak üzere dört defası onların nezdinde sabittir, beşincisi ise ihtilaflıdır.

Rivayetin İzahı

Rivayeti olduğu gibi kabul edenler, Peygamber'in göğsünün defalarca yarılmasının, onun şeref ve makamının yükselmesin den dolayı olduğunu söylemekte ve bunu peygamberlik döneminden önce Peygamber'de beliren harikulade hallerden saymaktadırlar. Müslüman olmayan oryantalistler ise, olaya alaycı bir tavırla yaklaşmaktadırlar. Bazıları da mezkur rivayetin uydurma olduğunu ileri sürmekte ve bunu, "Biz senin göğsünü yarıp genişletmedik mi? Yükünü kaldırıp atmadık mı?"(12) mealindeki ayetin tefsiri olarak kabul edenlerin sözlerini doğru bulmamaktalar.(13)
Mecma'ul-Beyan'ın müellifi, rivayetin zahirini doğru olarak kabul etmiyor ve bu hususta görüşünü şöyle açıklıyor: "Bu rivayeti ilmî açıdan ele alıp yorumlamak mümkün değildir. Çünkü Peygamber (s.a.a) her noksanlık ve kötü sıfattan münezzeh ve pâktı. Kaldı ki, kalbî ve Batınî şeyler suyla nasıl temizlenebilir ki?!"(14)
Şeyh Muhammed Abduh, Ebu Rayye'nin naklettiğine göre, rivayetin sıhhatinde şüphe etmektedir. Şeyh Ebu Rayye'nin kendisi de, "Azvâ Ale's-Sünnet'il-Muhammediyye" adlı kitabında Mezkur rivayeti en çok eleştirenlerden biridir.

Bu Rivayet Hakkında Bizim Görüşümüz

Bu konu hakkında birkaç noktaya değinmek istiyoruz:
1- İbn-i Hişam ve diğerleri şöyle diyorlar: "Peygamber'in (s.a.a) kendi annesine döndürülmesinin sebebi şudur: Habeşistan Hıristiyanlarından bir grup Peygamber'i süt annesiyle birlikte gördüler. Peygamber'e bazı sorular sorduktan sonra süt annesine şöyle dediler: "Biz bu çocuğu alıp kendi memleketimize götürmek istiyoruz."(15)
2- Peygamber (s.a.a)'in göğsünün yarılmasının, onun annesine döndürülmesine sebep olması nasıl mümkün olabilir? Oysaki bunlar, mezkur hadisenin iki veya üç yaşında vuku bulduğunu, Peygamber (s.a.a)'in ise beş yaşından sonra annesine döndürüldüğünü söylüyorlar.
3- Acaba kalpte, kötülüğe sebep olacak ve ondan kurtulmak için de ameliyata gerek duyulacak bir tümör veya bir pıhtılaşmış kanın olması mümkün müdür?
4- Neden bu ameliyat, çeşitli zamanlarda, hatta peygamber oluşundan birkaç yıl geçtikten sonra ve miraca götürüldüğünde bile dört veya beş kez tekrarlanmıştır?!
5- Acaba Allah Teala, kulunun kötü biri olmamasını istediği zaman, halkın gözleri önünde ona bu şekil bir ameliyatı uygulamaya mı gerek duyuyordu?!
Cebrail veya meleklerden diğerleri, tıp ilmini bu derece uzmanlıkta nereden öğrenmişlerdi?!
Acaba rivayet, Resulullah (s.a.a)'in hayır işler yapmaya mecbur kılındığını ve kendisinin herhangi bir iradesinin olmadığını mı anlatmak istiyor?! Çünkü şeytanın payı, cerrahî müdahaleyle kesin ve zorunlu bir şekilde ondan uzaklaştırılmıştır ve Enes bin Malik bunu görmüştür!!
6- Neden peygamberler içerisinde sadece Resulullah (s.a.a) böyle bir ameliyata muhtaç kılınmış ve ondan önceki peygamberler için böyle bir şeye gerek duyulmamıştır?! Acaba Hz. Peygamber (s.a.a), peygamberlerin en üstünü ve en kâmili olduğundan dolayı mı böyle bir ameliyata tabi tutulması gerekli görülmüştür?! Bu durumda nasıl onlardan daha üstün sayılabilir?! Acaba onlarda da mı şeytana ait bir pay vardı da melekler o zamanlar böyle bir cerrahîyi öğrenmemiş olduklarından dolayı onu ameliyatla çıkaramamışlardı?!
7- Acaba bu rivayet, şeytanın Allah'ın halis kullarına bir yolu olmadığını anlatan Kur'an ayetleriyle çelişmiyor mu?
"(Şeytan) Dedi ki: Rabbim, beni azdırmana karşılık, andolsun, ben de yeryüzünde onlara, (sana baş kaldırmayı ve dünya tutkularını) süsleyip çekici göstereceğim; ancak onlardan halis kıldığın kulların müstesna."(16)
Yine Allah Teala Şeytan'a hitaben buyurmuştur ki:
"Senin benim kullarım üzerinde hiçbir zorlayıcı gücün (hakimiyetin) yoktur."(17)
Yine buyurmuştur ki:
"Gerçek şu ki, iman edenler ve Rablerine tevekkül edenler üzerinde onun (Şeytan) hiçbir zorlayıcı gücü yoktur."(18)
Şurası açıktır ki, peygamberler Allah'ın muhlis kullarının en üstünleridirler. O zaman nasıl olur da Şeytan'ın egemenliği, Resulullah (s.a.a) miraca gidene kadar onun üzerinde devam edebilir?!
Sıraladığımız bu gerekçeler, mezkur rivayetin ne kadar zayıf ve saçma olduğunu ortaya koymaktadır. Kaldı ki, bu rivayet, diğer birçok hadislerle de çelişki içerisindedir.

Hıristiyanlar ve Göğsü Yarma Hadisi

Ebu Rayye (r.a) şöyle diyor:
"Göğsü yarma hadisi, Buharî Müslim, Feth'ül-Bari ve diğer kitaplarda aktarılan bir hadise teyit olarak getirilmektedir. O hadis Sahih-i Buharî de şöyle geçiyor: "Hz. İsa hariç, her insanoğlu, doğduğunda Şeytan parmaklarıyla onu dürter."(19)
Diğer bir rivayette de şöyle geçiyor: "Meryem ve oğlu hariç, her insan doğduğunda Şeytan ona dokunur. İşte Şeytan'ın dokunmasından dolayı bağırarak ağlar."
Bu hadis diğer lafızlarla da nakledilmiştir. Hıristiyanlar, bu hadisi, Meryem oğlu İsa dışında bütün insanların, autta peygamberlerin dahi mâsum olmadıklarına, yani hata ve günah işlediklerine dair delil olarak getirmiş ve bu rivayetin, Hz. İsa'nın uluhiyetini ve insan üstü bir varlık olduğunu vurguladığını söylemişlerdir."(20)
Ebu Rayye daha sonra şöyle devam ediyor:
"Eğer Müslümanlar, Hıristiyan kardeşlerine; "Neden Allah Teala, Hz. İsa'nın ruhu gibi tertemiz bir ruh feda edilmeden Hz. Adem'in hatasını bağışlamadı?" deseler, onlar cevaben Müslümanlara şöyle diyebilirler: "Öyleyse neden Allah Teala, seçtiği Resulünün kalbini, kardeşleri olan diğer peygamberlerin kalpleri gibi, tertemiz yaratmadı da, pıhtılaşmış siyah kan ve şeytanın payının çıkarılması için cerrahîye gerek duyuldu? Hem de bir defa değil, birkaç defa!"(21)

Rivayetin Aslı Cahiliyeden Kaynaklanmaktadır

Gerçek şudur ki, mezkur rivayet, cahiliye inançlarına sahip olan kimselerden kaynaklanmıştır. El-Eğanî adlı kitapta şöyle nakledilmiştir:
"Bu bir efsanedir, hikâyesi ise şöyledir: Ümeyye bin Ebu Salt uyumuştu, iki kuş geldi, biri evin kapısına kondu, diğeri ise içeri girip Ümeyye'nin kalbini parçaladı, daha sonra onu tekrar yerine koydu geri çevirdi. Bu sırada diğer kuş ona; "Anladı mı?" diye sordu. Cevaben; "Evet." Dedi. Tekrar; "Tekrar; "Temizlendi mi?" diye sordu. Bu kez; "Hayır, imtina etti." Dedi.
Diğer bir rivayete göre ise hikâyesi şöyledir: Ümeyye bin Ebu Salt, kız kardeşinin evine gitti, evin bir köşesinde olan divanın üzerine uzanıp uykuya daldı. O sırada evin tavanı yarıldı ve iki kuş göründü. Onlardan biri onun göğsüne kondu, diğeri ise kendi yerinde kaldı. Göğsüne konan kuş, onun göğsündeki kuşa; "Anladı mı?" diye sordu. O da; "İmtina etti." Diye cevap verdi. Sonra kalbini tekrar eski yerine koydu…"
Bu hikâyede daha sonra onun kalbinin dört kez daha parçalandığı anlatılıyor.(22)
Bu hikâyeden, mezkur rivayetin sahte ve uydurma olduğu anlaşılmaktadır. Bunun uydurulmasından amaç ise, bazı bozuk inançları teyit etmek ve Resulullah (s.a.a)'in mâsumluğunu lekelemektir.

HZ. PEYGAMBER (S.A.A)'İN KEFALETİ

2. Bölüm

İlahi takdir gereği Hz. Peygamber (s.a.a) henüz dünyaya gelmeden ve bir diğer rivayete göre bebeklik döneminde babasını kaybetti. Birinci görüşün daha doğru olduğu söylenmektedir. Eğer bu nakil doğru olursa, Halime-i Sadiyye'nin (Hz. Peygamberin sütannesi) Hazreti emzirmek için tereddüt etmesinin de sebebi Peygamberin öksüz olması olabilir. (23)
Resulullah (s.a.a) Beni Sa'd kabilesinden ayrılıp Mekke'ye döndüğü sırada annesini kaybetti; rivayetlere göre o zamanlar Peygamber, dört, altı veya biraz daha büyük bir yaşta idi.
Müslim kendi sahihinde Resulullah (s.a.a)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir:
"Annemi ziyaret etme hususunda Rabbimden izin aldım;Rabbim de bana izin verdi. Öyleyse kabirleri ziyaret ediniz.; zira bu amel ölümü size hatırlatır." (24)
Bu hadiz, kabir ziyaretine mani olanlara karşı açık bir delildir. Bu hadisi teyit eden bir çok hadis ve rivayet vardır. Örneğin: Hz. Fatıma (a.s)'ın, Hz. Hamza'nın kabrini ziyaret etmesi vb. hadisler.
Resulullah (s.a.a), bir süre ceddi Abdulmuttalib'in himayesinde yaşadı. Abdulmuttalip Peygamberi gereğince koruyor ve ona çok ilgi duyuyordu; hatta Hz. Muhammed gelmedikçe yemek yemiyordu. Onun Peygamber olacağını biliyordu.; hatta şöyle rivayet edilmiştir:
"Hz. Muhammed emeklediği sırada, Abdulmuttalib, onun yaklaşmasına engel olmak isteyen birisine şöyle dedi: Oğlumu bırak; şüphesiz mülk (saltanat) ona yönelmiştir." (25)
Bu rivayet zahiren muteberdir. Buna başka bir de Seyf b. Ziyezin'in Yemen'de Abdulmuttalib ile Hz. Peygamber hakkında görüşme olayı vardır. Ve diğer bir çok delil ve alametler, onun Resulullah hakkındaki itikadını daha da güçlendirmiş ve Hazretin onun yanında özel bir mevkiye sahip olmasına sebep olmuştu.
Resulullah (s.a.a) sekiz yapına ayak bastığında ceddi Abdulmuttalib vefa etmeden önce, oğlu Ebu Talib'i Hz. Peygamberi korumakla görevlendirdi ve daha sonra vefat ett. Ebu Talib kardeşlerinin zengini ve yaş açısından da onların en büyüğü değildi; Abdulmuttalib'in en büyük oğlu Haris'ti, mal açısından en zengin olanı Abbas'tı. Fakat Abbas, o zaman yaş açısından küçüktü; zira Abbas Hz. Peygamberden sadece iki yaş büyüktü…(26)
Ebu Talib Hz. Peygamberin babası Abdullah ile öz kardeş idi; bunların annesinin ismi ise Fatimet'ul-Mahzume idi. Bu sebeple de Ebu Talip'in Hazreti daha çok sevmesi ve O'na daha çok ilgi göstermesi doğaldır.
Her halükârda Abdulmuttalib Hz. Peygamberin kefalet ve sorumluluğunu oğlu Ebu Talib'e verdi. Çünkü Ebu Talib kardeşlerinin en cömerdi, en şahsiyetlisi, en vakarlısı ve Kureyş arasında da en sayılanı idi. Ebu Talib (a.s) da Hz. Peygamberi iyi bir şekilde himaye edip gözetti, sürekli ona ikramda bulundu ve daha ilerdeki bölümlerde değineceğimiz gibi hayatı boyunca da onu bütün gücüyle destekledi.

Şam'a İlk Yolculuk ve Buheyra

Şöyle naklediyorlar: Hz. Peygamber (s.a.a) amcası Ebu Talib'le birlikte Şam'a yolculuk yaptı. "Bursa" rahibi olan Buheyra onu görerek, onun bu ümmetin Peygamberi olduğunu amcasına müjdeledi. Buheyra, Yahudilerin kendi kitaplarında yazılı olan alametlerle Hz. Peygamber (s.a.a)'i görünce, tanıyabileceklerini düşünerek Yahudiler tarafından bir tehlikeye maruz kalmaması için Ebu Talib'in onu hemen Mekke'ye geri götürmesi hususunda ısrar etti. Ebu Talip de (onun bu sözü üzerine) kafileden ayrılarak onu Mekke'ye geri çevirdi.

Sahte Bir Rivayet

Ebu Musa Eş'ari'nin rivayetinde şöyle nakl edilmiştir: "Buheyra durmadan, Ebu Talib'in Hz. Peygamberi geri çevirmesi konusunda ısrar ediyordu. Bunun üzerine Ebu Talib, Hz. Peygamberi geri götürdü ve Ebu Bekir de Bilal'ı onlarla birlikte gönderdi. Rahip bir miktar yiyecek ve zeytin yağı da onlara verdi."(27)
Ama bu rivayet kesinlikle doğru değildir. Çünkü İlk olarak: Hz. Peygamber (s.a.a) o zaman 12, bir görüşe göre de 9 yaşında idi.(28) Ebu Bekir ise Hz. Peygamberden iki yaş daha küçük idi. Bilal da Ebu Bekir'den, çeşitli rivayetlere göre beş ila on yaş küçüktü.(29)
Acaba Ebu Bekr'in, böyle bir yaşta Şam'a yolculuk yapması ve böyle önemli bir meselede bir karar alıp sorumluluk üstlenmesi mümkün müdür?!
Acaba yürümeğe kadir olmayan veya henüz doğmamış olan Bilal'ın böyle uzun bir yolculukta Ebu Bekir'le birlikte olması ve Hz. Peygamberin ondan yaşça büyük olmasına rağmen Busra'dan Mekke'ye kadar Peygamberi geri döndürme sorumluluğunu üstlenebilmesi makul mudur?!
İkincisi: Acaba Ebu Bekir'in Bilal'a emir verebilmesi için, aralarındaki ilişkinin düzeyi nedir? Şüphesiz Ebu Bekir Bilal'ın efendisi değildi! Bilal'ın maliki Ümeyye b. Halef idi. Nitekim bir nakle göre Ebu Bekir, bu olaydan 30 yıl geçtikten sonra onu almış azat etmiştir. Oysa bize göre bu rivayet bile doğru değildir; Hz. Peygamberin bizzat kendisi onu alıp azat etmiştir ve Ebu Bekir kesinlikle ona sahip olmamıştır.yeri gelince bu konuya da değineceğiz inşallah.
Üçüncüsü: Bu rivayetin ravisi olan Ebu Musa, o zaman kesinlikle doğmamıştı. Zira denildiğine göre o, bi'setten 8 veya 10 yıl önce dünyaya gelmiş ve o, hicretin 7. yılında yani Hayber savaşının vuku bulduğu yılda Medine'ye gelmiştir. Mezkur olay ise bi'setten 30 yıl önce vuku bulmuştur. Zehebi de bu hadis hususunda şöyle diyor: "Zannedersem bu hadis uyduruk ve onun bir kısmı da batıldır."(30)
Şayet değindiğimiz şeylerin tümü veya bazısından dolayı Tirmizi mezkur hadisin garip (ilginç) olduğuna hükmetmiştir. İbn-i Kesir, Dimyati ve Muğultay da o hadis hakkında şekketmişlerdir.

Bu Hadisin Uyduruluş Gayesi

Bu hadisin uydurulmasının sırrı ise Ebu Bekir'in Hz. Muhammed'in Peygamberliğine iman etmesini ispatlamak ve onu bu konuda bütün insanlardan, hatta Hz. Ali, Hz. Hatice ve Hz. Resulullah'ın kendisinden bile öne geçirmektir!
Nevevi şöyle diyor: "Ebu Bekir, herkesten önce iman getirdi; Ebu Bekir o zaman 20 veya 15 yaşında idi."(31)
Safuri-yi Şafii de şöyle diyor: "Ebu Bekr'in İslam'ı kabul etmesi (iman etmesi), Ali b. Ebu Talib'in doğumundan önce idi."(32)
Diyarbekri de Buheyra kaziyesi hakkında İbn-i Abbas'tan bir rivayet naklederek şöyle demiştir: "Hz. Muhammed (s.a.a) Peygamber olmadan önce, Ebu Bekrin kalbinde (onun Peygamberliğine dair) bir yakin ve tasdik oluştu."(33)
Burada şu soru akla geliyor: Acaba neden onlar, orada hazır bulunan Buheyra, Bilal ve Haris gibi diğer kimseleri de İslam'ı ilk kabul eden kimselerden saymadılar?! Acaba onlardan önce Ebu Bekr'in kalbine İslam'ın yerleşmesini onlara haber veren kimdir?!
Buheyra kıssasında tartışılacak daha bir çok nükteler de baki kaldı, fakat bizim bundan daha fazla bu konu üzerinde durmamızı gerekli ve yararlı görmüyorum...

Hz. Peygamber (s.a.a)'in Füccar Savaşına Katılması

Tarihçilerin naklettiğine göre, Kays kabilesi ile Kureyş ve Kenane kabileleri arasında, haram aylarda(34) savaş çıktı; bundan dolayı bu savaşa, Füccar (facir ve kötü insanların) Savaşı denildi.
Resulullah (s.a.a)'in de bazı günler amelen bu savaşa katıldığı söylenilmektedir. Ama biz bu naklin doğruluğunu onaylamıyoruz; aksine, bu konu hakkındaki kuşkularımızın delillerini şöyle sıralayabiliriz:
1- Füccar Savaşı haram aylarda vuku bulmuştur. Biz Ebu Talib ve Hz. Peygamberin o ayların ihtiramını yok etmesine bir cevaz göremiyoruz. Eğer bir adam bu iki büyük şahsiyetin sire ve hayatına göz atmış olursa, onların makamlarının bu gibi işlere bulaşmaktan çok yüce olduğunu ve onların bu çeşit meselelerden ne kadar titizlikle kaçındıklarını açıkça görmüş olacaktır. Zira onlar Hanif (Hz. İbrahim'in) dini üzere idiler; hatta Kafi kitabının bazı rivayetlerinde, Peygamberlerin vasiyetlerinin Ebu Talib'in yanında emanet olarak bulunduğunu nakletmektedir. El-Gadir gibi bir çok kitaplarda, Ebu Talib'in azamet ve dindeki sebatını gösteren diğer bir çok deliller de vardır. Bu sebeple Hz. Peygamberin böyle bir savaşa katılması düşünülemez.
Ama buna şöyle bir yorum getirilebilir: Füccar Savaşı "Nesiy(35)" aylarında vaki olmuş veya o savaşın sebebi haram aylarda, fakat savaşın kendisi ise Şaban veya Şevval aylarında gerçekleşmiştir." (36)
Ama böyle bir yorumun tarihi bir dayanağı yoktur; bu yüzden itimat edilemez.
2- Yakubi ismiyle meşhur olan İbn-i Vazıh şöyle diyor: "Rivayete göre Ebu Talib, Füccar Savaşına katılmayı Beni Haşim'in hepsine yasaklayarak şöyle dedi: "Bu (savaş), zulüm, tecavüz, akrabalık bağını kesmek ve haram ayların saygısını çiğnemektir; ne kendim ve ne de ailemden olan hiçbir kimse bu savaşa katılmayacaktır."
Ebu Talib, savaşa katılmış olan Zübeyr b. Abdulmuttalib'i de zorla o savaştan çıkardı. Abdullah b. Cez'an-i Neymi ve Harb b. Ümeyye de; Beni Haşim'in katılmadığı bir savaşa biz de iştirak etmeyiz, diyerek kendilerini bir kenara çektiler.(37)
3- Hz. Peygamber (s.a.a)'in o savaşa katıldığına dair nakl olunan rivayetler, Hazretin o savaşta rolünün ne olduğu hususunda tezat içerisindedir. Bazıları şöyle rivayet ediyor: "Resulullah'ın ameli sadece amcalarına ok ulaştırmaktı; Hazret düşmanın attığı okları onlara veriyor ve onların meta ve mallarını koruyordu." (38)
Diğer bir grup da şöyle demiştir: "Resululla (s.a.a) o savaşta birkaç ok (düşmana) attı; Hazret hiç ok atmamayı sevmiyordu."(39)
Üçüncü bir grup da şöyle rivayet ediyor: "Resulullah –s.a.a- on dört(40) yaşında veya daha genç olmasına rağmen ok ile, Ebu Bura'yı, hedef alarak atın üzerinden yere serdi."(41)
Ben bilmiyorum acaba Araplar, buluğ çağına ermemiş gencecik birinin savaş alanına ayak basmalarına izin veriyorlar mıydı? Üstelik bu rivayetler arasında çelişki de vardır. Örneğin:
Bir rivayet şöyle diyor: "Resulullah (s.a.a) Fil Yılında doğdu, 14 yaşında da Füccar Savaşına katıldı…" daha sonra şöyle ekliyor: "Füccar Savaşı, Fil Yılından 20 yıl sonra vuku bulmuştur."(42)
Burada diğer bir çelişkiye de değiniyoruz; o da şu ki, Yakubi'den naklettiğimiz söz, Harb b. Ümette'nin bu savaşa katılmadığını açıkça vurgulamaktadır; oysa diğer rivayetler, onun mezkur savaşa katılarak Kureyş ve Kenane ordusunun komutanlığını üstlenmiş olduğunu ortaya koymaktadır.

Bu Rivayetle Oynanılmasının Sebebi

Son çelişki üzerinde biraz durmamız gerekir. Eğer ihtilaf, ordunun normal bir ferdi hakkında olsaydı, bir rivayet onun savaşa iştirak ettiğini diğerinin ise onun iştirak etmediğini nakletmesi normal sayılır ve önemli bir makama sahip olmadığından bu ihtilaflar kasıtlı değildir denilebilirdi!!
Ama eğer bir rivayet; "Harb b. Ümeyye, ordunun komutanı idi", diğeri ise; "O, bu savaşa asla katılmamıştır" diyorsa, o zaman bu tür rivayetlerin yalan içerdiği asla kuşku götürmez.
Bu yalanı uydurmaktan amaç bütün tarihlere muhalif olsa da, Harb b. Ümeyye'yi, haram aylarda baş gösteren zulüm ve tecavüzle dolu böyle bir savaşa katılmadığını söz konusu ederek onu aklamaktır. Çünkü Emevi Hükümeti, Harb b. Ümeyye'yi, yalan uydurmakla olsa dahi temize çıkarmak ve onun makamının yüceltmek istiyordu.
Az önce değindiğimiz gibi İslam düşmanları Harb b. Ümeyye'yi aklamak için uydurdukları sözün aksine Hz. Peygamberi lekelemek için O'nun aleyhinde kasıtlı bir takım rivayetler uydurarak Resulullah'ın da haram aylarda Füccar Savaşına katıldığını göstermeğe çalışmışlardır. Hatta Hazretin birkaç ok attığını ve ok atmadan durmayı sevmediğini bile söylemekten çekinmediğini ileri sürmüşlerdir.
_________________
Kaynakça:
1- Keşf'ül-Gumme, c. 1, s. 15.
2- Tarih'ul-Hamis, c. 1, s. 195.
3- Usul-ü Kafi, c. 1, s. 364.
4- Usul-ü Kafi, c. 1, s. 365; Tarih'ul-Hamis, c.1, s. 169.
5- Nesi', cahiliye Araplarının haram ayları ileri veya geri almalarına denir.
6- Keşf'ül-Gumme, c. 1, s. 15.
7- Sahih-i Buharî, c. 1, s. 90; Müsned-i Ahmed, c. 5, s. 109-112; sünen-i Beyhakî, c. 2, s. 37-54. (Buharî ve Müslim'den nakletmektedir.)
8- Usul-ü Kafi, c. 1, s. 364.
9- A'Yan'uş-Şia, c. 2, s. 7.
10- Saffet'üs-Safa, c. 1, s. 51; Keşf'ül-Gumme, c. 1, s. 16.
11- Sire-i İbn-i Hişam, c. 1, s. 174; Tarih-i Yakubî, c. 2, s. 10 ve diğer kaynaklar.
12- İnşirah/ 1-2.
13- Muhammed Hüseyin Heykel, Hayat-u Muhammed, s. 73; Hatib, en-Nebi Muhammed, s. 197.
14- el-Mizan, c. 13, s. 34, Mecma'ul-Beyan'dan naklen.
15- Çocuğun annesine döndürülme sebebi olarak göğsünün yarılması olayını zikreden önceki rivayet, bu beyanla şüpheli görülmektedir.
16- Hicr / 39-40.
17- İsra / 65.
18- Nahl / 99.
19- Sahih-i Buharî, c. 2, s. 143, Hicrî 1309.
20- Azva Ale's-Sünnet'il-Muhammediyye, s. 186, İbrahim Luka'nın el-Mesihiyye Fi'l-İslam adlı kitabından naklen.
21- Azva Ale's-Sünnet'il-Muhammediyye, s. 187.
22- el-Eğanî, c 3, s. 188-190
23- İşte bu nakile göre, Keşf'ul-Gumme'de (c. 1, s. 16) nakledilen: "Resulullah (s.a.a) iki yıl dört ay babasıyla birlikte yaşadı diye var olan rivayetin" doğru olmadığı ortaya çıkar. Gerçi Keşf'ul-Gumme kitabının müellifi Erbili yine aynı eserinde o sözden birkaç sayfa sonra (s. 22'de) şöyle diyor: "Hz. Peygamberin babası, annesi hamile iken vefat etti."bu konuda şu kaynaklara müracaat edebilirsiniz: Tarih'ul-Hamis. c. 1, s. 285; Tarih-i Taberi, c. 2, s. 33; Sire-i İbn-i Hişam, c. 1, s. 193.
24- Keşf'ul-Gumme, c. 1, s. 16 (Müslim'den nakletmekte); Sahih-i Müslim s. 65. bu hadis, bir çok kaynak kitaplarda nakledilmiştir…
25- Usul-u Kafi, c. 1, s. 372; 1388 yılının baskısı.
26- Gerçi bizim itikadımıza göre, eğer Abbas'ın yaşı Hz. Peygamberin sorululuğunu üstlenecek kadar büyük de olsaydı, yine de Abdulmuttalib böyle sorumluluğu ona vermezdi. Çünkü o hacılara su vermek sorumluluğunu üstlenmişti ama dünya malına olan ihtirasından dolayı fakir hacılara mali yardımda bulunmayı ve onları konaklamayı kabul etmiyordu. Yine onun, Ömer'den bir mal koparmak için bazı yöntemlere baş vurduğu tarihte kayıtlıdır.
27- İbn-i Habban, "Es-Sikar", c. 1, s. 44; el-Bidaye Ve'n-Nihaye, c. 2, s.285; Tarih-i Taberî, c. 2, s. 34 (İstikamet baskısı); Tarih'il-Hamis, c. 2, s. 285; Sire-i Halebi, c. 1, s. 120; Müstedrek-i Hakim; Beyhaki; İbn-i Asakir ve Tirmizi. Tirmizi; "Bu söz güzel ve gariptir (ilginçtir)" demiştir. Dehlan'ın-Siresin'de de (c.1, s. 49) Hz. Peygamberin Ebu Bakir ve Bilal'le Mekke'ye döndüğü nakledilmiştir.
28- Tarih-i Taberi, c. 2, s. 33; el-Bidaye ve'n- Nihaye, c. 2, s. 286; Siret'ul-Halebiyye, c. 1, s. 120; Son zikrettiğimiz kitabın müellifi: "Huda kitabının sahibi bu kavli tercih etmiştir" diyor.
29- Elbette İbn-i Habban ve "el-İsabe" (c. 1, s. 168), Ebi Nuaym'den, Bilal'ın Ebu Bakir'le aynı yaşta olduğunun zikretmekteler. Ama Ebu Bekr'in, Bilal'den birkaç yaş büyük olduğu daha meşhurdur; nitekim biz de onun büyü olduğunu zikrettik; bkz. Sire-i Halebi'ye (c. 1, s. 120)
30- Tarih'ul-Hamis, c. 1, s. 259; Sire-i Halebi, c. 1, s. 120.
31 - El-Gadir, c.7, s.278.
32 - Nuzhet'ul-Mecalis, c.3, s.147.
33 - Tarih'ul- Hamis, c. 1, s. 261.
34 - Haram aylar, hac ayları olan Zilkade, Zilhicce, Muharrem ve Recep ayıdır.
35 - İslam'dan önceki cahiliyet döneminde bir gelenek üzere uygulanan toplu bir karar gereğince bazı çıkarlar uğruna gerçek Haram aylarının yerine kabul edilen diğer aylara nesi ayları denir.
36 - Sire-i Halebi, c. 1, s. 128'e müracaat edebilirsiniz; o kitapta şöyle diyor: "Füccar savaşının meydana gelmesine sebep olan olaylar haram aylarda olmuştur, ama savaş Şaban ayında baş göstermiştir." Ama bu rivayetin doğruluğuna gölge düşüren konu ise acaba bu savaşa neden Füccar-azgınlar-savaşı denilmiştir? Diğer yandan Yakubi bu savaşın Recep ayında vuku bulduğunu açıkça vurgulamaktadır.
37 - Tarih-i Yakubi, c. 2, s. 15, Sadır bakısı.
38 - Sire-i İbn-i Hişam, c. 1, s. 198. Tarih'ul-Hamis, c. 1, s. 259.
39 - Dehlan'ın Sire-i Nebevisi, c. 1, s. 5. Siret'ul-Halebiyye, c. 1, s. 127.
40 - Aynı kaynaklar; Sire-i İbn-i Hişam, s. 195.
41 - Sire-i Nebevi li'd-Dehlan ve Sire-i Halebi.
42 - Tarih'ul-Hamiş, c. 1, s. 259; Sire-i İbn-i Hişam, c. 1, s. 195 ve 198. 3
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.A) Bİ'SETİ

Resulullah (s.a.a), Hz. Adem'in yeryüzüne indiğinden 6203 yıl geçtikten sonra, 40 yaşında iken Nevruz bayramına denk gelen Receb'in 27. günü yani M. 610'da peygamberliğe seçildi.(1)
Hz. İmam Hasan Askeri'den nakledilen rivayete göre, Hz. Peygamber'in ömründen 40 yıl geçtiğinde Allah Teala, O'nun kalbini herkesin kalbinden daha yumuşak, daha huşulu, daha itaatli ve daha büyük gördü. Bundan dolayı O'nun gözlerine diğer bir nur verdi, gökyüzünün kapılarının açılmasını emretti, melekler fevç fevç yeryüzüne geldiler. Hz. Peygamber (s.a.a) onlara bakıyor ve onları görüyordu.
Allah Teala kendi rahmetini arşından Hz. Peygamber'in başına kadar yaydı. Cebrail, aşağı inerek, yerle göklerin arasını kapladı. Hz. Peygamber'in mübarek omzundan tutarak şöyle dedi: "Ya Muhammed, oku!"
Peygamber (s.a.a); "Ne okuyayım?" dedi.
Cebrail şöyle dedi: "اقرء باسم ربک الذی خلق ؛ خلق الانسان من علق"
"Yaratan Rabbinin adıyla oku! O, insanı bir aşılanmış yumurtadan yarattı." (2)
Ondan sonra Cebrail ilahi vahiyleri Hz. Peygamber'e ulaştırdı...
Melekler gökyüzüne yükseldiklerinde, Peygamber (s.a.a) Mekke'yle üç mil mesafesi olan Hıra dağından aşağı indi. Yücelik nurları O'nu sarmıştı, kimsenin O'na bakmaya gücü yoktu. Her ağaç, ot ve taşın yanından geçtiğinde O'na secde ediyor ve fasih bir dille şöyle diyorlardı: "Selam olsun sana ey Allah'ın peygamberi! Selam olsun sana ey Allah'ın elçisi!"
Peygamber (s.a.a) Hatice-i Kubra'nın evine girdiğinde ev, yüzünün nurundan aydınlandı. Hatice; "Ya Muhammed! Sende gördüğüm bu nur nedir?" diye sordu.
Peygamber (s.a.a) cevabında şöyle buyurdular: "Bu peygamberlik nurudur; lâ ilâhe illellah Muhammde'un Resulullah söyle."
Hatice; "Ben, senin peygamberliğini yıllardır biliyorum" dedi.
Hatice hemen Allah'ın birliğine ve Peygamber'in Allah'ın elçisi olduğuna ikrar ederek O'na iman etti.
Resulullah (s.a.a) Hatice'ye şöyle buyurdular: "Ben kendimde bir soğukluk hissediyorum, üzerimi ört."
Peygamber (s.a.a) yatar yatmaz, Müddessir suresinin şu ayetleri O'na nazil oldu: "یا ایهاالمدثر قم فانذرو ربک فکبر"
"Ey bürünüp sarınan (Resulüm)! Kalk ve insanları uyar. Sadece Rabbini büyük tanı." (3)
Bu emir üzerine Resulullah (s.a.a) kalktı. Ellerini kulağına koyarak iki defa "Allah-u ekber, Allah-u ekber" dedi. Resulullah'ın sesi her yaratığa yetişti ve herkes O'nunla muvafakat etti.
Bi'setin üçüncü yılında Resulullah (s.a.a), "و انذر عشیرتک الاقربین" (En yakın akrabanı uyar) (4) ayetinin nazil olmasıyla halkı açıkça İslam'a davet etmeye emr olundu. Bu emir gereği önce kendi yakınlarını misafirliğe davet ederek onlara şöyle buyurdu:
"Allah-u Teala beni, sizi O'na davet etmeye emretmiştir. İçinizden kim beni tasdik edip bu işte bana yardımcı olursa, sizin aranızdaki kardeşim, vasim ve halifem olacaktır." (5)
Taberi'nin yazdığına göre Ebu Talib oğlu Ali, Peygamber'e yardımcı olacağını ilan eden tek şahıs idi. Peygamber (s.a.a) de oradakilere şöyle buyurdu:
"Bilin ki, bu şahıs, benim sizin aranızdaki kardeşim, vasim ve halifemdir; onun sözlerini dinleyin ve emirlerine itaat edin." (6)
Resulullah (s.a.a) akrabalarını İslam'a davet ettikten sonra, halktan da putlarını bırakıp sadece Allah'a ibadet etmelerini istedi. Bu söz onlara çok ağır geldi; az bir grup hariç hepsi Hz. Peygamber'e düşman kesilmeye başladı. O kritik anda, Mekke'nin büyüğü ve Peygamber'in amcası olan Ebu Talib, kardeşi oğlunun yardımına koştu ve onu yalnız bırakmayacağına dair yemin etti. (7) Gerçekten öyle de yaptı. Ebu Talib, hayatta olduğu sürece Kureyş Hz. Peygamber'i fazla incitemiyordu.
Kureyş büyükleri, Ebu Talib'in koruması altındaki Hz. Peygamber'i tam baskı altına alamadıklarını görünce, yeni müslüman olanları eziyet ve işkence etmeye başladılar. Peygamber (s.a.a), Müslümanların Kureyş'in zulüm ve eziyetinden kurtulmaları için onlara Habeşistan'a hicret etmeleri için izin verdi.
Hicretin 6. yılında, Mekke müşrikleri, Peygamber (s.a.a)'i öldürme kararı aldılar. Bu yüzden Muhammed (s.a.a)'i kendilerine teslim etmedikçe Beni Haşim'le muamele yapmayacaklarına ve onlardan evlenmeyeceklerine dair kendi aralarında bir antlaşma imzaladılar. Bu antlaşmayı bir deri sayfasına yazarak Ka'be'nin duvarına astılar. Beni Haşim de canlarını korumak için Peygamber (s.a.a) ile "Şi'b-i Ebi Talib" deresine sığındılar; üç yıl boyunca orada kaldılar. Üç yıl sonra Allah-u Teala Peygamberine, antlaşmayı "Allah" lafzı hariç karıncaların yediğini haber verdi. Ebu Talib bu haberi Kureyişlilere iletti ve onlara; "Eğer Muhammed'in söyledikleri doğru çıkarsa ne yaparsınız?" diye sordu. Onlar da: "Artık el çekeriz" dediler. Kureyşliler Ka'be'ye gidip oraya astıkları antlaşmanın "Allah" lafzı hariç karıncalar tarafından yenildiğini görünce kendi antlaşmalarından vazgeçtiler. Bi'setin onuncu yılında vuku bulan bu olay neticesinde Mekke halkından birçok kimseler İslamiyeti kabul ettiler. Böylece Beni Haşim Şi'b-i Ebi Talib'den dışarı çıkabildi…(8)
Peygamber (s.a.a), bi'setin onuncu yılında iki büyük yardımcısı olan Hz. Ebu Talib ve Hz. Hatice'yi kaybetti. (9) bu iki büyük şahsiyetin ölümü Hazrete çok ağır geldi, bundan dolayı o yılın ismini "Hüzün Yılı" koydu. (10)
İmam Zeyn'ul- Abidin (a.s) şöyle buyurmuştur:
"Resulullah (s.a.a), Ebu Talib ve Hatice'yi kaybettiğinde artık Mekke'de kalması güçleşmişti... Allah-u Teala bundan dolayı Hz. Peygamber'in, Mekke'de yardımcısı olmadığından orayı terk edip Medine'ye doğru hareket etmesini emretti." (11)
Ebu Talib merhum olduktan sonra Kureyş'in Hz. Peygamber'e eziyeti gittikçe fazlalaştı, Hazrete defalarca ihanet edip O'nun canına kıymak istediler. (12)
Mekke müşrikleri, bi'setin 13. yılı "Dar'un-Nedve" denilen bir yerde toplanıp Peygamber'i öldürme kararı aldılar. Bu karara göre çeşitli kabilelerden oluşan gençler hep birlikte Peygamber'e saldıracak ve kimin tarafından öldürüldüğü bilinmeyecekti.(13) Hz. Peygamber (s.a.a) İlahi vahiyle bu komplodan haberdar oldu ve geceleyin Mekke'den ayrılarak Medine'ye doğru yola çıktı. Emir'ul- Müminin Hz. Ali de Peygamber (s.a.a)'in canını korumak için O'nun yatağında yattı…(14)

HZ. ALİ (A.S)'IN HZ. PEYGAMBER (S.A.A) HAKKINDAKİ SÖZLERİ

Sıffin'den Döndükten Sonra Okudukları Hutbe:

"…Bilirim, bildiririm ki Allah'tan başka yoktur tapacak; ortağı yoktur, birdir ancak…Muhammed (s.a.a) O'nun kuludur, rasûlüdür. Onu tanınmış bir dinle gönderdi; üstünde yalım-yalım ateş yakılan, yol yitirenlere yol bulduran dağ gibi belirli âlâmetle, hükmü kesin kılınmış kitapla, parıl parıl parlayan, ışıkla, alev alev balkıyan aydınlıkla, bozulması mümkün olmayan emirle yolladı şüpheleri gidermek, apaçık gerçekleri kesinleştirmek, delillerle halkı kötülüklerden çekindirmek, belâlardan korkutmak için yolladı.
İnsanlar sınanma içindeydiler; öylesine ki din ipi, o yüzden üzülürdü, kopardı; gerçek inanç direkleri yıkılırdı, yatardı. Dinin aslına karışıklıklar düşmüştü; iş darmadağın olmuştu; çıkılıp kurtulunacak yer daraldıkça daralmıştı; vehimlerden sıyrılmak için görecek gözler köreldikçe körelmişti. Doğru yolun adı sanı kalmamıştı; Körlük her yanı kaplamıştı. Rahmân'a isyân ediliyordu; şeytana yardımda bulunuluyordu. İman hor-hakir olmuştu; dayanakları yıkılmış-gitmişti; nişâneleri tanınmaz hale gelmişti; yolları görünmez olmuştu; geçitleri silinip gitmişti. Şeytana itâat etmişti insanlar; onun yollarını tutmuştu canlar; onun kaynaklarından içiyorlardı susayanlar. Şeytanın bayrakları onlarla yürüyordu; sancağı dikilmişti, dalgalanıyordu. İnsanlar öylesine sınanmalar içindeydiler ki o fitneler, tabanlarıyla eziyordu onları; tırnakları altında kırıp geçiyordu onları. Neşesinden tırnaklarının ucuna basmış, kalkınmıştı fitneler; insanlarsa o fitneler arasında yollarını yitirmişler, şaşırıp kalmışlar, bilgisiz bir hale gelmişler, fitnelerin içine düşmüşlerdi.
En hayırlı yerde, en şerr komşular arasından gönderdi O'nu, bir haldeydiler ki uykuları uykusuzluktu; sürmeleri göz yaşlarıydı; bilginin ağzına gem vurulmuştu, bir söz söyleyemezdi; bilgisizi ağırlanırdı, sayılırdı, bir sözü iki edilemezdi."(15)

Hz. Muhammed (s.a.a) Hakkındaki Hutbesi

"Allah onu öyle bir çağda yolladı ki, insanlar sapmış-lardı, şaşırmışlardı. Fitne yoluna ayak atmadaydılar; olmayacak şeyler, onları doğru yoldan alıkoymuştu. Büyükler (büyük sandıkları kişiler), onları gerçek yoldan saptırmış-lardı; bilgisizler, bilgisizlikle onları aşağılatmışlardı. İşlerinde şaşkına dönmüşlerdi; cehil yüzünden belâya düşmüşlerdi.
Onlara öğüt vermede direndi; doğru yola yürüdü; onları hikmete, güzel öğüte çağırdı."(16)

96. Hutbesinde Hz. Resûl-i Ekrem'i (s.a.a) Anlatan Sözleri

"Hamd Allah'a ki evveldir, ondan evvel bir var yok; âhırdır, ondan sonra kalan yok. Zâhirdir, fevkinde bir varlık bulunamaz; bâtındır, ondan başka bâtına erişen olamaz.
Hz. Muhammed'in, (s.a.a) Karar ettiği yer, karar edilecek yerlerin en hayırlısıdır; yetiştiği yer, yetişilen yerin en yücesidir. Kerâmet mâdenlerinde yetişmiş, selâmet yaygısının yayıldığı yerlerde gelişmiştir. İyi kişilerin gönülleri ona yönelmiştir; inananların gözleri, ona meylet-miştir. Allah, eski kinleri onunla gömmüştür; gönüllerdeki düşmanlıkları, onunla söndürmüştür. Onunla, inananları uzlaştırmıştır, kardeş etmiştir. O'nunla şirki îmandan ayırmıştır. O'nunla, alçalışı yüceltmiştir; onunla yüceliği alçaltmıştır. Sözü anlatıştır. O'nun; susması, söz söyleyişidir.(17)

160. Hutbesinde Hz. Resûl-i Ekrem'i (s.a.a) Anlatan Sözleri

Sen de tertemiz olan Peygamberinin huylarıyla huylan; çünkü O'nda uyulacak huylar, yaslanacak kişiye yaslanacak şeyler vardır. Kulların Allah'a en sevgilisi, Peygamberine benzemeye çalışan, O'nun izini izleyen kişidir.
O, dünyada ağız dolusu bir lokma yemedi, dünyaya gözünün ucuyla bile bakmadı. Dünya ehlinin en zayıfıydı bedence; karnı en açıydı yemek bakımından. Dünya ona arzedildi, O kabûl etmedi bile. Noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın buğzettiği şeyi bildi, ona buğzetti; horladığı şeyi bildi, horladı; küçük gördüğü şeyi küçük gördü, küçülttü. Bizde hiç bir ayıp olmasa da yalnız Allah'ın Rasûlünün buğzettiğini sevsek, Allah'ın ve Râsûlünün küçülttüğünü büyültsek, Allah'a karşı durmak, Allah'ın emrinden çıkmak için bu yeter bize.
Yeryüzünde yemek yerdi; kul gibi otururdu; ayakka-bısını kendi tâmir ederdi; elbisesini kendi yamardı; eğersiz merkebe binerdi; biri daha varsa ardına bindirirdi. Evinin kapısına, üstünde resimler bulunan bir perde asılmıştı; zevcelerinden birine, şunu kaldır buyurmuştu; baktıkça dünya ziynetlerini hatırlıyorum. Dünyayı gönlünden çıkarmıştı; onu anmayı hatırından geçirmezdi; ziynetini gönlünden yitirmişti; dünyayı o kadar gözden çıkarmıştı ki ne gönül bağlayacağı güzel bir elbisesi vardı, ne üstünde oturacağı beğenilecek bir yaygısı.
Dünyayı gönlünden sürüp atmış, gözünden yitirip gitmişti. Bir şeyi sevmeyen kişi böyledir; ne onu görmek ister, ne adının anılmasını diler. Allah'ın salâtı ona ve soyuna olsun, Allah katında bu kadar yüce mertebesi varken, dünya ve dünyadakiler, onun yüzü suyu hürmetine yaratılmışken; Rasûlullah, dostlarıyla beraber dünyada aç yaşardı; bu da dünyanın kötülüklerine, ayıplarına delâlet eder sence.
Bakıp görenin, aklıyla düşünmesi, can gözüyle görmesi gerek: Allah Muhammed'e (s.a.a) bu çekinmeyi vermekle onun kadrini mi yüceltti, yoksa onu alçalttı mı? Alçalttı diyen, andolsun ulular ulusu Allah'a; iftira eder, yalan söyler. Kadrini yüceltti denirse bilinmesi gerektir ki dünyayı O'nun için yayıp döşediği halde O'na ve O'na en yakın olanlara, dünyayı hor hakir göstermiştir. Şu halde Peygamberin yolunu tutan kişinin de O'nun izini izlemesi, O'nun konduğu yere konması gerekir, yoksa helâk olmaktan kurtulamaz.
Gerçekten de Allah, Muhammed'i, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, kıyâmete bir delil, cennete müjdeci, azaptan korkutucu olarak gönderdi; O'ysa dünyadan karnı boş olarak çıkıp gitti; âhirete ayıplardan, suçlardan esen olarak vardı; bir taşı bir taş üstüne koymadan yolunu tuttu, Rabbinin dâvetine icâbet etti. Allah bize ne büyük bir lütufta bulunmuştur ki Onu bize muktedâ olarak gönder-miştir; O'nun izini izlemekteyiz; yolunda gitmekteyiz.
Andolsun Allah'a ki şu yünden dokunmuş abamı kendim yamadım; yamattığım kişiden utandım artık; çünkü bana bu kadar yamadan sonra hâlâ mı giyeceksin, atmayacak mısın artık bunu dedi. Ben de, uzaklaş benden dedim ona; sabah olup gün ışıyınca halk, gece yol alanları över."(18)

Hz. Peygamber'i (s.a.a) Öven Hutbelerinden

"Onu apaydın ışıkla, görünüp duran, şüpheleri gideren, delille apaçık yolda, insanları sapıklıktan kurtaran, doğru yola sevkeden kitapla gönderdi. Mensûp olduğu boy, en hayırlı boy; ağacı en hayırlı ağaç, dalları, budakları güzel ve doğru; dileyenler meyvelerinden kolayca yiyebilirler. Doğduğu yer Mekke, göçtüğü yer, tertemiz şehir, Medîne. Anlayışı orada yüceldi; ünü ordan duyuldu.
O'nu, yeter bir delille, şifa veren öğütle, halkı düzene sokacak bir dâvetle gönderdi; bilmeyen ilâhî hükümleri O'nunla belirtti, bildirdi; noksan ve ayıplanacak bid'atları, âdaletleri, onunla söktü, attı; uyulması gereken şeyleri O'nunla tebliğ etti.
İslâm'dan başka bir din arayanın kötülüğü meydandadır; onun kutluluk bağları kopar; baş aşağı düşer gider, uzun bir hüzne daldıktan, çetin bir azâba uğradıktan sonra belki döner gelir."(19)

Hz. Ali (a.s) Peygamberleri şöyle anlatmaktadırlar:

Onları en üstün kişilere emanet olarak vermiştir; en hayırlı rahimlerde karar ettirmiştir. Onları en yüce bellerden en temiz rahimlere aktarmıştır; onlardan geçenler geçtikçe Allah dinini kurmak ve korumak için yerlerine gelecekleri getirmiştir. Böylece de noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın lütfü, Allah'ın rahmeti ona ve soyuna olsun, peygamberlik, Muhammed'e erişmiştir. Onu yetişmek bakımından en üstün yerden yetiştirmiş, dikip boy atmak bakımından en yüce yerden izhâr etmiştir. Bir ağaçtan yetiştirmiştir ki peygamberlerini o ağaçtan meydana getirmiştir; emin kişilerini o kökten seçmiştir. Onun boyu, boyların hayırlısıdır; onun soyu, soyların hayırlısıdır. Ağacı, ağaçların en iyisidir; haremde bitmiştir; kerem alanında boy atmıştır. O ağacın upuzun dalları, budakları vardır; meyvesine herkesin elinin uzanmasına imkân yoktur. O, Allah'tan çekinenin, imâmıdır; doğru yolu bulanın can gözüdür. Bir ışıktır ki parıl parıl parlar; bir yıldızdır ki ışığı balkır durur; bir ışık verir ki parıltısı nurlar saçar. Yolu dosdoğrudur; orta bir yoldur; yordamı gerçektir; sözü hakla batılı ayırır, hükmü adaletin ta kendisidir. Onu, peygamberlerin gönderilmesinin arası kesildiği, halkın iyi işlerden ayakları kaydığı, ümmetlerin bilgisizliğe düştüğü bir çağda göndermiştir.(20)

Hz. Fatıma (s.a)'nın Hz. Resulullah (s.a.a)'le İlgili Sözleri

"…Ey insanlar! Bilin ki ben Fatıma'yım, babam Muhammed'dir. Yine tekrarlıyorum; ben Fatıma'yım, babam Muhammed'dir! Yalan söylemiyorum ve hata da etmiyorum. "And olsun, size içinizden bir peygamber geldi ki, zahmet çekmeniz onu incitir ve üzer. Size çok düşkündür, müminlere çok şefkatlidir, çok merhametlidir."(21)
Eğer o peygamberi tanıyorsanız, bilmeniz gerekir ki o, sizin kadınlarınızın babası değil, benim babamdır; sizin erkeklerinizin değil, benim amca oğlumun kardeşidir. Onunla akrabalık ne de güzeldir! O, risaletini halka ulaştırdı, onları İlâhî azapla korkuttu. Müşriklerin yol ve yöntemlerinden yüz çevirdi. Onların sırtlarına ağır bir darbe indirdi. Onların boğazını sıktı, hikmet ve güzel öğütle Rabbinin yoluna çağırdı. Putları kırdı, küfrün başlarını dağıttı, sonunda küfür topluluğu hezimete uğradı, geriye dönüp kaçtı, gece sabahtan ayrıldı (karanlıklar yok oldu), hak ortaya çıktı, dinin önderi söz sahibi oldu, şeytanların kükremesi kesildi, nifak topluluğu helak oldu, küfür ve düşmanlık düğümleri çözüldü, siz de yüzleri ak ve oruçtan karınları aç kişilerin arasında (özgürce) ihlas (lâ ilahe illellah) kelimesini söyler oldunuz.
Sizler (Peygamber-i Ekrem gelmeden önce) bir ateş çukurunun kenarındaydınız, içenin içeceği değersiz bir yudum su idiniz, tamahkarın ganimet bilip yiyivereceği bir lokmaydınız, adavet ateşini körükleyenler için uygun bir alev idiniz, ayaklar altında eziliyordunuz. Develerin girip kirlettikleri (çukur) suyu içiyordunuz, ağaç yapraklarını gıda ediyordunuz, zelil ve aşağılık bir hale düşmüştünüz, etrafınızdaki insanların sizi ezmesinden korkuyordunuz, bütün bu bedbahtlıklardan sonra Allah Teala, babam Muhammed vasıtasıyla sizleri kurtardı. Daha sonra babam, yiğit kişiler, Arab'ın kurtları ve kitap ehlinin isyancılarıyla denenip sınandı (onlarla savaştı)." (22)
_______________
Kaynakça:
1 - Kafi, c.4,s.149.
2 – Alak: 1-2
3 - Müddessir/1-3
4 – Şuera: 214
5 - Tarih-i Teberi, c.2,s.62.
6 - Tarih-i Teberi, c.2,s.62.
7 - El-Huccet-u Ala'z- Zahib, s.249.
8 - Tarih-i Yakubi, c.1,s.350.
9 - Tabakat, c.1,s.125.
10 - Kısas'ul- Enbiya, s.317.
11 - Kafi, c.8,s.340.
12 - Tarih-i Yakubi, c.1,s.355.
13 - Tarih-i Yakubi, c.1,s.358.
14 - Tabakat, c.1,s.228.
15 - Nehc'ul-Belağa, h. 2
16 - Nehc'ul-Belağa, h. 95
17 - Nehc'ul-Belağa, h. 96
18 - Nehc'ul-Belağa, h. 160
19 - Nehc'ul-Belağa, h. 161
20 - Nehc'ul-Belağa, h. 94
21 - Tevbe: 128.
22 - Mü'min: 78. Şerh-i İbn-i Ebi'l- Hadid, c. 16, s. 236. Keşf'ul- Ğumme, c. 1, s. 492. Müruc'uz- Zeheb, c. 2, s. 311. A'lam'un- Nisa, c. 4, s. 116. Tezkiret'ul- Havass, s. 179. Keşf'ul- Mehacce, s. 124. el- İmamet-u ve's- Siyase, c. 2, s. 14. el-İsabe, s. 61. Usd'ul- Ğabe, c. 2, s. 522. Tarih-i İbn-i Kesir, c. 12, s. 441. İkd'ul- Ferid, c. 2, s. 6. Mizan'ul- İ'tidal, c. 2, s. 172.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

HZ. RESULULLAH'IN (S.A.A) HZ. ALİ'YE (A.S) VASİYETİ

Ya Ali, Allah’ı gazaplandıracak (bir şeyle) hiçbir kimseyi razı etmemen, Allah’ın (sana) verdiği bir şeyden dolayı başkasını övmemen, Allah’ın senden esirgediği bir şeyden dolayı da kimseyi yermemen yakine ermenin alametidir. Çünkü rızık, ihtirasla elde edilemeyeceği gibi, rağbetsizlikle de önlenemez.
Allah-u Teâla, kendi hikmet ve lütfü gereği rahatlık ve mutluluğu yakinde ve (kaza ve kadere) rıza göstermekte; gam ve üzüntüyü ise, şüphe ve hoşnutsuzlukta karar kılmıştır.
Ya Ali, cahillikten daha kötü bir fakirlik, akıldan daha faydalı bir servet, bencillikten daha korkunç bir yalnızlık ve istişareden da-ha iyi bir yardımcı yoktur; hiçbir akıl da tedbir almak kadar yararlı değildir. Güzel ahlak gibi soy sop ve şükür gibi de ibadet yoktur.
Ya Ali, sözün âfeti yalan, ilmin âfeti unutmak, ibadetin âfeti ihmalkârlık, cömertliğin âfeti minnet, yiğitliğin âfeti zulüm, güzelliğin âfeti bencillik ve soyluluğun âfeti ise onunla övünmektir.
Ya Ali, sürekli doğru konuş; ağzından hiçbir zaman yalan çıkmasın; kesinlikle hıyânete yeltenme; Allah’tan O’nu görüyormuşçasına kork; malını ve canını dinine feda et; iyi ahlak edin ve kötü ahlaktan kaçın.
Ya Ali, Allah’ın en çok sevdiği amel şu üç haslettir: Allah’ın farz kıldığı şeyleri yerine getirmek; bunu yapan kimse, halkın en âbitlerindendir. Allah’ın haram kıldığı şeylerden uzak durmak; böyle yapan kimse de halkın en sakınanlarındandır. Allah’ın verdiği rızka razı olmak; böyle olan kimse de halkın en zenginlerindendir.
Ya Ali, üç şey yüce ahlaktandır: Seninle ilişkisini kesen kimse ile ilişki kurman, senden esirgeyene bağışta bulunman ve sana zulüm edeni affetmen.
Ya Ali, üç şey kurtarıcıdır: Dilini tutman, günahına ağlaman ve (kötü insanlarla muaşeretten uzak kalmak için) evinde oturman.
Ya Ali, şu üç haslet âmellerin en başında gelir: (Kendi menfaatin bile söz konusu olduğu yerde) halka karşı insaflı davranman; mümin kardeşinle eşitlik gözetmen ve Allah’ı her halükârda hatırlaman.
Ya Ali, üç kimse Allah’ın misafiridir: Mümin kardeşini Allah rızası için ziyaret eden kimse; böyle birisi Allah’ın ziyaretçisidir. Ziyaretçisini ağırlamak ve istediğini ona vermek, Allah’a düşen bir haktır. Namaz kıldıktan sonra, daha sonraki namaz vaktine dek takibât (zikir, dua, Kur’an okumak vb...) ile meşgul olan kimse; böyle birisi Allah’ın misafiridir ve misafirini ağırlamak Allah’a düşen bir haktır. Bir de hacca ve umre’ye giden bir kimse; onlar da Allah’a doğru giden kimselerdir ve kendisine gelen kimseyi ağırlamak Allah’a düşen bir haktır.
Ya Ali, üç şeyin hem dünyada hem de, âhirette mükâfatı vardır: Hac, fakirliği giderir; sadaka, belaları defeder ve sıla-i rahim (akrabalara iyilikte bulunmak) ömrü uzatır.
Ya Ali, kimde şu üç şey olmazsa hiçbir ameli doğrulmaz: Kendisini Allah Azze ve Celle’ye karşı günah işlemekten alıkoyacak takva; akılsızın cahilliğini önleyecek ilim (bir nakle göre de hilim) ve halkla iyi geçinebilmesini sağlayacak akıl.
Ya Ali, üç kimse kıyamet günü arşın gölgesi altındadır: Kendisi için sevdiği şeyi, kardeşi için de seven; bir işle karşılaştığında, Allah’ın o işi sevip sevmediğini bilmeyinceye kadar, o iş için herhangi bir girişimde bulunmayan ve kendi nefsinde de bulunan ve henüz ıslah etmediği bir kusurla kardeşini ayıplamayan. Kendisini ıslah etmeye kalkışan bir insan ise, ıslah ettiği her kusurunun ardından bir diğeriyle karşılaşır ve bu, insanı kendisiyle meşgul etmeye yeter. (Artık başkalarının ayıplarıyla uğraşmaktan geri kalır).
Ya Ali, üç şey iyi olmanın yollarındandır: Cömert olmak, güzel konuşmak ve eziyetlere karşı sabırlı olmak.
Ya Ali, Tevrat’ta dört şeyin, dört şeyi beraberinde taşıdığı yazılıdır: Dünyaya haris olan, Allah’a öfkelenir. Duçar olduğu bir musibetten yakınan, gerçekte Allah’tan yakınmaktadır. Zenginin karşısında (zenginliği için) tevazu eden kimsenin, dininin üçte ikisi yokolur. Bu ümmetten cehenneme giden kimse, Allah’ın ayetleriyle alay edip, onlarla oynayan kimselerdendir.
Ya Ali, dört şey, dört şeyi beraberinde getirir: Saltanata erişen diktatör olur. İstişare etmeyen pişman olur. Davrandığın gibi sana davranılır. Yoksulluk en büyük ölümdür. "Maksat dinar ve dirhem (mal) yoksulluğu mu?" denilince: "Hayır, maksat din yoksulu olmaktır." buyurdu.
Ya Ali, kıyamet günü üç gözden başka bütün gözler ağlar: Allah yolunda geceleri uykusuz kalan göz, Allah’ın haram kıldığı şeylere bakmayan göz ve Allah korkusundan ağlayan göz.
Ya Ali, Allah’tan başkasının haberdar olmadığı günahlarına ağladığı halde, Allah’ın nazar ettiği yüze ne mutlu!
Ya Ali, şu üç şey (insanı) helak eder: Heva ve hevese uymak, cimrilik yapmak ve insanın kendisini beğenmesi. Şu üç şey de (insanı) kurtuluşa götürür: Hoşnutluk ve öfke halinde adaletli davranmak, zenginlikte ve fakirlikte orta halli olmak, gerek gizlide ve gerekse açıkta Allah’ı görürcesine O’ndan korkmak. Çünkü sen O’nu görmesen de O seni görür.
Ya Ali,üç yerde yalan konuşmak iyidir: Savaşta (düşmanı) aldatmak için, hanımına (bir şey alacağına dair) söz vermede,[2] halkın arasını ıslah etmede.
Ya Ali, üç yerde doğru konuşmak kötüdür: Söz gezdirmede; erkeğe, ailesi hakkında hoşlanmayacağı haberleri vermede ve hayır işlerlin açıklayan bir kimseyi yalanlamada.[3]
Ya Ali, dört şey boşunadır: Doyduktan sonra yemek, ay ışığında kandil yakmak, çorak yerde tohum ekmek ve layık olmayan bir kimseye iyilik yapmak.
Ya Ali, dört kimse herkesten daha çabuk ceza görür: Yaptığın iyiliğe kötülükle karşılık veren, senden zulüm görmeden sana zulüm yapan, aranızdaki antlaşmaya sen sadık kaldığın halde hıyanet eden ve sıla-i rahim (akrabalara iyilik) yaptığın halde (sana karşı) onu terkeden kimse.
Ya Ali, dört şeye sahip olanın Müslümanlığı kâmil olur: Doğruluk, şükür, hayâ ve güzel ahlak.
Ya Ali, halka az el açmak peşin zenginliktir ve halka çok el açmak zillettir. Peşin fakirlik de işte budur.
_________________
[1]- Tuhaf’ul-Ukul kitabından naklen
[2] - Yapamayacağını bildiği halde hanımlara bir şey almak hususunda söz vermenin caiz hatta iyi bir iş olarak nitelenmesi, İslam’ın aile yuvasının korunmasına verdiği önemden kaynaklanmaktadır.
[3]- Bu hadisin son bölümünü açıklık kazanması için şu iki noktaya dikkat etmek gerekir:
a) Maksat, yalan olarak iyilikleri anlatılan şahsın iyi olarak tanındığında topluma bir zararın gelmediği zamanlardır. İşte bu durumda birinin iyiliğinin anlatılması toplumu iyiliğe teşvik ettiği için, anlatanı halkın huzurunda yalanlamak kötü bir iştir.
b) Toplumun huzurunda yalanlamanın kötü oluşu ona özel olarak hatırlatmada bulunmanın da kötü olduğu anlamına değildir
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

HZ. ALİ (A.S)’A BAŞKA BİR VASİYETİ

Ya Ali, müminin nişanesi üçtür: Oruç tutmak, namaz kılmak ve zekât vermek. Zahirde kendisini ehil gösteren kimsenin de nişanesi üçtür: İnsanın yüzüne karşı dalkavukluk yapar; arkasından gıybet eder ve musibete uğradığında da sevinir. Zalimin de üç nişanesi var: Eli altında bulunanlara zorbalık yapar; kendisinden üstlere isyan eder ve zalimlerle işbirliği yapar. Riyakârın da üç nişanesi var: Halkın yanında gayretli ve hareketli olur; yalnızlıkta üşenir ve bütün işlerde övülmesini sever. Münafığın da nişanesi üçtür: Konuştuğu zaman yalan söyler; kendisine güvenildiğinde hıyanet eder ve verdiği sözün üzerinde durmaz. Tembelin de alâmeti üçtür: Tefrite[1] düşünceye kadar gevşeklik yapar; zâyi edinceye dek tefrit eder ve günaha düşünceye kadar zâyi eder.[2] Akıllı kimseye, ancak üç şey için yolculuğa gitmek yakışır: Geçimini temin etmek, ahiretine yönelik bir adım ve helâl bir zevk .
Ya Ali, cahillikten daha şiddetli bir fakirlik, akıldan daha faydalı bir servet, kendini beğenmişlikten daha korkunç bir yalnızlık yoktur ve hiçbir amel tedbir almak, hiçbir takva günahtan sakınmak ve hiçbir soy sop da iyi ahlaklılık gibi olamaz. Konuşmanın âfeti yalan, ilmin âfeti unutmak ve bağışta bulunmanın âfeti de minnettir.
Ya Ali, hilali gördüğün zaman üç defa "Allah-u Ekber" de; sonra "Elhamdu lillah’illezi halekanî ve halekake ve kadderake menâzile ve cealeke âyeten lil âlemîn." de.[3]
Ya Ali, aynaya baktığın zaman üç tekbir getirdikten sonra şöyle de: "Allahumme kemâ hassente halkî fe hassin hulkî."[4]
Ya Ali, seni dehşete düşüren bir şeyle karşılaşırsan, şöyle de: "Allahumme bi-hakkı Muhammed’in ve Âl-i Muham-med’in illâ ferrecte annî."[5]
Hz. Ali aleyhi’s-selam diyor ki: Peygamber salla'llahu aleyhi ve alih’den: "Ya Resulallah, (Kur’an’da): "Adem Rab-bin’den (bir takım) kelimeler aldı. (Allah da) bunun üzerine tövbesini kabul etti..."[6] diye buyurmaktadır. Nedir bu kelimeler?" diye sorduğumda, Resulullah salla'llahu aleyhi ve alih şöyle buyurdu:
"Ya Ali, Allah-u Teâla, Adem’i Hindistan’a, Havva’yı Cidde’ye, yılanı İsfahan’a ve İblis’i de Miysan’a (Basra ve Vasıt arasında bir yere) indirdi. Cennette yılan ve tavus kuşu kadar güzel bir şey yoktu. Yılanın deve gibi dört ayağı vardı. İblis, yılanın karnına girerek, Adem’e hile yaptı ve onu aldattı. Allah-u Teâla da yılana gazap ederek ayaklarını ondan aldı ve şöyle buyurdu: "Rızkını, toprak karar kıldım ve karnının üzerinde sürünmelisin; sana acıyana Allah acımasın." Tavusa da, İblis’e ağacı bulmada kılavuzluk ettiği için gazap ederek sesini ve ayaklarını çirkinleştirdi. Adem, Hindistan’da kaldığı yüz yıl süresince, başını gökyüzüne kaldırmadı. Ellerini başına koyup kendi hatasına ağlıyordu. Allah, Cebrail’i, Adem’e gönderdi. (Cebrail): "Ey Adem dedi, Allah sana selam söylüyor ve buyuruyor ki: "Ey Adem, seni kendi elimle yaratmadım mı? Sana kendi ruhumdan üflemedim mi? Meleklerimi sana secde ettirmedim mi? Cariyem Havva’yı seninle evlendirmedim mi? Cennetimde sana yer vermedim mi? O halde ey Adem, bu ağlama nedir? Bu kelimeleri söyle; şüphesiz Allah-u Teâla tövbeni kabul eder. Söyle ki: "Subhâneke, lâ ilâhe illâ ente, amiltu sûen ve zalemtu nefsî, fetub aleyye, inneke ente-t tevvab-ur rahîm."[7]
Ya Ali, evinde bir yılan gördüğünde o yılanı üç defa (o eve girip) çıkıncaya kadar öldürme; dördüncü defasında görürsen o zaman öldür; çünkü o kâfirdir.
Ya Ali, yolda bir yılan gördüğün zaman onu öldür. Çünkü ben cinlere, yılan şeklinde gözükmemelerini şart koşmuşum.
Ya Ali, dört haslet bedbahtlık (nişanesi)dir: Göz yaşının kuruması, katı kalpli olmak, uzun arzu ve dünya sevgisi.
Ya Ali, huzurunda seni medhederlerse şöyle de:
"Allahumme-c’alnî hayren mimmâ yezunnûne veğfir lî mâ lâ ya’lemûne vela tuahiznî bima yekulûn."[8]
Ya Ali, cinsi münasebette bulunduğun zaman şöyle de: "Bismillahi, Allahumme cennibne’ş-Şeytâne ve cennib’iş-Şey-tâne ma rezaktenî."[9] Eğer Allah-u Teâla o anda, sizden bir çocuk olmasını takdir ederse hiçbir zaman Şeytan’ın, ona bir zararı dokunamaz.
Ya Ali, yemeğe tuz ile başla ve tuz ile bitir. Çünkü tuz, yetmiş derde devadır. Onların en küçüğü delilik, cüzam ve alaca hastalığıdır.[10]
Ya Ali, bedenine zeytin yağı sür. Çünkü Şeytan bedenine zeytin yağı süren bir kimseye, kırk gece yaklaşmaz.
Ya Ali, ayın ilk ve orta gecelerinde cinsel ilişkide bulunma, sara hastasının genelde o iki gecede hastalığının belirdiğini görmüyor musun?
Ya Ali, çocuğun olduğunda sağ kulağına ezan, sol kulağına da ikâmet oku. Bu takdirde Şeytan ona asla zarar vermez.
Ya Ali, halkın en kötüsünü sana tanıtayım mı? "Evet ya Resulallah" dedim; buyurdular ki: Halkın en kötüsü, günahları affetmeyen ve hatalardan geçmeyen kimsedir. Onlardan daha kötüsünü de sana tanıtayım mı? "Evet ya Resulallah" dedim, buyurdular ki: Onlardan daha kötüsü şerrinden korunulmayan ve hayrı umulmayan kimsedir.
_________________
[1]- Gereken vazifeyi yapmama durumu, ifrat karşıtı.
[2]- Gevşeklik neticesinde işi gerektiği gibi yapmama sonucu bazen iş zayi olur ve bu da kişinin ahitlerini yerine getiremeyip günah işlemesine sebep olur.
[3]- Hamd, beni ve seni yaratan ve senin seyrin için menziller belirleyen seni alemlere kudret ve azametinin nişanesi kılan Allah’a mahsustur.
[4]- Allah’ım, (vücudumu) güzel yarattığın gibi huyumu da güzelleştir.
[5]- Allah’ım, Muhammed ve onun Ehl-i Beyt’inin hakkı hürmetine, beni (bu zorluktan) kurtar.
[6]- Bakara/37.
[7]- Ey Allah’ım, her eksiklikten uzaksın sen. Senden başka bir ilah yoktur; kötü iş yaptım; kendime zulüm ettim; tövbemi kabul et. Çünkü Sen, çok tövbe kabul edensin ve rahimsin.
[8]- Allah’ım beni zannettiklerinden daha iyi kıl; bilmedikleri şeyleri affet ve hakkımda söyledikleri şeylerle de benden hesap sorma.
[9]- Allah’ın adıyla; Allah’ım bizi Şeytan’dan ve Şeytan’ı da bana nasip edeceğin çocuktan uzak eyle.
[10]- Diğer faydalarının yanısıra özellikle yemeğe başlamadan önce ve yemekten sonra azıcık tuz yemek, sindirim sisteminde ve özellikle ağızda mikropların gelişmesini önlediğinden bir çok hastalıkların önlenmesinde etkili bir madde sayılır.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

HZ. ALİ (A.S)’A DİĞER BİR VASİYETİ

Ya Ali, peştamalsız hamama girmekten sakın. Çünkü hem peştamalsız (çıplak) olarak hamama giren kimse mel’undur ve hem de ona bakan.
Ya Ali, işaret ve orta parmağına yüzük takma; çünkü bu "Lut" kavminin yaptığı bir işti. Küçük parmağını da yüzüksüz bırakma.
Ya Ali, Allah kendi kulunun; "Allah’ım günahlarımı affet; çünkü Senden başka günahları affedecek bir kimse yoktur" demesini beğenir. Kul böyle dediği zaman Allah da, meleklerine şöyle hitap eder: "Ey meleklerim, bu kulum benden başka günahları affedecek birisinin bulunmadığını bilmiştir; şahit olun ki, ben onu bağışladım."
Ya Ali, yalan konuşmaktan sakın. Çünkü yalan konuşmak yüzü karartır ve sonra da o şahıs Allah katında kezzâb (çok yalan konuşan) olarak yazılır. Doğru konuşmak da yüzü ağartır ve böyle birisi de Allah indinde sadık (doğru konuşan) olarak yazılır. Doğruluğun bereket kaynağı ve yalancılığın ise uğursuzluk olduğunu bil .
Ya Ali, gıybet etmekten (başkalarının arkasından konuşmaktan) ve söz taşımaktan kaçın. Çünkü gıybet etmek orucu bozar (sevabını yok eder) ve söz taşımak da kabir azabına sebep olur.
Ya Ali, ister yalan yere olsun, ister doğru zaruret olmaksızın Allah’a yemin etme. Allah-u Teâla’yı kendi yeminine vesile kılma. Çünkü Allah-u Teâla, yalan yere O’na yemin eden bir kimseye acımadığı gibi onu gözetmez de.
Ya Ali, yarının rızkı için gam yeme. Çünkü her günün rızkı, gelip ulaşır.
Ya Ali, inat etmekten sakın. Çünkü inatçılığın evveli cahillik, sonu ise pişmanlıktır.
Ya Ali, misvak kullan. Çünkü misvak ağzın temizliğine, Allah’ın rızasına ve gözün ışıklanmasına sebep olur. Dişleri kürdanla temizlemek de seni meleklere sevdirir. Yemekten sonra ağızlarını kürdanla temizlemeyen kimsenin ağız kokusundan melekler rahatsız olur.
Ya Ali, sinirlenme; sinirlendiğin zaman otur ve Allah’ın kullara karşı olan kudret ve hilmini düşün ve sinirlendiğin vakit sana: "Allah’tan kork" dendiğinde sinirini atıp, hilmine ve sabrına dön.
Ya Ali, kendi malından başkalarına harcadığın şeyi, Allah’ın rızası için harca ki, Allah katında onu biriktirilmiş olarak bulursun.
Ya Ali, ailen, komşun, muaşeret ettiğin ve dost olduğun herkese iyi davran ki, Allah katında yüce derecelere ulaşasın.
Ya Ali, kendin için sevmediğin şeyi, başkası için de sevme. Kendin için sevdiğin şeyi, kardeşin için de sev. Böyle olursan hükmünde (diğerleri hakkında hüküm vermede) adil ve adaletinde insaflı olursun; gök ve yeryüzü ehlinin yanında da sevilirsin. Vasiyetimi unutmamaya çalış, inşâallah.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

HİKMETLİ SÖZLERİNDEN BİR BÖLÜMÜ

Hz. İsa aleyhi’s-selam’ın havarilerinden olan Yahuda’nın torunlarından, Şem’un ibn-i Lavî ismiyle meşhur bir rahibin, Resulullah’a yönelttiği bir çok sorularını ve Peygmaber-i Ekrem’in, ona verdiği cevapları ve onun Müslüman olmasını, bütün ayrıntılarıyla içeren uzun bir hadisten kitabın üslubuna uyan bazı bölümlerini zikrediyoruz:
Şem’un, Resulullah’a, "Bana akıl hakkında bilgi ver. Akıl nedir? Nasıldır? Akıldan ayrılan kollar nelerdir? (Aklın ürünleri nelerdir?) Ve bunların bütün kısımlarını bana açıklayın." diye sordu. Resulullah salla'llahu aleyhi ve alih şöyle buyurdu: "Akıl, cahilliğin bukağıdır; nefis, en kötü hayvana benzer; bukağı takılmazsa azar. Böylece akıl cahilliğin bukağıdır. Allah-u Teâla aklı yaratıp ona, "Gel" dedi, o da geldi; ona "Dön" dedi o da döndü; sonra Hak Teâla şöyle buyurdu: "İzzet ve celalime andolsun ki, senden daha azametli ve senden daha itaatkâr bir varlık yaratmadım; seninle başlayıp seninle hilkati yenileyeceğim. Mükâfat senin içindir, azap da sanadır."[1]
Daha sonra akıldan hilim (yumuşaklık), hilimden ilim, ilimden rüşt (olgunluk), rüşdden iffet, iffetten korunma (sakınma), korunmadan hayâ, hayâdan vakar (ağır başlı olmak), vakardan hayırlı işlerde sebat (süreklilik) ve sebattan kötülükten nefret etmek, kötülükten nefretten de nasihat edene itaat etmek ayrıldı. Bunlar, akıldan ayrılan on tane hayır semeredir. Bunlardan her biri de on ayrı kola ayrılır.
Hilmin (yumuşaklığın) semereleri: Güzel davranmak, iyi insanlarla arkadaşlık yapmak, aşağılıktan kaçınmak, alçaklıktan uzak durmak, iyiliğe fazla istek, yüce derecelere yaklaşmak, affetmek, iyi geçinmek, ihsanda bulunmak ve boşuna konuşmamaktır. Bunlar hilim sayesinde akıllıya nasip olan sıfatlardır.
İlmin semereleri: Fakirliğe rağmen zenginlik (ilim vasıtasıyla kendini zengin görmek), cimriliğe rağmen cömertlik (kişi yapısı itibariyle cimri olabilir ama ilmin gereği olarak cömertlik yapar), basitliğine rağmen heybetli olmak, hastalığa rağmen sağlıklı olmak (vücudunun hasta olmasına rağmen morali yerinde olmak), uzaklığa rağmen yakın olmak, inatçı ve ısrarlı olmasına rağmen hayâlı olmak, hakirliğe rağmen yücelik, düşüklüğe rağmen şerefli olmak, hikmet, itibar ve makama sahip olmak. İşte bunlar, akıllının ilim vasıtasıyla elde ettiği şeylerdir. O halde hem akıllı ve hem de alim olan insana ne mutlu.
Rüşdün semereleri: Doğruluk, hidayet, iyilik, takva, başarı, itidal (dengeli olma), iktisat (ne savurgan ve müsrif ne de cimri olma), mükâfat, kerem ve Allah’ın dinini tanımak. Bunlar akıllının rüşd vasıtasıyla elde ettiği şeylerdir. Öyleyse ne mutlu doğru yolda sabit olan kimseye.
İffetin semereleri: (Takdirine) Razı olmak, mütevazı olmak, (hayırlardan) faydalanmak, huzurlu olmak, (elinin altında bulunanların halini) sormak, huşu, tezekkür (gafil olmamak), tefekkür, bağışta bulunmak ve cömertlik. Bunlar, iffet vasıtasıyla akıllı kimseye, Allah-u Teâla ve O’nun verdiği rızıktan hoşnut olduğu takdirde, nasip olan şeylerdir.
Siyanetin (kendini korumanın) kısımları: Salâh (doğruluk), tevâzu, züht, tevbe, anlayış, edep, ihsan, sevgi kazanmak, hayırlı işlerde bulunmak ve kötülükten sakınmak. Bunlar günahlardan korunma vesilesiyle akıllının elde ettiği şeylerdir. Öyleyse Allah’ın, siyanetle ikramda bulunduğu kullara ne mutlu.
Hayânın semereleri: Yumuşaklık, şefkat, gizlide ve açıkta Allah’ı gözetmek, sıhhat, kötülükten kaçınmak, güler yüzlülük, cömertlik, başarı ve halkın arasında iyilikle anılmak. Bunlar hayâ vasıtasıyla akıllının elde ettiği şeylerdir. Allah-u Teâla’nın nasihatini kabullenip, O’nun ifşasından korkan kimseye ne mutlu.
Vakarın (ağır başlılığın) semereleri: Lütufta bulunmak, tedbirli olmak, emaneti eda etmek, hıyaneti terketmek, doğru konuşmak, namuslu olmak (fuhuştan korunmak), malını ıslah etmek (mal ve servetini iyice koruyup yerinde harcamak), düşmana karşı hazırlıklı olmak, kötülükten sakındırmak ve başıboşluğu terketmek. Bunlar, vakar vasıtasıyla akıllıya nasip olan şeylerdir. Vakarlı olan, cahil ve hafif olmayan, affedip bağışlayan ve (başkalarının hatasını) görmezlikten gelen kimseye ne mutlu.
Hayır işi sürdürmenin sonuçları: Çirkin ve kötü işleri terketmek, ahmaklıktan uzaklaşmak, günahtan çekinmek, yakine ermek, kurtuluşu sevmek, Rahman (olan Allah)’a itaat etmek, delil ve burhana saygı göstermek, Şeytandan sakınmak, adalete boyun eğmek ve hakkı söylemek. Bunlar hayır işi sürdürmenin sonucu olarak akıllıya nasip olan şeylerdir. Geleceğini ve (kıyamet günü yeniden) dirileceğini unutmayan ve dünyanın faniliğinden ibret alan kimseye ne mutlu.
Kötülüğü sevmemenin sonuçları: Vakar (ağırbaşlılık), sabır, başarı, açık ve doğru yol üzerinde olmak, hidayeti sürdürmek, Allah’a iman etmek, halka karşı saygılı olmak, ihlaslı olmak, kendisini ilgilendirmeyen boş şeyleri terketmek ve kendisine yararlı olan işleri korumak. Bunlar şerri sevmemekten dolayı akıllıya nasip olan şeylerdir. Ne mutlu, Allah’ın hakkını yerine getiren ve Allah yolunun sağlam iplerine (nişanelerine ) sarılan kimseye.
İnsanın hayrını isteyenin sözlerine itaat etmenin sonuçları: Aklın çoğalması, fikrin olgunlaşması, iyi akıbetli olmak, kınanmaktan kurtuluş, (hakkı) kabul etmek, dostluk, gönül açıklığı, insaf, (hayır) işlerde (diğerlerinden) öne geçmek ve Allah’a itaat etmede güçlü olmak. Ne mutlu heva ve heves meydanlarından kurtulan kimseye. Bütün bunlar akıldan türeyen hasletlerdir.
Daha sonra Şem’un, Resul-i Ekrem’e: "Cahilin nişanelerini de açıklayın." dedi. Resulullah salla'llahu aleyhi ve alih şöyle buyurdular: "Cahil ile dost olursan, seni zahmete düşürür; uzak durursan küfreder. Sana bir şey verirse minnet eder; sen bir şey verdiğinde nankörlük eder. Sırrını ona söylersen hıyanette bulunur; sana sırrını söylerse seni (onu yaymakla) suçlar. Zenginleşirse azar, kaba ve katı yürekli olur; fakirleşirse Allah’ın nimetlerini inkâra kalkışır ve günahtan çekinmez. Sevinçli olursa, haddini aşar ve azgınlık yapar; üzülürse, ümitsizliğe kapılır. Güldüğünde, kahkahayla güler; ağladığında çığlık atar; iyilere dil uzatır. Allah’ı sevmez; O’nun haklarını gözetmez; Allah’tan utanmaz ve O’nu anmaz. Kendisini razı edersen, seni metheder ve hakkında gerçeği olmayan güzel şeyler söyler; sana sinirlenirse, övgüleri kesilir, hakkında gerçeği olmayan kötü şeyler söyler. İşte cahilin durumu budur."
Şem’un, daha sonra "İslâm’ın nişanesini açıklayın?" dedi. Resulullah salla'llahu aleyhi ve alih şöyle buyurdular: "İslâm’ın nişanesi iman, ilim ve ameldir."
"İman, ilim ve amelin nişanesi nedir?" diye sorduğunda ise Resulullah salla'llahu aleyhi ve alih şöyle buyurdu:
"İmanın alameti dörttür: Allah’ın birliğini ikrar etmek; O’na, O’nun kitaplarına ve peygamberlerine inanmak.
İlmin alameti ise dörttür: Allah’ı tanımak, O’nun dostlarını tanımak, ilahî farizaları bilmek ve onları eda etmekte ihmalkârlık yapmamak.
Amelin nişaneleri ise şunlardır: Namaz, oruç, zekât ve ihlaslı olmak."
Sonra Şem’un, Resulullah’a, "Doğru kimsenin, müminin, sabırlının, tövbe edenin, şükredenin, huşu sahibinin, salih kimsenin, başkalarının hayrını isteyenin, yakin ehlinin, ihlas sahibinin, zahidin, iyinin, takvalının, tekellüf ehlinin, zalimin, riyakârın, münafığın, hasetçinin, israf edenin, gafilin, hâinin, tembelin, yalancının ve fâsığın alametlerini açıklayın." dedi. Resulullah salla'llahu aleyhi ve alih şöyle buyurdu:
"Doğru olan kimsenin alameti dörttür: Doğru konuşur; Allah’ın müjdesini ve korkutmasını tasdik eder; ahdini yerine getirir ve hıyanetten kaçınır.
Müminin alameti de, şefkatli, anlayışlı ve hayâlı olmaktır.
Sabırlının alameti de dörttür: Zorluklara karşı sabreder; iyi işlerde kararlı olur, tevâzu ve hilim sahibidir.
Tövbe edenin de alameti dörttür: Sırf Allah’ın rızası için amel eder; batılı terkeder; hakka sarılır ve hayırlı işlere çok ilgi gösterir.
Şükredenin de alameti dörttür: Nimetler karşısında şükreder; belaya karşı sabırlı olur; Allah’ın kısmet ettiği şeyle yetinir ve Allah’tan başkasına hamd ve tazimde bulunmaz.
Huşu sahibinin alameti dörttür: Gizli ve açık her yerde Allah’ın gözetiminde olduğunu bilir; iyi işler yapar; kıyameti düşünür ve Allah’la münacat eder.
Salih kimsenin alameti de dörttür: Kalbini arındırır; amelini düzeltir; kazancını ve bütün işlerini ıslah eder (İslamî ölçülere göre düzene sokar).
Başkalarının hayrını isteyen kimsenin alameti de dörttür: Hakk üzere hükmeder, kendi aleyhine bile olsa hakkı söyler; kendisi için istediği şeyi başkaları için de ister ve hiçbir kimseye haksızlık etmez.
Yakin ehlinin alameti ise altıdır: Allah’ın varlığına yakin edip O’na iman getirir; ölümün hak olduğuna yakin edip ona karşı dikkatli olur; kıyamet gününün hak olduğuna yakin edip o günde rezil olmaktan korkar; cennetin hak olduğuna yakin edip onu özler; cehennemin hak olduğuna yakin edip ondan kurtulmak için belirgin bir şekilde çaba gösterir ve hesabın hak olduğuna yakin edip kendi nefsini hesaba çeker.
İhlas sahibinin alameti dörttür: Kalbi (şirk, küfür, kin vb. şeylerden) ve azâsı (günah yapmak, eziyet etmek vb. şeylerden) salim kalır; başkalarına iyilik yapar ve kötülük yapmaktan çekinir.
Zâhidin alameti on şeydir: Haramlara (rağbet) göstermez; nefsine hakim olur; Rabbinin farizelerini yerine getirir; köle ise güzel itaat eder; efendi ise iyi yönetir; ne taassubu olur, ne de kini; kendisine kötülük yapana iyilik yapar; zarar verene hayırla karşılık verir; kendisine haksızlık yapanı affeder ve Allah’ın hakkına boyun eğer.
İyi insanın alameti de on şeydir: Allah için sever. Allah için buğzeder; Allah için biriyle arkadaş olur; Allah için arkadaşlığını bozar; Allah için öfkelenir; Allah için hoşnut olur; Allah için çalışır, Allah’ı arzular; temiz, ihlaslı, hayâlı, korkulu olup amellerini gözetleyen Allah’a karşı huşu içerisinde olur ve Allah yolunda ihsanda bulunur.
Takvalının alameti ise altı şeydir: Allah’tan korkar. Allah’ın sorgusundan sakınır. Allah’ı görürcesine akşamlayıp sabahlar; dünyayı önemsemez ve ahlakı güzel olduğu için dünyanın hiçbir şeyini büyük saymaz.[2]
Mütekellif olanın (zorla kendisini ehil göstermek isteyen kimsenin) alameti dörttür: Faydasız şeylerde tartışır; kendisinden üstün olan kimseyle çekişir; ulaşamayacağı şeye el uzatır ve gayretini, kendisini kurtarmayacak şeylerde sarfeder.
Zalimin alameti de dörttür: Kendisinden üst seviyede olana itaat etmemekle zulüm yapar; kendisinden aşağıdakileri zorla kendisine köle yapar; hakka düşman olur ve açıkça zulmeder.
Riyakârın alameti de dörttür: Yanında birisi bulunduğunda, Allah yolunda çalışmaya ilgi gösterir; yalnız olduğunda ise tembel olur; her işinde övülmesini çok sever; ismini iyi tanıtmaya çalışır.
Münafığın alameti de dörttür: Batını bozuktur; dili kalbiyle, sözü ameliyle ve içi de dışıyla çelişir. Cehennem ateşinde yanacak münafığın vay haline.
Hasetçinin alameti de dörttür: Gıybet, dalkavukluk ve (başkalarını) başlarına gelen musibetle yermek.[3]
Müsrifin alameti dörttür: Batıl ile iftihar etmek; malik olmadığı şeyi (veresiye) yemek, hayır işleri yapmaya ilgi duymamak ve kendisine yararı dokunmayan kimseleri eleştirmek.
Gafilin alameti de dörttür: Kalp gözünün körlüğü, yanılgı içerisinde olmak, oyalanmak ve unutkanlık.
Tembelin alameti de dörttür: Kusur haddine dek gevşeklik eder; işleri zayi edecek derecede kusur gösterir; tahammülsüz oluncaya dek işleri zayi eder ve günaha sürükleninceye dek tahammülsüz olur.
Yalancının alameti de dörttür: (Bir şey) söylediğinde doğru söylemez; (kendisine bir şey) söylendiğinde (söyleyeni) doğrulamaz; söz gezdirir ve iftirada bulunur.
Fasığın alameti de dörttür. (Haram) eğlenceye düşkün olmak, boş şeylerle uğraşmak, düşmanlık beslemek ve iftirada bulunmak.
Hainin alameti dörttür: Allah’a isyanda bulunmak, komşulara eziyet etmek, dostlara kin beslemek ve azgınlara yaklaşmak.
Sonra Şem’un Peygamber-i Ekrem’e şöyle dedi: "Bana şifa verdin; körlükten çıkarıp basirete kavuşturdun. Öyleyse, hidayet yollarını bana öğret." Resulullah salla'llahu aleyhi ve alih de bunun üzerine şöyle buyurdu:
Ey Şem’un, şüphesiz cinlerden ve insanlardan dinini elinden çıkarmak için seni takip eden ve seninle savaşan düşmanların vardır. İnsanlardan olan düşmanların: Ahirette payları olmayan, Allah katında olana ilgi göstermeyen, bütün gayretlerini halkı (yaptıklarından dolayı) ayıplamaya sarfedip, kendilerini hiçbir zaman yermeyen ve yaptıkları amellerden çekinmeyen kimselerdir. Seni salih gördüklerinde, haset edip "Riyakâr"dır derler, fâsid olduğunu gördüklerinde ise, "Ondan hayır beklenmez" derler.
Cinlerden olan düşmanların ise, Şeytan ve onun askerleridir. (Evladın öldüğünde sabrını elinden almak için) yanına gelip "Oğlun öldü" derse, cevabında: "Diriler, ölmek için yaratılmışlardır; vücudumun bir parçası olan oğlum cennete gidiyor; bu da benim için sevindiricidir" de. Yanına gelip "Malın elinden çıktı" derse, ona şöyle cevap ver: "Hamt Allah’a ki (kendisi) verdi ve (kendisi de) aldı ve zekâtı benden kaldırdı; artık üzerimde zekât yoktur." Yanına gelip "Halk, sana zulüm yapıyor ama sen karşılık vermiyorsun" derse, de ki: "(Kıyamet gününde) ancak insanlara zulüm edenler ve haksız yeryüzünde azgınlıkta bulunanlar suçlu sayılırlar."[4] Ama "İyi iş yapanlara bir sorun yoktur."[5] Yanına gelip seni, bencilliğe sürüklemek amacıyla "İyi işlerin ne kadar çoktur" derse, "Kötü işlerim iyi işlerimden daha çoktur." diye cevap ver. Gelip "Ne kadar çok namaz kılıyorsun" derse, "Gafletim namazımdan daha çoktur" diye cevap ver. "Halka ne kadar bağışta bulunuyorsun!" derse, de ki: "Aldığım, verdiğimden daha çoktur." "Sana zulüm yapan ne kadar çoktur" derse, "Zulüm yaptığım kimseler daha çoktur" de. Gelip "Ne kadar iyi amelde bulunuyorsun" derse, "Çok günah işlemişim" diye cevap ver. Yanına gelip "Şarap iç" derse, "Ben günah işlemem" de. Yanına gelip "Dünyayı sevmiyor musun? derse, "Hayır sevmiyorum, ona aldanan (ben değilim) başkasıdır" diye cevap ver.
Ey Şem’un, iyilere katıl; Yakup, Yusuf ve Davud gibi peygamberlere tabi ol. Allah-u Tebâreke ve Teâla, en aşağı tabakayı yarattığında, bu tabaka övünerek kükredi ve "Kim bana galip gelebilir?" dedi. Allah-u Teâla yeri yaratıp aşağı tabakanın üzerine yayınca, aşağı tabaka ram oldu. Sonra da yer övünüp "Kim bana galip gelebilir" dediğinde Allah-u Teâla, üzerinde olanları sarsmaması için dağları yaratıp çivi gibi yere çaktı. Bunun üzerine, yer yatışıp sakinleşti. Daha sonra dağlar yere karşı övünüp başını yukarı dikerek, gururlu bir şekilde "Kim bizlere galip gelebilir?" dediğinde Allah demiri yarattı. Demir, dağları parçalayınca, onlar da ram olup yatıştılar. Sonra demir dağlara karşı övünüp "Kim bana gâlip gelebilir?" dediğinde, Allah ateşi yarattı. Ateş demiri eritince, demir de râm olup sakinleşti. Sonra ateş galeyana gelip övündü ve "Kim bana galip gelebilir?" dedi. Allah suyu yarattı; su onu söndürünce ateş de râm oldu. Sonra su övündü ve coşup taşarak "Kim bana gâlip gelebilir?" dediğinde Allah rüzgarı yarattı, rüzgar suyun dalgalarını harekete geçirerek derinliğinde bulunanları altüst edip akmasını engelledi. Bunun üzerine su da râm oldu.
Sonra rüzgar övünüp kıvranmaya başlayıp fırtına şeklinde eserek "Kim bana gâlip gelebilir?" dedi. Allah ne rüzgarın ne de başka hiçbir şeyin sızamayacağı binalar ve sığınaklar yapması için insanı yarattığında rüzgar da ram olup sakinleşti. Sonra insan da azıp "Kim benden daha kuvvetlidir?" demeye başlayınca, Allah ölümü yarattı. Ölüm ona gâlip gelince, insan da râm oldu. Sonra ölüm de kendi kendine övünmeye başladığında, Allah-u Teâla şöyle buyurdu: "Kendine övünme, seni cennet ve cehennem ehlinin arasında kesip bir daha da diriltmeyeceğim." Bunun üzerine ölüm de korktu (övünmeği bıraktı). Sonra Resulullah salla'llahu aleyhi ve alih şöyle devam etti: "Hilim gazaba, merhamet öfkeye, sadaka da günaha galip gelir."
_________________
1 - Allah’ın emir ve buyruklarına itaat etmeği ve böylece yaratılışın hedefi olan Allah’a ibadet etmeği sağladığı için, akıl hem yaratılışın ve hem de ölümden sonraki hayatın ereksel nedeni sayılır. Sevap ve ceza da akılla orantılıdır; çünkü aklı olmayanın, sorumluluğu yoktur ve aklı olan da, aklı oranında sorumludur.
2 - İbarenin zahiri böyledir; fakat alametlerin biri eksik olduğundan dolayı belki de "lihusni hulkihi" yerine "yehsunu hulkuhu" ibaresi doğrudur. O zaman anlamı şöyle olur: Takvalının altıncı sıfatı şudur: Ve güzel ahlaklı olur.
3 - Galiba dördüncü alamet ravilerin kaleminden düşmüştür.
4 - Şurâ/42.
5 - Tövbe/91.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

MUÂZ B. CEBEL’İ,YEMEN’E VÂLİ OLARAK GÖNDERDİĞİNDE ONA BUYURDUĞU TAVSİYELERİ

Ey Muâz, Allah’ın kitabını onlara (Yemen halkına) öğret. Onları güzel ahlak üzere eğit. İnsanlara, iyilerine ve kötülerine layık oldukları şekilde davran (iyi ve kötüye, aynı şekilde davranma). Allah’ın hükmünü onların arasında uygula. Allah’ın emrinde ve malında kimseden sakınma (ilahî ölçüler üzere, taviz vermeden amel et). Çünkü ne yönetim senin şahsına âittir ve ne de bu mallar.
Onların emanetlerini, ister az olsun, ister çok, kendilerine iâde et. Yumuşak davran ve bağışlayıcı ol; (elbette) hakkı terketmeye yol açacak şekilde değil. Çünkü, Allah’ın hakkından geçtim, diyen kimse cahildir. Tenkit edileceğinden korktuğun her şeyde mâzeretini, işinle ilgili kimselere açıkla ki, seni mazur görsünler. İslâm’ın kabul ettiği hariç, cahiliye dönemine âit, diğer bütün âdet ve gelenekleri ortadan kaldır.
İslâm’a âit, küçük büyük her şeyi açıkla; en çok önem verdiğin şey, namaz olsun. Çünkü namaz, dini ikrar ettikten sonra, İslâm erkanının başıdır. Allah’ı ve kıyamet gününü, halka hatırlat. Öğüt ve nasihatta bulun. Çünkü öğüt, onları Allah’ın sevdiği şeyleri yapmaya sevkeder.
İslâm’ı öğretmek için her tarafa muallimler gönder. Kendisine döneceğin Allah’a ibâdet et ve Allah yolunda kimsenin yermesinden korkma.
Sana Allah’tan çekinmeyi, doğru konuşmayı, ahde vefa etmeyi, emaneti sahibine iletmeyi, hıyaneti terketmeyi, yumuşak konuşmayı, selamı esirgememeyi, komşunun haklarını gözetmeyi, yetimlere şefkatli davranmayı, güzel amelde bulunmayı, uzun arzulara saplanmamayı, âhireti sevmeyi, amellerin hesabını vermenin kaygısını taşımayı, imâna sarılmayı, Kur’an’da derin bilgiye sahip olmayı, öfkeyi yenmeyi ve alçak gönüllü olmayı tavsiye ediyorum.
Müslüman’a küfretmekten, günahkâra uymaktan, âdil imama isyan etmekten, doğru konuşanı tekzip, yalan konuşanı ise tasdik etmekten sakın.
Her taşın ve ağacın yanında (nerede olursan) Rabbini hatırla. Her günah için ayrıca tövbe et; gizli yapılan günaha gizlide, açıkta yapılana ise açıkta tövbe et.[1]
Ey Muâz, eğer görüşmemizin kıyamete kalacağını bilmeseydim, tavsiyelerimi kısa keserdim, fakat bir daha birbirimizi göremeyeceğimizi biliyorum.
Ey Muâz, bil ki aranızdan en çok sevdiğim kimse, kıyamet gününde, ayrıldığımız hali üzere (sapmadan) benimle görüşen kimsedir.
________________
1 - Gizli olarak bir günah işlemiş olan şahsın o günahtan açıkta tevbe etmesi o şahsın kendi haysiyetini lekelemesine neticede halkın ona güvenini yitirmesine ve günahın çirkinliğinin halkın nazarında zayıflamasına sebep olduğu için bu günahtan gizli yerde tevbe etmesi emredilmiştir. Açıkta yapılan günahlar için ise aynı nedenlerden dolayı açıkta tevbe edilmesi gerekir.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Cevapla

“Peygamberimizi (s.a.a) Tanıyalım” sayfasına dön