İmam Ali Naki'nin Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

İmam Ali Naki'nin Hayatı, Fazileti, Siresi ve Sözleri

Mesaj gönderen f_altan »

İMAM ALİ NAKİ'NİN (A.S) KISACA BİYOGRAFİSİ

Adı: Ali (a.s).
Lakapları: Hadi, Nakî.
Künyesi: Üçüncü Ebu’l-Hasan.
Baba-Ana: İmam Muhammed Takî, Semane Hatun.
Doğumu: Hicretin 212. yılı Zilhicce ayının 15. günü Medine’de doğdu.
Döneminin Halifeleri: Mutasım, Vasık, Mütevekkil, Muntasır, Mustain, Mu’tez.
İmameti: 34 yıl (220-254)
Şahadeti: Hicretin 254. yılı, Recep ayının 3. günü 42 yaşında, Abbasî halifesi Mu’tez’in emri ve Mutemed-i Abbasi’nin eliyle şahadete erişti.
Mezarı: Irak’ın Samerra kentindedir.
Yaşam Dönemi:
1) İmamet öncesi dönem, 8 yıl (212-220).
2) Mütevekkil’den önceki halifeler zamanındaki imamet dönemi, 12 yıl (220-232)
3) Mütevekkil (Abbasi halifelerinin onuncusu) ve ondan sonraki halifelerin 14 yıllık hilafetleri zamanındaki imamet dönemi.
Çocukları:
1- Hasan b. Ali (İmam Hasan Askeri).
2- Hüseyin (babası ile aynı kubbenin altında metfundur.)
3- Muhammed (Bağdat ile Samirra arasında Beled adındaki kasabada metfundur, türbesi şimdi ziyaretgahtır ve "Seyyid Muhammed" diye tanınmaktadır.)
4- Cafer (Cafer-i Kezzab diye tanınmaktadır.)
5- Ayşe (İmam Hadi (a.s) tek kızıdır.)
Hz. İmam Hadi (a.s) ölünceye kadar Samirra’da on yıl ve birkaç ay kaldı ve vefat ettiği zaman kırk bir yaşındaydı.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

İMAM ALİ NAKİ (A.S)'IN KISACA HAYATI

Şiilerin onuncu İmamı, "İmam Ebu'l-Hasan Ali-i Nakî-i Hâdî" aleyhisselam hicri 212 yılının Zilhicce'sinin on beşinde[1] Medine bölgesinde "Suryâ" ismindeki yerde dünyaya gelmiştir.[2] Babası dokuzuncu imam Cevad aleyhisselam, değerli annesi "Semane" adında faziletli ve takvalı bir cariyedir.[3]
Onuncu imamın en meşhur lakapları "Takî" ve "Hâdî"dir. İmam'a "Ebu'l Hasa-ı Salis" de denmektedir.[4] (Şii ravilerinin teriminde, "Ebu'l-Hasan-i Evvel" Yedinci İmam Musa b. Cafer aleyhisselam, "Ebu'l-Hsan-i Sânî" Sekizinci İmam Ali b. Musa Rıza aleyhisselamdır.)
İmam Hâdi aleyhisselam, hicrî 220 yılında değerli babasının şehadet şerbetini içmesinden sonra sekiz yaşında imamet makamına oturdu. İmamet süresi 33 senedir. Hicretin 254'ünde 41 yaşında şehadete ulaşmıştır.
İmam Hâdi aleyhisselam 'ı görmüş olanlar diyorlar ki: İmam aleyhisselam orta boylarında, kızıla çalan beyaz tenli, iri gözlü, yayvan kaşlı, iç açıcı ve güler yüzlü bir çehreye sahipti.[5]
İmam Hâdi aleyhisselam 'ın hayatı Abbasî halifelerinden yedisinin hükumetine tesadüf ediyor; İmamet makamına ulaşmadan önce "Me'mun", Me'mun'un kardeşi "Mu'tesim" ve imamet makamına ulaştıktan sonra ise "Mu'tasım"in hükumeti devam etmiş sonra Mu'tasım'in oğlu "Vasık", Vasık'ın kardeşi "Mutevekkil", Mutevekkil'in oğlu "Muntasır", Muntasır'ın amcası oğlu "Mustain" ve Mutevekkil'in diğer oğlu "Mu'izz"in döneminde yaşamış, Mu'tezz'in döneminde ise şehadete ulaşmıştır.[6]
Mütevekkil'in hükumeti döneminde İmam Hâdî aleyhisselam 'ı o zalimin emriyle Medine'den o dönemde Abbasilerin hükumet merkezi olan Samerra'ya götürdüler ve İmam aleyhisselam hayatının sonuna kadar orada kaldı.[7]
İmam Hâdî aleyhisselam 'ın çocukları, on birinci imam Hasan Askerî aleyhisselam , "Hüseyin", "Muhammed", "Cafer" ve "Aliyye" isminde bir kızdır.[8]

Halifelerin Davranışı

Mücadelenin devamı ve Resulullah'ın (s.a.a) Ehlibeyt'inin zalim ve gaasıp halifelerle muhalefeti İslam ve Şia tarihinin iftihar dolu kanlı sayfalarındandır. Değerli imamlarımız zalimlerle uzlaşmayıp adaletin hakimiyetini isteyip adaleti savunmaları nedeniyle sürekli zalim yöneticileri ve onların zorba amillerini öfkelendiriyorlardı; Şia imamlarının insanları hidayet etme, hakkı ihya etme, mazlumu savunma, zulüm ve fesatla mücadele etmek yolunca hiçbir fırsatı kaçırmayacaklarını bilen gaasıp halifeler kendilerini bu hidayet, irşat ve direniş silsilesi karşısında sürekli tehlikede görüyorlardı.
Komplo ve düzenle Emevî zalimlerinin yerini alan ve İslam hilafeti adına saltanat süren Abbasî halifeleri gaasıp geçmişleri gibi Resulullah'ın (s.a.a) Ehlibeytini ezmek ve lekelemek konusunda ellerinden gelen hiçbir şeyi artlarına koymuyor, ne pahasına olursa olsun Müslümanların gerçek önderlerinin çehresini ters yüz göstermek, insanlara yanlış tanıtmak, çeşitli desiselerle o yüce insanları öderlik makamından uzak tutmak ve halkın onlara ilgisini yok etmek istiyorlardı.
Abbasî halifesi Me'mun'un bu hedefe ulaşmak için hileleri, kendini meşru göstermek, önderlik makamını ele geçirmek ve imamet güneşini gizlemek için düzenlediği komploları imam ve halifelerin tarihlerini bilenlere gizli değildir; biz sekizinci ve dokuzuncu imamların hayatlarında bunun bazı bölümlerine değinmiştik.
Nübüvvet ve imamet ailesi hakkındaki bu komplo ve planları Me'mun'dan sonra Mu'tasım-i Abbasî sürdürdü; bu nedenle İmam aleyhisselam 'ı göz altında bulundurup kontrol etmek ve sonunda da öldürmek amacıyla Medine'den Samerra'ya getirtti. Ve yine bazı Aleviler'i -Abbasîlerin resmi elbisesi olan- siyah elbise giymedikleri bahanesiyle zindana attı ve zindanda öldü veya öldürüldüler.[9]
Mu'tasım hicretin 227'sinde Samerra'da ölünce[10] yerine oğlu Vasık geçti; o da babası Mu'tasım ve amcası Me'mun'un düşüncelerini sürdürdü. Vasık da İslam adına(!!!) hilafet süren diğerleri gibi ayyaş ve sarhoş biriydi; bu işte aşırı giderek daha fazla lezzet almak için özel ilaçlar bile alıyordu; nihayet aldığı o ilaçlar hicretin 232'sinde Samerra'da ölümüne neden oldu.[11] Vasık'ın Aleviler'e karşı davranışı sert değildi. Bu nedenle onun zamanında Aleviler ve Ebutaliboğulları onun zamanında Samerra'da toplandılar ve nisbî bir rahatlı yüzü gördüler. Fakat Mütevekkil'in döneminde dağıldılar.[12]
Vasık'tan sonra Abbasilerin en çirkin ve en cani çehrelerinden olan kardeşi Mütevekkil hilafete geçti. İmam Hâdî aleyhisselam 'ın diğer Mütevekkil'le Abbasî halifelerinden daha çok aynı asırda yaşamıştır; İmam aleyhisselam onunla dört küsur yıl aynı asırda yaşamıştır. Bu süre İmam aleyhisselam ve izleyicilerinin en hayatının en zor dönemi sayılmaktadır; çünkü Mütevekkil Abbasi halifelerinin en kafiri, en kötüsü ve en reziliydi. Müminlerin Emiri Hz. Ali aleyhisselam , ailesi ve izleyicilerine karşı büyük bir kin besliyordu; onun hükumeti döneminde Alevilerden bir grup zehirlenmiş, öldürülmüş veya avare edilmiştir.[13]
Mütevekkil uydurma rüyalar naklederek halkı, kendi zamanında ölmüş olan "Muhammed b. İdris-i Şafiî"yi izlemeye teşvik ediyor[14] ve böylece onların Ehlibeyt İmamları aleyhissulam 'a yönelmelerini engellemek istiyordu. Hicretin 236. yılında Şehitler Efendisi İmam Hüseyin aleyhisselam 'ın mezarını ve onun etrafındaki yapıları yerler bir etmelerini, yerinde ekin ekmelerini ve halkın hazretin mezarını ziyaret etmesini engellemelerini emretti.[15]
Mütevekkil, İmam Hüseyin aleyhisselam 'ın türbesinin kendine karşı bir üs haline gelmesinden, insanların hazretin şehadet ve mücadelesinden ilham alıp hilafet sarayının zulümlerine karşı kıyam etmelerinden endişeleniyordu. Fakat Şehitler Efendisinin Şiileri ve sevenleri hiçbir şartta hazretin türbesini ziyaret etmekten çekinmediler; hatta Mütevekkil'in, on yedi defa Hz. Hüseyin as'ın mezarını yıktığı, ziyaretçilerini tehdit ettiği ve türbenin etrafına iki gözetleme kulesi bıraktığı, fakat bütün bu cinayetlere rağmen yine de halkı Şehitler efendisi İmam Hüseyin aleyhisselam 'ı ziyaret etmekten alıkoyamadığı rivayet edilmiştir; ziyaretçiler çeşitli zarar ve işkencelere rağmen yine gidip hazretin türbesini ziyaret ediyorlardı.[16]
Mütevekkil'in öldürülmesinden sonra Şiiler Alevilerin yardımıyla İmam Hüseyin aleyhisselam 'ın mezarını yeniden yaptılar.[17]
Mütevekkil'in, İmam Hüseyin aleyhisselam 'ın mezarını yıktırması Müslümanları öfkelendirdi; Bağdat halkı duvarlara ve mescidlere mütevekkil'e karşı sloganlar yazıyor ve şiirlerde onu kınıyorlardı. Aşağıdaki şiir bunun bir örneğidir:
Vallahi Ümeyyeoğulları öldürdülerse
Zulümle peygamberlerinin kızının oğlunu
Şimdi onun soyundan olan kişiler
(Abdulmuttalib oğullarından olan ve Haşimoğullarından sayılan Abbasîler)
Ümeyyeoğullarının cinayeti gibi bir cinayet işlediler;
İşte bu Hüseyn'in kabridir yıkılmış
Sanki Abbasoğulları üzgünler
Hüseyn'in katline ortak olmadıklarına
Şimdi Hüseyin'in kabrini yıkara
İzliyorlar Ümeyyeoğullarını çekinmeden[18]
Evet, dönemin tebliğ araçları ellerinde olmayan, minber, mescid, topluluk ve hutbeleri Abbasî hükumetinin yalakçılarının elinde gören halk itiraz ve öfkelerini böyle dile getiriyorlardı.
Meşhur ve kendilerini sorumlu göre şairler de kendi yeteneklerini kullanarak Mütevekkil'e karşı etkili şiirler okuyarak halkı Abbasilerin cinayetlerinden haberdar ediyorlardı; Mütevekkil de kendine karşı yükselen itiraz ve muhalefet seslerini susturmak için elinden gelen hiçbir cinayeti esirgemiyor, kendisiyle uzlaşıp işbirliği yapmayan ulema, şairler ve diğer kesimleri acımasızca eziyor ve çok çirkin bir şekilde öldürüyordu.
Arap edebiyatında imam ve önder olarak tanınan Şia'nın meşhur edebiyatçısı ve şairi "İbn-i Sikkit" Mütevekkil'in çocuklarının öğretmeniydi. Bir gün Mütevekkil, iki çocuğu "Mu'tezz" ve "Muayyid"e işaret ederek İbn-i Sikkit'e, "Senin yanında bu ikisi mi daha sevimlidir yoksa Hasan ve Hüseyin mi?" diye sordu.
İbn-i Sikkit hemen şu cevabı yapıştırdı: "Emirulmüminin Ali'nin kölesi Kanber senden ve iki oğlundan daha üstündür!"
Bu cevap üzerine Mütevekkil yaralı bir ayı gibi İbn-i Sikkit'in dilini başının arkasından dışarı çıkarmalarını emretti. Böylece o şecaat ve şeref öreneği 58 yaşında şehadet mertebesine ulaştı.[19] (Allah'ın, temiz ve özgür kişilerin selamı onun üzerine olsun).
Mütevekkil Müslümanların beytülmalını zayi etme, har vurup harman savurma konusunda da diğer halifeler gibi pek cömert davranıyordu. Tarihte onun çeşitli saraylar yaptırdığı ve sadece günümüzde Samerra şehrinde hala eserleri kalan "Mütevekkil Kulesi" için bir milyon yedi yüz bin dinara harcamıştır!...[20] Mütekevvil böyle israflar yaparken Aleviler ve Resulullah'ın (s.a.a) Ehlibeyti öyle sıkıntı çekiyorlardı ki, Medine'de bir grup Alevi kadının namaz kılabilecekleri doğru dürüst bir elbisesi bile yoktu; sadece bir tek eski ve yıpranmış bir elbiseleri vardı; onu da namaz kılarken sırayla kullanıyor, yün eğirerek geçimlerini sağlıyorlardı. Mütevekkil ölünceye kadar onlar böyle içler acısı durum içerisindeydiler.[21]
Mütevekkil'in Emirulmüminin Ali aleyhisselam 'a karşı kin ve düşmanlığı onu inanılmaz bir alçaklık ve rezalete çekmişti; Mütevekkil Ehlibeyt düşmanları ve nasibilerle düşüp kalıyordu; kirli kalbini teskin etmek için bir palyaçoya karşısında çirkin ve utanç verici hareketler yaparak Emirulmüminin Ali aleyhisselam 'ile alay etmesini emretmişti; Mütevekkil de onu hareket ve edalarını seyrederek şarap içiyor, sarhoş haliyle kahkahalar atıyordu![22]
Mütevekkil'den böle hareketleri görmek hiç de şaşırtıcı değil; asıl şaşırtıcı ve acı olanı, böyle çirkin ve rezil maymunları Resulullah (s.a.a)'ın halifesi, İslam'ın ulu'l emir ve Müslüman'ların hakimi sanarak gerçek İslam ve Resulullah (s.a.a)'ın tertemiz Ehlibeyt'ine sırt çevirip böyle halifelere uyanlardın durumudur! Maalesef ki insan bu kadar sapabiliyor!
Evet, Mütevekkil'de sadizim cinayeti öyle bir hadde varmıştı ki kendisi bile bazen bunu itiraf ediyordu! Veziri "Feth b. Hâkân" bir gün onu düşünceli görünce dalkavuklukla, "…Neden düşüncelisin? Vallahi yeryüzünde hiç kimse senden daha güzel ve daha iyi bir yaşama sahip değildir" diyor.
Mütevekkil, "…Geniş evi, iyi eşi, bol geliri ve malı-mülkü olan, eziyet edebilmemiz için bizi tanımayan ve tahkir edebilmemiz için bize muhtaç olmayan kimsenin yaşamı benden daha iyidir!!"[23]
Mütevekkil'in Resulullah (s.a.a)'in Ehlibeyt'ine karşı eziyet ve baskıları öyle bir hadde ardı ki Ehlibeyt İmamları aleyhimusselam 'ı sevmek ve izlemek suçuyla halka işkence veriyor, cezalandırıyordu, işte bu nedenle Ehlibeyt aleyhinusselam 'ın işi çok zorlaşmıştı.
"mütevekkil, Ömer b. Ferah-ı Rahci'yi Mekke ve Medine valisi yaptı. O, halkı Ebutaliboğullarına bağış ve ihsan etmekten alıkoyuyor ve bu işi sıkı bir şekilde denetliyordu; bunun üzerine halk da can korkusundan Alevileri savunma ve gözetlemekten vazgeçtiler; böylece Alioğulları zor günler yaşadılar…"[24]

İmam Hâdî aleyhisselam 'ı Samerra'ya Davet

Açıktır ki zalim halifeler Ehlibeyt İmamları aleyhimusselam 'ın toplumda etki bırakmasından ve halkın o yüce zatlara yönelmesinden endişelendikleri için onları kendi hallerine bırakmaları imkansızdı. Mütevekkil'in bütün geçmişlerini saran bu korku dışında onun Alioğullarına karşı duyduğu kin ve nefret de muhalefet ve baskılarını artırıyordu; işte bu nedenle İmam Hâdî aleyhisselam 'ı Medine'den getirip hazreti yakından göz altında bulundurmaya karar verdi.
Mütevekkil hicretin 243. yılında İmam aleyhisselam 'ı saygılı bir şekilde Medine'den Samerra'ya sürgün edip kendisinin askerî karargahının yanında bir eve yerleştirdi. İmam Hâdî aleyhisselam hayatının sonuna kadar, yani hicretin 254. ılına kadar o mahallede kaldı. Mütevekkil sürekli İmam aleyhisselam 'ı sıkı bir şekilde göz altında bulundurdu. Ondan sonraki halifeler de hazreti şehid oluncaya kadar öylece göz altında bulundurdular.[25]
İmam Hâdî aleyhisselam 'ın sürgüne gönderilme olayı şöyledir: Mütevekkil'in döneminde Medine'de askeri işleri üstlenen ve halka namaz kıldıran "Abdullah b. Muhammed" adından bir adam İmam aleyhisselam 'a eziyet ediyor, Mütevekkil'in yanında hazretin aleyhinde konuşuyordu. İmam Hâdî aleyhisselam bundan haberdar olunca Mütevekkil'e bir mektup yazarak "Abdullah b. Muhammed"in yalan ve düşmanlığını hatırlattı ona. Bunun üzerine Mütevekkil İmam Hâdî aleyhisselam 'ın mektubuna cevap yazıp onu saygıyla Samerra'ya davet etmelerini emretti. Mütevekkil'in İmam aleyhisselam 'a yazdığı mektup şöyledir:
"Bismillahirrahmanirrahim. Ama sonra; Gerçekten de emir sizin makamınızı bilip akrabalığınızı gözetmekte ve hakkını eda etmeyi gerekli görmektedir…. Emir, Abdullah b. Muhammed'i sizin hakkınızdaki cehaleti, saygısızlığı ve sizi suçlamasından dolayı Medine'deki makamından azletmiştir; Emir, sizin bu suçlamalardan münezzeh olup, söz ve davranışlarınızda iyi niyetli olduğunuzu, ve kendinizi suçlanma konuları için hazırlamadığınızı biliyor. Abdullah b. Muhammed'in yerine Muhammed b. Fazl'ı atamış ve ona size karşı saygı gösterip ikramda bulunmasını, emir ve görüşlerinize itaat etmesini emretmiştir; ancak Emir dört gözle sizi bekliyor ve sizinle ahdini yenilemek istiyor. O halde eğer siz de onunla görüşmeyi ve yanında kalmayı istiyorsanız aileniz, dostlarınız ve hizmetçilerinizden istediğinizi seçip uygun bir zamanda bize geliniz. Yolculuk zamanı, yol arasında konaklayacağınız yerler ve güzergahı seçmek hepsi sizin üzerinizedir; eğer isterseniz Emirin arkadaşı ordusuyla birlikte nasıl uygun görürseniz sizinle birlikte hareket etsin; ona, size itaat etmesini emrettik; o halde Emirle görüşünceye kadar Allah'tan hayır talebinde bulun; onun yanında kardeşleri, çocukları, ailesi ve akrabalarından hiç biri sizden daha aziz değildir. Vesselam."
Şüphesiz İmam Hâdî aleyhisselam Mütevekkil'in kötü niyetinden haberdardı; fakat Samerra'ya gitmekten başka çaresi yoktu. Çünkü Mütevekkil'in davetini reddetmek, söz dolandıranlar için bir belge olur, Mütevekkil'i daha fazla tahrik eder ve ona uygun bir bahane verirdi; İmam aleyhisselam 'ın Mütevekkil'in uğursuz niyetini bildiği ve bu yolculuğa mecbur kaldığı için çıktığının delili, daha sonra Samerra'da, "Beni Medine'den zorla Samerra'ya getirdiler" şeklindeki buyruğudur.[26]
Herhalukârda, İmam aleyhisselam mektubu aldıktan sonra Samerra'ya doğru hareket etti; bu yolculukta Yahya b. Herseme de o hazretle birlikteydi. Samerra'ya ulaştıklarında Mütevekkil, İmam aleyhisselam 'ın aynı gün şehre girmesine izin vermedi; onu dilencilerle sefillerin bulunduğu "Hanussaalik" adındaki uygun olmayan yerde tutmalarını emretti. İmam aleyhisselam o gün orada kaldı; Mütevekkil daha sonra hazreti için başka bir ev hazırlayarak oraya yerleştirdi. Görünüşte İmam aleyhisselam 'a saygı gösterirken gizlice hazreti taz'if etmeye ve kötülemeye çalışıyor, fakat buna gücü yetmiyordu.[27]
"Salah b. Said" şöyle diyor: İmam Hâdî "Nahussaalik"e geldiği gün huzuruna giderek, "Fedanız olayım; bu zalimler her şeyde sizin nurunuzu söndürmek ve hakkınızda kusur etmek istiyorlar; nihayet sizi sefil kişilerin kaldığı bu kervansaraya indirdiler" dedim.
Bunun üzerine İmam aleyhisselam parmağıyla bir noktaya işaret ederek, "Ey Said! Şuraya bak" buyurdu!
Ben İmam aleyhisselam 'ın işaret ettiği noktaya bakınca orada meyve dolu, içinden ırmaklar akan, el sürülmemiş tertemiz inciler gibi huriler ve hizmetçiler bulunan süslenmiş bağlan gördüm. Ben bu manzaraya çok şaşırdım.
Bunun üzerine İmam aleyhisselam , "Biz nerede olursak bunlar bizim içindir; ey Said'in oğlu! Biz Hansaalik'de değiliz" buyurdu.[28]
İmam Hâdî aleyhisselam Samerra'daki ikameti döneminde çok ıstıraplar çekti; özellikle Mütevekkil tarafından sürekli tehdit ve eziyetlere maruz oluyordu; İmam bu dönemde sürekli tehlikeyle karşıkarşıyaydı. Aşağıda değineceğimiz örnekler İmam Hâdî aleyhisselam 'ın Samerra'daki durumunun ciddiyetini, hazretin zalim tağutlar karşısında istikamet, direnç ve büyük tahammülünü gösteriyor:
"Kakar b. Ebi Delf" şöyle diyor: İmam Hâdî aleyhisselam 'ı Samerra'ya getirdiklerinde durumunu sormak için yanına gittim. Mütevekkil'in kapıcısı "Zerrafî" görünce içeri girmemi emretti. Sonra, "Niçin geldin buraya?" diye sordu.
Ben, "Hayır bir iş için…" dedim.
Bana, "Otur" demesi üzerine oturdum; fakat korktum. İçimden, "(İmam'ı ziyaretine gelmek ve böyle tehlikeli bir işe girişmekle) hata ettim" dedim.
Zerrafi etrafındaki insanları uzaklaştırdı. Yalnız kalınca, "Ne işin var; neden geldin buraya?" dedi.
Ben, "Hayır bir iş için geldim" dedim.
Zerrafi, "Galiba efendinin durumunu sormak için geldin" dedi.
Ben, "Benim efendim kimdir ki? Benim efendim halifedir!" dedim.
Zerrafi, "Kes sesini" dedi, "Senin efendin hak üzeredir; korkma; ben de seninle aynı inançtayım ve onu imam bilmekteyim."
Bunun üzerine Allah'a şükrettim; Zerrafi daha sonra, "Onun yanına gitmek istiyor musun?" dedi.
Ben, "Evet" dedim.
Zerrafi, "O halde postacının dışarı çıkması için biraz bekle" dedi. Adam dışarı çıkınca kölesine, "Bunu, o Alevinin hapsedildiği hücreye götür; onun yanına bırakarak geri dön" dedi.
İmam aleyhisselam 'ın huzuruna girince, hazretin bir hasırın üzerinde oturduğunu ve önünde bir mezar kazılmış olduğunu gördüm. Selam verdim, İmam, "Otur" buyurdu. Oturduktan sonra, "Niçin geldin?" diye sordu.
Ben, "Hal-hatırınızı sormak için geldim" dedim.
Sonra kazılmış olan o mezara bakarak ağladım. İmam aleyhisselam , "Ağlama; şimdi bana hiçbir zarar ulaşmayacaktır" buyurdu.
Ben Allah'a şükrettim (Sonra bir hadisin anlamını sordum; İmam aleyhisselam sorumu cevapladı ve daha sonra) şöyle buyurdu: "Beni bırakıp dışarı çık; seni emniyette görmüyordum; sana bir zarar gelmesinden endişeleniyorum."[29]
Ehlisünnet'in ileri gelen alimlerinden "İbn-i Cevzî" şöyle yazıyor:
Bir defasında Mütevekkil'in yanından, "İmam'ın evinde Kum'daki Şiilerinden gelen silah, yazılar ve diğer şeyler var ve sizin hükumetinize karşı saldırmaya hazırlanıyorlar" diye İmam Hâdî'yi çekiştirdiler. Mütevekkil bir grubu hazretin evine gönderdi. Onlar geceleyin İmam aleyhisselam 'ın evine saldırdılar. Fakat bir şey bulamadılar; o sırada İmam aleyhisselam 'ı yalnız başına bir odaya çekilip, kapıyı kendi üzerine kapadığı bir halde buldular; üzerinde yünden bir elbise vardı; ince kumlar üzerinde oturmuş Allah'a ibadet edip Kur'an okuyordu.
İmam aleyhisselam 'ı o haliyle Mütevekkil'in yanına götürüp, "Evinde bir şey bulamadık; kıbleye doğru oturup Kur'an okuduğu halde gördük onu" dediler.
Mütevekkil İmam aleyhisselam 'ı görünce hazretin azamet ve heybeti karşısında elinde olmaksızın hazrete saygı göster yanında oturttu, sonra elindeki şarap kadehini hazrete sundu. İmam aleyhisselam yemin ederek, "Benim etim kanım böyle bir şeye karışmamıştır; beni muaf gör" diye buyurması üzerine Mütevekkil bundan vazgeçip, "O halde bir şiir oku!" dedi.
İmam aleyhisselam , "Ezberimde az şiir var" buyurduysa da, Mütevekkil, "İlla da okuyacaksın" diye ısrar edince hazret şu şiirleri okudu:
"İnsanlar korunmak için dağ tepelerine tırmandılar;
Yiğit kişilerdi, ama o tepeler fayda etmedi onlara, yenildiler.
Yüceldiler, sonra düşürüldüler; çukurlara (mezarlara) yerleştiler;
Ne de kötü yerlerdi onlara, yerleştikleri yerler (mezarlar).
Gömülüp gittiler; sonra da bir feryat eden, artlarından bağırdı;
Nerede bilezikler, nerede taht-taç, nerede süsler-püsler?
Ne oldu o naz-u naimle beslenen, bezenen yüzler. Hani vaktiyle nazlarla, nimetlerle perdelenirdi o yüzler?
Kabir bu soruya açık-seçik cevap veriyor da diyor ki:
Şimdi yüzlerde kurtlar oynaşmada, kurtlara yem olmuş o yüzler…"
İmam Hâdî aleyhisselam 'ın bu buyrukları öyle bir tesir etti ki Mütevekkil'in üzerinde kendini tutamayıp ağladı, göz yaşlarından sakalı sırılsıklam olmuştu; mecliste olan diğerleri de ağladılar. Mütevekkil şarap sofrasını toplamalarını emretti. Sonra İmam'a dört bin dirhem sunarak saygıyla evine döndürdü.[30]
İmam'ın evine diğer bir saldırı:
Mütevekkil bir hastalığa tutulmuştu; bu hastalıktan kurtulmak için hazretten yardım istemiş, hazretin de yardımı etkili onunca onun için beş yüz dinar gönderdi; Mütevekkil'in annesi de oğlunun iyileşmesi için bir keseye on bin dinar bırakıp ağzını mumlayıp mühürleyerek İmam'a gönderdi.
Bu olaydan bir süre sonra "Behtaî" adında bir adam Mütevekkil'in yanına giderek İmam Hâdî mal, silah ve adam hazırlamış, size karşı kıyam etmek istiyor diye hazreti çekiştirdi.
Bunun üzerine Mütevekkil, "Said-i Hacib"e piyade ordusundan bir grup savaşçıyla ansızın İmam'ın evine baskın yaparak bulduğu mal ve silahları zaptedip kendisine getirmesini emretti.
Said diyor ki: Geceleyin insanlar uykudayken bir grup savaşçıyla yanımıza merdiven alıp İmam'ın evine gittik. Evinin üzerine çıkıp kapıyı açtık. Mum, lamba ve meşale yakarak içeri daldık. Evin her tarafını, bütün köşe-bucağını aradık. Fakat evde biri mumlanıp mühürlenmiş büyük ve (dinarla) dolu, diğeri ise içinde az bir miktar (dinar) iki kese para ve eski bir kılıfta duvara asılmış olan bir kılıçtan başka bir şey bulamadık. İmam bir hasırın üzerinde durmuş namaz kılıyordu; sırtında yün bir cüppe, başında da bir tekke vardı; bizim saldırımızı umursamadı bile; iki kese (parayı) ve kılıcı alarak Mütevekkil'in yanına götürüp, "İmamın evinde mal ve silah olarak ancak bunları bulduk" dedik ve olayı kendisine anlattık.
Mütevekkil (dinarla) dolu kesenin üzeride annesinin mührünü görünce annesini çağırıp durumu sordu. Annesi, sen hastayken, Allah sana şifa olursa kendi malımdan Ebu'l-Hasan'a (İmam Hâdî aleyhisselam 'a) on bin dinar adadım. Parayı bu keseye bırakıp ona gönderdim. Bu mühür ve mum bana aittir" dedi.
Mütevekkil daha önce verdiği beş yüz dinara beş yüzünü daha ekleyerek Said b. Hacib'e, "İki keseyle kılıcı imama geri götürerek bizim tarafımızdan kendisinden özür dile" dedi.
Sadi diyor ki: "Ben onları geri götürerek, Emir sizden özür diliyor; daha önce vermiş olduğu beş yüz dinara beş yüzünü daha ekleyerek size gönderdi. Beni de affetmenizi istirham ediyorum. Ben memurum; Emirin emrine itaatsizlik etme gücüne sahip değilim, dedim."
Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu: "…Yakında zalimler nereye döneceklerini anlayacaklar."[31]

* * *

Sonunda Mütevekkil'in rezil hükumeti son buldu ve oğlu "Muntasır"ın tahrikiyle ordusundan bir grup Türk onu veziri Feth b. Hakan'la birlikte şarap içip ayyaşlık yaparken öldürüp[32] dünyayı onun alçak vücudundan temizlediler.
Muntasır, Mütevekkil'in öldürüldüğü günün gecesi hilafete geçti ve babasının bazı saraylarını yıkmalarını emretti.[33] O, Alevilere eziyet etmiyor, onlara yumuşaklık davranıyor, şefkat gösteriyordu. İmam Hüseyin aleyhisselam 'ın mezarını ziyaret etmelerine izin veriyor, onlar iyilik ve ihsanda bulunuyordu.[34] Yine, "Fedek"i İmam Hasan ve İmam Hüseyin aleyhimasselam 'ın evlatlarına döndürmelerini, Ebutaliboğulları'na ait olan vakıfları onlara bırakmalarını emretti.[35] Muntasır'ın hilafet dönemi altı ay kadar kısa sürmüş, hicri 248 yılında vefat etmiştir.[36]
Ondan sonra amcası oğlu ve Mu'tasım'ın torunu "Mustain" hilafete geçmiş, o da kendinden önceki halifelerin yolunu takip etmiştir; onun hilafeti döneminde bir grup Alevi kıyam etmiş ve öldürülmüştür.
Mustain ordusundaki Türk askerlerinin ayaklanması karşısında direnemedi ve isyancılar "Mu'tazz"ı zindandan çıkararak ona biat ettiler. Mu'tazz'ın işleri büyüyünce Mustain onunla barışmaya razı oldu. Mu'tezz ise görünüşte onunla barışıp onu Samerra'ya davet ettikten sonra yolda onu öldürmelerini emretti.[37] Mustain bazı akrabaları ve Türk kumandanlarını beytülmalı har vurup harman savurma hususunda serbest bırakmıştı;[38] yine Ehlibeyt İmamlarına karşı çok kötü davranıyordu ve bazı rivayetlere göre İmam Hasan Askerî aleyhisselam 'ın bedduasına uğrayarak helak olmuştur.[39]
Mustain'den sonra, Mütevekkil'in oğlu ve Muntasır'ın kardeşi "Mu'taz" hilafete geçti. Onun da Alevilere karşı davranışı çok kötüydü. Onun hilafeti döneminde Alevilerden bir grup kılıçla veya zehirlenerek öldürüldü. İmam Hâdî aleyhisselam da onun döneminde şehid oldu.
Mu'tazz sonunda Türk kumandanları ve diğerlerinin isyanıyla karşılaştı ve isyancılar onu kenara bırakıp iyice bir dövdükten sonra bir bodruma atıp kapısını üzerine kapadılar ve orada can verdi.[40]

İmam Hâdî aleyhisselam 'ın Sınırlılığı ve Şehadeti

Her araştırmacı İmam Hâdî aleyhisselam 'ın hayatına bir göz atacak olursa o hazretin hayatı boyunca acı verici bir kısıtlanma ve bağnazlıkla karşıkarşıya olduğunu görür. Elbette bu durum o hazretin dönemine has değildi; Emevi ve Abbasilerin bütün dönemlerinde -çok sınırlı dönemler dışında- durum böyleydi; gasıp halifeler, toplum ve toplumun çıkarlarını görmezden geliyorlar ve halkı kendi hedeflerine ulaşmak için bir vesile olarak görüyorlardı. Zalim halifelerin hükumeti döneminde öyle bir korku ve dehşet hakimdi ki halk zorba yöneticilere karşı kıyam ederek masum Ehlibeyt İmamlarının aleyhimusselam önderliğinden yaralanıp gerçek İslam hükumetini kurma cüretini gösteremiyordu; işte bu nedenle ümmetle imamın ilişkisi çok sınırlıydı; daha önce değindiğimizi gibi dönemin yönetimi İmam Hâdî aleyhisselam 'ı zor ve güç kullanarak Medine'den o günün hilafet merkezi olan Samerra'ya getirip sıkı bir şekilde göz altında tuttu; fakat buna rağmen İmam Hâdî aleyhisselam bütün ıstırap ve kısıtlamalara göğüs gerip hiçbir zaman zalimlerle en küçük bir anlaşmaya razı olmadı. Açıktır ki İmam'ın ilahî şahsiyeti, toplumsal konumu ve yine menfi mücadelesi ve halifelerle işbirliği yapmaması alim yöneticiler için endişelendirici ve korkutucuydu. Abbasiler bundan sürekli rahatsızlık duyuyorlardı ve sonunda tek çareyi Allah'ın nurunu söndürmek ve o hazreti öldürmek olarak gördüler.
Böylece, İmam Hâdî aleyhisselam da değerli babaları gibi kendi eceliyle ölmedi; Abbasi halifesi Mu'tezz'in hilafeti döneminde[41] hicretin 254. yılında, Receb ayının üçüncü günü zehirlenerek öldürüldü ve Samerra'da, kendi evinde toprağa verildi.[42]
Mu'tezz ve etrafındakiler İmam'ın cenaze merasimine katılarak kendilerini hazretin dostları ve onu sevenlerden göstermek, insanları aldatarak cinayetlerini örtmek istiyorlardı. Ancak bizi Şiiler masum imamın cenazesine ancak masum bir imam namaz kılabilir. İşte bu nedenle İmam Hâdî aleyhisselam 'ın cenazesini dışarı çıkarmadan önce değerli oğlu İmam Hasan Askerî aleyhisselam şehid olan babası için cenaze namazı kıldı[43] ve cenaze dışarı çıkarıldıktan sonra da Mu'tezz, "Ebu Ahmed" caddesinde İmam'ın cenazesine namaz kıldırması için kardeşi Ahmed b. Mütevekkil'i gönderdi. İmam Hâdî aleyhisselam 'ın cenaze törenine kalabalık bir halk kesimi katıldı. Kalabalık arttıkça arttı; ağlama ve feryat sesleri yükseldikçe yükseldi. Törenden sonra cenazeyi hazretin evine döndürüp orada toprağa verdiler.[44] "Allah'ın salat ve selamı ona ve tertemiz babalarının üzerine olsun."
_________________
Kaynaklar
[1] - A'lamu'l - Verâ, s. 355, İrşad-i Mufid, s. 301.
[2] - Age.
[3] - Age.
[4] - A'lamu'l - Verâ, s. 355.
[5] - Muntaha'l - A'mal, s. 243.
[6] - A'lamu'l - Verâ, s. 355; İrşad-i Şeyh Mufid, s. 307; Tetimmetu'l - Muntehî, s. 218 – 251.
[7] - Age.
[8] - A'lamu'l - Verâ, s. 366.
[9] - Mekatilu't - Talibiyyin, s. 589.
[10] - el-Muhtasar-u bi Ahbari'l - Beşer, c. 1, s. 34.
[11] - Tetimmetu'l - Muntehi, s. 229 - 231.
[12] - Mekatilu't - Talibiyyin, s. 593.
[13] - Mekatilu't - Talibiyyin, s. 597.
[14] - Tarih-i Hulefâ, s. 251 - 252.
[15] - Tarih-i Hulefâ, s. 341.
[16] - Mekatilu't - Talibiyyin, s. 597 - 599; Tetimmetu'l - Muntehi, s. 240'tan sonrası.
[17] - Mekatilu't - Talibiyyin, s. 599.
[18] - Tarih-i Hulefâ, s. 347.
[19] - Tarih-i Hulefâ-i Siyutî, s. 348; Tetimmetu'l - Muhtasar-i fi Ahbari'l - Beşer, c. 1, s. 342; el-Muhtasar-u fi Ahbari'l - Beşer, c. 2, s. 41. (İbn-i Sikkit'in nasıl şehit olduğu konusunda diğer görüşler de vardır.)
[20] - Tarih-i Yakubî, s. 491.
[21] - Tetimmetu'l - Muntehi, s. 238.
[22] - Tetimmetu'l -Muhtasar-i fi Ahbari'l - Beşer, c. 2, s. 338.
[23] - Tarih-i Hulefâ, s. 353.
[24] - Tetimmetu'l - Muntehi, s. 238.
[25] - el-Fusulu'l - Muhimmet-i İbn-i Sabbağ-i Malikî, s. 283.
[26] - Biharu'l - Envar, c. 50, s. 129.
[27] - İrşad-i Mufid, s. 313 - 314; Fusulu'l - Muhimme-i İbn-i Sabbağ-i Malikî, s. 279 - 281; Nuru'l - Ebsar-i Şeblenci, s. 182.
[28] - İrşad-i Mufid, s. 313.
[29] - Biharu'l - Envar, c. 50, s. 194 - 195.
[30] - İhkaku'l - Hak, c. 12, s. 454; Tetimmetu'l - Muhtasar-i fi Ahbari'l - Beşer, c. 1, s. 347, biraz farkla; Muhtasar-u fi Ahbari'l - Beşer, c. 2, s. 44.
[31] - İhkaku'l - Hak, c. 12, s. 452 - 453; el-Fusulu'l - Muhimme-i İbn-i Sabbağ-i Maliki, s. 281 - 282, biraz farkla.
[32] - Tetimmetu'l - Muhtasar-i fi Ahbari'l - Beşer, c. 1, s. 341 - 342.
[33] - Tetimmetu'l - Muntehî, s. 243.
[34] - Tetimmetu'l - Muhtasar-i fi Ahbari'l - Beşer, c. 1, s. 344.
[35] - Tetimmetu'l - Muntehî, s. 244.
[36] - Tarih-i Yakubî, c. 2, s. 493; Tetimmetu'l - Muhtasar-i fi Ahbari'l - Beşer, c. 1, s. 344.
[37] - el-Muhtasar-u fi Ahbari'l - Beşer, c. 2, s. 42 - 44.
[38] - el-Muhtasar-u fi Ahbari'l - Beşer, c. 2, s. 42 - 43; Tarih-i Yakubî, c. 2, s. 499; Tetimmetu'l - Muntehî, s. 246.
[39] - Biharu'l - Envar, c. 50, s. 249.
[40] - Tetimmetu'l - Muntehî, s. 252 - 254; el-Muhtasar-u fi Ahbari'l - Beşer, c. 2, s. 45.
[41] - Nuru'l - Ebsar-i Şeblencî, s. 183; Envaru'l Behiyye, s. 150.
[42] - İrşad-i Mufid, s. 314; A'lamu'l - Vera, s. 355; Envaru'l Behiyye, s. 150.
[43] - Envaru'l Behiyye, s. 151.
[44] - Tarih-i Yakubî, c. 2, s. 503, Beyrut basımı.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

İmam Ali Naki'nin (a.s) Öğrencileri

İmam Hâdî aleyhisselam 'ın döneminde hakim olan bağnazlık ve zulüm ortamı hazretten yararlanma imkanını büyük bir oradan sınırlandırmasına rağmen bazı Kur'an ve Ehlibeyt aleyhimusselam öğretilerine gönül verenler kendi kapasiteleri miktarınca ondan feyizlenip yüce iman ve marifet derecelerine ulaşabilmişlerdir. Şeyh Tusî, İmam Hâdî aleyhisselam 'dan rivayet eden 185 kişinin isimlerini sıralamaktadır; bunların arasında parlak çehrelere rastlamaktayız; aşağıda onlardan bazılarını kısaca tanıtmaya çalışacağız:
1- Hz. Abdulazim-i Hasenî: Ravi ve ulemanın ileri gelenlerindendi. Takvada büyük bir makama sahip olup altıncı, yedince ve sekizinci imamların (a.s) büyük ashabından bazılarını görmüştür. İmam Cevad ve İmam Hâdî aleyhisselam 'ın meşhur öğrencileri ve ravilerinden sayılmaktadır.
"Sahib b. İbad" şöyle yazıyor: Abdulazim Hasenî din işlerinde bilinçli ve Kur'an hükümlerini iyi bilen bir kimseydi.[1]
"Ebu Himad Razî" şöyle diyor: İmam Hâdî aleyhisselam 'ın huzuruna gidip kendisinden bazı meseleleri sordum. İmamın huzurundan ayrılmak istediğimde, "Bir sorunla karşılaştığın zaman Abdulazim Hasenî'den sor ve benim selamımı da ona ulaştır" buyurdu.[2]
İmam ve marifet konusunda öyle bir dereceye ulaşmıştır ki, İmam Hâdî aleyhisselam ona, "Sen bizim gerçek dostlarımızdansın" buyurmuştur.[3]
Bir defasında inançlarını İmama sundu ve İmam Hâdî aleyhisselam da onun inançlarını tasdik etti. Bu konuda kendisi şöyle diyor: Mevlam İmam Hâdî aleyhisselam 'ın huzuruna çıktım. Beni görünce, "Merhaba ey Ebu'l - Kasım! Sen gerçekten bizim dostlarımızdansın" buyurdu.
Ben, "Ey Resulullah'ın torunu!" dedim, "Dinimi size sunmak ve sizin rızanız doğrultusundaysa Allah Teala'yı mülakat edinceye kadar onda sebat göster istiyorum."
İmam, "Söyle" buyurdu.
Bunun üzerine şöyle dedim: "Ben, Allah Teala'nın bir ve tek olduğuna, hiçbir şeyin O'nun benzeri olmadığına, "İptal" ve "teşbihten" uzak olduğuna inanıyorum (İptal, Allah'ı hiç saymak; teşbih ise yaratılmışları O'na eş ve benzer bilmektir). Allah Teala ne cisimdir, ne surat, ne arazdır, ne cevher. O, cisimleri ve suratları yaratan, araz ve cevherleri vücuda getiren, her şeyin eğiticisi, sahibi, karar kılanı ve yoktan var edenidir. Ben inanıyorum ki Muhammed -Allah'ın salat ve selamı onun ve Ehlibeyt'inin üzerine olsun- Allah'ın kulu, peygamberi ve son elçisidir; kıyamete kadar artık peygamber gelemeyecektir. Onun şeriat ve dini bütün din ve şeraitlerini sonudur; kıyamete kadar onsan sonra başka bir şeriat gelmeyecektir.
Ben inanıyorum ki, Resul-i Ekrem'den (s.a.a) sonra onun halifesi Emirulmüminin Ali b. Ebutalib aleyhisselam 'dır. Daha sonra Hasan, sonra Hüseyin, Ali b. Hüseyin, Muhammed b. Ali, Cafer b. Muhammed, Musa b. Cafer, Ali b. Musa, Muhammed b. Ali ve sonra da sensin."
O sırada İmam Hâdî aleyhisselam , "Benden sonra oğlum Hasan'dır -imam olacak-" buyurdu; "Hasan'ın oğluna karşı halkın durumunu nasıl görüyorsun?"
Ben, "Ey Mevlam! O nasıl biridir ki?" diye arzettim.
İmam, "O gözlere görülmeyecek; kıyam edinceye kadar adını anmak caiz değildir; yeryüzünü zulüm ve sitemle dolduğu gibi adalet ve eşitlikle dolduracaktır" buyurdu.
Bunun üzerine şöyle devam ettim: "Onların dostunun Allah'ın dostu, düşmanlarının ise Allah'ın düşmanları, onlara itaatin Allah'a itaat ve onlara itaatsizliğin ise Allah'a itaatsizlik olduğunu itiraf ediyorum.
İnanıyorum ki, mirac, kabirde soru ve cevap, cennet ve cehennem, sırat ve mizan haktır, gerçekleşecektir. Kıyamet günü gelip çatacaktır ve bunda bir şüphe yoktur; Allah Teala ölüleri diriltecektir.
İnanıyorum ki, dinin farzları velayetten sonra namaz, zekat, oruç, hac, cihad, iyiliği emretmek ve kötülükten sakındırmaktır."
Bunun üzerine İmam şöyle buyurdu: "Ey Ebu'l - Kasım! Allah'a andolsun ki bu Allah Teala'nın kulları için beğendiği dindir. Bu din üzere sebat göster. Allah Teala dünay ve ahirette seni sözünde sabit kılsın."[4]
Tarih ve rivayetlerden anlaşıldığı üzere Hz. Abdulazim zamanın hükumeti tarafından takip altına alınınca tehlikeden korunmak için İran'a gidip Rey şehrine yerleşiyor. Hayatında şöyle geçer:
Hz. Abdulazim dönemin yöneticisinden kaçarak Rey şehrine gidip "Sukketu'l - Mevali"de (köleler veya ileri gelenler mahallesi) Şiilerden birinin evinin bodrum katına yerleşti. Orada ibadetle meşgul oldu; gündüzleri oruç tutup geceleri namaz kılıp ibadetle geçiriyordu. Bazen evden gizlice evden dışarı çıkıp şu an mezarının karşısında olan -ve İmamzade Hamza'nın mezarı olarak bilinen) mezarı ziyaret ediyor ve, "O, Musa b. Cafer aleyhimasselam 'ın evlatlarındandır" diyordu. Hz. Abdulazim öylece o evde yaşıyordu -onun Rey şehrinde yaşadığı- haberi gittikçe Resulullah'ın (s.a.a) Ehlibeyt'inin izleyicilerine ulaştı ve böylece onların çoğu onu tanıdılar. Şiilerden biri rüya aleminde Resul-i Ekrem'i (s.a.a) gördü. Resulullah (s.a.a), Hz. Abdulazim'in şu anda defnedilmiş olduğu yer işaret ederek ona buyurdu ki: Evlatlarımdan birini "Sukketu'l - Mevali"ye getirip Abdulcabbar b. Abdulvehhab'ın bağındaki elma ağacının yanına defnedecekler."
O adam giderek o arsayı ve elma ağacını sahibinden satın almak istedi. Arsa sahibi, "Neden bu arsayı ve ağacı satın almak istiyorsun?" diye sordu.
Adam gördüğü riyayı anlatınca arsa sahibi, "Ben de buna yakın bir rüya gördüm" dedi ve sonra ağacın yerini ve bağın tümünü orada defnedilmeleri için Hz. Abdulazim ve Şiilere vakfetti.
Bir süre sonra Hz. Abdulazim hastalanarak vefat etti. Ona gusül vermek için soyundurduklarında cebinde soyunun yazılı olduğu bir mektup buldular.[5]
Hz. Abdulazim, İmam Hâdî aleyhisselam 'ın imameti döneminde vefat etmiştir. "Muhammed b. Yahya-i Attar"ın naklettiği bir rivayette onun yüce şahsiyetini şöyle görmekteyiz:
"İmam Hâdî aleyhisselam , huzuruna gelen Rey halkından bir kişiye, "Neredeydin?" diye sordu.
Adam, "İmam Hüseyin aleyhisselam 'ın mezarını ziyarete gitmiştim" diye arzetti.
Bunun üzerine İmam aleyhisselam , "Bil ki, eğer sizin şehrinizdeki Abdulazim'in mezarını ziyaret etmiş olsaydın İmam Hüseyin aleyhisselam 'ın mezarını ziyaret etmiş gibi olurdun" buyurdu.[6]
Hz. Abdulazim, Ehlibeyt İmamlarının dönemindeki Şia'nın en güvenilir ulema ve ravilerinden sayılmaktaydı; bu yüce zat, aynı zamanda yazar olup Emirulmüminin Ali aleyhisselam 'ın hutbeleriyle ilgili bir kitap ve "Yevm ve Leyali" adında da başka bir kitap yazdığı rivayet edilmiştir.[7]
2- Hüseyin b. Said-i Ahvazî: İmam Rıza, İmam Cevad ve İmam Hâdî aleyhimusselam 'ın ashabından olup bu imamların hepsinden hadis rivayet etmiştir; asaleten Kufe halkındandır. Fakat kardeşiyle birlikte Ahvaz'a, oradan da Kum'a gelmiş ve orada vefat etmiştir.
Hüseyin b. Said fıkıh, adap ve ahlak konusunda 30 kitap yazmıştır. Onun kitapları ulema arasında meşhurdur. Birinci Meclisî onun hakkında şöyle diyor: "Onun güvenilir olduğunda ve rivayetlerine uyulduğunda ulemanın ittifak ettiğini görmekteyiz." Merhum Allame onun hakkında şöyle buyurmuştur: "O, güvenilir bir kişi olup ulemanın ileri gelenlerinden ve kadri yüce bir zattı."
Merhum Şeyh Tusî de şöyle yazıyor:
Hüseyin b. Said, ilmî makam ve mevkii dışında halkı İrşad ve hidayet etme konusunda da çaba harcayan bir kişiydi. "İshak b. İbrahim-i Huzeynî" ve "Ali b. Reyyan"ı İmam Rıza aleyhisselam 'ın huzuruna göndermiş, onların hak mezhep Şiilikle tanışmalarına sebep olmuştur. Onlar ondan hadisleri dinliyor, onun hizmetleri sonucu maarifleri öğreniyorlardı. Yine "Abdullah b. Muhammed-i Huzeynî"yle diğer kişileri İmam Rıza aleyhisselam 'ın huzuruna götürüp İslam öğretileriyle tanıştırdı; bunun sonucu onlar yüce makamlara eriştiler ve İslam'a hizmetlerde bulundular.[8]
3- Fazl b. Şazan-i Nişaburî: Büyük ve güvenilir bir kişi, yüce bir fakih ve güçlü bir mütekellimdi. "Muhamemd b. Ebi Umeyr" ve "Safvan b. Yahya" gibi Ehlibeyt İmamları aleyhimusselam 'ın ashabının en üstününden bir grubunu görmüş, yaklaşık elli yıl onlarla muaşerette bulunmuş ve onlardan istifade etmiştir. Bu konuda kendisi şöyle diyor: "Hişam b. Hekem ölünce onun yerine Yunus b. Abdurrahman geçti ve o da öldükten sonra muhaliflere cevap verme konusunda yerine Sekkak geçti; şimdiyse onların yerine ben geçtim.[9]
Merhum Şeyt Tusî İmam Hâdî ve İmam Askerî aleyhimasselam 'ın ashabından saymıştır; bazı rical alimleri de onu İmam Hâdî aleyhisselam 'ın ashabından saymakla birlikte İmam Cevad ve İmam Askerî aleyhimasselam 'ın da ashabından saymışlardır.[10]
"Fazl b. Şazan" çok sayıda kitap yazmıştır. Başta, hicri kameri 1392 de Tahran üniversitesi tarafından basılmış olan kelam ilmi ve hadis ashabının inançlarının tahlili konusundaki "el-İzah" olmak üzere 180 kitap yazdığı söylenmiştir.
"Fazl b. Şazan"ın söz ve eserleri ulemanın ileti gelenleri tarafından kaile alınmış, ravileri kabul veya reddetmede onun sözüyle yetinilmiştir: Merhum Kuleyni onun görüşlerinden bir kısmını Kâfi adlı kitabında dikkate almıştır. Ve yine Merhum Saduk ve Şeyh Tusî onun sözlerine çok önem vermişlerdir. "Camiu'r - Ruvat" kitabının yazarı şöyle diyor: O, ashabımızın -Şiilerin- reisi ve ileri gelenidir; o, hakkında bir şey söyleyemeyeceğimiz kadar yüce bir kişidir.
"Fazl b. Şazan" bir yolculukta On Birinci İmamın huzurun açıkmış, hazretin huzurunda ayrılmak istediğinde şahsen yazmış olduğu bir kitap elinden yere düşmüş, İmam onu alıp baktığında ona rahmet göndererek şöyle buyurmuştur: "Ben aralarında Fazl b. Şazan olan Horasan halkına gıpta ediyorum."[11]
Başka bir rivayette ise şöyle geçer: Onun "el-Yevm-u ve'l - Leyali" kitabını İmam Hasan Askerî aleyhisselam 'a gösterdiklerinde hazret ona üç defa rahmet okuduktan sonra, "Buna uyulması yakışır" buyurdu.[12]
Büyük şehid Kadı Nurullah-i Şuşterî Fazl b. Şazan hakkında şöyle yazıyor: "O, mütekellimlerin ileri gelenlerinde, büyük müfessir ve muhaddislerden, fazilet sahibi fakih ve muçtehitlerden, Kur'an karileri, nahivciler ve lügatçıların en meşhurlarındandır."[13]
Fazl b. Şazan, Nişabur'da yaşıyordu. Abdullah Tarih onu Şiilik suçuyla Beyhak'a sürgün etmişti. Hariciler Horasan'da isyan edince Fazl onların korkusundan orayı terk etmiş ve yo zahmetinden hastalanarak İmam Hasan Askerî aleyhisselam 'ın döneminde vefat etmiş ve eski Nişabur'da defnedilmiştir. Günümüz Nişabur'unun altı buçuk km. uzaklığındaki mezarı Şiilerin ziyaretgâhıdır ve Şiiler onun mezarıyla teberrük etmektedirler.[14]
_________________
[1] - Abdulazim Hasenî, s. 31.
[2] - Abdulazim Hasenî, s. 24.
[3] - Emalî-i Saduk, 54. oturum, s. 204.
[4] - Emalî-i Saduk, 54. oturum, s. 204.
[5] - Camiu'r - Ruvat, c. 1, s. 460.
[6] - Abdulazim-i Hasenî, s. 63.
[7] - Abdulazim-i Hasenî, s. 63.
[8] - Tenkihu'l - Mekal, c. 1, s. 329; Kitab-u İhtiyar-i Marifeti'r - Rical, s. 551.
[9] - Muntaha'l - Mekal, s. 242; el-İzah kitabının mukaddimesi, üniversite basımı, s. 3.
[10] - el-İzah'ın mukaddimesi, s. 9 ve 86.
[11] - Camiu'r - Ruvat, c. 2, s. 5.
[12] - Munteha'l - Mekal, s. 24; el-İzah'ın muhaddimesi, s. 87.
[13] - el-İzah'ın muhaddimesi, s. 2.
[14] - Munteha'l - Mekal, s. 242; el-İzah'ın muhaddimesi, s. 48'den 52'ye kadar.
En son f_altan tarafından 18 Tem 2007, 06:04 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

İmam Ali Naki'den Kırk Hadis

Değerini Bilmeyenin Şerrinden Emin Olmanın Gerekliliği

1- “Kendi değerini bilmeyenin şerrinden emin olma.” [1]

Dünyanın Bir Pazar Oluşu

2- “Dünya bir pazardır, bazıları kazanç elde eder, bazıları ise zarar görür.” [2]

Kendini Beğeneni Yerenlerin Çok Olması

3- “Kendini beğenen kimseye öfkelenen çok olur.” [3]

Fakirliğin Aç Gözlülük ve Ümitsizlikten İbaret Oluşu

4- “Fakirlik, aç gözlülük ve ümitsizlikten ibarettir.” [4]

Hayırdan Daha Hayır

5- “Hayırdan daha hayır, o hayrı yapandır; güzel sözden daha güzel,onu söyleyendir; ilimden daha üstün olan, o ilmi taşıyandır; kötülükten daha kötü olan, onu işleyendir; dehşetten daha dehşetli olan, o dehşeti yaratandır.” [5]

Allah’ı, Kendisini Vasfettiği Vasıftan Başka Şekilde Vasfetmenin Mümkün Olmayışı

6- “Allah, kendisini neyle vasıflandırmışsa, ancak onunla vasıflandırılır, başka bir şeyle vasıflandırılmaz. Allah’ı vasıflandırmak nasıl mümkün olabilir? Oysa ki duyular, O’nu idrak etmekten, düşünceler O’na ulaşmaktan,sezgiler O’nu sınırlandırmaktan ve gözler O’nu kuşatmaktan âcizdir. Yakın olduğu halde uzak, uzak olduğu halde yakındır…” [6]

Günah İşlemeğe Mecbur Olduğunu Zannedenin Allah’ı Suçlamış Olması

7- “Kim (Allah tarafından) günah işlemeye mecbur kılındığını zannederse, kendi günahını Allah’ın üzerine atmış ve kulları cezalandırmada O’na zulüm isnat etmiştir.” [7]

Allah’ın Kendisine Dua Edilmesini Sevdiği Bazı Yerlerin Olması

8- “Allah’ın kendisine dua edilmesini sevdiği bazı yerler vardır ki, o yerlerde dua edenin duasını kabul eder. Hz. Hüseyin’in haremi de o yerlerden biridir.” [8]

Adaletin Zulümden Daha Yaygın Olduğu Bir Zamanda Su-i Zanda Bulunmanın Haram Oluşu

9- “Adaletin zulümden daha yaygın olduğu bir zamanda, kötülüğüne yakin etmedikçe bir kimsenin diğer bir kimse hakkında su-i zanda bulunması haramdır. Zulmün adaletten daha yaygın olduğu bir zamanda da, bir kimsenin iyi olduğunu bilmedikçe ona hüsn-i zanada bulunması doğru değildir.” [9]

Hakkı Aramak Üzere Hareket Edip de Kemaline Varmadan Ölenin Hayır Üzere Ölmüş Olması

10- “Kim hakkı aramak üzere hareket eder de kemaline varmadan ölürse, hayır üzere ölmüştür. Nitekim Allah-u Teala şöyle buyuruyor: “Kim, Allah ve Resulüne doğru hicret ederek evinden çıkar ve sonra ölürse,onun mükâfatı Allah’a aittir.” [10]

Allah’tan Çekinenin, Kendisinden Çekinilmesi

11- “Kim Allah’tan çekinirse, ondan çekinirler; kim Allah’a itaat ederse, ona itaat ederler; kim yaratıcıya itaat ederse, yaratığın gazabından korkmaz; kim yaratıcıyı gazaplandırırsa, yaratığın kendisine gazap edeceğine yakin etmelidir.” [11]

İleri Görüşlülükle, Tefritin Doğuracağı Pişmanlığı Hatırlamanın Gerekliliği

12- “İleri görüşlülükle, tefritin (kusurun) doğuracağı hasret ve pişmanlıkları hatırla (ve onları telafi etmeye çalış).” [12]

Hasedin Zararı

13- “Haset, hasenatı (iyilikleri) yok eder ve öfkeye yol açır.” [13]

Anne ve Babayı İncitmenin Fakirlik ve Zillete Sebep Olması

14- “Anne ve babayı incitmek, fakirlik ve zillete sebep olur.” [14]

Kınamanın Kin Beslemekten Daha İyi Oluşu

15- “Kınamak, ağır sözlerin anahtarı olduğu halde kin beslemekten daha iyidir.” [15]

Nefsin Özelliği

16- “Bilin ki nefis, kendisine sunulana en çok meyledendir; esirgenilenden ise çabuk geri durmayandır.” [16]

Öğretmen ve Öğrencinin İlerlemede Ortak Olmaları

17- “Öğretmen ve öğrenci ilerlemede ortaktırlar.” [17]

Geceleri İbadet, Gündüzleri İse Oruç Tutmaya Teşvik

18- “Geceleri uyanık kalmak, uykunun tadını çoğaltır; açlık da yemeğin lezzetini artırır.” (Geceleri ibadet ve gündüzleri ise oruç tutmaya teşvik olarak buyurmuştur.) [18]

Can Verilecek Anı Düşünmenin Gerekliliği

19- “Ailenin önünde yere düşeceğin (can vereceğin) anı aklına getir; ne doktorlar seni ölümden kurtarabilir ve ne dostunun sana faydası olur.” [19]

Kalp İman Etmeden, Yapılan Amelin Kabul Olmayışı

20- “Kim kalbinin inanmadığı bir din üzereyken amel yaparsa, doğru bir niyet ve samimiyetle yaptıüı ameller hariç, Allah onun hiçbir amelini kabul etmez.” [20]

Allah’ın Tuzak ve Elemli Cezasından Emin Olmanın Tekebbüre Sebep Olması

21- “Allah’ın düzen ve elemli cezasından emin olan kimse, böbürlenip büyüklük taslar. Derken Allah’ın kazâsına ve geçerli emrine yakalanıverir.” [21]

Nimetleri Koruma ve Artmasını Sağlama

22- “Nimetleri kadrini bilerek onları koruyun ve onlara şükrederek artmasını isteyin.” [22]

Allah Tarafından Yakin Derecesine Ulaşana Dünya Musibetlerinin Kolay Gelmesi

23- “Kim Allah’a tarafından açık bir delil üzere olursa (yakın derecesine varırsa), bedeni doğranıp parça parça edilse bile, dünya musibetleri ona kolay gelir.” [23]

Dünyanın Musibet, Ahiretin İse Mükâfat Evi Kılınmış Olması

24- “Allah, dünyayı musibet, ahireti ise mükâfat yurdu kılmıştır; dünya musibetini ahiret mükâfatının sebebi, ahiret sevabını da dünya musibetinin bedeli kılmıştır.” [24]

Allah Bir Kulun Hayrını İstediğinde…

25- “Allah bir kulun hayrını dilediğinde, kınandığından kabul eder.” [25]

Yumuşak Huylu Zalim

26- “Yumuşak huylu zalim, yumuşaklığı vasıtasıyla zulmünü affettirebileceği gibi, haklı akılsız de, akılsızlığı vasıtasıyla haklılığına gölge düşürebilir.” [26]

Zorbacıların Sonu

27- İmam Ali Naki (a.s)’ın, zamanının halifesine hitaben inşat ettiği şiir:
“Onlar (zalim zorbalar) dağların doruk kalelerinde sabahladılar, güçlü kişiler de onları koruyordu; ama kaleler de onlara fayda etmedi.
İzzetten sonra kendi kalelerinden aşağı indirildiler; karanlık ve dar çukurlara dolduruldular; ne de kötü yere indiler!
Kabre konulduktan sonra bir münadi şöyle nida etti; “Nerede o bilezikler, o taçlar ve ziynetler?!
Nerede o perde ve cibinlikler arkasında saklanan nimetlere boğulmuş yüzler?!
Kabir, onların durumu hakkında soru sorulduğunda şöyle dedi: Böcekler onların yüzleri üstünde savaşıyorlar.
Onlar uzun bir müddet yiyip içtiler, şimdi ise başkalarına yem oldular.
Nice yıllar, oturmak için binalar yaptılar. Ama sonunda evlerinden ve ailelerinden ayrılıp kabre intikal ettiler.
Uzun bir müddet, hazineler toplayıp mallar yığdılar. Sonunda onları düşmanlara dağıtıp göç ettiler.” [27]

Ne Cebir, Ne De Tefviz

28- “Sapıklık ve küfürden Allah’a sığınırız. Biz ne cebre inanıyoruz, ne de tefvize. Biz, Kur’ an’ın tanıklık ettiği ve Peygamber’in Ehl-i Beyt’inden olan Hidayet İmamlarının da inandığı üzere, bu ikisinin ortasında yer alan bir şeye inanıyoruz. Bu inanca göre, Allah, bize verdiği güç ve kudret ile bizi itaate çağırarak bizi imtihan etmekte ve bizi sınamaktadır.” [28]

El Altındaki Kimselere Kızmanın Aşağılık Oluşu

29- “Emri altındaki kimseye (yersiz yere) kızmak aşağılıktır.” [29]

Şükredenin, Şükretmesiyle Duyduğu Mutluluk

30- “Şükredenin, şükretmesiyle hak ettiği mutluluk, şükrü gerekli kılan nimetin verdiği mutluluktan daha çoktur. Çünkü nimet metadır (geçici zevktir); şükür ise hem nimettir, hem de uhrevi mükâfat.” [30]

Değerin Dünyada Mal, Ahirette İse Amelle Kazanılması

31- “İnsanlar, dünyada mallarıyla, ahirette ise amelleriyle değer kazanırlar.” [31]

Kıskançlıktan Kaçınılmanın Gerekliliği

32- “Hasetten kaçın; çünkü onun kötü etkisi seni etkiler, düşmanına ise bir zarar vermez.” [32]

Hikmetin Tabiatı Bozuk İnsanlara Etkili Olmayışı

33- “Hikmet, tabiatı bozuk insanlarda etkili olmaz.” [33]

Münakaşanın Eski Dostluğu Bozması

34- “Münakaşa, eski dostluğu bozar.” [34]

İncitilen Kimseden Samimiyet Beklemenin Yersiz Oluşu

35- “İncittiğin bir kimsenden samimiyet, aldattığın bir kimseden vefa, kendisine su-i zanda bulunduğun kimseden de nasihat bekleme.” [35]

Huysuzluk ve Cehaletin Esarete Yol Açması

36- “Huysuz, nefsinin esiri olduğu gibi, cahil de dilinin esiridir.” [36]

Dostluk Ve Görüşünü Esirgemeyen Kimseye Karşı Gereken Tavır

37- “Kim dostluk ve görüşünü sana toplarsa (senden esirgemezse), sen de itaatini ona topla (onu dinle).” [37]

Sefihlerin Latifesi

38- “Şaka, sefihlerin latifesi ve cahillerin işidir.” [38]

Musibetin, Sabırsızlık Yapan Kimse İçin İki Kat Olması

39- “Musibet, sabreden için bir, sabırsızlık yapan için ise ikidir. (Çünkü hem musibet görmüş, hem de sabırsızlık yaparak sabrın mükâfatından olmuştur).” [39]

Bencilliğin Zararları

40- “Bencillik, insanı ilim öğrenmekten alıkoyar; hakirlik ve cahilliğe sebep olur.” [40]
_____________________
Kaynakça:
[1] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 1033
[2] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 1033
[3] - Bihar’ul-Envar, c. 78, s. 369
[4] - Bihar’ul-Envar, c. 78, s. 368
[5] - A’yan’uş-Şia,c2 s. 39
[6] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 1027
[7] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 969
[8] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 1027
[9] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 39
[10] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 999
[11] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 1027
[12] - Bihar’ul-Envar, c. 78, s. 370
[13] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 39
[14] - Bihar’ul-Envar, c. 78, s. 369
[15] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 39
[16] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 39
[17] - Bihar’ul-Envar, c. 78, s. 367
[18] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 39
[19] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 39
[20] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 1001
[21] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 1029
[22] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 39
[23] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 1031
[24] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 1033
[25] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 1027
[26] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 1033
[27] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 38
[28] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 989
[29] - Bihar’ul-Envar, c. 78, s. 370
[30] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 1031
[31] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 39
[32] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 39
[33] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 39
[34] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 39
[35] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 39
[36] - Bihar’ul-Envar, c. 78, s. 369
[37] - Tuhaf’ul-Ukul, s. 1033
[38] - Bihar’ul-Envar, c. 78, s. 369
[39] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 39
[40] - A’yan’uş-Şia, c. 2, s. 39
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

İmam Ali Naki (a.s Hakkında Sorular Ve Cevaplar

S. 1- İmam Hadi (a.s)'ın meşhur lakapları ve künyesi nelerdir?
C. 1- Lakapları “Hadi” ve “Naki”'dir; künyesi ise “Üçüncü Ebu'l- Hasan”'dır.
S. 2- İmam Hadi (a.s)'ın anne ve babasının isimleri nelerdir?
C. 2- Babası, İmam Cevad (a.s)'dır, annesi ise Sümane’dir.
S. 3- İmam Hadi (a.s) ne zaman ve nerede dünyaya gelmiştir?
C. 3- Hicretin 213. Yılının Zilhicce ayının 15. günü Medine-i Münevvere'de dünyaya gelmiştir.
S. 4- İmam Hadi (a.s)'ın hayatı kaç döneme ayrılır?
C. 4- Üç döneme ayrılır:
1) İmametinden önceki dönem.
2) Mütevekkil'den önceki imamet dönemi.
3) Mütevekkil ve ondan sonra gelen halifelerin 14 yıllık zamanındaki imamet dönemi.
S. 5- İmam Hadi (a.s)'ın imamet süresi kaç yıldır?
C. 5- Otuz üç yıl.
S. 6- İmam Hadi (a.s)'ın Mütevekkil'den önceki imamet müddeti kaç yıl idi?
C. 6- On iki yıl.
S. 7- Hangi İmam, Mütevekkilin emriyle Medine'den Samerra'ya götürülmek istenildiğinde Medine'yi ağlamak ve feryat sesleri bürüdü?
C. 7- İmam Hadi (a.s)'ı Medine'den Samerra'ya götürmek istediklerinde, bu durum meydana gelmiştir.
S. 8- İmam Hadi (a.s)'ın sima ve ahlakı nasıl idi?
C. 8- İmam Hadi (a.s) orta boylu, iri gözlü ve kalın kaşlı biri idi. İmam Hadi (a.s) çok bağışta bulunuyordu. Öyle vakarlı ve heybetli idi ki, Abbasi halifesi olan Mütevekkil'in yanına gittiğinde o ve onun yanında bulunan saray adamları İmama saygı için hemen ayağa kalkıyorlardı. İmam Hadi (a.s)'ın elbisesi kaba bir cübbe idi, hasır üzerinde otururdu, ona bakan her gamlı şen oluyordu, sürekli yüzünde bir gülümseme vardı.
S. 9- Abbasi halifelerinin onuncusu olan Mütevekkil ne zaman halife oldu ve nerede oturuyordu?
C. 9- Mütevekkil, Hicretin 232. Yılında halife oldu, kendisi de Samerra şehrinde oturuyordu
S. 10- Ali (a.s) ve Ali evladının (a.s) katı düşmanlarından olan, onları görmeye bile tahammül edemeyen ve İmam Hadi (a.s)'ın zamanında yaşamış olan zalim adam kimdi?
C. 10- Zalim Abbasi halifesi Mütevekkil'di.
S. 11- Neden Hamd suresinde şu yedi (s, c, h, z, s, ş, z, f ) yoktur?
C. 11- İmam Hadi (a.s) o yedi harf hususunda Abbasi halifelerinden birisinin sorusuna şöyle cevap verdi. “Hamd suresinde o harflerin olmamasının sebebi şudur: “S” harfi Sebur'a (helakete) işarettir, “C” harfi Cehim'e (cehennem yerlerinden birinin ismi) işarettir, “H” harfi Habis'e (çirkinliğe) işarettir, “Z” harfi zekkum’a (Cehennem ehlinin çok acı yemeğine) işarettir, “Ş” harfi şekavette (şakilik ve bedbahtlığa) işarettir. “Za” harfi zulmete (karanlığa) işarettir, “F” harfi de afete işarettir.”
Abbasi halifesi bu cevabı Rum kayserine gönderdi. Rum kayseri bu mektubu alınca çok mutlu oldu ve İslam'a yöneldi, bir Müslüman olarak da dünyaya gözlerini yumdu.
S. 12- İmam Hadi (a.s) ile İmam Cevad (a.s)'ın zamanının asi ve mağrur sermayelilerinden olan ve bir müddet de Medine'de valilik yapan şahsın ismi nedir?
C. 12- Fereç hanedanından olan Ömer'dir.
S. 13- Yastığın üzerindeki aslan resmi, nasıl gerçek bir aslana dönüşerek sihirbazı yuttu?
C. 13- Mağrur Mütevekkil, İmam Hadi (a.s)'ı büyük şahsiyetlerin yanında mahcup ve küçük düşürmek için Hindistan'dan gelen bir sihirbazı davet edip ona şöyle dedi: “Hz. Hadi (a.s)'ı mahcup ederek küçük düşürürsen sana bin altın hediye veririm.”
Böylece mağrur Mütevekkil, sihirbazın önerisi üzerine, çeşitli yemeklerle dolu bir sofra açtırarak büyük şahsiyetlerden oluşan bir grupla birlikte İmam Hadi (a.s)'ı da davet etti. İmam Hadi (a.s) mecburi olarak bu daveti kabul edip oraya gittiler. Misafirler yemek yemekle meşgul olurken, İmam Hadi (a.s) da elini uzatıp önündeki ekmeklerden birini almak istediğinde, sihirbaz ekmeği diğer tarafa hareket ettirdi. İmam (a.s) diğer ekmeğe elini uzattığında, yine o ekmek de başka bir tarafa hareket etti. Bu işin tekrarlanması oradakilerin dikkatini çekerek gülmelerine sebep oldu.
İmam (a.s) perde arkasındaki oyundan haberdar olunca, elini yastığın üzerindeki aslan resminin üzerine koyarak şöyle buyurdu: “Kalk bu sihirbazı yut!”
Bunun üzerine o resim gerçek bir aslana dönüşerek sihirbaza saldırdı ve onu parçalayarak yuttu, sonra kendi yerine dönüp eski halini aldı. Orada bulunanların hepsi buna şahit oldular. Mütevekkil o toplantıda öylesine korktu ki, korkusundan bayılıp yere düştü. Diğer kimseler de korkudan kaçtılar. Mütevekkil kendisine geldikten sonra İmam’ın eline ayağına kapanarak Hazret'ten sihirbazın tekrar geri döndürülmesini istedi. İmam (a.s) ona: “Acaba Allah'ın düşmanını evliyaullaha musallat etmek mi istiyorsun” buyurdular. O andan itibaren o sihirbaz artık bir daha görülmedi.
S. 14- Mütevekkil ve onun arkadaşı “Feth bin Hakan” kimin eliyle öldürüldüler?(1)
C. 14- Mütevekkil'in oğlunun eliyle.
S. 15- İmam Hadi (a.s) kaç yaşında ve kimin eliyle zehirlendi?
C. 15- Kırk bir yaşında Abbasi halifelerinin on üçüncüsü olan Mu'tazz'in hilesiyle, Mutemed-i Abbasi'nin eliyle zehirlendi.
S. 16- İmam Hadi (a.s) ne zaman ve nerede şahadete eriştiler?
C. 16- Hicri 254. Yılın Recep ayının üçünde Samerra'da şehit oldu.
S. 17- İmam Hadi (a.s)'ın kabri nerededir?
C. 17- Irak'daki “Samerra” şehrindedir.
_________________
1- Bihar’ul- Envar, C. 50, S. 147.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

İmam Ali Naki'nin (a.s) Yaşantısıyla İlgili Hadis Ve Rivayetler

1- İmamet Özellikleri

Şeyh Mufid (r.a) diyor ki:
“Ebu Cafer (İmam Muhammed Taki -a.s-)’den sonraki İmam, oğlu Ebu’l-Hasan Ali b. Muhammed (İmam Hadi -a.s-) idi. Çünkü imamet özellikleri onda toplanmıştı, fazilette mükemmeldi ve ondan başka varis olan bir kimse yoktu.”(1)

2- Fazilet ve Necabeti

Ubeydullah bin Yahya el-Hakan diyor ki:
“Eğer İmam Hasan Askeri (a.s)’ın babasını (İmam Hadi’yi) görmüş olsaydın, onu çok cömert, necabetli (şeref ve hasep yönünden mükemmel) ve faziletli bir kimse olarak görürdün.”(2)

3- Yüzüğünün Nakşı

Kef’âmî diyor ki:
“İmam Hadi (a.s)’ın yüzüğünün kaşının nakşı (yazısı) şöyleydi:
“Hıfz’ul- uhud min ahlak’il- ma’bud” (Ahitleri korumak -taahhüde bağlılık- İlahî ahlaklardandır.)
Şöyle olduğunu da demişlerdir:
“Allah-u Rabbî, ve huve ismetî min halkıhi” (Allah benim Rabbimdir; O, beni yaratıklarından koruyandır.)(3)

4- Kendisini İbadete Ataması

İbn’ul- İbâd el-Hanbelî diyor ki:
Ebu’l-Hasan Ali bin Cevad (İmam Hadî -a.s-), fakih (çok bilgin), İmam ve mütaabbid (kendisini ibadete atayan) birisiydi.”(4)

5- Namaz Kılması

Şeyh Tusî diyor ki:
“İmam Hadi (Ali Naki -a.s-), üçüncü rekâtta “Hamd” suresiyle “Hadid” suresinin evvelinden “innehu alîmun bi-zat’is- sudur”a kadar, dördüncü rekatta ise “Hamd” suresiyle “Haşr” suresinin son kısmını okuyordu.”(5)

6- Ey Nur!

Resulullah (s.a.a) buyurmuştur ki:
“Ali b. Muhammed el-Hadi (İmam Ali Naki -a.s-) duasında şöyle diyordu:
“Ey nur, ey burhan (hüccet), ey aydınlık saçan, ey aşikâr eden, ey rabbim! Beni şerlerin şerrinden ve zamanın afetinden koru ve sûra üflenecek gün kurtuluşu senden diliyorum.”(6)

7- Ey Rabliğinde Tek Olan!

Seyyid bin Tavus diyor ki:
İmam Hadi (Ali Naki -a.s-) kunutta şu duayı okuyorlardı:
“Ey Rabliğinde tek ve vahdaniyetinde bir olan! Ey ismiyle gündüzü aydınlatan, kendisiyle nurlar nur saçan; emriyle gecenin karanlığı kararan; yağmuruyla sele benzer yağmurlar yağan (ırmaklar dolup taşan)! Ey çaresizleri çağırdığında icabet eden, korkanlar kendisine sığınan ve derken onları güvende kılan Allah...”(7)

8- Zahitçe Yaşamı

İbn-i İmad el-Hanbelî diyor ki:
Mütevekkil’e: “İmam Hadi’nin evinde silah ve malzeme vardır, senin aleyhine ayaklanmak istiyor” dediklerinde, İmam (a.s)’ın evine saldırmalarını emretti. İmam (a.s)’ın evine girdiklerinde İmam’ın odasının kapısının kapalı olduğunu ve O’nun üzerinde yünlü bir cüppe olduğu halde namaz kıldığını ve altında bir sergi bile olmadığını gördüler.”(8)

9- Özellikleri

İbn-i Şehraşub diyor ki:
“İmam Hadi (a.s) güzellik (sima) açısından insanların en güzeli, konuşma açısından onların en doğru konuşanı, yakından onların en tatlısı, uzaktan ise onların en mükemmeli idi. Sustuğunda vakarlık ve heybeti çoğalırdı; konuştuğunda ise azamet ve yüceliği artırdı.”(9)

10- İhsanı, Camide Bulunması ve Dünyaya Rağbetsizliği

Yahya bin Herseme diyor ki:
“İmam Hadi (a.s), Medine halkına ihsanda bulunuyor, sürekli camide oturuyor ve dünyaya karşı rağbetsiz ve meyilsiz idi.”(10)

11- Hz. Ali’ye Selam Göndermesi

İmam Hadi (Ali Naki –a.s-), Emir’ul-Müminin Ali (a.s)’ın kabrinin kenarında durarak şöyle derdi:
“Selam olsun sana ey Allah’ın velisi; tanıklık ediyorum ki sen, İslam’da ilk mazlum ve hakkı gasp edilen ilk şahıssın; Allah’ın rızasını ve O’nun mükâfatını kazanmak için sabrettin; nihayet yakin (ölüm) gelip sana ulaştı.”(11)
_________________
1 - İrşad, s. 327.
2 - İrşad, s. 339.
3 - Bihar, c. 50, s. 117, h. 9.
4 - Şezerat’uz- Zeheb,
5 - Vesail’uş- Şia, c. 4, s. 750.
6 - Uyun, c. 1, s. 62, h. 29.
7 - Muhec’ud- Da’vat, s. 60.
8 - Şezarat’uz- Zeheb, c. 2, s. 128.
9 - Menakıb-i İbn-i Şehraşub, c. 4, s. 401.
10 - Tezkiret’ul- Havas, s. 322.
11 - Kamil’uz- Ziyarat, s. 94, h. 94.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

İmam Ali Naki (a.s)’ın Cebir Ve Tefviz[1] Ehlinin Reddi Ve Cebirle Tefvizin Arasında Yer Alan Hadd-ı Vasatın İsbatı Hakkındaki Mektubu

Bu Muhammed ibn-i Ali tarafından gönderilen bir mektuptur:
"Allah'ın selam, rahmet ve bereketi sizlerin ve hidayet yoluna uyanların üzerine olsun.
Mektubunuz ulaştı, zikrettiğiniz şeyleri anladım; kader bahsine dalarak dininiz hakkında ihtilafa düşmüşsünüz, bazılarınız cebre, bazılarınız ise tefvize inanmıştır. Bu mesele hakkında işiniz tefrikaya, birbirinizle ilişkiyi kesmeye ve düşmanlık etmeye kadar varmış. Nihayet bu meselenin izahı hakkında benden görüş belirtmemi istemişsiniz; bunların hepsini anlamış bulunmaktayım.
Allah size rahmet etsin, şunu bilmelisiniz ki, biz nakledilen birçok rivayet ve hadislere baktık; Allah'ı tanıyan ve İslam'ı kabul eden bütün fırkaların elinde mevcut olan hadis ve rivayetlerin iki kısımdan ibaret olduğunu gördük. Bu hadisler ya kabul edilmesi gereken haktır veya reddedilmesi gereken batıl. Bütün ümmet, aralarında hiç bir ihtilaf olmaksızın Kur’ân'ın hak olduğunda görüş birliğindedir. Bütün fırkalar Kur’ân'ın hakkaniyeti ve doğruluğunu itiraf etmişlerdir. Resulullah salla’llâhu aleyhi ve alih şöyle buyurmuştur: "Ümmetim dalalet üzere birleşmez." Böylece ümmetin, üzerinde ittifak ettiği ve birbirleriyle ihtilaf etmedikleri her şeyin hak olduğunu bildirmiştir. Kur’ân haktır, onun Allah tarafından indirildiği ve doğruluğu hakkında ümmet arasında hiç bir ihtilaf yoktur. Öyleyse Kur’ân bir hadisi te'yid eder, ümmetten bir grup da onu inkâr etmeye kalkışırsa, Kur’ân'ın doğruluğunun herkesçe kabul edilmiş olması ilkesi hükmüyle, tereddütsüz onun doğruluğunu kabul ve ikrar etmeleri gerekir. Bu durumda, onu inkâr etmekten vazgeçmezlerse, (o zaman) dinden çıkmaya mahkum olurlar.
Kur’ân'ın tasdik ve te'yid ettiği ve doğruluğuna Kur’ân'dan şahid gösterebileceğimiz ilk hadis, Peygamber salla'llâhu aleyhi ve alih’den nakledilen, kitaba uygun olan ve hiçbir söz onunla çelişmeyen şu hadistir; Resulullah salla'llâhu aleyhi ve alih buyurmuştur ki: "Ben sizin aranızda iki değerli şey bırakıyorum: Allah'ın kitabını ve yakınlarım olan Ehl-i Beyt'imi, bunlara sarıldığınız müddetçe sapıklığa düşmezsiniz ve bu ikisi havuzun (Kevser'in) kenarında bana ulaşıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar." Bu hadisin doğruluğuna delil olarak Kur’ân'da apaçık şahid bulunmaktadır. Mesela şu ayet gibi:
"Sizin veliniz, ancak Allah ve O'nun resulü, namaz kılan ve rüku halindeyken zekâtı veren mü’minlerdir. Kim Allah'ı, O'nun Resulünü ve (sözü edilen) mü'minleri veli edinirse, hiç şüphe yok, galip gelecek olanlar, Allah'ın taraftarlarıdır."[2]
Ehl-i Sünnet alimleri konuyla ilgili olarak rivayet etmişlerdir ki, bu ayet Emir-ül Mü’minin Ali aleyhi’s-selâm hakkında nazil olmuştur. Çünkü Hz. Ali aleyhi’s-selâm rüku halinde yüzüğünü sadaka olarak vermiş, Allah-u Teâla da mezkur ayeti nazil ederek onu övmüştür. Görüyoruz ki Resulullah salla'llâhu aleyhi ve alih de şöyle buyurmaktadır: "Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır." Yine Hz. Ali'ye buyurmuştur ki: "Senin bana nisbet mevkin Harun’un Musa’ya mevkisi gibidir. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir." Yine buyurmuştur ki: "Ali, benim borcumu ödeyen, vaadlerime vefa eden ve benden sonra size halifemdir."
Diğer hadislerin menşe ve kaynağı olan birinci hadis sahih ve müttefik-un aleyh'tir, onlardan hiç kimse bu hadis hakkında ihtilaf etmemiştir; bu hadis, ayrıca Kur’ân’a da mutabıktır. Kur’ân ve diğer hadislerin bu hadisi te'yid ettiğine göre, ümmetin ister istemez bunu kabul edip ikrar etmesi gerekir. Çünkü bu hadislerin Kur’ân'dan açık delilleri vardır; Kur’ân onlarla muvafıktır, onlar da Kur’ân'la. Daha sonra Hz. Peygamber'den gelen bu hadislerin muhtevası, sadık olan imamlardan da gelmiş ve onları meşhur ve güvenilir bir grup nakletmişlerdir. Bundan dolayı bu hadislere her mü’min erkek ve kadının uyması gerekli ve farzdır; inat ehlinden başka hiç kimse buna karşı çıkmaz. Çünkü Ehl-i Beyt'in sözleri, Allah'ın sözlerine muttasıl (bağlı)dır. Örneğin, Allah-u Teâla Kur’ân'da şöyle buyuruyor:
"Gerçek şu ki, Allah ve Resul’ünü incitenler; Allah, onlara dünyada da ahirette de lanet etmiş ve onlar için aşağılatıcı bir azap hazırlamıştır." [3]
Bu ayetin benzerini Peygamber'in sözlerinde de görmekteyiz; buyurmuştur ki:
"Kim Ali'yi incitirse beni incitmiştir, kim beni incitirse Allah'ı incitmiştir, kim de Allah'ı incitirse, Allah'ın intikamına duçar olur."
Diğer bir hadiste de şöyle buyurmuştur:
"Kim Ali'yi severse beni sevmiştir, kim de beni severse Allah'ı sevmiştir."
Ben-i Velîâ kabilesi hakkında da şöyle buyurmuştur: "Allah ve resulünü seven, Allah ve resulünün de kendisini sevdiği kendi nefsim gibi olan birini onlara göndereceğim; Ey Ali kalk, onlara doğru hareket et."
Hayber savaşında da şöyle buyurmuştur:
"Yarın öyle bir kişiyi onlara göndereceğim ki, O, Allah'ı ve Resulünü sever; Allah ve Resulü de onu sever. O öyle bir kişidir ki, sürekli hamle eder, kaçmaz ve Allah onun eliyle fethi müyesser kılmadıkça geri dönmez."
Böylece Peygamber salla’llâhu aleyhi ve alih, onu (düşmanın üzerine) göndermeden önce zafer müjdesi verdi; bütün ashab acaba bu fazilet kime nasib olacak diye heyecanla bekliyordu. Ertesi gün Resulullah salla’llâhu aleyhi ve alih, Ali aleyhi’s-selâm’ı çağırıp (Yahudilerin cephesine) göndererek onu bu faziletle seçkin kıldı; ona "Kerrar, gayr-i ferrar" [4] lakabını verdi; ve "Allah ve Resul'ünü seven" birisi diye vasıflandırarak, Allah ve Resul'ünün de onu sevdiğini bildirdi.
Ben bu açıklamayı, sözkonusu mevzuyla ilgili bir delil ve cebir, tefviz ve bunların arasında yer alan hadd-ı vasat hakkında açıkla- yacağımız şeye bir te'yid olarak zikrettim. Yardım ve güç Allah'tandır ve bütün işlerimizde O'na tevekkül ediyoruz.
Biz konuya İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın şu hadisiyle başlıyoruz; buyurmuştur ki:
"Ne cebir doğrudur ve ne de tefviz; doğru olan bu ikisinin arasında yer alan hadd-ı vasattır. Bu ise şunlardan ibarettir: Bedenin sıhhati, yolun açık oluşu, yeterli zamanın olması ve azığın, mesela bineğin varlığı ve insanı işe yönelten sebebin (saikin) var olması."
İşte İmam Sadık aleyhi’s-selâm bütün faziletleri bu beş şeyde bir araya toplamıştır. Eğer, kulun bunların herhangi birinde noksanlığı olursa o noksanlıktan dolayı sorumluluk ondan kalkar. İmam Sadık aleyhi’s-selâm insanların (cebir ve tefviz hakkında) arayıp öğrenmeleri gerekli olan şeylerin esasını açıklamış, Kur’ân bunu te'yid etmiş ve Peygamber salla'llâhu aleyhi ve alih'in apaçık sözleri de ona tanıklık etmiştir. Çünkü, Peygambersalla'llâhu aleyhi ve alih ve Ehl-i Beyt'inin sözleri Kur’ân'ın sınırlarını aşmaz. Dolayısıyla eğer sahih hadisler nakledilir ve onların kanıtları Kur’an’dan araştırılır, Kur’ân’ın da onlarla muvafık ve onlara bir delil olduğu görülürse, onlara uymak farz olur.
Mektubun evvelinde zikrettiğimiz gibi, inat ehlinden başka hiç bir kimse bunu aşıp geçmez. Biz de İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın cebir ve tefviz arasında yer alan hadd-ı vasatı isbat edip, cebir ve tefviz akidesini reddetmekle ilgili olan bu sözü hakkında tahkik yaptığımız zaman, Kur’ân'ın bu sözün doğruluğuna tanıklık ettiğini ve onu tasdik ettiğini görüyoruz.
İmam Sadık aleyhi’s-selâm’dan, onun te'yidinde diğer bir rivayet de naklolunmuştur. İmam Sadık aleyhi’s-selâm’a: "Allah, kulları günah işlemeye mecbur mu kılmıştır?" diye sorulduğunda İmam Sadık aleyhi’s-selâm: "Allah bundan daha adildir." cevabını verdiler. "Öyleyse, işleri onlara tefviz (havale) mi etmiştir?" denildiğinde de: "Allah bundan daha muktedirdir" buyurdular.
Diğer bir hadiste de şöyle buyurmuştur:
"İnsanlar kader hakkında üç kısımdır: Bazıları işlerin onlara havale edildiğini sanırlar; bunlar, Allah'ın kudretini zayıf sayıp helak olanlardır. Bazıları Allah'ın kulları günah işlemeye mecbur ettiğini ve onları güç yetiremedikleri halde bir şeye mükellef kıldığını zannederler; bunlar da, Allah'ı hükmünde zalim bilip helak olanlardır. Bazıları da, Allah'ın, kulları güçleri kadar mükellef kıldığını ve güçlerinin haricinde olan bir şeyi onlardan istemediğini söylerler ve iyilik yaptıklarında Allah'a şükrederler, kötü iş yaptıklarında da Allah’tan mağfiret dilerler; işte bunlar olgunlaşmış müslüman-lardır.
Böylece İmam Sadık aleyhi’s-selâm haber vermiş ki: “Kim cebir ve tefvize uyar ve bunlara inanırsa hakka aykırı hareket etmiştir.”
Ben (bu beyanla), cebre inananın hataya düştüğünü, tefvizi kabul edenin de batıla duçar olduğunu izah ettim. Dolayısıyla hadd-i vasat bu ikisinin arasında yer almış oldu.
İmam aleyhi’s-selâm, daha sonra şöyle buyurmuştur:
Ben meseleyi, hakikati arayan kimsenin konuyu daha kolay kavrayabilmesi ve meselenin izahını kolayca araştırabilmesi için bu (üç çeşit) yolların her birine, Kur’ân'ın apaçık ayetlerinin doğruluğuna tanıklık ettiği ve akıllıların tasdik edeceği bazı örnekler veriyorum. Tevfik ve ismet Allah'tandır.
İnananın hatadan kurtulamayacağı cebir akidesine gelince; bu inanç Allah-u Teâla'nın, kulları günah işlemeye mecbur kılıp, bununla birlikte onlara azap edeceğini sanan kimselerin inancıdır. Kim böyle düşünürse, Allah'ı hükmünde zalim bilmiş olur ve O'nun şu sözünü tekzip ve reddetmiştir. Çünkü Allah-u Teâla buyuruyor ki:
"Rabbin hiç bir kimseye zulmetmez." [5]
Yine başka bir ayette cehennem ehline hitap olarak buyuruyor ki:
"Bu (azap) da, senin ellerinin önceden takdim ettiği (hazırladığı) şeydir. Hiç şüphe yok ki Allah, kulları için zulmedici değildir." [6]
Yine diğer bir ayette de şöyle buyurmaktadır:
"Şüphe yok ki Allah, insanlara hiçbir şeyle zulmetmez. Ancak insanların kendileri kendilerine zulmederler." [7]
Bu konu hakkında diğer birçok ayet de mevcuttur. Öyleyse kim günah işlemeye mecbur olduğunu sanırsa, günahını Allah'ın üze-rine atmıştır ve günahkârlara ceza vermediği için Allah'a, zulüm isnad etmiştir; Allah'a zulüm isnad eden kimse ise, O'nun kitabını tekzip etmiştir ve Kur’ân'ı tekzip eden de ümmetin icmasıyla kâfirdir.
Cebir akidesinin misali şuna benzer ki; kendi nefsine ve dünya malından hiçbir şeye malik olmayan bir köleye sahip olan efendi, onun durumunu çok iyi bildiği halde para vermeksizin bir mal almak için onu pazara gönderir, köleye sahip olan efendinin kendisi de istediği malların sahiplerini razı ederek bedeli ödenmeden hiçbir kimsenin o malları almaya cüret edemeyeceğini bilir, öte yandan bu kölenin efendisi kendisini adil, insaflı, hekim ve zulüm etmeyen birisi olarak tanıttığı ve kölenin bir şeye malik olmadığını ve kendisinin de istediği şeyin bedelini ona vermediğini ve mal sahipinin de parasız ona bir şey vermeyeceğini bildiği halde köleye, alınması gereken malı alıp getirmezsen şöyle böyle yaparım diyerek tehdidde bulunur, köle de eli boş pazara gidip efendisinin emrettiği şeyi temin etmek istediğinde mal sahibinin, para vermeden hiç bir şey vermeye hazır olmadığını görerek mecburen ümitsiz ve eli boş olarak efendisinin yanına geri döner ve efendisi de bu durumdan öfkelenir ona işkence yapar.
Acaba bu durumda efendisinin, kölesinin dünya malından hiç bir şeye sahip olmadığını ve ona alınması gereken malın parasını vermediğini bildiği için adalet ve hikmeti gereği onu cezalandırmaması gerekmez mi? Eğer onu cezalandırırsa haksız yere ona zulüm yapmış olmaz mı? Sözünü ettiği adalet, insaf ve hikmetini de batıl etmiş olmaz mı? Bu durumda eğer onu cezalandırmazsa, o zaman da kendisini yalanlamış olur; çünkü, ilk önce yalan yere onu cezalandıracağını söylemişti. Bunların her ikisi de adalet ve hikmetle bağdaşmaz.
Allah-u Teâla zalimlerin söylediği sözlerden daha yücedir.
Öyleyse; cebir veya cebri gerektiren akideye inanan, Allah'ı zalim bilmiş ve O'nu zulüm ve tecavüzle suçlamıştır. Çünkü böyle bir durumda Allah mecbur kıldığı kimselere azap etmiş olur. Kim, Allah'ın kulları mecbur kıldığını (kendi iradeleri dışında işler yaptırdığını) sanırsa, Allah'a zulüm isnadında bulunmamak için mecburen, Allah, kullardan azabı kaldırmıştır demek zorunda kalacaktır. Kim de Allah'ın, günahkârları azaptan muâf kıldığını sanırsa Allah'ın vaadlerini tekzip etmiştir. Çünkü Allah şöyle buyurmaktadır:
"Hayır, iş öyle değil; kim bir kötülük işler de günahı kendisini kuşatırsa (artık) onlar ateş ehlidirler, orada temelli kalıcıdırlar”. [8]
"Gerçek şu ki, yetimlerin mallarını zulümle yiyenler, ancak ateş yerler, (o mallar, karınlarında ateştir adeta) ve onlar, alevli ateşe girecekler." [9]
"Şüphesiz ayetlerimize karşı küfre sapanları yakında ateşe sokacağız. Derileri yanıp döküldükçe, azabı tatmaları için onları başka derilerle değiştireceğiz. Şüphe yok ki Allah, güçlü ve üstün olandır, hüküm ve hikmet sahibidir." [10]
Bu konu hakkında başka birçok ayetler de mevcuttur. Her kim Allah'ın vaadlerini tekzip ederse, Kur’ân'ın ayetini tekzip ettiği için kâfir olur. Bu adam, Allah'ın buyurduğu şu kimselerdendir; "Yoksa siz kitabın bir bölümüne inanıp da bir bölümünü inkâr mı ediyorsunuz? Artık sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında aşağılanmak; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılmaktır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.” [11]
Ama bizim akidemiz şöyledir:
Allah-u Teâla kulları, onlara verdiği güçten dolayı kendi amel ve fiillerine göre cezalandırmakta ve aynı güçle de onlara emir ve nehiy de bulunmaktadır.
Kur’ân'da şöyle buyuruluyor:
"Kim bir iyilikle gelirse, kendisine bunun on katı vardır, kim de bir kötülükle gelirse, onun mislinden başkasıyla cezalandırılmaz ve onlar haksızlığa da uğratılmazlar." [12]
"O gün bir gündür ki herkes, yaptığı her hayrı hazır bir halde karşısında bulacak, işlediği kötülükle de kendisi arasında pek uzun bir mesafe olmasını arzulayacak. Allah, sizi kendisiyle sakındırır." [13]
"Bugün (kıyamet günü) her bir nefis, kendi kazandığıyla karşılık görür. Bugün zulüm yoktur." [14]
İşte bu apaçık kesin ayetler, cebir ve cebre inananları açık bir şekilde reddetmektedir. Kur’ân'da buna benzer çok ayetler vardır; ama konunun fazla uzamaması için onlardan, sadece bir bölümünü zikrettik. Tevfik Allah'tandır.
İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın batıl bildiği ve ona inanan ve ona uyanları kusurlu gördüğü tefviz meslesi de şu kimsenin sözüdür ki:
''Allah-u Teâla, kendi emir ve nehyi ile işledikleri amelleri kullara devretmiş ve onları kendi iradesine bırakmıştır.'' Böyle bir sözün açıklanmasını ve üzerinde dikkatle durulmasını isteyen kimseler için, Hz. Peygamber’in Ehl-i Beytin'den olan hidayete ermiş imamların açıkladığı dakik bir nükte vardır: Onlar bu konuda şöyle buyurmuşlardır: "Eğer Allah, gerçekten teklif işini halka bırakmış olsaydı o zaman Allah'ın, halkın seçtiği her şeye rıza göstermesi ve neticede Allah’ın mükâfatına layık olmaları ve yaptıkları hiç bir cinayetten dolayı cezalandırılmamaları gerekirdi.”
Bu söz gerçekte şu iki anlamı içermektedir: Ya kullar Allah'a isyan edip kendi akide ve fikirlerini istesede istemesede zorla O’na kabul ettirmişlerdir; böyle bir iş Allah'ın kudretinin zaafı ve gevşekliğini gerektirir veya şu anlamı içerir ki: Allah-u Teâla'nın onları, istesinler veya istemesinler kendi emir ve nehiylerine itaat etmeleri için mecbur kılacak bir gücü yoktur, bu yüzden de emir ve yasaklarını ve bunların uygulanmasını onların kendi isteğine bırakmıştır; yani Allah, onları kendi iradesine itaat ettirmekten aciz olduğundan dolayı iman ve küfrü seçmekte onları yetki sahibi ve muhtar kılmıştır.
Bu mezhebin misali şuna benzer ki, bir adam kendisine hizmet edecek, efendilik makamını tanıyacak, emir ve nehyine uyacak bir köle alıyor, kölenin efendisi, köleye sahip ve muktedir olduğunu iddia ediyor; sonra da köleye emir ve nehiyde bulunuyor, itaatına karşı büyük sevap, muhalefetine karşı da elemli azaplar vaad ediyor. Fakat köle, efendisinin iradesine karşı çıkıyor, onun kasdettiği emir ve nehyini yerine getirmiyor, onun hiç bir emir ve nehyine itina göstermiyor, serkeşçe kendi dilediğini yapıyor. Efendisi ise emir ve nehyini ona yaptırmağa güç yetiremediğinden dolayı emir ve nehiy yetkisini ona bırakıyor, onun yaptığı her amele, kendi isteğine aykırı olsa da razı oluyor; onu bir işin peşine gönderiyor, yapacağı ameli de ona belirliyor, (fakat) köle kendi dilediğini yapıyor, geri döndüğünde de efendisi onun emrettiği şeye aykırı amel yaptığını görünce şöyle diyor: Niçin emrettiğim şeye aykırı davrandın? Köle de ona: Sen kendin işleri bana bıraktın, ben de kendi dilediğim şeyi yaptım. Yetki sahibiyim ve yetki sahibi alıkonulmaz, (ve kınanılmaz) diyor.
Öyleyse bu delile göre tefviz de muhaldir.
Bu yüzden mesele, şu iki şeyden birisi değil midir?
a-) Ya efendi kölenin iradesi değil, kendi iradesi üzerine köleyi, emir ve yasaklarına itaat ettirmek gücüne sahiptir ve onu, emir ve nehyettiği şey oranında bir güce sahip kılıyor, bir şey hakkında emir ve nehiy de bulunduğunda sevap ve cezasını ona bildiriyor ve köleye hüccetini (delilini) tamamlamak, adalet ve insaf kapsamında yer vermek ve emir ve nehyinden, teşvik ve tehdidinden dolayı ona vermiş olduğu gücün kaynağını göstermek için ona mükâfat ve cezayı belirterek, itaat ettiğinde mükâfatlandırılacağı ve alıkoyduğu şeyden de kaçınmadığı takdirde cezalandırılacağına dair hem tehdit ve hem de teşvik ediyor. (Elbette ki bu farza göre tefviz batıldır ve iş her yönden efendinin elinde olur.)
b-) Veya efendisi aciz ve güçsüzdür; bu sebeple de işi kölesine bırakıyor, ister iyi iş yapsın ister kötü, ister itaat etsin ister isyan. Zira onu cezalandırmaktan ve onu emrine itaat ettirmekten acizdir. [15] Böyle bir zaaf isbatlandığında, kudret ve ilahlık iddiası da yok olduğu gibi, bütün emir ve nehiy, sevap ve ikab (cezalandırma) meselesi de batıl olur; bu söz ise Kur’ân'a ters düşmektedir. Zira Allah-u Teâla Kur’ân'da buyuruyor:
"Allah, kulları için küfre rıza göstermez ve şükrederseniz sizden razı olur.” [16]
"Ey inananlar, Allah'dan nasıl sakınmak gerekiyorsa öyle (O’na yaraşır biçimde) sakının ve ancak müslümanlar olarak ölün." [17]
"Ben, cinleri de, insanları da, yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım. Onlardan ne bir rızık istiyorum ve ne de beni doyurmalarını istiyorum.” [18]
Yine başka bir ayette şöyle buyurmaktadır:
"Allah'a ibadet edin ve O'na hiçbir şeyi ortak koşmayın." [19]
"Ey iman edenler, Allah'a ve Resulüne itaat edin, O'nun ayet ve kelimelerini işittiğiniz halde O'ndan yüz çevirmeyin." [20]
O halde kim Allah-u Teâla'nın, emir ve nehyini kullarına havale ettiğini sanırsa, Allah'a acizlik isnadında bulunmuştur. O'nu halkın yaptığı her hayır ve şerri kabul etmeye mecbur kılmıştır. Böylece Allah'ın bütün işleri kullara bıraktığını sandığından Allah'ın emir ve nehyini, müjde ve tehdidini, batıl saymıştır. Çünkü işlerin yetkisi kendisine bırakılan kimse, istediği her şeyi yapar, dilerse küfrü, dilerse imanı seçer ve bu işlerden dolayı sorumlu tutulmaz. Dolayısıyla, her kim bu anlamdaki tefvize inanırsa; Allah’ın bütün teşvik, tehdid, emir ve nehiylerini batıl bilmiştir ve bu kimse şu ayetin kapsamına girer:
"Siz kitabın bir kısmına inanıyor, bir kısmına inanmıyor musunuz? Sizden böyle yapanların cezası, dünya hayatında aşağılanmak; kıyamet gününde de azabın en şiddetli olanına uğratılmaktır. Allah yapmakta olduklarınızdan gafil değildir.” [21]
Allah tefviz ehlinin inandıkları (ve dedikleri) şeylerden çok yücedir.
Bizim akidemize gelince biz şöyle diyoruz:
Allah-u Teâla, halkı kendi kudretiyle yaratmıştır ve kulluk etme gücünü de onlara vermiştir. Sonra kendi iradesiyle onlara emir ve nehiyde bulunmuştur. Emrine itaat etmeyi onlardan kabul etmiş ve razı olmuştur. Ve onları kendisine karşı günah işlemekten nehyetmiş, isyan edeni kınamış ve buna karşı da onlara ceza vaad etmiştir. Emir ve nehiy yetkisi Allah'a mahsustur, istediği şeyi emreder, istemediğini de nehyeder ve kullarına, emrine uymak ve nehyettiği şeyden kaçmak için verdiği güç ve kudret oranında ceza verir. O'nun adalet, insaf ve yetkin hikmeti açıktır; böylece maze-retleri giderip önceden korkutarak halkın delillerini (bahanelerini) çürütür.
Peygamberleri seçmek O'na mahsustur. Kullarından risaletini ulaştırmak ve onlara hüccetini (delilini) tamamlamak için istediği kimseyi seçer. Muhammmed salla’llâhu aleyhi ve alih’i seçti ve onu kendi risaletiyle kullarına gönderdi. Kavminden kâfir olanların bazıları, haset ve kibirlerinden dolayı şöyle dediler:
"Bu Kur’ân iki şehir (Mekke ve Taif)den birinin büyük bir adamına indirilmeli değil miydi?” [22]
Onların bu sözden kasıtları Ümeyye ibn-i Ebu Salt [23] ve Ebu Mes'ud-i Sekafi [24] idi. Derken, Allah-u Teâla onların seçimini batıl bilmiş ve görüşlerini geçerli saymayarak şöyle buyurmuştur:
"Rabbinin rahmetini onlar mı paylaştırmaktadırlar? Dünya hayatında onların geçimlerini aralarında biz paylaştırdık ve onlardan bir kısmı diğer bir kısmını teshir etmesi (onlara iş gördürüp, görev ve sorumluluk yüklemesi) için bazılarını derece bakımından bazılarından üstün ettik ve Rabbinin rahmeti, onların topladıkları şeylerden daha hayırlıdır." [25]
İşte bunun için işlerden istediğini seçti, istemediğini de nehyetti. Kim itaat ederse, ona sevap verir; kim isyan ederse, onu cezalandırır. Eğer Allah işlerin yetkisini kullara bırakmış olsaydı, o zaman Kureyş'in seçtiği, Ümeyye b. Ebu Salt ve Ebu Mes'ud-i Sekafi'yi de kabul etmesi gerekirdi. Çünkü onların nazarında bu iki şahıs Hz. Muhammmed salla’llâhu aleyhi ve alih’den daha üstündüler.
Allah-u Teâla, mü’minleri şu ayetle: "Allah ve Resulü, bir işe hükmettiği zaman mü’min olan bir erkek ve mü’min olan bir kadın için kendi işlerinde seçim hakları yoktur.” [26] İrşad ettiğinde onlara istedikleri gibi seçme izni vermedi ve Peygamber vesilesiyle ilan edilen emirlere uymak ve nehiylerden kaçınmak dışında onlardan hiç bir şeyi kabul etmedi. Öyleyse kim O'na itaat ederse doğru yolu bulur ve kim isyan ederse sapıklık ve azgınlığa düşer ve emrine uymak ve nehyettiği şeyden kaçınmak için verdiği güçten dolayı hüccet ona tamamlanmış olur. Bu yüzden Allah onu, sevaptan mahrum kılararak ona azap gönderir.
Bu görüş, o iki akidenin hadd-ı vasatıdır; yani ne cebirdir, ne de tefviz. İşte bu görüş Emir-ül Mü’minin Ali aleyhi’s-selâm’ın Abaye ibn-i Rıb’i el Esedi'ye buyurduğu sözün aynısıdır. A'baye, Emir-ül Mü’minin Ali aleyhi’s-selâm’dan, kendisiyle oturup kalkılan ve işler yapılan istitaat [27] hakkında soru sorduğunda Hz. Ali ona şöyle buyurdu:
"İstitaat hakkında soru sordun; acaba sen ona, Allah'ın müdahelesi olmaksızın mı sahipsin, yoksa ona her ikiniz de mi sahipsiniz?"
Abaye susup kaldı.
Hz. Ali yine ona:
"Ey Abaye, söyle bakalım." buyurdu.
Abaye: “Ne söyleyeyim?” dedi.
Hz. Ali:"Eğer ona her ikinizin de sahip olduğunu söylersen, seni öldürürüm (zira bu akide şirktir); eğer, Allah'ın hiç bir müdahelesi olmaksızın senin malik olduğunu dersen yine seni öldürürüm." (çünkü bu küfürdür.)
Abaye:
"Ey Emir-el Mü’minin, öyleyse ne söyliyeyim?" dediğinde.
Ali aleyhi’s-selâm;
"Sensiz ona sahip olan Allah’ın mülkiyetiyle ona malik olduğunu söyle." buyurdular. Eğer onu sana verirse O'nun tarafından bir bağıştır, vermediğinde de O'nun tarafından bir beladır. Seni malik kıldığı her şeye O maliktir ve seni kadir kıldığı her şeye yine O kadirdir. İnsanların: "La havle ve la kuvvete illa billah" dediklerinde Allah’tan havl-u kuvvet istediklerini duymamış mısın?
Abaye: "Ey Emir-el Mü’minin, bu cümlenin tefsiri nedir?" diye sordu.
Hz. Ali şöyle buyurdu:
Allah'a isyan etmekten kaçınmak, Allah'ın koruması (yardımı) olmaksızın imkansızdır. Allah'a itaat etmekte de O'nun yardımı olmaksızın bir gücümüz yoktur."
Bu sırada Abaye yerinden sıçrayıp Hz. Ali’nin el ve ayağını öptü.
Yine Emir-ül Mü’minin Ali aleyhi’s-selâm’dan şöyle bir rivayet nakledilmiştir:
Necde isminde bir şahıs, huzuruna varıp kendisinden Allah'ı tanıma hakkında şöyle bir soru sordu: "Ey Emir-el Mü’minin, Rabbini nasıl tanıdın?"
İmam aleyhi’s-selâm:
"Bana bağışladığı ayırt etme gücü ve bana kılavuzluk eden akıl vasıtasıyla tanıdım." buyurdu.
Necde: "Acaba sen bu tabiat üzere mi yaratıldın?" diye sordu.
İmam aleyhi’s-selâm:
"Eğer böyle yaratılmış olsaydım, o zaman ne bir iyiliğe karşı övülür ve ne de bir kötülüğe karşı kınanırdım; hatta iyilik yapan kötülük yapandan, kınanmaya daha layık olurdu. (çünkü iyi iş yapan o işi severek değil de zorla yapmış olurdu.) İşte bundan anladım ki, Allah Kaim ve Bakî'dir, O'nun haricindeki bütün şeyler, sonradan meydana çıkan, değişen ve zâil olandır. Hiç bir zaman ebedi ve baki olan, zail olan ve sonradan meydana çıkan şeyler gibi değildir."
Necde: "Ey Emir-el Mü’minin, sizi hekim bir kişi görüyorum." dedi.
İmam aleyhi’s-selâm:
"Ben ihtiyar sahibi bir kişiyim; dolayısıyla iyilik yapmak yerine kötülük yapacak olursam, buna karşılık cezaya uğrarım." buyurdular.
Yine Hz. Ali aleyhi’s-selâm'dan şöyle bir rivayet nakledilmiştir: "İmam aleyhi’s-selâm Şam (Sıffîn savaşın)dan döndükten sonra yaşlı bir adam kendilerine: "Ya Emir-el Mü’minin, bizim Şam'a olan hareketimiz, Allah'ın kaza ve kaderiyle miydi?” diye sordu.
Hz. Ali şöyle dedi:
"Evet, ey şeyh, Allah'ın kaza ve kaderi olmaksızın hiç bir dereden yukarı çıkmadınız ve hiç bir tepeden de aşağı inmediniz."
Yaşlı adam, Hz. Ali'ye: "Ey Emir-el Mü’minin, demek çektiğim zahmetler Allah'ın takdiriyle imiş" dedi.
Hz. Ali :
"Sus'' dedi ''Allah-u Teâla sizin sevap ve mükâfatınızı, gittiğiniz zaman gidişinizde, durduğunuz zaman duruşunuzda ve döndüğünüz zaman dönüşünüzde, hareket halinde, ikamet ettiğiniz menzilde ve döndüğünüz yolda çok fazla kılmıştır. Yaptığınız hiç bir işe zorlanmadınız ve mecbur kılınmadınız. Güya sen bunun kesin bir kaza ve kaçınılmaz bir kader olduğunu sandın. Eğer (durum) böyle olsaydı; o zaman sevap ve ceza, müjde ve korkutmanın bir anlamı kalmazdı ve hiç bir işten ötürü o işi yapan sorumlu tutulamazdı. (Yani bir adam bir işi yaptığında artık ondan sorumlu olmazdı; her şey Allah'a isnad edilirdi.) Bu söz puta tapan ve şeytana uyanların sözüdür. Allah-u Teâla halka, ihtiyarla (iradeyle) amel etmelerini emrettiği gibi azaptan korkmaları için de onları nehyetmiştir. Ne bir kimse O'na itaat etmek için zorlanır ve ne de O'na isyan etmekle O mağlup düşürülür. Gökleri, yeri ve onların arasındakileri boşuna yaratmamıştır. Bu kâfir olan (Allah'ı inkâr eden) kimselerin düşüncesidir. Öyleyse kâfir olanlara, Cehennem ateşinden dolayı yazıklar olsun."
Bu sırada ihtiyar adam ayağa kalkıp, Emir-ül Mü’minin Ali aleyhi’s-selâm’ın başını öperek şu içerikte bir şiiri okudu:
Sen öyle bir imamsın ki sana itaat etmekle,
Kurtuluş günü, Rahman Allah’tan mağfiret bekliyoruz.
Dinimizde şüpheye düştüğümüz şeyleri sen bize açıkladın.
Rabbin, bizden taraf seni Cennet'le mükâfatlandırsın.
Şimdi artık zulüm ve isyan olarak yaptığım
Çirkin işler için bir mazeret yeri kalmadı.
Görüldüğü üzere Hz. Emir-ül Mü’minin Ali aleyhi’s-selâm halkı, Kur'an’a uymaya, cebir ve tefvizi reddetmeye yönlendirmiştir. Çünkü cebir ve tefvize inanmış olan, batıla, küfre ve Kur’ân'ı tekzip etmeye yönelmiş olur.
Dalalet ve küfürden Allah'a sığınıyorum. Biz ne cebre inanı-yoruz, ne de tefvize; biz, Kur’ân'ın tanıklık ettiği ve Peygamber'in Ehl-i Beytinden olan hidayet imamlarının da inandığı akide üzere bu ikisinin arasında yer alan hadd-ı vasata inanıyoruz; o hadd-ı vasat da Allah'ın bize verdiği güç ve kabiliyete dayalı olan imtihan ve sınamaktır. Allah-u Teâla bizi bu verdiği kudretle, kendisine kul etmiştir.
Kudret ve istitaatle (güç ve yetenekle) imtihan edilmenin misali, kölesi ve çok malı olan bir adamın misaline benzer ki işin akıbe-tinden haberdar olduğu halde kölelerini sınamak ister ve malından bir kısmını onların yetkisine bırakır, masraf edilecek yerleri onlara gösterir ve onlara, o malı harcanması gereken yerlerde harcamalarını emreder. Yine onları, o malı harcanmasını sevmediği yerlerde harcamaktan da nehyeder. Malın ise her iki yönde harcanması mümkündür. Kölelerden biri malı, efendisinin emrettiği ve razı olduğu yerde harcar; diğeri ise efendisinin nehyettiği ve hoşlanmadığı bir yerde harcar. Efendi (maksadına ulaşmak için) köleleri imtihan evine yerleştirir ve o evin onlar için ebedi yer olmadığını ve onun bundan başka bir evi olduğunu ve yakında o eve gideceklerini; orada sevap ve cezanın artık ebedi olacağını onlara bildirir. Bu durumda eğer köle, efendisinin verdiği malı onun emrettiği şekilde harcamış olursa, ona vaad ettiği ebedi sevabı, gideceğini bildirdiği öbür evde ona verecektir. Ama, malı efendisinin nehyettiği yerlerde harcamış olursa o zaman da onu, ebedi evde daimi cezaya çarptırır. Efendi, imtihan evinde ikamet için de belirli bir zaman tayin ettiğinden, o zaman dolduğunda hem mal başkasının eline geçer, hem de diğer bir köle, bu kölenin yerini alır. Oysa, efendinin mala ve köleye olan malikiyeti daimidir. (Hiç bir zaman köle ve malın yetkisi onun elinden çıkmaz.) Fakat bu ilk evde oturma müddeti dolmadıkça bu malı ondan almayacağına söz vermiştir. Çünkü adalet, vefa, insaf ve hikmet bu efendinin vasıflarındandır. Bu durumda eğer köle, malı harcanması gereken yerde harcarsa, efendinin, vaad ettiği sevaba vefa etmesi, ona lütufta bulunması ve bâki yurtta onu daimi bir nimetle mükâfatlandırması gerekli değil midir? Yine eğer köle, efendisinin ona temlik ettiği malı, şu ilk evde yaşadığı günlerde nehyedilen yerlerde harcayarak efendisinin emrine aykırı davranırsa, o zaman efendisinin onu önceden korkuttuğu, daimi azapla cezalandırmasını hak eder.
Bu durumda onu cezalandırırsa ona zulüm etmiş olmaz. Çünkü önceden her şeyi ona bildirmiştir ve onu gelecekten de haberdar kılmıştır. Onun, vaad ettiği müjde ve tehdidinin gerçekleşmesi de gerekir. Zaten kadir ve egemen olan bir efendi böyle olmalıdır.
(Bu misalde geçen) Efendi, Allah-u Teâla'dır. Köle ise, yaratılmış insanoğludur. Mal, Allah'ın (ona verdiği) geniş kudretidir. İmtihan, hikmet ve kudreti izhar etmesidir. Fani yurt, dünyadır. Efendinin ona malikiyetini bağışladığı mal, Allah’ın insan oğluna verdiği güçtür. Allah'ın, malın (güçlerin) harcanmasını emrettiği yerler, peygamberlere itaat ve Allah’tan getirdikleri şeyleri kabul etmektir. Nehyedilen şeyler, şeytanın yollarıdır. Vaadi ise, daimi nimet olan cennettir. Fani olan yurt, dünyadır. Bâki kalınacak olan son ev ise ahiret yurdudur. Cebir ve tefviz arasındaki kavl (yol), Allah'ın kula verdiği kudret, güç ve yetenek vesilesiyle olan imtihan ve sınamasıdır.
Bunun izahı ise, (Allah'ın verdiği) bütün faziletleri içeren İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın buyurmuş olduğu (ileride zikredeceğimiz) beş özelliktedir. Ben, Allah'ın izniyle Kur’ân'dan olan şahid ve beyanlarla o beş özelliği açıklıyacağım.

Bedenin Sıhhatli Oluşu

İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın bu sözünün manası, insanın vücudunun ve duyu organlarının mükemmel oluşu, aklın ve ayırt edebilme gücünün sebatı ve dilin de konuşma kabiliyetinin olmasından ibarettir. Allah-u Teâla bu konuda şöyle buyurmuştur:
"Andolsun ki biz, Adem oğullarını yücelttik; onları karada ve denizde (çeşitli araçlarla) taşıdık, onları, tertemiz şeylerle rızıklardırdık ve onları yarattıklarımızın çoğundan bir üstünlükle üstün kıldık” [28]
Allah-u Teâla bu ayetinde Adem oğullarını, otlayan, yırtıcı ve suda yaşayan hayvanlardan oluşan diğer yaratıklarına, kuşlara ve duyu organlarının idrak ettiği her hareket eden şeye, ayırt etme gücü, akıl ve konuşma kudreti ile üstün kıldığını haber vermiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerim'de şöyle buyurulmaktadır:
"Doğrusu biz insanı, en güzel bir biçimde yarattık." [29]
"Ey insan, üstün kerem sahibi olan Rabbine karşı, seni aldatıp-yanıltan nedir? Öylesine Rabb ki seni yarattı, sana düzen içinde bir biçim verdi, seni düzgün bir hale getirdi. Dilediği bir surette de seni tertip etti.” [30]
Bunlara benzer ayetler çoktur.
Öyleyse, Allah'ın insana verdiği ilk nimet, aklın sıhhatidir ve diğer varlıkların çoğundan üstün oluşu da aklın kemali ve açık bir beyan gücüne sahip olması hasebiyledir. Çünkü yer yüzünde hareket sahibi olan her varlık, duygu ve idrakleriyle ayakta duruyor ve tekamüle erişiyor. Böylece Allah-u Teâla, Adem oğullarını, duyu organlarıyla idrak edilen diğer varlıklarda mevcud olmayan konuşma gücüyle üstün kılmıştır. İşte bu konuşma gücünden dolayı Allah-u Teâla Adem oğullarını diğer mahlukata egemen kılmıştır, öyle ki insan emir ve nehyediyor, diğer varlıklar da onun emir ve nehyine tabi oluyorlar.
Nitekim Allah-u Teâla, Kur’ân-ı Kerim'de şöyle buyurmaktadır:
"Sizi doğru yola sevketmesine karşılık, Allah'ı büyük bilmeniz için onları (hayvanları) boyun eğdirdi". [31]
"Denizi de sizin emrinize veren O'dur, ondan çıkan tap taze balıkları yemektesiniz ve giyiminizde ondan süs eşyaları çıkarıp giymektesiniz." [32]
"Hayvanları da sizin için yarattı, onlarda ısınma ve yararlar vardır ve onlardan yemektesiniz. Akşamleyin otlaktan getirir, sabahleyin otlağa götürürken de onlarda sizin için bir güzellik vardır (zevk alırsınız onlardan). Ancak zorluklara katlanarak varabileceğiniz şehirlere de yüklerinizi taşırlar." [33]
İşte Allah-u Teâla insana, uyumlu bir yaratılış, konuşma kabiliyeti ve iyiyi kötüden ayırt edebilme yeteneğini ve mükellef kıldığı şeyi yerine getirme gücünü verdikten sonra onu kendine itaat edip emrine uymaya davet ederek şöyle buyurmuştur:
"Öyleyse gücünüz yettiği kadar Allah’tan korkup-sakının, dinleyin ve itaat edin" [34]
Allah hiç kimseyi gücünün yettiğinden fazla bir şeyle mükellef kılmaz." [35]
"Allah hiç kimseyi verdiği miktardan daha fazla bir şeyle mükellef kılmaz." [36]
Bunlara benzer diğer birçok ayetler de mevcuttur. Demek ki Allah-u Teâla, kulun duyu organlarından birini ondan aldığında, o duyu organına ait olan sorumluluğu da ondan kaldırılır. İşte bunun için buyurmuştur ki:
"Kör olana vebal yoktur, topal olana vebal yoktur..." [37]
Bu sıfatlar bulunan kimselerden, cihat ve bu organlarla yapılabilen bütün vazifeler kaldırılmıştır. Hac ve zekâtı da, mali gücü olan kimseye, ona vermiş olduğu güçten dolayı farz kılmıştır ve fakir kimseye hac ve zekâtı farz kılmamıştır. Bundan dolayı buyurmuş ki:
"Ona (Ka'be'ye) bir yol bulup güç yetirenlerin gidip o evi ziyaret ederek haccetmesi Allah'ın insanlar üzerindeki hakkıdır." [38]
Allah-u Teâla zıhâr [39] hakkında da şöyle buyurmuştur:
"Karılarına zıharda bulunanlar, sonra da dediklerinden dönenlerin karılarıyla temas etmeden önce bir köleyi özgürlüğüne kavuşturmaları gerekir... Ancak buna imkan bulmayanlar için de birbirleriyle temas etmeden önce, kesintisiz iki ay oruç tutma var; buna da güç yetiremeyenler altmış yoksulu doyursun." [40]
Bunların hepsi, Allah-u Teâlan'nın kulunu, verdiği güçden daha fazla bir şeyle sorumlu tutmadığına delildir. İşte bu, hilkatin (bedenin) sıhhatidir.

Yolun Açık Olması

Yolun açıklığından maksat, Allah'ın emriyle amel etmekten insanı alıkoyacak bir engelin olmamasıdır. Allah-u Teâla Kur’ân'da, çaresiz olan ve bir yol bulamayan (Mekke'den hicret etmeye güçleri olmayan) mağlup düşürülmüş kimseler hakkında şöyle buyurmaktadır:
"Ancak yurtlarından göçmek için bir hile, bir yol bulamayan müstaz'af erkekler, kadınlar ve çocuklar bu hükümden müstesna." [41]
Bunun için Allah-u Teâla, Kur’an-ı Kerim’de bir çaresi olmayan mustaz'aflara (el altında kalmış acizlere) kalpleri imanla güvenli olduğu takdirde hiç bir itirazın olmadığını açıklamıştır.

Zamanın Yeterli Olması

Yeterli zamanın olmasından maksat, insanın, Allah'ı tanımanın kendisine farz olduğu vakitten ölene kadar geçirdiği ömrüdür; yani iyiyi kötüden ayırt etme gücünü elde edip baliğ olduğu vakitten tâ ölüm zamanına kadar olan süredir. Öyleyse kim hakkı aramaya koyulur, ama kemale erişemeden ölürse hayır üzere ölmüştür. Nitekim Allah-u Teâla şöyle buyurmuştur:
"Allah ve Resulüne doğru hicret etmek üzere evinden çıkan, sonra kendisine ölüm gelip çatan kişinin ecri, (mükâfatı) kuşkusuz Allah'a aittir." [42]
Bu adam yeterli vaktin verilmemesi nedeniyle Allah'ın düsturlarına tam olarak amel etmeye muvaffak olmazsa bile mükâfatını alacaktır. Yine Allah-u Teâla, baliğ olmayanlara haram kılmadığı bazı şeyleri, baliğ olanlara haram kılmıştır. Bu konuda şöyle buyuruyor:
"İnanan kadınlara söyle: Gözlerini haramdan sakındırsınlar, ırzlarını korusunlar... süslerini kocalarından... ya da kadınların henüz mahrem yerlerini tanımayan çocuklardan başkasına göstermesinler." [43]
Böylece kadınları, ziynetlerini çocuklara göstermekten men etmemiştir, dolayısıyla (baliğ olanlar için geçerli olan) hükümler çocuklar hakkında geçerli değildir.

Azığın Olması

Azık yani malî kudret ve ilahî vazifeyi yapmada kulun ihtiyaç duyduğu yeterli yiyecek .
Nitekim Allah-u Teâla konuyla ilgili olarak Kur’ân'da şöyle buyurmuştur:
"(Allah'a ve Resülüne karşı içten bağlı kalıp hayra çağıranlar oldukları sürece, şüphesiz infak etmek için bir şey bulamayanlara, hiç bir sorumluluk yoktur.) İyilik edenlerin aleyhinde de bir söz yoktur." [44]
Allah-u Teâla’nın infak etmeye bir şey bulamayanların özrünü kabul ettiğini, hac, cihad vb. şeyler için azığı ve bineği olan kimseleri de mazur görmediğini görmüyor musun? Böylece fakirleri de (zekât konusunda) muaf kılmıştır ve zenginlerin mallarında onlar için bir hak belirlemiş ve şöyle buyurmuştur:
"(Sadakalar) kendilerini Allah yolunda adayan fakirler içindir ki, onlar yeryüzünde dolaşmaya güç yetiremezler." [45]
Böylece onların, mali vecibelerden muaf kılınmasını emredip güçleri yetmediği ve malik olmadıkları şeyler için hazırlanmayı da onlardan istememiştir.

İnsanı İşe Yönelten Sebebin Varolması

O insanı her işe sevkeden niyyetten ibarettir. Ona ait olan duyu organı ise kalptir. Öyleyse kim kalbinin inanmadığı bir din üze-reyken bir ameli yaparsa, Allah onun o amelini ondan kabul etmez. İşte bunun için, Allah-u Teâla münafıklar hakkında şöyle buyurmuştur:
"Kalplerinde olmayanları ağızlarıyla söylüyorlar, Allah onların gizli tuttuklarını daha iyi bilir." [46]
Daha sonra mü’minleri kınamak için şu ayeti Peygamber'e indirdi:
"Ey iman edenler, yapmadığınız şeyi neden söylüyorsunuz?" [47]
Dolayısıyla, kişi bir söz söylediğinde kalbi söylediğine inanırsa niyeti onu, ameliyle sözünü tasdik etmeye zorlar; sözüne inanmadığında ise niyeti onu amele sevketmez. Hatta insan, bir engel dolayısıyla (zahirde) akidesine aykırı bir iş yapacak olursa bile Allah onun doğru niyetini kabul eder.
Nitekim Allah-u Teâla, (Ammar-ı Yasir. hakkında) şöyle buyurmuştur:
"Kalbi imanla tatmin bulmuş olduğu halde baskı altında zorlanarak (zahirde) küfre düşen kimse hariç...” [48]
Yine (kasıtsız ve iradesiz) yemin etme hakkında da şöyle buyurmuştur:
“Allah, sizi yeminlerinizdeki rastgele söylemelerinizden, boş sözlerden dolayı sorumlu tutmaz." [49]
Öyleyse Kur’ân ve Peygamber’in hadisleri, kalbin bütün duyu organlarına malik olduğuna ve bu organların işlerini doğrulama gücüne sahip bulunduğuna, kalbin doğruladığı şeyi hiç bir organın iptal edemeyeceğine delalet etmektedir.
İşte bunlar İmam Sadık aleyhi’s-selâm’ın buyurduğu beş örneğin izahıdır. Bunlar, cebir ve tefvizin arasında yer alan hadd-i vasatı içermektedir. Eğer bu beş örnek insanın vücudunda toplanmış olursa, Allah ve Resul’ünün buyurduğu bütün şeyleri yapması gerekir (artık onları terketmeye hiç bir özrü kalmaz). Eğer onlardan bir tanesi noksan olursa, o noksanlık oranında vazifeleri de azalır.
İnsanların, iki kavlin arasını (hadd-ı vasat akidesini) içeren istitaat vesilesiyle imtihan olunduklarına dair Kur’â’nî şahitler çoktur. O ayetlerden bazıları şunlardan ibarettir:
"Andolsun ki biz, sizden mücahid olanlarla, sabredenleri bilinceye (belli edip ortaya çıkarıncaya) kadar sizi deneyeceğiz ve haberlerinizi de sınıyacağız (açıklayacağız).” [50]
"Ayetlerimizi yalanlayanları, yakında hiç anlamayacakları bir yönden derece derece helaka yaklaştıracağız." [51]
"Elif lâm mîm. İnsanlar, (yalnızca) iman ettik diyerek denenmeden bırakılıverileceklerini mi sandılar?" [52]
Sınamak manasına gelen "fitneler" hakkında da şöyle buyurmuştur:
"And olsun ki biz, Süleyman'ı sınadık." [53]
Hz. Musa'nın kıssasında da şöyle buyurmuştur: "Şüphe yok ki biz, senden sonra kavmini sınadık. Samiri, onları şaşırtıp-saptırdı.” [54]
Yine Hz. Musa aleyhi’s-selâm’ın Allah'a: "Rabbim,... o senin fitnenden (sınamandan) başka bir şey değildir." [55] demesi buna bir örnektir.
İşte ayetler bunlardır, birbiriyle kıyaslanırlar ve birbirlerine tanıklık ederler.
İmtihan ve sınamak manasına gelen belva kelimesini içeren ayetlerine gelince şunlardan ibarettir: Allah Teâla buyuruyor ki:
"Ancak, size verdikleriyle sizi sınamak istedi." [56]
"Sonra (Allah) sizi sınamak için, sizi onlardan geri çevirdi." [57]
"Biz o bahçe sahiplerini sınadığımız gibi, bunları da sınadık." [58]
"O amel (davranış ve eylem) bakımından hanginizin daha iyi ve güzel olacağını denemek için ölümü ve hayatı yarattı."[59]
"Hani Rabbi, İbrahim'i birtakım kelimelerle sınadı." [60]
"Allah dileseydi elbette onlardan intikam alırdı; fakat (savaş) sizleri birbirinizle sınaması içindir.” [61]
Kur’ân'da "belva" lafzıyla geçen bütün ayetlerin örneği, üsteki mezkur ayetlerden ibarettir. Bunların hepsi sınamak manasınadır ve bunlara benzer ayetler Kur’ân'da çoktur. Bu ayetler, imtihan ve sınamayı isbatlamaktadır. Allah-u Teâla, halkı abes olarak yaratmamıştır; onları kendi başlarına da bırakmamıştır, hikmetine oyun karıştırmamıştır. Nitekim kendisi şöyle buyurmaktadır:
"Bizim sizi boş bir amaç uğruna yarattığımızı mı sandınız?" [62]
Eğer bir adam: "Allah-u Teâla, kulların durumunu bilmediğinden mi onları sınıyor?" derse, şöyle deriz:
Hayır, öyle değildir. Allah-u Teâla, kulun amelinden önce bile onun ne yapacağını bilmektedir.
Nitekim (cehennem ehli hakkında) şöyle buyurmuştur:
"Geriye döndürülseler bile nehyedildikleri şeylere şüphesiz yine döneceklerdir." [63]
Onları sınamaktan maksat, adaletini onlara bildirmek ve ancak amelden sonra ve delil üzere onlara azap etmektir.
Nitekim şöyle buyurmuştur:
"Eğer biz onları bundan önceki bir azapla helak etmiş olsaydık şüphesiz diyeceklerdi ki: Rabbimiz, bize bir elçi gönderseydin de, küçülmeden ve aşağılanmadan önce senin ayetlerine tabi olsaydık." [64]
Yine buyurmuştur ki:
"Biz bir peygamber göndermekdikçe (hiç bir toplumu) azaplandırıcı değiliz." [65]
Ve (peygamberler hakkında da) şöyle buyurmuştur:
“Peygamberler, müjdeciler ve uyarıcı-korkutucular olarak gönderildi.” [66]
Netice olarak, Allah-u Teâla, kulları onlara verdiği kudret vasıtasıyla sınıyor. İşte bu, cebir ve tefviz arasındaki orta yol olan akidedir. Kur’ân ve Peygamber'in Ehl-i Beyt'inden olan imamlar da bunu buyurmuşlardır.
Bu ayet: "Allah dilediğini hidayet eder, dilediğini sapıklığa düşürür." ve buna benzer ayetler hangi söze delildir? (Cebir mezhebini te'yid etmiyor mu?) derseler, cevaben şöyle deriz:
Bu çeşit ayetlerin hepsi iki şekilde mana edilebilir; O manalardan biri şudur: Bu ayetler, Allah'ın kudretinden haber vermektedirler. Yani Allah-u Teâla, istediğini hidayet etmeye ve istediğini sapıklığa düşürmeye kadirdir. Ama eğer onları hidayet veya sapıklığa mecbur kılarsa, mektupta izah ettiğimiz gibi artık onlara sevap ve ceza gerekli olmaz.
O manalardan diğeri ise şudur: Allah'ın hidayeti, doğru yolu göstermek anlamını taşır. Nitekim Kur’ân'da şöyle buyurmuştur:
"Semud'a da gelince, biz onları hidayet ettik." (Yani onlara doğru yol gösterdik) "Fakat onlar körlüğü, hidayete tercih ettiler." [67]
Zira, eğer onları cebren hidayet etseydi o zaman sapıklığa düşmeye kudretleri olmazdı. Gördüğümüz müteşabih ayetleri, sarılmaya emrolunduğumuz muhkem ayetlere hüccet kılamayız. Allah-u Teâla Kur’ân'da buyurmuştur ki: "Ondan kitabın temeli olan bir kısım ayetler muhkemdir (manası açıktır); diğerleri de müteşabihdir. Kalplerinde eğrilik olanlar, fitne (ve karışıklık) çıkarmak ve onları te'vil etmek (olmadık yorumlar yapmak) için müteşabih olanına uyarlar." [68]
Yine buyurmuştur ki: "Öyleyse söz dinleyip de en güzeline -yani en muhkem ve en açığına- uyanlara müjde ver. İşte onlar Allah'ın kendilerini hidayete eriştirdiği kimselerdir ve onlar temiz akıl sahipleridir.” [69]
Allah, bizi ve sizi sevdiği ve razı olduğu şeyi söylemeye ve onunla amel etmeye muvaffak kılsın. Bizi ve sizi kendi minnet ve ihsanıyla masiyetten uzak eylesin.
Allah’a, O’nun layık olduğu şekilde sonsuz hamd olsun. Allah’ın salat ve selamı Muhammed ve pâk Ehl-i Beyt’ine olsun.
Allah, bize yeterlidir ve O ne güzel vekildir.
_________________
Dipnotlar:
[1]- Bir işi birisine bırakmak; tefviz ehlinden maksat; Allah’ın, insanların işlerini kendilerine bıraktığına inanan ve tarihte Kaderiyye fırkası diye tanınan fırkadır. Cebriyye fırkası ise bunun aksine yaratıkların bütün işlerinde mecbur olduklarına inanan fırkadır.
[2] - Maide/55,56.
[3]- Ahzab/57. Peygamber'e eziyet etmek, Allah'a eziyet etmektir; Peygamber'in Ehl-i Beytine eziyet etmek de Peygamber'e eziyet etmektir.
[4]-Yani sürekli hamle eden ve düşmandan kaçmayan.
[5]- Kehf/49.
[6]- Hac/10.
[7]- Yunus/44.
[8]- Bakara/81.
[9]- Nisâ/10.
[10]- Nisâ/56.
[11]- Bakara/85.
[12]- En’âm/160.
[13]- Âl-i İmrân/30.
[14]- Mü’min/17.
[15]- Bu ihtimal, Allah hakkında kesinlikle batıldır.
[16]-Zümer/7.
[17]-Âl-i İmran/102.
[18]- Zariyat/56,57.
[19]-Nisâ//36.
[20]- Enfal/20.
[21]- Bakara/85.
[22]- Zuhruf/31.
[23]- Mekke'nin ileri gelenlerindendir.
[24]- Taif'in ileri gelenlerindendir.
[25]- Zuhruf/32.
[26]- Ahzab/36.
[27]- Güç ve imkan sahibi olmak.
[28] - İsrâ/70.
[29]- Tîn/4.
[30] - İnfitar/6-8.
[31]- Hac/37.
[32]- Nahl/14.
[33]- Nahl/5,6,7.
[34]- Teğabun/16.
[35]- Bakara/286.
[36]- Talâk/7.
[37]- Nur/61.
[38]- Âl-i İmran/97.
[39]-Zıhar, bir insanın karısına “senin sırtın anamın sırtı gibidir (yani sen, adeta benim anamsın)” diyerek ondan uzaklaşmak, ayrılmak istemesidir.
[40]- Mücadele/3,4.
[41]- Nisâ/98.
[42]- Nisâ/100.
[43]- Nur/31.
[44]- Bakara/273.
[45]- Bakara/273
[46]- Âl-i İmran/167.
[47]- Saff/2.
[48]- Nahl/106.
[49]- Bakara/225.
[50]- Muhammed/31.
[51]- A'raf/182.
[52]- Ankebut/1,2.
[53] - Sâd/34.
[54]- Tâhâ/85.
[55]- A'raf/155.
[56]- Mâide/48.
[57]- Âl-i İmran/152.
[58]- Kalem/17.
[59]- Mülk/2.
[60]- Bakara/124.
[61]- Muhammed/4.
[62]- Mü’minun/115.
[63]- İsrâ/15.
[64]- Tâhâ/134.
[65]- İsrâ/15
[66]- Nisâ/165.
[67]- Fussilet/17.
[68]- Âl-i İmran/7.
[69]- Zümer/18.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

İMAM ALİ NAKİ (A.S)'IN YAHYA İBN-İ EKSEM'İN SORULARINA CEVABI

Musa ibn-i Muhammed ibn-i Rıza [1] şöyle diyor:
"Yahya ibn-i Eksem’le, Dar-ül Amme'de görüştüm, benden bazı sorular sordu. Sonra kardeşim Ali ibn-i Muhammed (İmam Ali Naki) aleyhi’s-selâm’ın huzuruna vardım, buyurduğu tavsiyeler, kendileri hakkında basiretli olmama ve itaatini gerekli saymama sebep oldu.
İmam’a: "Canım sana feda olsun, İbn-i Eksem cevap vermem için yazılı olarak benden bazı sorular sordu." dedim. İmam Ali Naki aleyhi’s-selâm gülerek: "Cevabını verdin mi?" diye sordu.
"Hayır, cevabını bilmiyordum." dedim.
İmam aleyhi’s-selâm: "Sorduğu sorular nedir?" diye buyurdu. Ben de hakkında soru sorduğu ayetleri sırayla okuyarak yönelttiği soruları şu şekilde açıkladım:
1. "Kendi yanında kitaptan bir ilmi olan biri dedi ki: Ben, gözünü açıp kapatmadan önce onu [2] sana getirebilirim." [3] Acaba Allah'ın Peygamberi, Asif'in [4] ilmine muhtaç mıydı?
2. "Babasını ve annesini tahta çıkarıp oturttu ve hepsi de onun için secdeye kapandılar." [5] Yakub ve evlatları, Peygamber oldukları halde nasıl Yusuf'a secde ettiler?
3. "Sana indirdiğimizden eğer kuşkudaysan, senden önce kitabı okuyanlara sor." [6] Bu ayetteki muhatap kimdir? Eğer muhatap Peygamber'se, o zaman Peygamber kuşkuda mıydı? Eğer muhatap başkası ise, o zaman kitap -bu ayette bahsedilen indirilmiş olan ayetler- kime nazil olmuştur?
4- "Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem, deniz de mürekkep olsa ve bundan sonra da yedi deniz daha mürekkep olup o denize katılsa yine de Allah'ın kelimeleri (yazılmakla) tükenmez." [7] ayetinde geçen bu denizler nedir ve nerededir?
5- Cennet hakkındaki şu ayetten sordu: "Orda nefislerin istediği ve gözlerin lezzet (zevk) aldığı her şey var..." [8] Adem'in gönlü buğday istedi ve onu yedi. Öyleyse neden cezalandırıldı?
6- "Ya da onları erkekler ve dişiler olarak evlendirir." [9] Allah, kullarını erkeklerle evlendirdiği halde nasıl olur da bu fiili yapan kavmi cezalandırır?
7- Bazı davalarda nasıl olur da hanımın şahitliği tek başına câiz olur? Halbuki Allah şöyle buyurmuştur: "İçinizden adalet sahibi iki erkeği şahid yapın." [10]
8- Hz. Ali aleyhi’s-selâm’ın, hunsa hakkındaki (erkek mi veya kadın mı olduklarının teşhis edilip miraslarının belirlenmesi için) buyurduğu şu sözden sordu: "Hangi mecradan idrar ettiğine bakılarak miras alırlar? Acaba idrar ettiğinde kimin ona bakması gerekir? Çünkü erkek bakacak olursa kadın olması mümkündür, kadın da bakacak olursa, erkek olması mümkündür. Bunların her ikisi de câiz değildir. Kendisinin iddiası da çıkarı olduğu için kabul olmaz.
9- Bir koyun sürüsünün sahibi sürünün yanına varır ve o esnada çobanın bir koyunla temasta bulunduğunu görür, çoban, sürü sahibini görünce bir kenara çekilir, koyun da diğer koyunların arasına girip kaybolursa, bu koyun nasıl kesilir? Etinin yenmesi de helal midir, helal değil midir?
10- Sabah namazı, gündüz namazlarından olmasına rağmen neden sesli kılınıyor; halbuki sesli kılmak gece namazlarına aittir?
11- Hz. Ali aleyhi’s-selâm, İbn-i Curmuz'a (Zübeyr'in katiline) şöyle buyurdu: "İbn-i Safiyye'nin (yani Zübeyr'in) katilini ateşle müjdele" [11] Hazreti Ali imam olduğu halde neden o katili öldürmedi?
12- Yine Ali aleyhi’s-selâm, neden Sıffin savaşında, düşmanın ordusundan saldıranı, firar edeni ve yaralı olanı öldürdü ve öldürülmesini emretti; fakat Cemel savaşında firar eden ve yaralı olanları öldürmedi ve öldürülmelerini de emretmedi ve "evine giden ve silahını yere bırakan emandadır" buyurdu? Hz. Ali, neden böyle yaptı? Eğer, ilk hüküm doğruysa, o zaman ikincisi yanlıştır.
13- Livatada bulunduğunu itiraf eden bir kimseye had uygulanır mı, uygulanmaz mı, yoksa ondan had düşer mi?

İmam Ali Naki aleyhi’s-selâm (bu soruları dinledikten sonra şöyle) buyurdu: "Ona yaz ki:"
"Ne yazayım?" dediğimde buyurdular ki: "Şöyle yaz:
Bismillahirrahmanirrahim
Allah seni doğru yola hidayet etsin, mektubun ulaştı, bizde bir kusur bulmak için kendini zahmete düşürerek, bizi imtihan etmek istemişsin. Allah seni niyetine göre mükâfatlandırsın, meselelerinin cevabını izah ettik, öyleyse onları dinle, onları anlamaya hazırlan ve onlara iyice dikkat et. Çünkü artık hüccet sana tamam olmuştur. Vesselam.
1- "Kendi yanında kitaptan bir ilmi olan" Asif b. Berhiya idi. Hz. Süleyman, Asif'in bildiğini bilmekten aciz değildi. Fakat cin ve insanlardan olan ümmetine kendisinden sonra Asif'in hüccet olduğunu tanıtmak istedi. O ilim, Hz. Süleyman’ın ilmindendi. Allah'ın emriyle onu Asif'in yanında emanet bırakmıştı, onun imamet ve önderliğinde ihtilaf etmemeleri için o ilmi ona öğretmişti. Nitekim Hz. Davud'dan sonra Hz. Süleyman’ın, peygamber ve imam oluşunun bilinmesi ve hüccetin halka muhkem kılınması için Hz. Davud’un zamanında da Hz. Süleyman’a bu ilim öğretildi.
2- Yakub ve çocuklarının secde etmesine gelince; onların secdesi Allah'a itaat ve Yusuf'a muhabbetlerini aşikâr etmek içindi. Nitekim meleklerin, Hz. Adem'e secde etmeleri de Hz. Adem için değildi, aksine Allah'ın emrine itaat etmek ve Hz. Adem'e sevgilerini göstermek içindi. Dolayısıyla Yakub'un, evlatlarının ve Hz. Yusuf'un da onlarla beraber secdeye kapanmaları da yine bir daha bir araya toplanmalarının ve ayrılık döneminin sona ermesinin şükrünü yerine getirmek içindi; Yusuf’un şükür secdesinde şöyle dediğini görmüyor musun?:
"Rabbim, sen bana saltanat verdin, sözlerin yorumundan da (bir bilgi) öğrettin." [12]
3- "Sana indirdiğimizden eğer kuşkudaysan, senden önce kitabı okuyanlara sor" ayetinde muhatap Peygamber'dir. Ancak Peygamber'in kendisine indirilen vahiyde hiç bir şüphesi yoktu.
Fakat cahiller diyorlardı ki: Neden Allah meleklerden birini peygamber kılmadı ve bizimle Peygamber'i arasında yemede, içmede ve pazarda dolaşmada hiç bir fark koymadı? Allah-u Teâla da Peygamber'ine vahyetti ki, bu cahillerin huzurunda "Senden önce, semavi kitapları okuyan kimselerden sor" ki acaba Allah, şimdiye kadar yiyip, içmeyen ve pazarlarda dolaşmayan bir peygamber göndermiş mi? Çünkü sen de onlar gibisin.
"Sana indirdiğimiz şeyden kuşkudaysan" tabiri de şüphede olduğundan değildir, sadece (tartışmada) karşı tarafa insaflı davranmak içindir. Nitekim mübahele ayetinde, Hak Teâla şöyle buyuruyor:
"De ki: "Gelin, oğullarımızı ve oğullarınızı, kadınlarımızı ve kadınlarınızı, kendimizi ve kendinizi çağıralım, sonra karşılıklı lanetleşelim de Allah'ın lanetini yalan söyleyenlerin üstüne kılalım." [13]
(Elbette Hristiyanlar yalan söylüyorlardı, bunda hiç bir şüphe yoktu.) Eğer Allah'ın lanetini sizin üstünüze kılalım deseydi, mübaheleyi (lanetleşmeyi) kabul etmezlerdi. Allah, Pey-gamber'inin risalet vazifesini yaptığını ve yalan söyleyenlerden olmadığını biliyordu; ve Peygamberin de, kendisinin doğru söylediğine yakini vardı; fakat tarafsız olarak konuşmak istiyordu.
4- Şu ayete gelince; "Eğer yeryüzündeki ağaçların tümü kalem, deniz de mürekkep olsa ve bundan sonra yedi deniz mürekkep olup bu denize katılsa yine de Allah'ın kelimeleri (yazıl-makla) tükenmez." Evet öyledir; eğer dünya ağaçları kalem, yedi deniz daha o denize katılsa, yerden çeşmeler coşsa, Allah'ın kelimeleri tükenmez, onlar tükenir. Yedi deniz şunlardır: Kibrit nehri, Nemr nehri, Berehut nehri, Taberiyye çeşmesi, [14] Masebzan ılıcası, Lisan ismiyle meşhur olan Afrika ılıcası ve Bahravn nehri. Bizler ise Allah'ın faziletleri tükenmeyen ve faziletlerine erişilemeyen kelimeleriyiz.
5- Cennete gelince; şüphesiz orada her çeşit yiyecek, içecek, nefsin istediği ve gözün lezzet aldığı güzel manzaralar var. Allah-u Teâla da, bunların hepsini Hz. Adem'e helal kılmıştı. Allah’ın, Adem ve eşini kendisinden nehyettiği ağaç, hased ağacıydı. Allah-u Teâla, mahluklarından üstün kıldığı kimselere, haset gözüyle bakmamaları için onlara tavsiyede bulunmuştu. Ama Hz. Adem, bu tavsiyeyi unuttu ve haset gözüyle onlara baktı, böylece Allah, onu azimli ve kararlı bulmadı.
6- Şu ayete gelince; "Ya da onları erkekler ve dişiler olarak çiftler." bunun manası şudur: Onun (insanın) yeni doğan çocuğunun, biri oğlan, biri de kızdı. Birlikte dünyaya gelen iki çocuğa çift (ikiz) denir. Bunlardan her biri diğerinin çifti sayılır. [15]
Allah'ın kastı, büyük günahlara bulaşmak için kendine cevaz aradığın anlam değildir. "Kim bunları yaparsa, ağır bir cezayla karşılaşır. Kıyamet günü, azap ona kat-kat arttırılır ve aşağılanmış bir halde, ebedi olarak azapta kalır." [16] Elbette tövbe etmemiş olsa.
7- Kadının şahitliğinin tek başına caiz olmasına gelince, bu (doğum vakti doğan çocuğun, ölü veya diri olması hususunda) tanıklığı güvenilir olan ebeye aittir ve eğer güvenilir olmazsa o zaman iki kadından az kifayet etmez. Burada çaresizlikten iki kadın, iki kişinin yerine hesap olunur. Çünkü burada erkeğin, kadının işini uhdesine alması mümkün değildir. Eğer o (güvenilmeyen) kadından başka bir kadın olmazsa (o zaman) yeminle onun sözü kabul edilir.
8- Hz. Ali aleyhi’s-selâm’ın, hunsa hakkındaki sözüne gelince; bu mesele Hazret’in buyurduğu şekildedir. Şöyle ki; adil kişiler aynanın önünde dururlar, hunsa da onların arkasında çıplak olur, şahitler onun fotoğrafını aynada görüp tanıklık ederler.
9- Koyun ve çoban meselesine gelince; eğer koyunu tanıyorsa onu kesip yakar; tanımıyorsa, (kur'ayla tayin eder şöyle ki;) Koyunları ikiye bölüp kur'a çeker, kur'a hangi tarafa çıkarsa, diğer kısmı kurtulur. Sonra yine kur'a çıkan kısmı ikiye böler ve kur'a çeker; koyunlar iki tane kalana kadar böyle yapar, son kur'a hangisine çıkarsa, onu boğazlayıp etini yakar ve böylece diğer koyunlar kurtulmuş olur.
10- Sabah namazına gelince; yüksek sesle kılınmalıdır. Çünkü Peygamber salla’llâhu aleyhi ve alih, sabah namazını gecenin son karanlığında kılıyordu. Bu yüzden sabah namazının kıraatı, gece kıraatları hükmündendir.
11- Hz. Ali aleyhi’s-selâm'ın, "İbn-i Safiyye'nin (Zübeyr'in) katilini cehennemle müjdele" sözüne gelince, bu söz Hazret Peygamber-i Ekrem'in önceden ona verdiği müjdedir. Katil "Nehrevan" savaşına katılan haricilerdendir, Hz. Ali aleyhi’s-selâm, onu Basra'da öldürmedi. Çünkü onun Nehrevan fitnesinde öldürüleceğini biliyordu.
12- Ama senin, "Ali aleyhi’s-selâm, Sıffîn savaşında saldıranları, kaçanları öldürüyor ve yaralıların öldürülmesine müsaade ediyordu, ama Cemel savaşında ise kaçanları takip etmiyordu, yaralıların öldürülmesine de izin vermiyordu ve silahlarını yere bırakana ve evlerine girene güvence veriyordu." sözüne gelince, bu iki çeşit tavrın sırrı şundan ibarettir:
Cemel ehlinin komutan ve önderleri (yani Talha ve Zübeyr) öldürülmüştü, artık onlar için dönecekleri (ve yeniden fitne başlatacakları) bir grupları ve üssleri yoktu, hepsi savaşmaksızın ve muhalefet etmeksizin evlerine geri dönüyorlardı ve onlarla uğraşılmamasına razıydılar. Artık onlar hakkında gereken vazife, onlara kılıç çekmemek ve incitmemekti. Çünkü onlar, yardım toplamak (ve savaşı yeniden başlatmak) düşüncesinde değillerdi. Ama Sıffîn ehli, hazırlıklı bir orduya katılmaya ve kendilerine silah, zırh, mızrak, kılıç toplayan, bağışta bulunan, azık hazırlayan, hastalarını ziyaret eden, kırıklarını bağlayan, yaralılarını tedavi eden, piyadelerine binek veren ve çıplakları örten bir komutanın yanına gidiyor, yine tekrar savaş alanına dönüyorlardı. İşte bu yüzden Ali aleyhi’s-selâm, tevhid ehline karşı savaşmak hususundaki hükmü iyice bildiği için hükümde bu iki grup arasında eşitlik gözetmedi. Fakat hakkı onlara izah etti. Bu durumda tövbe etmeyen kılıca maruz kaldı.
13- Livatada bulunduğunu itiraf eden kişiye gelince; eğer şahidi olmaz ve kendi isteğiyle itiraf etmiş olursa Allah tarafından onu cezalandırmaya salahiyetli olan imamın, (hakimin) O’nun tarafından minnet ederek onu muâf kılabilir. Allah-u Teâla'nın, Hz. Süleyman'a buyurduğu şu sözü duymamış mısın? "İşte bu bizim bağışımızdır; (istersen sen de minnet et hesaba vurmaksızın ver, ya da tut.)" [17]
Sorduğun soruların hepsine cevap verdik, bunu bil.
__________
[1]- Hz. İmam Ali Naki aleyhi’s-selâm’ın Musa Muberka’ ismiyle tanınan kardeşidir; mezarı Kum şehrindedir.
[2]- Belkıs'ın tahtını.
[3]- Neml/40.
[4]- Hz. Süleyman aleyhi’s-selâm 'ın veziri.
[5]- Yusuf/100.
[6]- Yunus/94.
[7]- Lokman/27.
[8]- Zuhruf/71.
[9]- Şura/50.
[10]- Talak/2.
[11]- Bu ibareyle onun ateş ehlinden olduğunu anlattı.
[12]- Yusuf/101.
[13]- Âl-i İmran/71.
[14]- Filistin’in kuzeyinde bulunan Taberiyye gölü olması gerek.
[15]-Maksat evlenmek değildir. Ayetin doğru manası şöyledir: "Ya da onları erkekler ve dişiler olarak çift (ikiz) verir."
[16]- Furkan/68,69.
[17]- Sad/39.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

Hikmet, Zühd, Öğüt Ve Diğer Konulardaki Kısa Sözleri

1- Dostlarından birine şöyle buyurdular: Filan şahsı kına ve ona: “Allah bir kulun hayrını isterse, kınandığında kabul eder” söyle.
2- Mütevekkil, Allah kendisine şifa verirse çok mal sadaka vereceğine dair adak etmişti, şifa bulduğunda, alimlerden çok mal ne kadardır? diye sordu. Onlar ihtilaf edip bir neticeye varamadılar. Bunun üzerine, Mütevekkil meseleyi Hz. İmam Ali Naki aleyhi’s-selâm'dan sordu.
İmam: "Seksen dirhem vermelisin." buyurdular. Delilini sorunca da şöyle buyurdu: Allah-u Teâla, Peygamber'e şöyle buyurmuştur: "Andolsun ki Allah size birçok yerlerde yardım etti.”(Tövbe/25) Biz Peygamber'in düşmanla savaştığı yerleri saydık seksene ulaştı; Allah-u Teâla, bu miktarı çok saymıştır. Mütevekkil, bu cevaptan hoşnut olup seksen dirhem sadaka verdi.
3- Allah-u Teâla'nın, kulun kendisini çağırmasını istediği bazı yerler vardır; kim o yerlerde dua ederse, duası kabul edilir, Hz. Hüseyn'in haremi de o yerlerden biridir.
4- Kim Allah’tan çekinirse, ondan çekinirler. Kim Allah'a itaat ederse, ona itaat ederler. Kim yaratana itaat ederse, yaratığın gazabından korkmaz. Kim Allah'ı gazaplandırırsa, yaratığın kendisne gazap edeceğine yakin etmelidir.
5- Allah, kendi kendisini vasfettiği vasıftan başka şekilde vasfedilmez. Allah'ı vasfetmek nasıl mümkün olabilir? Oysa ki duyu organları O'nu idrak etmekten, vehimler O'na ulaşmaktan, sezgiler O'nu sınırlamaktan ve gözler O'nu kuşatmaktan acizdir. Yakın olduğu halde uzaktır, uzak olduğu halde yakın. O yaratmış, ama O nasıldır? diye sorulamaz. Mekanı varetmiştir, nerededir? denilemez. O, nitelik ve mekandan uzaktır. Tek ve yeganedir. Azameti büyük, isimleri ise kutsaldır.
6- Hasan ibn-i Mes'ud şöyle diyor: Ebu-l Hasan Ali ibn-i Muhammed ( İmam Ali Naki) aleyhi’s-selâm'ın huzuruna vardım, o gün hem parmağım yaralanmış, hem de bana bir binek çarpmış, omuzumdan bir darbe yemiştim, ayrıca kalabalık ve izdihamlı bir yere girmiştim ve elbiselerimi yırtmıştılar. "Ey gün, Allah, senin şerrini benden uzak kılsın; ne kadar da kötü bir günsün." dedim.
Bunun üzerine İmam şöyle buyurdular:
"Ey Hasan, bizimle ilişkin olduğu halde sende mi (bu sözü söylüyorsun ve) kendi suçunu, suçu olmayanın boynuna atıyorsun?"
Hasan diyor ki:
"(Bu uyarıyla) aklım başıma geldi, hata yaptığımı anladım ve ey mevlam, Allah’tan, mağfiret diliyorum." dedim.
Hazret buyurdular ki:
"Ey Hasan, günlerin suçu nedir ki amellerinizin cezasına uğradığınızda onlara sövüyorsunuz?"
"Ey Resulullah'ın torunu, ben ebedi olarak Allah’tan mağfiret diliyorum, bu benim tövbemdir." dedim.
İmam buyurdular:
"Andolsun Allah'a ki (bu sövmelerin) size bir yararı yoktur; fakat Allah bu işle suçsuzları kötülediğiniz için sizi cezalandıracaktır. Ey Hasan, bilmiyor musun, dünyada ve ahirette mükâfatlandıran, cezalandıran ve amellerin karşılığını veren Allah'tır?
"Evet, ey benim mevlam." dedim.
Buyurdular ki:
"Artık bir daha tekrarlama ve günlerin Allah'ın hükmünde bir rolü olduğuna inanma."
-"Evet, ey benim efendim" dedim.
7- Kim Allah'ın, hile ve elemli cezasından emin olursa, tekebbür eder; öyle ki, sonunda O'nun kazasına ve geçerli emrine duçar olur. Kim de, Allah tarfından açık bir delil üzere olursa, dünya musibetleri, bedeni doğranıp parça parça edilse bile ona kolay gelir.
8- Davud-u Sarmî şöyle diyor:
İmam aleyhi's-selam bana birçok işler emretti ve sonra buyurdu ki: "Söyle bakalım ne diyeceksin?" Ben, Hazretin buyurduğunun aynısını ezberlememiştim. Derken, İmam hazretleri hokka kalemini çıkarıp şöyle yazdılar:
"Bismillahirrahmanirrahim, inşaallah hatırlarım, iş Allah'ın elindedir."
Bu esnada ben gülümsedim.
-"Neden gülümsediniz?" diye sordu.
-“Hayırdır” dedim.
"Söyle bakalım." buyurdu.
Dedim ki: Canım sana feda olsun, bir hadisi hatırladım da ondan; şöyle ki bir gün ashabımızdan biri, ceddiniz Hz. Rıza aleyhi’s-selâm’dan şöyle nakletti: Hz. Rıza aleyhi’s-selâm, bir şey emrettiğinde, "Bismillahirrahmanirrahim, inşaallah hatırlarım" diye yazıyordu; ben de bu yüzden gülümsedim.
Sonra İmam buyurdular ki:
Ya Davud, eğer takıyyeyi terkeden, namazı terkeden gibidir dersem doğru söylemişimdir.
9- Hz. İmam Ali Naki aleyhi’s-selâm bir gün şöyle buyurdu: Kavun yemek cüzam doğurur.
Bir adam: "Mü’min kırk yaşından sonra delilik, cüzam ve barastan emanda değil midir?" dediğinde şöyle buyurdular: Evet öyledir, fakat mü’min de eğer kendisine güvence verenin emrinden çıkarsa, emre aykırı davranmanın cezasına çarpılmaktan amanda kalmaz.
10- Şükredenin şükrünün verdiği mutluluk, şükre sebep olan nimetin verdiği mutluluktan daha çoktur. Çünkü nimet metadır, şükrü ise hem nimettir ve hem de mükâfat.
11- Allah dünyayı musibet, ahireti ise mükâfat evi kılmıştır. Dünya musibetini, ahiret sevabının sebebi ve ahiret sevabını da, dünya musibetinin bedeli kılmıştır.
12- Yumuşak akıllı zalimin, yumuşaklığı vasıtasıyla zulmünü affettirmesi mümkün olduğu gibi, haklı sefih'in (ahmakın) akılsızlığı da, onun haklı olmasını gösteren nuru söndürebilir.
13- Sana sevgi besleyip görüş belirleyenin görüşüne uy.
14- Kendi kadrini bilmeyenin şerrinden emin olma.
15- Dünya bir pazardır, bazıları orada kazanır, bazıları ise zarar görür.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

İmam hadi (a.s)'ın buyruklarında İmam tanıma

on iki İmamımızdan her biri -Allah'ın selamı sürekli onların kutlu nurlarına olsun- sadece ümmetin önderi, İslam ve kur'an hükümlerinin açıklayıcıları değil, şia kültüründe masum imam Allah'ın yeryüzündeki nuru, alemdeki bütün varlıklara hakkın en mükemmel hücceti, varlık aleminin odak noktası, Allah'la kulları arasındaki feyz vasıtası, tabiat ötesi kemalatın nurlu aynası, insani faziletlerin en üstün kalesi, bütün hayır ve iyiliklerin mecmuası, Allah teala'nın ilim ve kudretinin tecelli merkezi, Allah'a ulaşan insanın en mükemmel örneği, hata, unutkanlık ve hatadan masum, melekut, gayb alemi ve meleklerle ilişki içerisinde olan kişi, dünya ve ahiretteki olmuş ve olacakları bilen, Allah'ın sırlarının mahzeni ve peygamberlerin bütün kemalatlarının mirasçıdır; evet, hz. muhammed (s.a.a) ve ehlibeyti, varlık aleminin odak noktasıdır; onların değerli velayetlerinin sultası, enbiya ve mürsel peygamberlerin velayetinin üstündedir; öyle ki, bunu onlardan başkasının anlaması mümkün değil. Allah teala bunu resulullah (s.a.a) ve onun masum ehlibeyt'ine has kılmış, hiç kimsenin onda tamah etmesine imkan yoktur…
masum İmamların makam ve mevkisiyle ilgili söylediklerimiz ve bunlardan çok daha fazlası kur'an-ı kerim'in apaçık nassı, peygamber efendimiz ve ehlibeyt'inin muteber rivayetleriyle ispatlanabilir. bu mevzu, şia mektebinin ileri gelenlerinin kitap ve sözlerinde incelenip açıklanmıştır; ancak bu küçük kitapçıkta uzun uzadıya açıklayıp delil sunma imkanımız olmadığı için ona değinmiyoruz.
İmamet semasının onuncu güneşi, yüce efendimiz İmam ebu'l - hasan hâdî aleyhisselam biz şiilere minnet ve lütufta bulunarak "camia ziyareti" adlı ziyaretteki ender ve derin anlamlı buyruklarında, yüce can perver maarifte sözü zirveye ulaştırmış, bilim denizinden bizi imamet silsilesinin gerçek dostlarının üzerine inci ve mücevher yağmuru yağdırmış, imamın hakikatine yakışır şekilde değil, bizim akıllarımızın kapasitesince birazcık Allah teala'nın bostanının ender meyvelerinden nakletmiştir. canımız onun türbetine feda olsun; sözlerinin parlak nuruyla biz yer küresi sakinlerini Allah teala'nın yüce semasıyla tanıştırmış ve bu susuz kulları Allah teala'nın cennetteki kevser kaynaklarına yönlendirmiştir.
evet, aziz İmam hz. hâdî aleyhisselam izleyicilerinden birinin ricası üzerine masum ehlibeyt İmamlarını ziyaret etmek için bir takım sözler öğretmiştir ona. o hazretin hayatından bahsettiğimiz bu yazımızda gerçekte bir imam tanıma fihristi olan bu ziyarete değinmeden geçemeyeceğiz.
ulemanın bazı ileri gelenleri bu ziyareti en iyi ziyaret bilmişlerdir. hicri 381 yılında vefat etmiş olan "merhum şeyh saduk" gibi yüce bir kişi bunu "men la yehzuruhu'l - fakih"[1] ve "uyun-i ahbar-i rıza" adlı kitaplarında,[2] "hicretin 460. yılında vefat etmiş olan "şeyh tusî" "tehzibu'l - ahkam" adlı kitabında[3] nakletmişlerdir.[4]
bu ziyarettin akıcılığı, yüce anlamı, onda dalgalanan bilim ve marifetin kendisi bu ziyaretin asaletini, bunu söyleyenin bilgisinin yüceliğini ortaya koymaktadır. şimdi imamımız hz. hâdî aleyhisselam 'ın parlak ruhunu selamlayarak bu ziyareti naklediyor ve tercümesini sunuyoruz;[5] ehlibeyt imamlarının yolunun izleyicilerinin, bu şia maarifinin hazinesinin parlak cevherinden gaflet etmemeleri, ister değerli imamlarımızın haremlerinde ve ister diğer yerlerde onları ziyaret ederken bu nurlu sözlerle ziyaret etmeleri ümidiyle:

camiatu'l-kebire ziyareti

musa c. abdullah-i nahaî' şöyle diyor: İmam ali-i naki (İmam hâdî) aleyhisselam 'a "ey resulullah'ın torunu! sizden birinizi(n mezarını) ziyaret ettiğimde okumam için bana açık ifadeli ve öz anlamlı bir ziyaret öğretin" dedim.
bunun üzerine İmam ali-i nakî (a.s) şöyle buyurdu:
"(ziyaret için) guselettikten sonra (imamların haremin) eşiğine (mezarının bulunduğu türbenin kapısına) ulaştığında dur ve kelime-i şehadeti söyle; yani, "eşhedu en lâ ilahe illellah, vedehu lâ şerike leh ve eşhedu enne muhammeden sallallahu aleyhi ve âlihi abduhu ve resuluh" söyle. İçeri girip mezarı gördüğünde tekrar dur ve otuz defa "Allah-u ekber" de; sonra kısa adımlar atarak vakarlı bir halle biraz daha ilerle, sonra durup tekrar otuz defa "Allah-u ekber" de; sonra (biraz daha ilerle ve) mezara yakın bir yerde durarak kırk defa daha "Allah-u ekber" de ve böylece yüz tekbiri tamamla ve sonra şöyle de:
اَلسَّلامُ عَلَيْكُمْ يا اَهْلَ بَيْتِ النُّبُوَّةِ، وَمَوْضِعَ الرِّسالَةِ، وَمُخْتَلَفَ الْمَلائِكَةِ، وَمَهْبِطَ الْوَحْىِ، وَمَعْدِنَ الرَّحْمَةِ، وَخُزّانَ الْعِلْمِ، وَمُنْتَهَى الْحِلْمِ، وَاُصُولَ الْكَرَمِ، وَقادَةَ الاُْمَمِ، وَاَوْلِياءَ النِّعَمِ، وَعَناصِرَ الاَْبْرارِ، وَدَعائِمَ الاَْخْيارِ، وَساسَةَ الْعِبادِ، وَاَرْكانَ الْبِلادِ، وَاَبْوابَ الاْيمانِ، وَاُمَناءَ الرَّحْمنِ، وَسُلالَةَ النَّبِيّينَ، وَصَفْوَةَ الْمُرْسَلينَ، وَعِتْرَةَ خِيَرَةِ رَبِّ الْعالَمينَ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكاتُهُ،
selam olsun size ey peygamber'in ehl-i beyt'i, risalet'in karargâhı, meleklerin uğradığı kimseler; vahyin iniş yeri, rahmet madeni, ilim hazinelerinin kaynakları, hilimin nihayeti, bağışın kökü, ümmetlerin yöneticileri, iyilerin mücevheri, seçkinlerin direği, kulların önderleri, beldelerin temel taşları, iman kapıları, rahman'ın emanetdarları, peygamber'in öz soyu, ilahi elçilerin göz nuru ve resullerin yakınları; Allah'ın rahmet ve bereketi sizin üzerinize olsun.
اَلسَّلامُ عَلى اَئِمَّةِ الْهُدى، وَمَصابيحِ الدُّجى، وَاَعْلامِ التُّقى، وَذَوِى النُّهى، وَاُولِى الْحِجى، وَكَهْفِ الْوَرى، وَوَرَثَةِ الاَْنْبِياءِ، وَالْمَثَلِ الاَْعْلى، وَالدَّعْوَةِ الْحُسْنى، وَحُجَجِ اللهِ عَلى اَهْلِ الدُّنْيا وَالاْخِرَةِ وَالاُْولى وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكاتُهُ،
selam olsun sizlere ey hidayet imamları, karanlıkların nurları, takvanın parlak nişaneleri, kamil akıl ve bilinç sahipleri, halkın sığınakları, peygamberlerin varisleri, üstün örnekler, güzel davetçiler, Allah'ın dünya ve ahiret ehline ve ilk mahluklara olan hüccetleri; Allah'ın rahmet ve bereketi sizin üzerinize olsun.
اَلسَّلامُ عَلى مَحالِّ مَعْرِفَةِ اللهِ، وَمَساكِنِ بَرَكَةِ اللهِ، وَمَعادِنِ حِكْمَةِ اللهِ، وَحَفَظَةِ سِرِّ اللهِ، وَحَمَلَةِ كِتابِ اللهِ، وَاَوْصِياءِ نَبِىِّ اللهِ، وَذُرِّيَّةِ رَسُولِ اللهِ صَلَّى اللهُ عَلَيْهِ وَآلِهِ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكاتُهُ،
selam olsun sizlere ey Allah'ı tanımanın yolları ve Allah'ın bereketinin odakları, Allah'ın hikmetinin kaynakları, Allah'ın sırlarının koruyucuları, Allah'ın kitabının muhafızları ve peygamber'in vasileri ve resulullah'ın soyu; Allah'ın rahmet ve bereketi sizin üzerinize olsun.
اَلسَّلامُ عَلَى الدُّعاةِ اِلَى اللهِ، وَالاَْدِلاّءِ عَلى مَرْضاتِ اللهِ، وَالْمُسْتَقِرّينَ فى اَمْرِ اللهِ، وَالتّامّينَ فى مَحَبَّةِ اللهِ، وَالُْمخْلِصينَ فـى تَوْحيدِ اللهِ، وَالْمُظْهِرينَ لاَِمْرِ اللهِ وَنَهْيِهِ، وَعِبادِهِ الْمُكْرَمينَ الَّذينَ لا يَسْبِقُونَهُ بِالْقَوْلِ وَهُمْ بِاَمْرِهِ يَعْمَلُونَ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكاتُهُ،
selam olsun insanları Allah'a davet eden imamlara, rızasının kılavuzlarına, emrinde bulunanlara muhabbetinde son mertebeye erişenlere, ihsanla tevhidine sarılanlara, emir ve nehiylerini aşikar kılanlara ve emrine uyup hak'tan önce bir şeyi dile getirmeyen tertemiz kullara; Allah'ın rahmet ve bereketi sizin üzerinize olsun.
اَلسَّلامُ عَلَى الاَْئِمَّةِ الدُّعاةِ، وَالْقادَةِ الْهُداةِ، وَالسّادَةِ الْوُلاةِ، وَالذّادَةِ الْحُماةِ، وَاَهْلِ الذِّكْرِ وَاُولِى الاَْمْرِ، وَبَقِيَّةِ اللهِ وَخِيَرَتِهِ وَحِزْبِهِ وَعَيْبَةِ عِلْمِهِ وَحُجَّتِهِ وَصِراطِهِ وَنُورِهِ وَبُرْهانِهِ وَرَحْمَةُ اللهِ وَبَرَكاتُهُ،
selam olsun (hakk'a) davet eden imamlara ve hidayetçi olan önderlere ve koruyucu ve destekçi velilere.
selam olsun siz zikir ehline, emir sahiplerine, Allah'ın yeryüzünde seçtiği halifelerine, o'nun seçkin kıldığı kendi hizbine, o'nun ilim çeşmelerine, o'nun hüccet ve nuruna, Allah'ın rahmet ve bereketi sizin üzerinize olsun.
اَشْهَدُ اَنْ لا اِلـهَ اِلاَّ اللهُ وَحْدَهُ لا شَريكَ لَهُ كَما شَهِدَ اللهُ لِنَفْسِهِ وَشَهِدَتْ لَهُ مَلائِكَتُهُ وَاُولُو الْعِلْمِ مِنْ خَلْقِهِ، لا اِلـهَ اِلاّ هُوَ الْعَزِيزُ الْحَكيمُ، وَاَشْهَدُ اَنَّ مُحَمَّداً عَبْدُهُ الْمُنْتَجَبُ، وَرَسُولُهُ الْمُرْتَضى، اَرْسَلَهُ بِالْهُدى وَدينِ الْحَقِّ لِيُظْهِرَهُ عَلَى الدِّينِ كُلِّهِ وَلَوْ كَرِهَ الْمُشْرِكُونَ،
Allah'ın kendi hakkında şehadet ettiği gibi (ben de) şehadet ederim ki, Allah'tan başka bir ilah yoktur, o tektir ve ortağı yoktur; nitekim melekler ve ilim sahibi yaratıkları da buna şehadet etmekteler. o'ndan başka bir ilah yoktur; o güçlü ve hikmet sahibidir. şehadet ederim ki, muhammed o'nun seçkin kulu ve beğenilmiş elçisidir. onu hidayet ve hak din üzere ve bütün dinlere galip gelsin diye göndermiştir; müşrikler bunu istemese de.
وَاَشْهَدُ اَنَّكُمُ الاَْئِمَّةُ الرّاشِدُونَ الْـمَهْدِيُّونَ الْمَعْصُومُونَ الْمُكَرَّمُونَ الْمُقَرَّبُونَ الْمُتَّقُونَ الصّادِقُونَ الْمُصْطَفَوْنَ الْمُطيعُونَ للهِ، الْقَوّامُونَ بِاَمْرِهِ، الْعامِلُونَ بِاِرادَتِهِ، الْفائِزُونَ بِكَرامَتِهِ، اصْطَفاكُمْ بِعِلْمِهِ، وَارْتَضاكُمْ لِغَيْبِهِ، وَاخْتارَكُمْ لِسِرِّهِ، وَاجْتَباكُمْ بِقُدْرَتِهِ، وَاَعَزَّكُمْ بِهُداهُ، وَخَصَّكُمْ بِبُرْهانِهِ، وَانْتَجَبَكُمْ لِنُورِهِ، وَاَيَّدَكُمْ بِرُوحِهِ، وَرَضِيَكُمْ خُلَفاءَ فى اَرْضِهِ، وَحُجَجاً عَلى بَرِيَّتِهِ، وَاَنْصاراً لِدينِهِ، وَ حَفَظَةً لِسِرِّهِ، وَخَزَنَةً لِعِلْمِهِ، وَمُسْتَوْدَعاً لِحِكْمَتِهِ، وَتَراجِمَةً لِوَحْيِهِ، وَاَرْكاناً لِتَوْحيدِهِ، وَشُهَداءَ عَلى خَلْقِهِ، وَاَعْلاماً لِعِبادِهِ، وَمَناراً فى بِلادِهِ، وَاَدِلاّءَ عَلى صِراطِهِ، عَصَمَكُمُ اللهُ مِنَ الزَّلَلِ، وَآمَنَكُمْ مِنَ الْفِتَنِ، وَطَهَّرَكُمْ مِنَ الدَّنَسِ، وَاَذْهَبَ عَنْكُمُ الرِّجْسَ وَطَهَّرَكُمْ تَطْهيراً،
yine şehadet ederim ki, sizler değer ve hidayet sahibi masum imamlarsınız, Allah'a yakınlaştırılmış muttaki, sâdık, seçkin ve o'na itaat eden, o'nun emrini tamamen yerine getiren, o'nun iradesine uyan, ikramını kazanan önderlersiniz. Allah sizi bilerek seçmiş ve gaybının bilgisini size bahşetmiş, sırrını bilmekle sizi seçkin kılmış ve kendi kudretiyle sizi değerlendirmiştir. kendi hidayetiyle size izzet kazandırmış ve kendi burhanıyla (mucize ve kerametleriyle) sizi özgün kılmıştır, kendi nurunu size bahşetmiş ve kendi ruhuyla sizi desteklemiştir, yeryüzünde sizlerin halife olmanızı kullarına hüccet ve dinine yardımcı olmanızı, sırrını koruyanlar, ilmini taşıyanlar ve hikmetinin emanetdarı, vahyinin açıklayıcıları, tevhidinin erkanı, yaratıklarına şahidler, kullarına nişaneler, beldesinde ışık ve yoluna delil olmanızı istemiştir. Allah sizleri sürçmelerden korumuş ve fitnelerden emanda kılmış, kirlerden temizlemiş ve her türlü pisliği sizlerden uzaklaştırmış, sizleri tertemiz kılmıştır.
فَعَظَّمْتُمْ جَلالَهُ، وَاَكْبَرْتُمْ شَأْنَهُ، وَمَجَّدْتُمْ كَرَمَهُ، وَاَدَمْتُمْ ذِكْرَهُ، وَوَكَّدْتُمْ ميثاقَهُ، وَاَحْكَمْتُمْ عَقْدَ طاعَتِهِ، وَنَصَحْتُمْ لَهُ فِى السِّرِّ وَالْعَلانِيَةِ، وَدَعَوْتُمْ اِلى سَبيلِهِ بِالْحِكْمَةِ وَالْمَوْعِظَةِ الْحَسَنَةِ، وَبَذَلْتُمْ اَنْفُسَكُمْ فى مَرْضاتِهِ، وَصَبَرْتُمْ عَلى ما اَصابَكُمْ فى جَنْبِهِ، وَاَقَمْتُمُ الصَّلاةَ، وَآتَيْتُمُ الزَّكاةَ، وَاَمَرْتُمْ بِالْمَعْرُوفِ، وَنَهَيْتُمْ عَنِ الْمُنْكَرِ، وَجاهَدْتُمْ فِى اللهِ حَقَّ جِهادِهِ حَتّى اَعْلَنْتُمْ دَعْوَتَهُ، وَبَيَّنْتُمْ فَرائِضَهُ، وَاَقَمْتُمْ حُدُودَهُ، وَنَشَرْتُمْ شَرايِعَ اَحْكامِهِ، وَسَنَنْتُمْ سُنَّتَهُ، وَصِرْتُمْ فى ذلِكَ مِنْهُ اِلَى الرِّضا، وَسَلَّمْتُمْ لَهُ الْقَضاءَ، وَصَدَّقْتُمْ مِنْ رُسُلِهِ مَنْ مَضى،
siz de o'nun yüceliği karşısında tazim ettiniz, şanını yüce bildiniz, nimetini övdünüz ve o'nu sürekli andınız, ahdını muhkemleştirip kulluk bağını sağlamlaştırdınız ve o'nun rızası için açık ve gizlide müminlerin hayrına çalıştınız; hikmet ve güzel öğütle o'nun yoluna çağırdınız; o'nun rızası yolunda nefsinizden geçtiniz ve o'nun muhabbeti uğruna uğradıklarınıza sabrettiniz. namazı dosdoğru kılıp zekatı verdiniz, marufa emredip münkerden sakındırdınız, Allah uğruna hakkıyla cihad edip o'nun davetini ilan ettiniz; farzlarını açıkladınız ve hadleri (şer-i hüküm ve cezaları) ikame edip belirlenen hükümlerini beyan ettiniz; sünnetine uyup o'nun rızasına yöneldiniz, kaza ve takdiri o'na bıraktınız, geçmiş peygamberleri tasdik ettiniz.
فَالرّاغِبُ عَنْكُمْ مارِقٌ، وَاللاّزِمُ لَكُمْ لاحِقٌ، وَالْمُقَصِّرُ فى حَقِّكُمْ زاهِقٌ، وَالْحَقُّ مَعَكُمْ وَفيكُمْ وَمِنْكُمْ وَاِلَيْكُمْ وَاَنْتُمْ اَهْلُهُ وَمَعْدِنُهُ، وَميراثُ النُّبُوَّةِ عِنْدَكُمْ، وَاِيابُ الْخَلْقِ اِلَيْكُمْ، وَحِسابُهُمْ عَلَيْكُمْ، وَفَصْلُ الْخِطابِ عِنْدَكُمْ، وَآياتُ اللهِ لَدَيْكُمْ، وَعَزائِمُهُ فيكُمْ، وَنُورُهُ وَبُرْهانُهُ عِنْدَكُمْ، وَاَمْرُهُ اِلَيْكُمْ، مَنْ والاكُمْ فَقَدْ والَى اللهَ، وَمَنْ عاداكُمْ فَقَدْ عادَ اللهَ، وَ مَنْ اَحَبَّكُمْ فَقَدْ اَحَبَّ اللهَ، وَمَنْ اَبْغَضَكُمْ فَقَدْ اَبْغَضَ اللهَ، وَمَنِ اعْتَصَمَ بِكُمْ فَقَدِ اعْتَصَمَ بِاللهِ،
öyleyse sizi bırakıp başkasına yönelen azar; size sarılan hakk'a kavuşur, hakkınızı çiğneyen ise zevala uğrar. hak sizinledir ve sizdedir, sizdendir ve size yöneliktir, siz hakkın sahibi ve kaynağısınız. peygamberlik mirası sizdedir, halk sizin kapınıza gelir ve onların hesabı sizin üzerinizdedir. hakkı batıldan ayıracak kesin hüküm sizin yanınızdadır; Allah'ın nişaneleri sizdedir, o'nun hükümlerini bildirecek olan sizsiniz, o'nun nuru, açık delili sizin yanınızdadır. emri size açıklanmıştır. size dost olan Allah'a dost olur ve size düşman kesilen Allah'a düşman kesilir. sizi seven Allah'ı sever, size karşı kin besleyen Allah'a kin besler. size sarılan Allah'a sarılır.
اَنْتُمُ الصِّراطُ الاَْقْوَمُ، وَشُهَداءُ دارِ الْفَناءِ، وَشُفَعاءُ دارِ الْبَقاءِ، وَالرَّحْمَةُ الْمَوْصُولَةُ، وَالاْيَةُ الَْمخْزُونَةُ، وَالاَْمانَةُ الُْمحْفُوظَةُ، وَالْبابُ الْمُبْتَلى بِهِ النّاسُ، مَنْ اَتاكُمْ نَجا، وَمَنْ لَمْ يَأتِكُمْ هَلَكَ، اِلَى اللهِ تَدْعُونَ، وَعَلَيْهِ تَدُلُّونَ، وَبِهِ تُؤْمِنُونَ، وَلَهُ تُسَلِّمُونَ، وَبِاَمْرِهِ تَعْمَلُونَ، وَاِلى سَبيلِهِ تُرْشِدُونَ، وَبِقَوْلِهِ تَحْكُمُونَ، سَعَدَ مَنْ والاكُمْ، وَهَلَكَ مَنْ عاداكُمْ، وَخابَ مَنْ جَحَدَكُمْ، وَضَلَّ مَنْ فارَقَكُمْ، وَفازَ مَن
ْ تَمَسَّكَ بِكُمْ، وَاَمِنَ مَنْ لَجَاَ اِلَيْكُمْ، وَسَلِمَ مَنْ صَدَّقَكُمْ، وَهُدِىَ مَنِ اعْتَصَمَ بِكُمْ، مَنِ اتَّبَعَكُمْ فَالْجَنَّةُ مَأواهُ، وَمَنْ خالَفَكُمْ فَالنّارُ مَثْوايهُ، وَمَنْ جَحَدَكُمْ كافِرٌ، وَمَنْ حارَبَكُمْ مُشْرِكٌ، وَمَنْ رَدَّ عَلَيْكُمْ فى اَسْفَلِ دَرْك مِنَ الْجَحيمِ،
sağlam yol ve fena yurdunun şahitleri ve bekâ yurdunun şefaatçileri sizsiniz. kesintisiz rahmet, korunmuş nişane, mahfuz emanet ve insanların imtahan edildikleri kapı sizsiniz. kim size geldiyse kurtuldu ve size gelmeyen helak oldu. siz, Allah'a doğru çağırıyorsunuz ve o'na yönlendiriyorsunuz, o'na iman edip o'na baş eğiyorsunuz, o'nun emrine uyup yoluna halkı irşad ediyorsunuz ve o'nun sözüyle hüküm veriyorsunuz. sizinle dostluk bağı kuran saadete erir ve size düşman olan ise kurtuluş yüzü görmez, sizi inkâr eden hüsrana uğarar ve sizden ayrı düşen sapıklığa düçar olur; size sarılan kurtulur, size sığınan güven kazanır, sizi tastik eden selamete kavuşur, size uyan hidayete erişir; size tabi olanın cennettir yeri, size karşı gelenin cehennemdir yuvası; sizi inkâr eden küfre sapar, sizinle harbeden şirke düşer, sizi reddeden cehennemin en alt tabakasında yanar.
اَشْهَدُ اَنَّ هذا سابِقٌ لَكُمْ فيما مَضى، وَجارٍ لَكُمْ فيما بَقِىَ، وَاَنَّ اَرْواحَكُمْ وَنُورَكُمْ وَطينَتَكُمْ واحِدَةٌ، طابَتْ وَطَهُرَتْ بَعْضُها مِنْ بَعْض، خَلَقَكُمُ اللهُ اَنْواراً فَجَعَلَكُمْ بِعَرْشِهِ مُحْدِقينَ حَتّى مَنَّ عَلَيْنا بِكُمْ، فَجَعَلَكُمْ فى بُيُوت اَذِنَ اللهُ اَنْ تُرْفَعَ وَيُذْكَرَ فيهَا اسْمُهُ، وَجَعَلَ صَلَواتِنا عَلَيْكُمْ وَما خَصَّنا بِهِ مِنْ وِلايَتِكُمْ طيباً لِخَلْقِنا، وَطَهارَةً لاَِنْفُسِنا، وَتَزْكِيَةً لَنا، وَكَفّارَةً لِذُنُوبِنا، فَكُنّا عِنْدَهُ مُسَلِّمينَ بِفَضْلِكُمْ، وَمَعْرُوفينَ بِتَصْديقِنا اِيّاكُمْ، فَبَلَغَ اللهُ بِكُمْ اَشْرَفَ مَحَلِّ الْمُكَرَّمينَ، وَاَعْلى مَنازِلِ الْمُقَرَّبينَ، وَاَرْفَعَ دَرَجاتِ الْمُرْسَلينَ، حَيْثُ لا يَلْحَقُهُ لاحِقٌ، وَلا يَفُوقُهُ فائِقٌ، وَلا يَسْبِقُهُ سابِقٌ، وَلا يَطْمَعُ فى اِدْراكِهِ طامِعٌ، حَتّى لا يَبْقى مَلَكٌ مُقَرَّبٌ، وَلا نَبِىٌّ مُرْسَلٌ، وَلا صِدّيقٌ وَلا شَهيدٌ، وَلا عالِمٌ وَلا جاهِلٌ، وَلا دَنِىٌّ وَلا فاضِلٌ، وَلا مُؤْمِنٌ صالِحٌ، وَلا فِاجِرٌ طالِحٌ، وَلاجَبّارٌ عَنيدٌ، وَلا شَيْطانٌ مَريدٌ، وَلا خَلْقٌ فيما بَيْنَ ذلِكَ شَهيدٌ اِلاّ عَرَّفَهُمْ جَلالَةَ اَمْرِكُمْ، وَعِظَمَ خَطَرِكُمْ، وَكِبَرَ شَأنِكُمْ وَتَمامَ نُورِكُمْ، وَصِدْقَ مَقاعِدِكُمْ، وَثَباتَ مَقامِكُمْ، وَشَرَفَ مَحَلِّكُمْ وَمَنْزِلَتِكُمْ عِنْدَهُ، وَكَرامَتَكُمْ عَلَيْهِ، وَخاصَّتَكُمْ لَدَيْهِ، وَقُرْبَ مَنْزِلَتِكُمْ مِنْهُ،
şehadet ederim ki, bu ilahi irade önceden var dı ve bundan sonra da var olacaktır. şehadet ederim ki, sizlerin ruhlarınız ve nurlarınız birdir; tertemiz ve pâksınız ve hep birbirinizdensiniz; Allah sizleri nur olarak yarattı ve arşın etrafına yerleştirdi; sonra Allah bizlere ihsanda bulunup, minnet edip, yücelmesini ve kendi isminin anılmasını istediği evlere yerleştirdi sizleri. bizlerin size salat göndermemizi ve sizlerin velayetinizi taşımak nimetini yaratılışımız için esenlik ve nefsimiz için temizlik ve bizler için arınma ve günahlarımız için keffaret kıldı. böylece bizler Allah indinde sizlerin faziletlerini itiraf edenler ve sizlerin ilahi makamınızı tastik edenler olarak tanındık. Allah'tan, sizleri hiç bir kimsenin ulaşamayacağı ve kimsenin sizinle yarışamayacağı ve erişmeyi arzu edemeyeceği keramet kazananların en üstün mertebesine ulaştırmasını ve mukarreblerin en mükemmel makamına eriştirmesini ve mürsellerin en yüce derecelerine ulaştırmasını istiyorum. öyle ki, sizin imamet makamınızın yüceliğini, mevkinizin azametini, şanınızın üstünlüğünü, nurunuzun tamlığını, menziletinizin güzelliğini, makamınızın sebatını, yerinizin şerefini Allah indindeki mertebenizi o'nun yanındaki değerinizi, o'na olan özelliğinizi ve o'na yakınlığınızı tanımayan, bilmeyen hiç bir mukarreb melek ve mürsel peygamber kalmasın. bu makamınızı şahid, ne bir alim, ne bir cahil, ne bir mümin, ne bir facir, ne bir inat eden tağut, ne bir azgın şeytan ve ne de bu mertebeler arasında bilinç sahibi bir mahluk kalmasın.
بِاَبى اَنْتُمْ وَاُمّى وَاَهْلى وَمالى وَاُسْرَتى اُشْهِدُ اللهَ وَاُشْهِدُكُمْ اَنّى مُؤْمِنٌ بِكُمْ وَبِما آمَنْتُمْ بِهِ، كافِرٌ بَعَدُوِّكُمْ وَبِما كَفَرْتُمْ بِهِ، مُسْتَبْصِرٌ بِشَأنِكُمْ وَبِضَلالَةِ مَنْ خالَفَكُمْ، مُوالٍ لَكُمْ وَلاَِوْلِيائِكُمْ، مُبْغِضٌ لاَِعْدائِكُمْ وَمُعادٍ لَهُمْ، سِلْمٌ لِمَنْ سالَمَكُمْ، وَحَرْبٌ لِمَنْ حارَبَكُمْ، مُحَقِّقٌ لِما حَقَّقْتُمْ، مُبْطِلٌ لِما اَبْطَلْتُمْ، مُطيعٌ لَكُمْ، عارِفٌ بِحَقِّكُمْ، مُقِرٌّ بِفَضْلِكُمْ، مُحْتَمِلٌ لِعِلْمِكُمْ، مُحْتَجِبٌ بِذِمَّتِكُمْ، مُعْتَرِفٌ بِكُمْ، مُؤْمِنٌ بِاِيابِكُمْ، مُصَدِّقٌ بِرَجْعَتِكُمْ، مُنْتَظِرٌ لاَِمْرِكُمْ، مُرْتَقِبٌ لِدَوْلَتِكُمْ، آخِذٌ بِقَوْلِكُمْ، عامِلٌ بِاَمْرِكُمْ، مُسْتَجيرٌ بِكُمْ، زائِرٌ لَكُمْ، لائِذٌ عائِذٌ بِقُبُورِكُمْ، مُسْتَشْفِعٌ اِلَى اللهِ عَزَّوَجَلَّ بِكُمْ، وَمُتَقَرِّبٌ بِكُمْ اِلَيْهِ، وَمُقَدِّمُكُمْ اَمامَ طَلِبَتى وَحَوائِجى وَاِرادَتى فى كُلِّ اَحْوالي وَاُمُورى مُؤْمِنٌ بِسِرِّكُمْ وَعَلانِيَتِكُمْ وَشاهِدِكُمْ وَغائِبِكُمْ وَاَوَّلِكُمْ وَآخِرِكُمْ، وَمُفَوِّضٌ فى ذلِكَ كُلِّهِ اِلَيْكُمْ وَمُسَلِّمٌ فيهِ مَعَكُمْ، وَقَلْبى لَكُمْ مُسَلِّمٌ، وَرَأيى لَكُمْ تَبَعٌ، وَنُصْرَتى لَكُمْ مُعَدَّةٌ حَتّى يُحْيِىَ اللهُ تَعالى دينَهُ بِكُمْ، وَيَرُدَّكُمْ فى اَيّامِهِ، وَيُظْهِرَكُمْ لِعَدْلِهِ، وَيُمَكِّنَكُمْ فى اَرْضِهِ،
babam ve annem, ailem, malım ve yakınlarım size feda olsun; Allah'ı ve sonra sizleri şahid kılıyorum ki, ben size ve sizin inandıklarınıza iman etmişim, sizin düşmanınıza karşıyım ve sizin reddettiğiniz şeyleri ben de reddediyorum, sizin makamınıza arifim, size karşı gelenlerin sapıklıkta olduklarını biliyorum. sizin dostlarınızın dostuyum, düşmanlarınızın düşmanıyım; sizin hakkınıza riayet edene ben de riayet ederim, sizinle savaşanla savaşırım, sizin hak bildiğinizi hak bilirim, sizin batıl bildiğinizi batıl bilirim; size itaat ediyorum, hakkınıza arifim ve fazliletinize ikrar ediyorum. İlminizi taşıyorum, ahdinize bağlıyım, sizlerin makamınızı inanıyorum, gelişinize iman ediyorum, dönüşünüzü tastik ediyorum, emrinizi bekliyorum, devletinizin arzusundayım, sözünüze bağlıyım, emrinize amel ediyorum, sizlere iltica etmişim, ziyaretinize gelmişim, kabrinize sığınmışım. sizi Allah azze ve celle indinde kendime şefaatçi kılmışım, sizin hürmetiniz için Allah'a yakın olmak istiyorum, her zaman her işimde kendi hacetlerimin, isteklerimin reva olması için sizleri (Allah huzurunda) aracı kılmışım; sırrınıza ve aşikar makamınıza iman etmişim, sizler hazır olanınıza da ve gaybette olanınıza da evvel ve sonuncunuza da iman etmişim ve bütün işleri sizlere hevale etmişim, bütün hallerimde sizlere boyun eğmişim, kalbim sizlere teslim olmuştur; görüşüm size tabidir ve yardımım sizin için hazırdır. umudum şudur ki, Allah sizin vasıtanızla dinini ihya eder ve sizleri kendi istediği günlerde geriye çevirir ve adaleti ikame etmek için sizleri yeryüzünde galip kılar.
فَمَعَكُمْ مَعَكُمْ لا مَعَ غَيْرِكُمْ، آمَنْتُ بِكُمْ وَتَوَلَّيْتُ آخِرَكُمْ بِما تَوَلَّيْتُ بِهِ اَوَّلَكُمْ، وَبَرِئْتُ اِلَى اللهِ عَزَّوَجَلَّ مِنْ اَعْدائِكُمْ وَمِنَ الْجِبْتِ وَالطّاغُوتِ وَالشَّياطينِ وَحِزْبِهِمُ الظّالِمينَ لَكُمُ، الْجاحِدينَ لِحَقِّكُمْ، وَالْمارِقينَ مِنْ وِلايَتِكُمْ، وَالْغاصِبينَ لاِِرْثِكُمُ الشّاكّينَ فيكُمُ الْمُنْحَرِفينَ عَنْكُمْ، وَمِنْ كُلِّ وَليجَةٍ دُونَكُمْ وَكُلّ
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Cevapla

“Oniki İmamlar'ın Hayatı” sayfasına dön