İmam Cafer Sadık'ın Hayatı, Fazileti...

Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

İmam Cafer Sadık'ın Hayatı, Fazileti...

Mesaj gönderen f_altan »

İMAM CAFER SADIK'IN (A.S) KISACA BİYOGRAFİSİ

Adı: Cafer.
Lakapları: Sadık.
Künyesi: Ebu Abdullah.
Babası ve Annesi: İmam Muhammed Bakır (a.s), Kasım b. Muhammed b. Ebubekir'in kızı Ümmü Ferve.
Doğumu: Hicretin 83. yılı, Rebi’ul-Evvel ayının 17’sinde Medine’de dünyaya geldi.
Döneminin Halifeleri: Yezid b. Abdulmelik (9. Emevi halifesi), Saffah (Abbasî halifelerinin evveli) ve Mansur Devanikî.
İmamet Süresi: 34 yıl (114-148)
Şahadeti: Hicretin 148. yılı, Şevval ayının 25’inde, 65 yaşında Mansur Devaniki'nin emriyle zehirlenerek Medine’de şahadete erişti.
Mezarı: Medine-Baki Mezarlığı.
Yaşam Dönemi:
1) İmametten önceki dönem, 41 yıl (83-114).
2) İmamet dönemi, 34 yıl (114-148). Bu dönem Şiiliğin yaygınlaştığı bir dönemdir. İmam Sadık (a.s) Beniümeyye'yle Biniabbas'ın savaşmasından ortaya çıkan fırsattan yararlanarak geniş bir şekilde ilim havzaları teşkil etti, dört bin öğrenci yetiştirdi ve ilahî maarifi ihya ile mektebin istikrarını sağlamış oldu.
Çocukları: 1-İsmail 2-Abdullah 3-Ümmü Ferve. Bu üçünün annesi İmam Zeyn’ul-Abidin (a.s)’ın oğlu Hüseyin’in kızı Fatıma idi. 4-İmam Musa Kazım 5-İshak 6-Muhammed. Bunların annesi de Ümmü Veled idi. 7-Abbas 8-Ali 9-Esma 10-Fatıma. Bunlar da bir anneden dünyaya gelmişlerdir.
En son f_altan tarafından 31 Tem 2007, 17:24 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

İmam Cafer Sadık (a.s)'ın Kısaca Hayatı

Sadık lakabıyla meşhur olan İmam Cafer b. Muhammed (a.s), beşinci imamın oğludur. Hicretin 83. yılında dünyaya geldi ve (Şia rivayetlerine göre) 148. yılında Abbasi halifesi Mansur'un emriyle zehirletilerek şehit edildi.[1]
Altıncı imamın imameti devrinde, İslam ülkelerinde çeşitli kıyamlar özellikle Ümeyye oğullarının hükümetini yıkma amacıyla düzenlenen kıyamlar, Ümeyye oğullarını hilafetten düşürüp, soylarını kesmekle sonuçlanan kanlı savaşlar ve beşinci imamın yirmi yıl İslam ve Ehl-i Beyt öğretilerini yayması sonucunda meydana gelen ortam, altıncı imama İslami bilgileri yaymak için daha münasip bir zemin hazırladı.
Altıncı İmam, Ümeyye oğulları hilafetinin son zamanlarına ve Abbas oğulları hilafetinin ilk zamanlarına rastlayan imameti devrinde hazırlanan fırsatları elden kaçırmayıp dini öğretileri geniş alanda yaymaya başladı. Çeşitli akli ve nakli fenlerde bir çok ilmi şahsiyetler eğitti. Bunların başlıcaları şunlardır: Zürare, Muhammed b. Müslim, Mümin-i Tak, Hişam b. Hakem, Eban b. Teğlib, Hişam b. Salim, Hüreyz, Hişam-i Kelbi Nessabe, Cabir b. Hayyan-i Sufi (kimya alimi) hatta Ehl-i Sünnet alimlerinden olan Süfyan-ı Sevri, Hanefi mezhebinin reisi Ebu Hanife, Kadı Sekuni, Gazi Ebu'l-Bahteri vs onun öğrenciliğini yapmakla övünüyorlardı. (Hazretin eğitim merkezinden dört bin mühaddis ve bilginin mezun olduğu meşhurdur.)[2]
Beşinci ve altıncı imamdan rivayet edilen hadislerin sayısı Peygamber-i Ekrem'den (s.a.a) ve diğer on imamdan aktarılan hadislerden daha çoktur.
Ancak İmam Sadık (a.s) imametinin son yıllarında Abbasi halifesi Mansur'un baskılarına maruz kalarak zor günler geçirdi. Ümeyye oğulları tarafından Şii seyitlere yapılmayan zulümler Abbasiler eliyle yapıldı. Onun emriyle Şiiler grup grup yakalanıp, karanlık hapislerde işkencelerle hayatlarına son verildi. Bir kısmının başını kesip bir kısmını diri diri toprağa gömdürdü. Bazılarını binaların temeline yahut duvarların arasında bırakarak saraylar yaptırdı.
Mansur, altıncı imamın Medine'de yakalanmasını emretti. (Daha önce Abbasi halifesi Seffah'ın emriyle de yakalanıp Irak'a götürülmüştü. Ondan daha önce beşinci imamla birlikte Dimeşk'e götürülmüştü).
Bir süre imamı göz altında sakladılar. Defalarca onu öldürmek istediler ve ihanetler ettiler. Bilahare Medine'ye dönüş iznini verdiler. İmam Medine'ye döndü. Denilebilir ki geri kalan ömrünü takiyye ve inzivada geçirdi. Sonunda Mansur'un emriyle zehirlenip şehit edildi.[3]
Mansur, imamın şahadet haberini alınca Medine'deki valisine mektup yazıp "Başsağlığı dilemek amacıyla İmamın evine git, vasiyetnamesini oku, vasi olarak tanıttığı kimsenin mecliste başını vur" emrini verdi. Elbette Mansur bu oyunla imamet meselesine son vermeği ve Şia adını kökten silmeği amaçlıyordu. Fakat Medine valisi vasiyeti okuyunca Halifenin planının tam tersine beş kişinin vasi tayin edildiğini gördü. Bunlar, Halifenin kendisi, Medine valisi, büyük oğlu Abdullah Efteh, küçük oğlu Musa ve Hamide idiler. Böylece Halifenin planı suya düşmüş oldu.[4]
_________________
Kaynakça:
[1]- Usul-u Kafi, c.1, s.472. Delail-ul İmame, s.111. İrşad-ı Müfid, s.254. Yakubi Tarihi, c.3, s.119. Fusul-ul Mühimme, s.212. Tezkiret-ul Havas, s.346. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.280.
[2]- İrşad-ı Müfid, s.254. Fusul-ul Mühimme, s.204. Menakıb-ı İbn-i Şehraşub, c.4, s.247.
[3]- Fusul-ul Mühimme, s.212. Delail-ül İmame, s.111. İsbat-ül Vasiyye, s.142.
[4]- Usul-u Kafi, c.1, s.310.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

İmam Cafer Sadık (a.s)’ın Yaşantısıyla İlgili Hadis Ve Rivayetler

Birinci Bölüm: İmam (a.s)’ın İbadî Siresi

1- İşlerini Dört Temel Üzere Yapması

İmam sadık (a.s)’a: “İşlerini ne üzere bina ettin?” dediklerinde buyurdular ki: “Dört şey üzere bina ettim:
1- Amelimi, benden başka kimsenin yapmayacağını öğrendim; bundan dolayı gayret ettim.
2- Allah Teala’nın benden haberdar olduğunu öğrendim; bundan dolayı hayâ ettim.
3- Rızkımı, başkasının yemeyeceğini öğrendim; bundan dolayı mutmain (rahat) oldum.
4- İşimin sonunun ölüm olduğunu öğrendim; bundan dolayı onun için hazırlandım.” [1]

2- Musibetlerde Allah’a Hamd Etmesi

İmam Sadık (a.s) musibet anında şöyle buyuruyorlardı:
“Hamd Allah’a ki, musibeti dinimde karar kılmadı; hamd Allah’a ki, isteseydi musibeti bundan daha büyük kılardı; o iş üzere hamd Allah’a ki, olmasını istedi, o da oluverdi.” [2]

3- Âl-i Abaya Tevessül Etmesi

Davud-i Rıkkî diyor ki:
“Ben İmam Sadık (a.s)’dan, duasında genellikle beş kişinin yani Resulullah, Emir’ul-Müminin Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin aleyhim’us- selam’ın hakkı hürmetine Allah’a ısrar ettiğini ve O’nu çağırdığını duyuyordum.” [3]

4- Allah’a Olan Aşkı

İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“İnsanlar Allah’a üç şekilde ibadet ederler: Bir grup Allah’a, O’nun sevabına rağbetten dolayı ibadet eder; bu haris insanların ibadetidir. Bir grup Allah’a, cehennem ateşinin korkusundan dolayı ibadet eder; bu da kölelerin ibadetidir. Ama ben Allah’a, sevgiden dolayı ibadet ederim; işte bu kerim insanların ibadetidir.” [4]

5- Malik Bin Hanbel Açısından İmam Cafer Sadık (a.s)

(Malikiyye mezhebinin imamı olan) Malik, İmam Cafer Sadık (a.s) hakkında şöyle diyor:
“...Ben bir müddet İmam Cafer Sadık (a.s)’ın yanına gidiyordum; onu üç halet dışında görmedim: Ya namaz kılıyordu ya susmuştu veya Kur’ân okuyor ve kendisini ilgilendirmeyen bir şey hakkında konuşmuyordu. İmam Sadık (a.s), Allah’tan korkan alim ve kullardan idi.” [5]

6- Su İçerken İmam Hüseyin’i Anması

İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Ben soğuk su içip de İmam Hüseyin (a.s)’ı hatırlamadığım olmamıştır.” [6]

7- Hz. Mehdi (a.s)’ın Gaybetinden Yakınması

(İmam Sadık (a.s)’ın yaranlarından olan) Sudeyr-i Sayrefî, uzun bir hadiste diyor ki:
İmam Sadık (a.s), Hz. Mehdi (a.s)’la ilgili şöyle buyuruyordu:
“Ey benim efendim, senin gaybetin uykumu kaçırmış, yatağımı daraltmış ve kalbimin rahatlığını elimden alıvermiştir.” [7]

8- Yolculukta Gece Namazı

(İmam Sadık (a.s)’ın ashabından olan) Halebî şöyle diyor:
“İmam Sadık (a.s)’dan: “Acaba yolculukta soğuk ve hastalıktan korktuğum zaman, gecenin ilk saatlerinde gece ve vitir namazlarını kılabilir miyim?” diye sorduğumda İmam (a.s) buyurdular ki:
“Gecenin ilk saatlerinde bu namazları kılmanın sakıncası yoktur; ben de böyle yapıyorum.” [8]

9- Dua Elbisesi

Ravi diyor ki:
“İmam Sadık (a.s)’ın iki sert (yumuşak olmayan) elbisesi vardı ve evinde o iki elbiseyle namaz kılıyordu. Allah’tan bir hâcet dilemek (dua etmek) istediğinde o iki elbiseyi giyiyordu.” [9]

10- Hâcet İstediğinde Secdeye Kapanması

Ravi diyor ki:
“İmam Sadık (a.s)’ın, önemli bir hâceti (dileği) olduğunda, namaz ve rükusuz secdeye kapanarak yedi defa: “Ya erham’er- rahimin” (Ey merhamet edenlerin en merhametlisi!) dedikten sonra hâcetini Allah’tan istiyordu.” [10]

11- Kerbela Toprağına Secde Etmesi

(İmam Sadık (a.s)’ın ashabından olan) Muaviye bin Ammar şöyle diyor:
“İmam Sadık (a.s)’ın, içerisinde Kerbela toprağı olan ipekten sarı bir torbası vardı. Namaz vakti olduğunda, o toprağı seccadesine döker ve onun üzerine secde ederdi.” [11]

12- Kâbe’nin Köşelerine El Sürmesi

(İmam Sadık (a.s)’ın ashabından olan) Cemil şöyle diyor:
“İmam Sadık (a.s), Kâbe’nin bütün köşelerine dokunarak (onlara elini sürerek) ziyaret ederdi.” [12]

13- Mağfiret Dilemesi İçin Yanındakileri Kendisinden Uzaklaştırması

Ravi diyor ki:
İmam Sadık (a.s), Mültezem’e (Hacer’ul- Esved’le Ka’be’nin kapısı arasındaki duvara) ulaştığında dostlarına (veya kölelerine): “Burada Rabbime günahlarımı itiraf etmem için benden uzaklaşın; burası öyle bir mekandır ki, günahlarını Rabbine ikrar edip de Allah’tan mağfiret dileyen her kulu Allah Teala bağışlamaktadır” buyurdular.” [13]

14- Gecenin Son Saatlerindeki Münacatı

(İmam Sadık (a.s)’ın yaranlarından olan) Abdurrahman bin Haccaç şöyle diyor:
“İmam Sadık (a.s), gecenin son saatlerinde (Allah’la münacat etmek için) kalktığında, ev halkının duyması için sesini yükselterek şöyle dua ederdi: “Allah’ım, (kıyametin) kahredici korkusuna karşı bana yardımcı ol; kabrin darlığını bana genişlet; ölümden önceki ve sonraki hayırlarla beni rızklandır.” [14]

15- Peygamber (s.a.a)’e Sevgisi

Ravi diyor ki:
“İmam Sadık (a.s), Resulullah (s.a.a)’i andığı zaman şöyle derdi: “Babam, anam, canım, kabilem ve âilem ona feda olsun.” [15]

16- Oruç Tuttuğunda Güzel Koku Kullanması

Ravi diyor ki:
“İmam Sadık (a.s) oruç tuttuğunda, güzel koku kullanarak şöyle buyuruyordu:
“Güzel koku, oruç tutanın hediyesidir.” [16]

17- Oruç Tuttuğunda Gül Koklamaktan Kaçınması

Ravi diyor ki:
“İmam Sadık (a.s) oruç tuttuğunda, hoş kokulu her çeşit bitki ve gül koklamaktan kaçınıyordu. Bunun sebebini sorduğumda şöyle buyurdular: “Orucumu (herhangi) bir lezzetle karıştırmak istemiyorum.” [17]

18- Ramazan Ayına Saygı

İmam sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Ben Ramazan ayında yolculuğa çıktığım zaman, ölmeyecek kadar gıda (güç verecek çok az bir miktar) dışında bir şey yemem ve doyasıya su içmem.” [18]

İkinci Bölüm: İmam (a.s)’ın İçtimaî Siresi

19- Fakirlere Yardımda Bulunması

(İmam Sadık (a.s)’ın ashabından olan) Hişam bin Salim diyor ki:
“İmam Sadık (a.s), gecenin bir vaktinde, içerisinde ekmek, et ve para olan torbasını omzuna alarak Medine halkının muhtaç kesimine doğru gidip torbanın içerisindeki gıda maddeleri ve paraları onların arasında taksim ediyordu; onlar ise İmam (a.s)’ı tanımıyorlardı. İmam (a.s) vefat ettiğinde artık o bağışlar kesilince, onları getirenin İmam Sadık (a.s) olduğunu anlamış oldular.” [19]

20- Kendisine Bir Şey Kalmayacak Derecede Bağışta Bulunması

(Hadis ravilerinden olan) Hiyac bin Bestam şöyle diyor:
“Cafer bin Muhammed (İmam Sadık -a.s-), âilesine bir şey kalmayacak derecede halka bağışta bulunuyordu.” [20]

21- Helal Rızk İçin Çiftçilik Yapması

İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Ben bazı arazilerimde terleyinceye kadar çalışıyorum, oysa benim yerime çalışacak ve beni çalışmaktan müstağni edecek fertler vardır; çalışmamın sebebi, Allah Teala’nın, benim helal rızk arayarak çaba sarf ettiğimi bilmesi ve görmesi içindir.” [21]

22- Takvaya Davet Etmesi

(İmam Sadık (a.s)’ın ashabından olan) Gıyas bin İbrahim şöyle diyor:
“İmam Sadık (a.s), birbiriyle kavga eden bir grup cemaatın yanından geçerken durup üç defa yüksek sesle: “Allah’tan korkun” diye buyuruyordu.” [22]

23- Yarışa Hazır Olması

(İmam Sadık (a.s)’ın ashabından olan) Hafs bin Buhturî şöyle diyor:
“İmam Sadık (a.s), ok atışı ve at biniciliğine hazır oluyordu.” [23]

24- Çocukları Oruç Tutmaya Emretmesi

Ravi diyor ki:
“İmam Sadık (a.s), çocuklara Ramazan ayında günün bir kısmını oruç tutmalarını emrediyordu; açlık ve susuzluğun onlara galip olduğunu görünce, oruçlarını açmalarını tavsiye ederdi.” [24]

25- Çaba ve Gayrete Tavsiyesi

İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Allah’a and olsun ki biz, ancak kendimize emrettiğimiz şeyi size emrediyoruz. Öyleyse çalışıp çabalayın ve gayret edin.” [25]

26- Düşmanın İhtiyacını Karşılaması

İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Ben düşmanın ihtiyacını, onu reddedip de benden müstağni olabilmesi (artık bana ihtiyacı olmaması) korkusundan dolayı koşarak karşılıyorum.” [26]

27- Hakkı Söylemesi

İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Benden, hakkı söylememi istiyorlar! Allah’a and olsun ki, ölünceye dek sürekli hakkı söyleyeceğim.” [27]

28- İyilik ve Sıla-i Rahmi Tavsiye Etmesi

İbn-i Sa’d-i Ezudi diyor ki:
“İmam Sadık (a.s)’ın bize en çok tavsiye ettiği şey, iyilik ve sıla-i rahimdi.” [28]

Üçüncü Bölüm: İmam (a.s)’ın Ahlakî Siresi

29- Emanete Riayet Etmesi

İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Eğer Hz. Ali (a.s)’ı kılıçla vurarak onu öldüren şahıs, beni kendi emini bilerek benden nasihat ve istişare etmeyi ister ve ben de bunu kabul etmeğe hazır olursam, mutlaka emaneti ona eda ederim (bu konuda onu gözetirim).” [29]

30- Mizah ve Tebessümü

(Ehl-i Sünnetin Malikiyye fırkasının imamı olan) Malik şöyle diyor: “Ben Cafer bin Muhammed’i (İmam Sadık’ı) sürekli olarak çok mizah ve tebessüm ederken görüyordum.” [30]

31- Köleler Gibi Oturması (Tevazusu)

(Hadis ravilerinden olan) Ebu Hadice şöyle diyor:
“İmam Sadık (a.s) köleler gibi (tevazu ile) oturuyor, elini yere koyuyor ve üç parmağıyla da yemek yiyordu.” [31]

32- Sabrı ve Teslimiyeti

İmam Sadık (a.s) bana, tesliyet ve başın sağ olsun demek için (İmam (a.s)’ın yaranlarından olan) Mufazzal’ın yanına giderek ona şöyle dememi emretti:
“Biz, İsmail’in (İmam’ın oğlu) ölümüyle karşılaştık, ama sabrettik; sen de bizim sabrettiğimiz gibi sabret; biz bir şeyi, Allah da başka bir şeyi isterse, biz Allah’ın emrine teslim oluruz.” [32]

33- İmam (a.s) Açısından Dünya Makamı

Hafs bin Gıyas diyor ki:
İmam Sadık (a.s) bana şöyle buyurdular:
“Ey Hafs! Dünya menzileti (makamı) benim yanımda bir leş gibidir; mecbur olduğum takdirde ondan yararlanırım ancak.” [33]

34- Başkasıyla Birlikte Yemek Yemeği Sevmesi

(İmam Sadık (a.s)’ın yaranlarından olan) Mufazzal diyor ki:
İmam Sadık (a.s)’dan şöyle buyurduğunu duydum:
“Her yemek yediğimde, başka bir insanın da benimle o yemekte ortak olmasını arzu ediyorum.” [34]

Dördüncü Bölüm: İmam (a.s)’ın Şahsî Siresi

35- Güzel Koku Kullanması

İmam Kâzım (a.s) buyurmuştur ki:
“İmam Sadık (a.s)’ın secdegahı (secde ettiği yer), onun güzel kokusuyla tanınıyordu.” [35]

36- Kına Yakması

(İmam Sadık (a.s)’ın ashabından olan) Muaviye bin Ammar diyor ki:
“İmam Sadık (a.s)’ın, koyu bir kına yaktığını gördüm.” [36]

37- Sakalını Taraması

İmam Kâzım (a.s) buyurmuştur ki:
“İmam Sadık (a.s)’ın mescitte bir tarağı vardı; namazı kılıp bitirdikten sonra onunla sakalını tarardı.” [37]

38- Özel Yemeği

(İmam Sadık (a.s)’ın ashabından olan) Abd’ul- A’la diyor ki:
“İmam Sadık (a.s)’la birlikte yemek yerken İmam (a.s) cariyesine: “Ey cariye! Bizim meşhur yemeğimizi getir” diye buyurdular. Derken cariye, içerisinde sirke ve zeytin yağı olan çanağı getirdi; biz de ondan yedik.” [38]

39- Yemekten Önce Bismillah, Yemekten Sonra İse el-Hamdulillah Demesi

İmam Sadık (a.s) buyurmuştur ki:
“Kesinlikle yemeğin hazmı bana ağır gelmemiştir; çünkü ben hiçbir zaman “Bismillah” demeden yemeğe başlamadım ve “el-hamdulillah” demeden de yemekten ayrılmadım.” [39]

40- Kıbleye Doğru Oturması

(İmam Sadık (a.s)’ın yaranlarından olan) Hammad bin Osman diyor ki:
“İmam Sadık (a.s)’ın, evinin kapısı önünde kıbleye doğru oturduğunu gördüm.” [40]
____________
Kaynakça:
[1] - Bihar, C. 78, S. 228, H. 100.
[2] - Kafi, S. 3, S. 262, H. 42; Tuhaf’ul- Ukul, S. 784, H. 182.
[3] - Vesail’uş- Şia, C. 4, S. 139, H. 1.
[4] - Vesail’uş- Şia, C. 1, S. 45, H. 2; Mişkat’ul- Envar, S. 128.
[5] - Bihar, C. 17, S. 32, H. 14.
[6] - Vesail’uş- Şia, C. 17, S. 216, H. 1.
[7] - İsbat’ul- Hudat, S. 6, S. 414. H. 162.
[8] - Kâfî, C. 3, S. 441, H. 10; Vesail’uş- Şia, C. 3, S. 183, H. 8.
[9] - Deâim’ul- İslam, C. 2, S. 159, H. 565.
[10] - Bihar, C. 95, S. 164, H. 18.
[11] - Vesail’uş- Şia, C. 3, S. 608, H. 3.
[12] - Kâfî, C. 4, S. 408, H. 9.
[13] - Kâfî, C. 4, S. 401, H. 4; Vesail’uş- Şia, C. 9, S. 424, H. 5.
[14] - Kâfi, C. 2, S. 538, H. 13; Bihar, C. 87, S. 192.
[15] - Tefsir’ul- Burhan, C. 1, S. 307, H. 4.
[16] - Kâfî , C. 4, S. 113, H. 3; Men Lâ Yahzuruh’ul- Fakih, C. 2, S. 112, H. 1872.
[17] - Fıkhî açıdan, güzel kokulu bitkileri koklamak mekruhtur ama, esans kullanmak müstahaptır. Binaenaleyh, bu rivayetle önceki rivayet arasında bir tezat yoktur. (Men Lâ Yahzuruh’ul- Fakih, C. 2, S. 114, H. 188; Vesail’uş- Şia, C. 7, S. 67, H. 15)
[18] - Vesail’uş- Şia, C. 7, S. 147, H. 5.
[19] - Kâfî, C. 4, S. 8, H. 1; Bihar, C. 47, S. 38, H. 47.
[20] - Bihar, C. 47, S. 33, H. 3; Keşf’ul- Ğumme, C. 2, S. 157.
[21] - Vesail’uş- Şia, C. 12, S. 23, H. 8.
[22] - Mişkat’ul- Envar, S. 55; Bihar, C. 100, S. 92, h.86.
[23] - Vesail’uş- Şia, C. 13, S. 348, H. 4.
[24] - Deâim’ul- İslam, C. 1, S. 194.
[25] - Vesail’uş- Şia, c.12, S. 12, H. 8.
[26] - Bihar, C. 78, S. 207, H. 64.
[27] - Rical-i Keşşi, S. 601, H. 1121.
[28] - Kurb’ul- Esnad, S. 43, H. 138.
[29] - Kâfî, C. 5, S. 133, H. 5.
[30] - Bihar, C. 17, S. 32, H. 14.
[31] - Kâfî, C. 6, S. 297, H. 6.
[32] - Mişkat’ul- Envar, S. 27.
[33] - Vesail’uş- Şia, C. 16, S. 312, H. 6.
[34] - Kâfî, C. 6, S. 353, H. 6.
[35] - Kâfî, C. 6, S. 511, H. 11.
[36] - Bihar, C. 47, S. 46, H. 65.
[37] - Bihar, C. 76, S. 116, h.2.
[38] - Bihar, C. 47, S. 41, H. 51.
[39] - Vesail’uş- Şia, C. 16, S. 586, H. 7.
[40] - Mişkat’ul- Envar, S. 206.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

İmam Cafer Sadık’ın (a.s) Doğumu

Hicri 83. yılı Rebi’ulevvel’inin 17. günü Medine’de dünyaya geldi[1] Adı Cafer, künyesi Ebu Abdullah, lakabı Sâdık, babası İmam Muhammed Bakır (a.s), annesi Ümmü Ferve Hâtun’dur. İmam (a.s) annesini anlatırken “imanlı, takvalı ve pek iyilikseverdi”der[2]
65 yıllık ömrünün 34 yılını İmam olarak sürdürdü (hk 114-148)
İmam Sadık’ın (a.s) imameti döneminde iktidardaki halife sultanlar Hişam b. Abdulmelik, Velid b. Yezid b. Abdulmelik, Yezid b. Velid, İbrahim b. Velid ve Emevilerin ünlü içki düşkünü “Ayyaş Mervan”la, Abbasi halife sultanlarından Seffah’la Mansur Devaneki’dir[3]
Yedisi erkek, üçü kız olan çocukları; İmam Kâzım (a.s) İsmail, Abdullah, Muhammed Dîbac, İshak, Ali Arıyzî, Abbas, Ümmü Ferve, Esmâ ve Fâtıma’dır.[4]

İmam Sadık’ın (a.s) Ahlâkı

Ehl-i Beyt (a.s) imamları yaşadıkları dönemlerde İslam ahlâkının en mükemmel birer örneği olmuşlardır; şialarına “insanları ydilinizle değil, güzel amel ve ydavranışlarımızla islamay davet edin” buyuran İmam Sadık’ın bizzat kendi hayatı da baştanbaşa islamî değerleri yansıtan bir ışık demeti gibidir. İslam kanun ve hükümlerine uymada kimse onlardan daha ileri değildi; bir iyiliği tavsiye edecek olsalar önce ve herkesten fazla kendileri uygulardı onu; insanları sakındırdıkları bir kötü ameli kendileri asla yapmazdı. Nitekim bütün unlar nedeniyledir ki onların eğitip yetiştirdiği insanlar onların yaşamının her köşesinden iman ve amel dersi almada, onların yolunu izleyip kişiliklerini örnek alarak birer gerçek mümine dönüşmede, böylece her biri yaşadığı devirde topluma örnek olup birer numune kesilmedeydi. Ehl-i Beyt’in (a.s) o. Nuru İmam Sadık hazretlerinin (a.s) kişilik ve ahkamından bazı kesitleri aşağıya aktarıyoruz:

İş ve Çalışma

Abdulali şöyle anlatır: Çok sıcak bir yaz günü İmam Sadık’ın (a.s) Medine çevresindeki yoldan çalışmaya gittiğini gördüm, “Canım size feda!” dedim “Siz Allah’ın en sevgili kulu ve Resulullah’ın (s.a.a) biricik evladısınız, bu sıcakta çalışmanızın ve kendinizi bunca zahmete düşürmenizin nedenini söyler misiniz?” Bana şöyle bir bakıp “Senin gibilerine muhtaç olmamak için helal rızık peşindeyim” buyurdu[5]
Ebi Amru Şeybani anlatır: İmam Sadık’ı (a.s) sırtında sert bir elbise ve elinde kürekle, bağda çalıştığını gördüm, bütün vücudu ter içinde kalmıştı. “Canım size fada; küreği verin, ben çalışırım; siz biraz dinlenin” dedim, “Rızık kazanmak için günün sıcağına tahammül etmeyi severim” buyurdu[6]

Ticaret ve Âdil Kâr

İmam Sadık (a.s) yarenlerinden Musadıf’a bin dinar vererek ticaret yapması için Mısır’a gönderdi. Musadıf bu parayla mal alıp Mısır’a götürdü. Yolda, Mısır’dan gelen bir kervanla karşılaştılar, zaruri tüketim malı götürdüklerini söyleyerek bu malın Mısır piyasasındaki durumunu sorduklarında, götürdükleri malın Mısır piyasasında bulunmadığını öğrendiler. Kervandaki bütün tüccarlar mallarını yüzde yüz kârdan aşağı satmama kararı aldılar ve bu kararı uyguladılar. Dönüşte Musadıf tam bin dinar kârla İmam’ın (a.s) yanına gidip keseyi İmam’ın (a.s) önüne koydu ve “Canım size feda” dedi “Keselerden biri, verdiğiniz sermaye, diğeriyse kârdır!”
İmam (a.s) bu kadar kârı nasıl kazandığını sorunca Musadıf olayı anlatarak, satış konusunda kervandaki diğer tüccarlarla nasıl anlaştıklarını anlattı ve götürdükleri malın Mısır’da bulunmaz oluşundan kâr ettiklerini söyledi.
İmam (a.s) şaşırmıştı “Sübhanallah!”dedi. “Mısır’daki Müslüman kardeşlerinizin zararına olacağını bildiğiniz halde aranızda iki kat kâr etmeden mal satmamaya anlaştınız ha?!”
Sonra da, önündeki keselerden birini alıp, “Sadece sana verdiğim sermayeyi geri alıyorum” buyurdu ve ekledi: “Bu şekilde insafsızlıkla edinilen bir kârı kabul edemem ben! Ey Musadıf, bil ki, helal yoldan para kazanmak pek zordur!”[7]

İhtilafları Giderme Bütçesi!

Adamın biriyle yakınları arasında miras konusunda anlaşmazlık vardı, derken iş kavgaya vardı. Bu sırada İmam’ın (a.s) öğrencilerinden Mufazzal oradan geçmekteydi. Kavgayı durdurup tarafları kendi evine götürdü, aralarındaki ihtilafı 400 dirhemle giderip işi tatlıya bağladı ve parayı da kendisi ödedi! Sonra taraflara “Ödediğim para benim değil, İmam Sadık hazretlerinin (a.s) malından ödenmiştir; o hazret Ehl-i Beyt dostları arasında ihtilaf olursa bunu gidermemi emretti bana!”[8]

Şarap Sofrası

Harun b. Cehom anlatır:Kufe yakınlarında, Mensur Devaneki’nin İmam Sadık’ı (a.s) zorla ikamete mecbur ettiği Hiyre şehrindeydik. Ordu mensuplarından biri, aralarında İmam’ın da (a.s) bulunduğu bir grubu bir şölene davet etti. Devetlilerden biri yemekte su isteyince, bir kadeh şarap verdiler eline; bunu gören İmam (a.s) hemen sofradan kalkarak “Resulullah (s.a.a) şarap içilen sofrada oturan kimsenin, Allah’ın rahmetinden uzak ve mel’un olduğunu buyurmuştur” dedi ve orayı terk etti[9]

İçki İçene Engel Oluyor

Halife Mansur’un emriyle beytulmalın kilitleri açılmış, herkese bir şeyler veriliyordu. Bu sırada Şegrani adlı biri de payını almak istedi, ama kendisini tanıyıp kimliğini onaylayacak birini bulamıyordu. Dedelerinden biri, hz. Resulullah (s.a.a) tarafından azad edilmiş bir köle olduğundan Şegrani’yi de herkes “Resulullah’ın (s.a.a) azaldı kölesi” lakabıyla tanırdı. Şegrani bununla övünür, bunu hz. Resululah’a (s.a.a) ve Ehl-i Beyt’ine (a.s) yakınlığının delili sayardı.
Kendisini tanıyacak birilerini ararken İmam Sadık’ı (a.s) gördü, hemen koşup durumunu anlattı. İmam (a.s) ona beklemesini söyleyip gitti ve çok geçmeden elinde Şegrani’nin payıyla döndü, parayı verirken elini Şegrani’nin omzuna koyup sevgi ve şefkat dolu bir sesle “Ey Şegrani” dedi, “İyi şeyler yapmak herkes için iyidir; hele kendisini bizim yakınımız sayar ve hz. Resulullah’a (s.a.a) yakınlığıyla tanınan senin yapman çok daha iyi ve güzeldir. Aynı şekilde, kötü iş de, kim yaparsa kötüdür; ama sözünü ettiğim yakınlığımız sebebiyle, maazallah, senin yapman çok daha kötü olur!” İmam (a.s) bunu söyledikten sonra sevgiyle gülümseyip hemen oradan ayrıldı.
Şegrani bunları duyunca, İmam’ın (a.s) onun sırrına agâh olduğunu, yani içki içtiğini bildiğini anlamıştı!
Evet, İmam (a.s) onun içki içtiğini bildiği halde bunu görmezden gelip ona yardımcı olmuş, sonra da sevgi ve şefkatle ve onu kırmamaya özen göstererek, hatasını anlamasını sağlamıştı.
Şegrani utanmış, mahçup olmuştu; gözyaşları içinde oradan ayrıldı[10]
Köleyi Azad Etmenin Şartı
İbrahim b. Bilal anlatır: İmam Sadık’ın (a.s) azad ettiği kölelerinden birinin azaldık belgesini okuduğumda çok şaşırdım, belgede şöyle yazıyordu: “Cafer b. Muhammed bu köleyi Yüceler Yücesi Rabbinin rızası ve hoşnutluğu için azad etmekte olup ondan namaz kılması, zekat vermesi,haccetmesi, Ramazan’da oruç tutması, Allah’ın dostlarını sevmesi ve O’nun düşmanlarından uzak durmasından başka hiçbir ücret ve karşılık beklemez!”
Bu belgeyi üç kişi mühürleyip şahid olarak onaylamıştı[11]

Allah’a Şükredip Yaratıcısını Tanıyan Fakirle İmam (a.s)

Mina’da İmam Sadık’la (a.s) oturmuş üzüm yiyorduk. Bir dilenci gelip yardım istedi, İmam (a.s) ona bir salkın üzün vermek istedi, ama adam almayıp, “paranız varsa para verin” dedi, İmam “O zaman Allah versin!” buyurdu. Dilenci dönüp gitti, birkaç adım sonra geri dönüp “o üzümü ver” dedi ama bu defa da İmam “Allah versin inşallah!” diyerek üzümü vermedi.
Bu sırada bir başka dilenci çıkageldi, İmam ona üç üzüm tanesi verdiği halde, adamcağız memnuniyetle alıp “Alemlerin Rabbine şükürler olsun, bana rızık verdi!” dedi. İmam (a.s) buy defa ona bir avuç dolusu üzüm verdi, adam yine şükredip “Alemlerin Rabbine hamdolsun!” dedi. İmam bunu duyunca “Hele dur” dedi ve hizmetkârına “yanında ne kadar para var?”diye sordu; sanırım 20 dirhem para vardı, hepsini alıp dilenciye verdi, adam yine şükredip “Hamd Allah’a mahsustur” dedi, “Ya Rabbim! Bu nimetin senden olduğunu bilirim, sen birsin, teksin,eşin ortağın yoktur!”
İmam (a.s) yine onun gitmesini engelleyerek “Biraz dur” dedi ve sırtındaki gömleği çıkarıp ona verdi ve giymesini istedi; dilenci pek sevinmişti, gömleği giyinip “Bana elbise verip giydiren Rabbime şükürler olsun!” dedi neşeyle; sonra da İmam’a (a.s) dönüp “Allah sizden razı olsun, hayır görürsünüz inşallah!” diye teşekkür etti… Sanırım bu defa da sadece Allah’a şükretmekle yetinse ve İmam’a (a.s) duada bulunmasaydı, İmam (a.s) yine ona bir şeyler vermeye devam edecekti”[12]

İmam’ın (a.s) İbadeti

Malik bin Enes şöyle anlatır: İmam Sadık (a.s) her zaman ya oruç tutar, ya namaz kılar yada zikirle meşgul olurdu; devrinin en büyük abidleri ve zâhidleri arasındaydı. Çok hoş sohbetti, çok hadis naklederdi, onun meclisleri –toplantıları- pek faydalı olurdu “Resulullah (s.a.a) şöyle buyurmuştur…” diyerek bir hadis aktarmaya başladığında yüzünün rengi değişirdi. Bir hac yolculuğunda birlikteydik, ihrama girdiği sırada hali değişti, “Lebbeyk” diyemiyordu adeta, kendisinden geçecek gibiydi; hatta bu hali nedeniyle bir ara neredeyse bineğinden düşecek gibi oldu. “Ey Resulullah’ın (s.a.a) oğlu, “Lebbeyk”de, bunu söylemek zorundayız!”
“Nasıl lebbeyk diyeyim?” dedi, “Rabbimin “la lebbeyk” diye cevap vermesinden korkuyorum!”[13]

Allah’ın Rızasına Teslimiyet

İmam Sadık’ın (a.s) yarenlerinden Kuteybe anlatır: İmam Sadık’ın (a.s) hasta oğlunu ziyarete gitmiştik. İmamı (a.s) evin önünde gördüm., mahzundu, pek üzgün görünüyordu. Çocuğun halini sordum “Vallahi gidici!” dedi, sonra da içeri girdi. Biraz sonra dışarı çıktığında rahatlamış gibiydi. Çocuk iyileşmiş olmalıydı, tekrar çocuğun durumunu sorduğumda “Rabbine kavuştu” dedi. Hayretle “Canım size feda!” dedim, “Hayattayken onun için pek üzgündünüz, şimdi üzgün değil misiniz?” “Biz öyle bir aileden geliyoruz ki” buyurdu. “Bir musibetten önce üzgün ve tedirgin olur, ama Rabbimizin takdiri vuku bulduğunda da O’na tam bir rızayla teslimiyet gösteririz!”[14]

Sabır ve Tevekkül

Hefes b. Ebi Ayşe şöyle rivayet eder: İmam Sadık (a.s) hizmetkarını bir iş için yollamıştı, hizmetkar epey gecikince İmam (a.s) onun peşinden gitti ve onu bir köşede uyurken buldu! İmam (a.s) yanıbaşında oturup bir yelpazeyle onu serinletmeye başladı. Hizmetkar uyandığı zaman “Vallahi” buyurdu “Hem gece, hem gündüzün sana ait değil; gecen senin, ama gündüzün bizimdir!”[15]

Muhtaçlara Yardım

Mualla b. Hınis der ki: Yağmurlu bir gecede İmam Sadık’ın “Zıılle-i Benî Saide’ye gittiğini gördüm. Dilencilerle yoksulların sığındığı büyük bir çardaktı burası.İmam’ı (a.s) takib ettim, sırtında taşıdığı torbadan bir şey düştü, İmam “Allah’ım!” buyurdu “Yere düşen o şeyi bize geri ver!” İleri çıkıp selam verdim “Mualla, sen misin?” dedi “Evet” dedim, “Canım size feda, benim!” Ortalık karanlıktı “El yordamıyla bir bak bakalım, yere düşen şeyi bulabilecek misin..” buyurdu, aradım, birkaç ekmek bulup İmam’a (a.s) verdim; yanındaki büyük torbaya koydu. Torbanın ekmek dolu ve çok ağır olduğunu fark edince “Efendim, izin verirseniz torbayı ben taşırım” dedim “Hayır” buyurdu, “Bunu benim yapmam gerekiyor, ama istersen benimle gelebilirsin!”
Birlikte yürümeye devam ettik, Beni Saide gölgeliği denilen yere varınca İmam, uyumakta olan her garibanın elbisesinin altına bir veya iki ekmek bıraktı, kimseyi unutmamıştı, Ekmekler bitince geri döndük. Yolda “Canım efendim” dedim. “Bunlar şianızmıydı?”
“Eğer şiamız olsalardı daha fazla yardım ederdik” buyurdu[16]
Hişam b. Salim anlatır: İmam Sadık (a.s) geceleri ekmek, et ve para dolu büyük bir torbayı sırtlayıp Medine’nin yoksullarına gider torbasındakileri onların arasında paylaştırırdı. Onlar İmam’ın (a.s) kim olduğunu bilmez, onu tanımazlardı.İmam (a.s) öldüğünde bu yardımın kesildiğini görünce, geceleri kendilerine yiyecek taşıyan o meçhul iyilik meleğinin İmam olduğunu anladılar[17]
_________________
Kaynakça:
[1] -İ’lam’ul Vera s:266
[2] -Kâfi 1/472
[3] -İ’lam’ul Vera s:266. Hişam h. 105’te halife olup tahta geçmiş, Mansur Devaneki h.158’de ölmüştür, bk:Tetemet-ul Muntehâ: Muhaddis Kummi
[4] -İrşad-ı Müfid s:266 ve Menâkıb, 4/280
[5] -Kafi 5/74, Bihar 47/55
[6] -Kafi 5/76 ve Bihar 47/57
[7] -Kafi 5/161, Bihar 47/59
[8] -Kafi 2/209
[9] -ae 6/268, Bihar 47/39
[10] -Bihar 47/349, İlam’ul Vera ve Menaakıb’dan naklen, Envar’ul Behiyye, İbni Cevzi’nin Tezkere’sinden iktibas, Rebiy’ul Ebrar Zemahşeri, Şehid Mutahhari’nin “Dastan-ı Rastan”ından iktibas 1/174
[11] -Kafi 6/181, bihar 47/44
[12] -Kafi 4/49
[13] -Bihar 47/16,, Hısâl ve İle’l-işşerâye ve İmâli-Saduk ve Menaakıb:İbni Şehrâşub Mazenderâni
[14] -Kafi, 3/225, bihar 47/49
[15] -Menaakıb 4/274, Kâfi 2/112
[16] -Kafi 4/8, Sevab-ul Âmal s:173, Bihar 47/20
[17] -ae 4/8 ve Bihar 47/38
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

İmam Sadık (a.s) ve İktidar

İmam Sadık hicri 83’te Emevi zulmünün 5. halife sultanı olan zalim Abdulmelik b. Mervan döneminde dünyaya geldi ve Hişam b. Abdulmelik dönemine rastlayan h.114’te sevgili babası İmam Bak’ırın şehadetinden sonra 31 yaşındayken imam oldu.
İmam’ın (a.s) doğumundan, Emevilerin yıkılışına kadarki h.132’ye kadar iktidarda bulunan halife sultanlar ve iktidar süreleri şöyledir:
1-Abdulmelik b. Mervan, h 65-86, Abdulmelik öldüğünde İmam 3 yaşındaydı.
2-Velid b. Abdulmelik: 9 yıl 8 ay
3-Süleyman b. Abdulmelik:3 yıl 3 ay
4-Ömer b.Abdulaziz: 2 yıl 5 ay
5-Yezid b. Abdulmelik:4 yıl 1 ay
6-Hişam b.Abdulmelik:20 yıl (bunun yaklaşık 12 yılı, İmam Sadık’ın (a.s) İmamet dönemine rastlar)
7-Velid b. Yezid b. Abdulmelik: 1 yıl
8-Yezid b.Velid b. Abdulmelik: 6 ay
9-İbrahim b. Velid b.Abdulmelik: 2 veya 4 ay
10-Mervan-ı Himar: 5 yıldan birkaç ay fazla… Onun Abbasilere yenilip öldürülmesiyle h 132’nin ziyhiccesinde Emevi iktidarı son bulmuştur[1]
İslam tarihinin en kara sayfalarından biri olan 100 yıllık Emevi iktidarı boyunca İslam ümmeti bu zalim hanedanın iğrenç emellerine alet edildi ve ümmet adeta alaya alındı, halka zerrece değer verilmedi. Başta hz. Resulullah’ın (s.a.a) sevgili ailesi gelmek üzere bütün Müslümanlar Emevi iktidarı boyunca olmadık zulüm ve baskılara uğradılar. Emevi iktidarının zulüm zincirinin halkalarından olan Abdulmelik, halka yaptığı bir konuşmada “Beni takva, dürüstlük ve dindarlığa davet etmeye kalkışanın kellesini uçururum!”demiş[2] ve onun ölümünden sonra tahta geçen oğlu Velid de “Bize muhalefet edeni öldürürüz, muhalefet edemeyip susanı da suskunluk derdi öldürecektir” tehdidinde bulunmuştu[3]
Aslında Emeviler, dinsiz ve zındık bir aileydi, islamın ilk günlerinden başlayarak hz. Resulullah (s.a.a) ve onun getirdiği din-i mübin-i islama karşı en katı düşmanlığı onlar beslemiş ve bu kin ve düşmanlıklarını daima sürdürmüşlerdir. Daha sonra gelişen olaylar ve özellikle de Bedir’le Uhud gazvelerinden sonra Emeviler hz. Resulullah’la (s.a.a) Emir’el Mü’minin İmam Ali’ye (a.s) karşı intikam yemini edip her fırsatta bu kini kusmanın yollarını aradılar; islamı ortadan kaldırmak ve hz. Resulullah’la (s.a.a) onun mübarek ve sevgili Ehl-i Beyt’ine (a.s) düşmanlık etmek için akla gelmedik komplo, oyun ve caniliklere başvurmaktan çekinmediler.
Hicretin 40. yılından sonra, Emir’el Mü’minin hz. Ali’nin (a.s) şehadeti ve Muaviye’nin iktidarı ele geçirmesinin ardından İslam dünyası fiili olarak Emevilerin eline geçmiş ve onların zulmüne ve islamı bozmaya çalışan icraatlarına seyirci kalmayıp muhalefet eden şia Müslümanları akla gelmez baskı ve işkencelere maruz kalmıştır. Emevilerin günlük siyasi uygulamalarından biri, hz. Ali’ye (a.s) minberlerde küfretmek olmuştur. Kerbelâ katliamı ve cennet gençlerinin efendisi İmam Hüseyin’le (a.s) evlatlarının alçakça şehid edilmesi, bu kötü ve zalim hanedanın işlediği cinayetlerin doruğu sayılır. Kerbelâ faciasından önce ve sonra da Emeviler, birçok Alevi’yi (hz. Ali’nin soyundan gelen Müslüman) ve şianın önde gelen büyüklerinin çoğunu sırf Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’ini (a.s) savundukları için acım
asızcay katletmiş, birçoğunu da yer altı zindanlarında inanılmaz şartlar altında yıllarca tutsak etmiştir.
Ehl-i Beyt’in (a.s) 4.imamı hz. Seccad’ın (a.s) oğlu Zeyd (r.a) Hişam b. Abdulmelik döneminde alçakça şehid edildi; Zeyd’in na’şı Hişam’ın emriyle yıllarca darağacında asılı kaldı, ceset tamamen çürüdükten sonra ağaçtan indirilip yakıldı ve külleri rüzgarda savruldu.
Kerbela hadisesi ve bu facianın ardından Ehl-i Beyt imamlarının (a.s) halkı aydınlatma ve bilinçlendirme çalışmaları; islam ümmetinin Emevi hanedanının gerçek yüzünü tanıyıp bu zulüm düzeninden nefret duymasında çok etkili olmuştur.
Zeyd’in şehadeti halkın Emevilere duyduğu kini doruğa çıkarmış, Emevilerin zulüm, ayyaşlık ve dinsizliğinden iyice bunalan Müslüman toplumu bir patlamanın eşiğine getirmiştir. Nitekim h. 132’de Emevilerin zulüm düzeni yıkılıp yerle bir oldu ve bunu fırsat bilen Abbasiler, kendilerine haktan yanaymışçasına bir görünüm vererek iktidarı ele geçirdiler.
Diğer Ehl-i Beyt (a.s) imamları gibi İmam Sadık ta (a.s) hayatı boyunca gizli veya açık şekilde zalimlerle savaştı ve bu cümleden olmak üzere Emevilerle de mücadele etti; Emevilerin uyguladığı onca baskı ve kısıtlamalara rağmen her fırsatta halkı aydınlatıp bilinçlendirdi, Hakk’a ve hakikate gönül verenleri hidayet etti, gerçek islamı anlatıp öğretti.
Hişam b. Abdulmelik’in halife olduğu yıllardan birinde İmam Sadık (a.s) sevgili babası İmam Bâkır’la (a.s) birlikte hacca gitmiş ve bu haccında yaptığı etkili bir konuşmada hz. Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’inin (a.s) imamet ve liderliği konusunda şöyle buyurmuştu: “…Muhammed’i (s.a.a) hak üzere gönderen ve bizi onunla onurlandıran Rabbimize hamdederiz. Biz Ehl-i Beyt, Allah’ın yarattıkları arasında seçmiş ve yeryüzünde kendi temsilcisi kılmış olduğu kullarıyız. Bize uyan kurtuluşa erer, bize düşmanlık eden helak olur”…[4]
İmam’ın (a.s) bu sözlerini Hişam’a ulaştırdılar; Hişam, hacıların dönüşünden sonra Medine’deki valisine İmam Bakır’la (a.s) oğlu İmam Sadık’ı (a.s) Şam’a göndermesini emretti; Şam’da bu iki imamla zalim Hişam arasında ilginç olaylar yaşandı…
İmam Bakır’la (a.s) İmam Sadık’ın (a.s) bu karanlık ve baskı dolu dönem boyunca islam ümmetine verdikleri en büyük hizmet; İslam bilimlerini öğretme ve ümmeti yetiştirme yolunda başlattıkları muazzam “ilmî hareket”ti. Onların sorumluluk ve takva sahibi fakihlerle alimler yetiştirmesi sonucu Kur’an ve İslam dini iktidardaki güçlerin saptırmalarından uzak bir şekilde İslam beldelerinin dört bir yanında öğrenilip anlaşılmış, İslam hükümleri ihya edilmiş, akidevî sapmalar önlenmiş ve gerçek İslam çizgisi korunabilmiştir. Bu tür mücadele tarzı; bilinen anlamdaki diğer mücadele ve savaş tarzından çok daha zor ve karmaşıktır aslında… Bu iki büyük imamın gayret ve çalışmaları sonucu; Emevilerin bir asır süren zulüm ve baskılarına ve islamı ortadan kaldırma girişimlerine rağmen din ve maneviyatın temel sütunları başarıyla korunabilmiştir. Oysa, bilindiği üzere Emeviler islamı tarihtenysilmek ve İslam ümmetini tekrar cahiliyet dönemindeki inanç ve durumuna döndürebilmek için çok uğraştılar ve görünüşte bu yolda bazı başarılar da elde ettiler, ama Ehl-i Beyt imamlarının (a.s) aralıksız çaba ve çalışmaları sayesinde, özellikle inançlı ve cesur alimler yetiştirip İslam toplumuna bilinçlendirme konusundaki ince yöntemleri sonunda Emeviler iğrenç emellerine ulaşamadılar ve islamın temellerini yıkma konusunda akamete uğradılar.
Evet, sonunda zalim Emevi devleti yıkılmış ve yerine Abbasiler geçmişti.
Hz. Resulullah’ın (s.a.a) amcası Abbas b. Abdulmuttalib’in soyundan geldikleri için bu adla anılan Abasiler, başlangıçta, sözde Kerbela şehidlerinin intikamını almak ve Emevî zulmüne son vermek istediklerini iddia ederek halkı kendi taraflarına çektiler; özellikte İran Müslümanlarının hz. Ali (a.s) evlatlarına besledikleri sevgiyi istismar ederek iktidarı Emevilerden alıp ehil olana vereceklerini söylemek suretiyle Horasanlı Ebu Müslim’le onun etrafına toplanan İran’lı Müslümanların yardımıyla Emevîleri devirdiler. Ancak,halifeliği o zamanki Ehl-i Beyt imamı olan İmam Cafer Sadık’a (a.s) bırakacakları yerde, son anda çarkederek kendi ellerine aldılar.
Emevilerin tersine, Abbasiler görünüşte kendilerini pek dindar ve müslümanmış gibi lanse ediyor ve bu görünümü bozmamaya özen gösteriyorlardı. Kendilerinin hz. Resulullah’ın (s.a.a) akrabası olduklarını, bu nedenle de o hazretin varisleri olmaya herkesten daha fazla hakları bulunduğunu propaganda ediyorlardı. Bunun yalan olduğunu, hz. Resulullah’ın (s.a.a) gerçek varislerinin ve halifelerinin aslında onun mutahhar Ehl-i Beyt’inin imamları (a.s) olduğunu herkesten iyi bildikleri için, iktidarı ele geçirir geçirmez onlar da tıpkı Emevî tağutlarının yaptığını yaparak İmam Sâdık’la (a.s) onun şiasına baskı ve hafakan politikası uygulamaya başladılar; kendilerine dindar süsü verip hz. Resulullah’ın (s.a.a) yakınları olduklarını söyleyerek ele geçirdikleri iktidarı kaybetmemek için halkı Ehl-i Beyt imamlarından uzak tutma yoluna gittiler.
Emevilerin yıkıldığı h.132’den, İmam Sadık’ın (a.s) şehid düştüğü h.148’e kadar Ebul Abbas Seffah ve Mansur Devaneki adlı iki Abbasi sultanı, kendilerini halife ilan ettiler. İlk Abbasi halifesi olan Seffah 4 yıl iktidarda kaldı; ikinci halife Mansur ise 22 yıl boyunca yani İmam Sadık’ın (a.s) şehadetinden 10 yıl sonrasına kadar saltanatını sürdürdü[5]
Bütün bu süre boyunca, özellikle Mansur döneminde İmam Sadık çok sıkı bir gözetime tabi tutulmuş ve yoğun baskılara maruz bırakılmış, hatta bazen halkla görüşmesi engellenmiştir.
Harun b. Hârice şöyle anlatır: Şialardan biri aynı zamanda üç talakla boşamanın hükmünü[6] İmam Sadık’tan (a.s) sormak istiyordu. İmam’ın (a.s) bulunduğu yere gitmek istedi, ama Abbasi halifesi, İmam’la (a.s) görüşülmesini yasaklamıştı. İmam’la nasıl görüşebileceğini düşünürken, eski elbiseler içinde salatalık satan seyyar bir satıcıya gözü ilişti. Hemen ona gidip salatalıkların hepsini satın aldı, adamın elbiselerini de ödünç alarak seyyar satıcı kılığında İmam’ın evine yaklaştı. İmam’ın hizmetkarı salatalık almak için onu çağırmış, böylece eve girip İmam’la (a.s) görüşmeyi başarmıştı. İmam (a.s) onun bu hilesini beğenerek, “İyi bir yöntem seçmişsin”dedi ve sorusunu sormasını istedi, soruyu dinledikten sonra “Aynı zamanda ard arda üç talak olmaz,bâtıldır,” buyurdu[7]
Mansur Devaneki, İmam’la (a.s) diğer Alioğulları (Aleviler) ve şialara karşı hiçbir baskı ve işkenceyi uygulamaktan çekinmiyor, tıpkı Emevilerin yöntemlerini uyguluyordu. Sedir’le Abdusselam b. Abdurrahman gibi, İmam’ın (a.s) nice yakın adamlarını hapse attı, İmam Sadık’ın (a.s) ashabının büyükleri arasında sayılan Mualla b. Hınıys’i şehid ettirdi; İmam Hasan’ın (a.s) evlatlarından olup Alevilerin büyüklerinden sayılan Abdullah b. Hasan’ı bir bahaneyle Irak’a sürgüne gönderdi ve orada hapse attırıp sonra da şehid ettirdi…[8]
Bir yandan bu cinayetleri işlerken bir yandan da tam bir münafıklık sergiliyor ve kendisini Resulullah’ın (s.a.a) gerçek halifesi gibi göstererek halkın sevgisini kazanabilecek her hileye başvuruyor; kendisini din ve şeriat düşkünü bir yönetici olarak lanse ettiriyordu. Dahası, kendisini hz. Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’ine (a.s) mensupmuş gibi göstermeye büyük çaba harcıyor, böylece Resulullah’ın (s.a.a) gerçek vasiy ve halifeleri olan Ehl-i Beyt imamlarının (a.s) yerini almayı planlıyordu. Çünkü Müslümanların hz. Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’ini (a.s) ne kadar çok sevdiğini biliyordu; nitekim Abbasiler; Müslüman halkın Ehl-i Beyt’e beslediği sevgiyi kullanarak iktidarı ele geçirmiş ve kendilerini Ehl-i Beyt’in (a.s) savunucuları gibi göstererek Emevileri yıkma yolunda halkın desteğini alabilmişlerdi.
Mansur, bir Arefe günü yaptığı konuşmada şöyle diyordu: “Ey insanlar! Biliniz ki ben Allah tarafından yeryüzünde padişahlık etmekteyim, sizi O’nun yardımıyla yönetmekteyim. Ben Allah’ın haznedarıyım ve ve Beytulmal benim elimdedir; O’nun rızasına göre davranır ve O’nun rızasına göre bölüştürürüm! Beytulmalden birine lütufta bulunacak olsam bu da yine O’nun izniyle olur! Allah Teala beni kendi haznesinin anahtarı kılmıştır, dilediği zaman beni açarak size lütufta bulunur!”[9]
Bir başka konuşmasında Horasan halkına şöyle hitab ediyordu: “Ey Horasanlılar! Allah bizim hakkımızı ortaya çıkardı ve Resulullah’tan (s.a.a) kalan mirasımızı –halifelik- bize geri verdi! Hak yerini buldu; Allah nurunu zahir, sevdiklerini aziz kıldı ve zalimleri yok etti!.. [10]
Mansur bu kitle aldatmaca oyunlarıyla kendisine dindar süsü veriyor ve kötülük, küfür ve münafıklıkta Emevilerden hiç geri kalmayan iğrenç yüzünü bu sahte görünümün ardında gizliyordu. Diğer taraftan, zorla ve tehditle de olsa İmam Sadık’ın (a.s) görünüşte onayını almış olmaya, böylelikle halkın tepkisini çekmemeye çalışıyordu. Ancak İmam (a.s) onu hiçbir zaman onaylamadığı gibi her fırsatta halkı aydınlatmış, onun ve Abbasilerin gerçek yüzünün anlaşılmasını sağlamıştır:
İmam’ın (a.s) yarenlerinden biri “Maddi açıdan zor durumda bulunan biz şiadan birine bunlar (Abbasiler) tarafından teklif gelir ve ücreti karşılığında onlara ev yapmamız veya su kanalı açmamız istenirse ne yapalım?” diye sorduğunda İmam (a.s) şu cevabı vermiştir:
“Karşılığında çok dolgun bir ücret de verseler şahsen ben, onlar (Abbasiler) için bir düğüm atmaya veya bir çizgi çizmeye razı değilim.Zira zalimlere yardımcı olanlar, Allah Teala kulları arasında bir hükme varıncaya kadar kıyamet günü ateşte yanacaklardır”[11]
Fakihler konusunda da İmam Sadık (a.s) şöyle buyurmaktaydı: Fakihler, Peygamberlerin eminleridir; sultanlara yöneldiklerini (iktidardakilere meylettiklerini, onlarla sıkı-fıkı olduklarını)görürseniz onlardan şüphelenin ve böylelerine güvenmeyin!”[12]
İmam (a.s) kimi zaman mektuplarında veya görüşmelerinde, Mansur’u sarih bir dille uyarıyor, kınıyordu:
Bir defasında Mansur İmam’a (a.s) bir mektup yazıp “Neden herkes gibi sen de beni görmeye gelmiyorsun?! diye sordu. İmam (a.s) mektuba şu cevabı yazdı: “Senden korkmamızı gerektirecek bir dünyalığımız olmadığı gibi; sana umut besleyebileceğimiz bir maneviyat ve dindarlık da görmüyoruz sende” Ne seni gelip kutlayacağımız bir nimet içindesin, ne de kendini; gelip sana teselli vermemizi gerektirecek bir musibet içinde görmektesin… bu durumda, neden seni ziyaret edelim ki?!..”
Mansur, mektuptaki kınamayı örtbas edebilmek için “Gelip bana nasihatte bulunun” diye yazdı; İmam (a.s) şu cevabı verdi:
“Dünyayı seven, sana nasihat etmez; ahiretini düşünen de sana gelmez!”[13]
Mansur’un bulunduğu bir mecliste İmam’ın da oturmuş olduğu bir gün bir sinek ilginç şekilde Mansur’a musallat oldu, ne yapsa kurtulamıyor, sinek hemen gelip yine yüzüne konuyordu;Mansur sineği kovmaya çalışırken öfkeyle “Allah şu sineği neden yarattı sanki?!” diye çıkıştı İmam’a (a.s) İmam hiç beklemeden şu cevabı verdi: “Zalimlerle zorbaları aciz kılıp küçük düşürmek için!”[14]
Medine Valisinin Karşısında
Abdullah bin Süleyman Temimi şöyle anlatır: Abdullah bin Hasan bin’el Hasan’ın oğulları İbrahim’le Muhammed Abbasi iktidarı tarafından şehid edildikten sonra Mansur Devaneki yakın adamlarından Şeybe bin Ğaffal’i Medine’ye vali tayin etti.
Şeybe, Medine’de bir Cuma hutbesinde şöyle konuştu: “…Ali b. Ebu Talib,müslümanlar arasında ihtilaf yarattı, iman ehliyle savaştı ve iktidarın ehline geçmesine engel olup hep kendisi için istedi. Ama Allah onu iktidardan mahrum bıraktı; ondan sonra onun evlatları da bozgunculukta onun yolunu izler oldular ve şimdi iktidar peşindeler!.. Oysa onlar iktidara layık değiller! Zaten bu yüzden her tarafta öldürülmekte, kendi kanlarına boyanmaktalar!”
Şeybe’nin bu küstah ve iftiracı sözleri Medine ahalisini pek rahatsız etmiş,ama korkudan hiç kimse bir şey söyleyememişti. Herkes susuyordu… Bu sırada, sırtında yün elbise olan biri cesaretle yerinden doğrulup besmele ve hamdeleden sonra “Allah’a hamd-u senada ve O’nun son elçisi ve bütün resullerinin baş tacı olan Muhammed’le diğer bütün peygamberlere salat-u selam olsun!” dedi ve ekledi: “Söylediğin iyi vasıflara gelince… Evet, biz onlara layık bir aileyiz, söylediğin kötülükler ve çirkinliklerse ancak sana ve Mansur’a yakışır!”
Sonra, yüzünü cemaate dönerek sözlerini sürdürdü: “Kıyamette kimin amellerinin daha boş ve herkesten daha ziyankâr olacağını bildireyim mi size?! Ahiretini, başkalarının dünyasına satan kimsedir o! Şu fasık vali de böyle biridir işte! (çünkü kendi ahiretini Mansur’un dünyasına satmıştır)
Cemaat sakinleşmişti. Vali, hiçbirşey söylemeden sessizce camiden çıktı, dışarıya çıkınca adamlarına “Halifenin valisinin karşısında hiç çekinmeden öyle konuşan o adamın kimdi?”diye sordu, İmam Cafer Sadık (a.s) olduğunu sölediler [15]
_________________
Kaynakça:
[1] -İmam Sadık –s- 1/34-37 ve Tetemmet’il Munteha ys:57-104
[2] -Kamil, İbnî Esir 4/521-522
[3] -taberi tarihi 8/1178 Londra basımı
[4] -Delâil’ul İmame –Taberi şii s:104--106 Necef 2. baskı
[5] -Tetemme’tul muntehâ s:110-113-147
[6] -Şia fıkhında üç boşanma ard arda yıpalamaz, bâtıldır; geniş bilgi için ilgili fıkıh kitaplarına bkz.
[7] -Bihar 47/171 Ravendi’nin Haraic’inden
[8] -Câmi’urrevat 1/350 ve 457 ve 2/247 ve Tohfe’t-ul Ahbab s:179, Muntehiy’ul Âmal 1/195
[9] -Halifeler Tarihi s:263 ve İmam Sadık –s- 5/45
[10] -Muruc’ezzeheb 3/301
[11] -Vesail, 12/129 kafi ve Tehzib’den iktibas
[12] -Keşf’ul Ğamme 2/412 ve İmam Sadık –s- 3/21 Hılye’t-il Evliya’dan naklen
[13] -ae 2/448, Bihar 47/184
[14] -El Fusul-el Mühime s:236
[15] -İmali, Şeyh Tusi s:31, Bihar 47/165
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

İmam Sadık (a.s) ve Zeyd bin Ali (a.s)

Ehl-i Beyt’i Resulullah’ın (s.a.a) imamlarının 4.sü hz. Seccad(Zeyn’ul abidin)in (a.s) oğlu olan Zeyd; İslam tarihinin önemli simalarından ve şianın bilim, takva ve fazilette en parlak şahsiyetlerindendir.
Zeyd, Emevilerin en dehşet ve karanlık dönemlerinde yiğitçe kıyam etti, cesaretle savaştı ve bir mümine yaraşır bir onur ve şerefle şehid düştü. Zeyd’in (a.s)baştanbaşa nur ve takva dolu hayatı ve onun yepyeni bir tarih yaratan şanlı kıyamı ve nihayet onur ve iftihar dolu şehadeti; imamet ailesinde onun babasından ve kardeşinden aldığı eğitim ve terbiyenin en güzel belgesidir.
İslam alimleri hz. Zeyd’in (r.a) ilim, takva, fazilet ve büyüklüğü konusunda müttefiktirler. Ehl-i Beyt imamları (a.s) müteaddit defalar hz. Zeyd’in fazilet ve yiğitliğini övmüşlerdir. Nitekim Zeyd hakkındaki rivayetler o kadar çoktur ki Şeyh Saduk (r.a) Uyun-u Ahbar’ur Rıza adlı ünlü eserinin bir babanı bu rivayetlere ayırmıştır.[1]
Şeyh Müfid şöyle der: Zeyd, İmam Seccad’ın (a.s) İmam Bakır (a.s) dışındaki bütün evlatlarından üstün ve ileridir. Son derece dindar, takvalı, abid, fakih, bağışlayıcı ve cesurdu, insanları iyiliğe çağırır, kötülükten menederdi[2]
Ebi Carud şöyle der: Medine’de bulunduğum günlerde ne zaman Zeyd’i sorsam, Kur’an’la meşgul olduğunu söylediler [3]
Hişam şöyle der: Halid bin Safvan, Zeyd’den sözediyordu, onu nerede gördüğünü sordum “Kufe köylerinden birinde” dedi, onu nasıl bulduğunu sordum, “Allah korkusuyla pek ağlayan biri olarak gördüm onu!”dedi[4]
Şeyh Müfid şöyle anlatır: Şia içinde bir grup (Zeydîler) Zeyd’in babasından sonra imam olduğuna inanırlar; bu inancın nedeni onun silahlı kıyamda bulunması ve halkı açıkça hz. Muhammed’in –Ehl-i Beyt’ine (a.s) uymaya davet etmesidir. İşte bu, bazılarınca onun imametinin ilanı telakki edilmesine yol açtı, oysa gerçek bu değildi; Zeyd asla imamet iddiasında bulunmamıştır, babasından sonra imamın, sevgili kardeşi Bâkır’el Ulum (a.s) olduğunu biliyordu, İmam bakır da (a.s) vefatından önce hz. Sadık’ın (a.s) imam olduğunu açıklamıştır [5]
_________________
Kaynakça:
[1] -Uyun-ı Ahbar’urrıza 1/248
[2] -İrşad-ı Müfid s:251
[3] -a.g.e
[4] -a.g.e
[5] -a.g.e
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

Zeyd’in Kıyamı

Zeyd, Medine valisi Halid b. Abdulmelik’i şikayet etmek için Şam’a, Emami sultanı Hişam b. Abdulmelik’i görmeye gitti, ancak Hişam; Zeyd’i küçük düşürmek için onu sarayına kabul etmedi. Zeyd, şikayetini yazılı olarak Hişam’a bildirip ondan adaleti uygulamasını istediyse de Hişam yine aldırmayıp Zeyd’in mektubunun altına “geldiğin yere döne” notunu düştü. Zeyd “Vallahi geri dönmeyeceğim” dedi ve Hişam’dan randevu alıncaya kadar Şam’dan ayrılmadı. Sonunda Hişam ona randevu vermiş, ama Şam’ın ileri gelenlerini de davet ederek Zeyd’i sürekli oyalamalarını ve onu kendisinden uzak tutmaya özen göstermelerini tembihlemişti.
Zeyd, Hişam’ın bulunduğu meclise girer girmez hemen konuşmaya başlayarak Hişam’a hitaben şöyle dedi: “Allah’ın kulları arasında takvaya davet edilmeyecek kadar büyük kimse yoktur ve takvaya davet etmeyen kimseden daha aşağılığı da yoktur! Ben seni takvalı olmaya ve Allah’tan korkup O’nun dinine uymaya davet ediyorum!”
Hişam, kırıcı ve alaycı bir ses tonuyla “Senin asıl amacın halife olmak!” dedi, “kendini halifeliğe pek uygun görüyorsun, ama buna layık değilsin ve alt tarafı bir cariyenin oğlusun!”
Zeyd soğukkanlılıkla “Peygamberlikten daha üstün bir makam olmadığını bilmez misin” dedi, “Hz. İbrahim’in (a.s) oğlu hz. İsmail (a.s) gibi bazı peygamberler de cariyeden dünyaya gelmiştir, eğer cariyeden dünyaya gelmiş olmak bir kusur olsaydı, bil ki hz. İsmail’e (a.s) asla peygamberlik görevi verilmezdi! Peygamberlik mi daha üstündür sence, yoksa halifelik mi?! Kaldı ki; ecdadı hz. Resulullah’la (s.a.a) İmam Ali (a.s) olan biri için, annesinin cariye olup olmaması nasıl kusur telakki edilebilir?!”
Bu yerinde cevap Hişam’ı çok öfkelendirmişti; hışımla yerinden kalkıp, Zeyd’in hemen dışarı çıkarılmasını emretti. Zeyd dışarı çıkarken “Kılıcın acısını mekruh bilip korkanlar zilletle yaşamaya mahkumdurlar!” dedi.
Zeyd’in bu sözünü Hişam’a aktardıklarında Hişam onun Emevilere karşı kıyam edeceğini anladı, saray erkanına “Siz Ali’nin (a.s) soyu kurumuş, mahvolmuş diyordunuz, yemin ederim ki Zeyd gibilerinin olduğu bir ailenin soyu kurumaz!”
Zeyd Şam’dan Kufe’ye döndü; olayı duyan Şiiler etrafına toplanarak ona biat ettiler. Sadece Kufe’den biat edenlerin sayısı 15 bini bulmuş; Medain, Basra, Vâsıt, Horasan, Rey, Musul ve diğer şehirlerden de çok sayıda Müslüman onlara katılmıştı.
Bunu gören Zeyd kıyam etti[1]
Savaş başladığında, Zeyd’e biat edenlerin çoğu namertçe onu yalnız bırakıp kaçtı. Zeyd, çok az sayıda adamı kaldığı halde savaştan kaçmadı ve beklenmedik bir yiğitlikle çarpıştı, ancak savaşta alnına isabet eden bir ok nedeniyle birkaç gün sonra şehid oldu; Allah’ın ve meleklerinin selamı bu yiğit ve fedakar mümin’in üzerine olsun. Zeyd’in şehadeti hicretin 120 veya 121. yılı Sefer ayına rastlar.
Zeyd’in adamları onun cesedini bir nehrin yatağına gömüp üzerinden su geçirdilerse de düşman mezarın yerini bulmakta gecikmedi ve rezilâne bir girişimle o büyük şehid’in mübarek nâşını mezarından çıkarıp vücudundan ayırdıkları başını Şam’a gönderip Hişam’a takdim ettiler, başsız bedenini de Hişam’ın emriyle Kufe şehrinin çöplüğünde darağacına astılar. Bu mübarek vücut, birkaç yıl tıpkı şehadet sancağı gibi darağacında asılı kaldı, nihayet bizzat Emevî Hişam’ın emriyle şehidin pâk nâşını darağacından indirip yaktılar ve külünü rüzgara savurdular… [2]
Zalimler, Zeyd’in başsız vücudundan da korkuyordu çünkü…
Zeyd’in şehadet haberi İmam Sadık’a (a.s) ulaştığında hüzne boğuldu; duyduğu keder yüzünden okunuyordu. Zeyd’le birlikte savaşıp onun safında şehid düşenlerin aileleri arasında paylaştırılması için Ebu Halid Vasıti’ye 1000 dinar verdi [3]
Fuzeyl Resan şöyle anlatır: Zeyd’in şehadetinden sonra İmam Sadık’ın (a.s) huzuruna vardım, söz Zeyd’den açılınca İmam “Allah amcama rahmet eylesin” buyurdu, “Mümin ve ârifti (bizim imametimize inanırdı), bilge, dürüst ve doğru sözlüydü. Eğer savaşta galip gelseydi hilafeti kime bırakacağını biliyordu (yani Zeyd, İmam Sadık’ın (a.s) hilafeti için mücadele ediyordu ve savaşı kazanması halinde o hazretin imam ve hak halife olduğunu ilan edecekti)[4]
İmam Sadık’ın (a.s) bu sözleri Zeyd’in aslında İmam’ı (a.s) hilafete getirmek için kıyam ettiğini apaçık ortaya koymaktadır. Zeyd, İmam Bakır’la İmam Sâdık hazretlerinin imametini kabul etmiş bir mümindi.
Ehl-i Beyt’in 8. nuru İmam Rıza hazretleri (a.s) halife sultan Me’mun’a şöyley der:”… Zeyd, Muhammedoğlullarının (a.s)âlimlerindendi, Allah rızası için öfkelendi, Allah’ın yolunda şehid oldu. Babam Musa . Cafer (a.s), babası Cafer b. Muhammed’in (a.s) şöyle buyurduğunu söylerdi: Allah, amcam Zeyd’e rahmet eylesin, insanları Ehl-i Beyt’e ittate çağırıyordu, savaşı kazansaydı yaptığı davete sadık kalacaktı (yani iktidarı İmam’a (a.s) bırakacaktı). Zeyd kıyam için benimle meşverette bulundu; “Amcacığım, eğer öldürülmeye ve cesedinin asılmasına razıysan kıyam et” dedim.
Memun “Zeyd imam olduğunu iddia etmiyor muydu yani?” diye sorunca İmam “Hayır” buyurdu, “O, halkı Resulullah’ın (s.a.a) Ehl-i Beyt’inin (a.s) imametine davet etmedeydi[5].
Şeyh Sadıuk (r.a) Zeyd b. Ali’nin (a.s) şöyle buyurduğunu rivayet eder: Yeryüzü var oldukça Muhammedoğullarından (a.s) biri mutlaka imam ve yeryüzünde Allah’ın halifesi olarak bulunacaktır. Bu zamanda da Allah’ın yeryüzündeki hücceti, kardeşimin oğlu İmam Cafer b. Muhammed’dir; ona uyan asla sapmaz, ona karşı çıkan asla hidayet olmaz!”[6]
_________________
Kaynakça:
[1] -Umde’t-uttalib s:228
[2] -İrşad-ı Müfid s:252, Umde’t T. S:230 ve Muntehiy-ul Amal 2/34
[3] -İrşadı Müfid 252
[4] -Mamagani Ricali 1/468 Rical-ı Keşa’dan iktibasla
[5] -Mamagani Ric. 1/468, Uyun-u Ahbar-ı Rıza 1/249
[6] -Bihar 47/19, İmali –Sadik’tan iktibas
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

İmam Sadık’ın (a.s) Münazaraları

Emevilerin son yılları ve Abbasi iktidarının ilk dönemlerinde İmam Sadık (a.s) bu iki hanedanın iktidar ve koltuk kavgasıyla birbirine düşmesi nedeniyle geçici bir süre için de olsa biraz rahat nefes alabilmiş; ilmî ve dînî çalışmalarını genişletebilme fırsatı bulmuştur. İşte bu süreçte Medine, binlerce ilim aşığının İmam Sadık’ın (a.s) din ve bilim derslerine akın edip çeşitli bilim dallarında o hazretten eğitim alma fırsatı bulduğu büyük bir üniversiteye dönüşmüştür. İmam Sadık’ın (a.s) ilmi ve dini kariyeri bütün İslam beldelerinde dillere destandı; bu nedenle çoğu zaman çok uzak diyarlardan Medine’ye akın eden araştırmacı ve bilim adamları, o hazretin derslerine katılıp Resulullah’ın (a.s) bu nadide evladının Allah vergisi ilim deryasından faydalanmaktaydı. Hatta gayrimüslim bilim adamları bile uzak yollardan gelip İmam Sadık’ın (a.s) ilmî münazara ve oturumlarına katılıyordu. Çeşitli din ve farklı inançlara mensup bu bilim ve dinadamlarıyla İmam Sadık (a.s) arasındaki ilmî tartışmalar ve o hazretin cevapları, İslam tarihinin ilk yüzyıllarıyla ilgili sayfaların en ilgi çekici olanıdır.
İmam (a.s) zaman, mekan, soru soranın dini ve ilmi zapasitesi ve onun olaylara yaklaşım tarzı gibi ince faktörleri dikkate alarak muhatabını cevaplandırmıştır. Nitekim o hazretin verdiği cevapların bazısı, sadece tartışma tarafının delillerini çürütmeye veya onun öne sürdüğü mantıktaki zaafları açığa çıkarmaya matuftur, bazı cevaplarsa muhatabını daha derin ve dikkatli düşünmeye sevkedici olup, onun zihnini ve bilincini uyandırmaya yöneliktir; muhatabın ilmî kariyeri ve kapasitesi ölçüsünde fevkalade ilmî ve felsefî cevaplar vermiştir.
İmam Sadık’ın (a.s) ilmî münazara ve oturumları
ve bunlarda verdiği cevapların tamamını bir araya getirebilmek için ciltler dolusu kitap yazmak gerekir, binaenaleyh biz burada bunlardan sadece bir kısmını örnek alarak aktaracak ve özellikle gençler için anlaşılması daha kolay olan örneklere yer vereceğiz; bu bahsin sonunda da İmam Sadık’ın (a.s) “tevhid” konusunda öğrencisi Mufazzal’a anlattıklarını içeren “Tevhid Risalesi”nden bazı iktibaslarda bulunacağız.
1-Ebu Mansur bir arkadaşından şöyle rivayet eder: O zamanın ünlü materyalistleri sayılan ve “dehriyyun” adıyla bilinen dinsizlerinden İbni Ebil Avca ve Abdullah bin Mukaffa’yla Mescid’ul Haram’da oturmuş, Ka’be’yi tavaf eden hacıları seyrediyorduk. İbni Mukaffa tavaf etmekte olan hacıları göstererek “Şunları görüyor musun?”dedi ve biraz ileride oturan İmam Sadık’ı (a.s) gösterip “Bak, bir tek şu büyük yadam dışında; hiçbiri insan demeye layık değil bunların!”dedi. İbni Ebil Avca “Bunca insan arasında neden sadece onun insan olduğunu söylüyorsun?”diye sorunca aralarında şu konuşma geçti:
- Çünkü onda; başkalarında görmediğim bir bilgi, insanlık ve erdem var.
- Buna inanmam için onunla bizzat kendim konuşmalıyım.
- Bunu tavsiye etmem, aksi takdirde seni tamamen değiştirmesinden korkarım (seni materyalist inançtan koparıp Müslüman edebilir!)
- Hiç sanmam!Onunla konuşursam söylediklerinin doğru olmadığının anlaşılmasından korkuyorsun aslında!
- Madem böyle düşünüyorsun, git onunla konuş o halde! Ama elinden geldiğince dikkatli ol ve seni etkilemesine izin verme; söyleyeceklerini iyi hesaplayıp konuş, her kelimeyi ölçüp biç, fikrini kendi sözlerinle çürütecek şeyler söylememeye dikkat et!
Bu konuşmadan sonra İbni Ebil Avcâ, İmam’la görüşmek için bizden ayrıldı. Biraz sonra geri döndüğünde “Ey Mukaffa’nın oğlu!” dedi heyecan ve hayretle; “Sen onun insan olduğunu söylemiştin; ama ben onun bildiğimiz anlamda bir insan türü olmadığına kalıbımı basarım! Şu yeryüzü yuvarlağında; diledi zaman cismiyle yaşayan tek kişi varsa, odur!”
İbni Mukaffa şaşkınlıkla “Neden?” diye sordu, “Ne oldu ki?”
İbni Ebil Avca “Onun yanına gidip oturdum” dedi, “Etrafındakiler gidince, ikimiz kaldık, ben daha hiçbir şey söylemeden o konuşmaya başladı ve tavaf etmekte olanları göstererek “eğer” dedi “din konusu bunların dediği gibiyse ve Allah ve ahiret günü diye bir şey varsa; ki vardır ve haktır; o zaman onlar doğru yoldadır demektir. Bu durumda siz saadeti yakalamayacak ve helak olacaksınız! Yok, eğer sizin dediğiniz gibiyse; ki kesinlikle öyle değildir, zira Allah vardır ve kıyamet haktır; o zaman Müslümanlarla sizin durumunuz eşit demektir! (Yani ahirete inanan bir Müslüman için bu durumda da kaybedecek bir şey sözkonusu değildir. Çünkü farz-ı muhal; ahiret ve din hak olmaz ve bir hesap günü bulunmazsa dahi Müslümanların zarar edeceği bir şey olmaz ve bu durumda sizlerle aynı vaziyette olurlar!
Ben şaşkınlığımı gizlemeye çalışarak “Aman efendim, neler söylüyorsunuz?” dedim, “bizim inancımız… onların inancından farklı değil ki, biz de müslümanız!”
Adeta içimi okurcasına “Sizinle onların inancı aynı olur mu hiç?!”dedi, “Onlar kıyamete, ölümden sonra diriltileceklerine,hesaba çekileceklerine, Allah’ın ceza veya ödülüne mahzar olacaklarına, yani yaratıcılarının göğün sahibi olan Yüce Allah olduğuna ve göklerin ancak O’nunla mamur olduğuna inanıyorlar, oysa siz göğü, kimselerin bulunmadığı bomboş bir virane gibi görmektesiniz!”
İmam’ın Allah’tan sözetmesini fırsat bilerek kendi düşüncelerimi açıklayıp şöyle dedim: “Eğer mesele onların dediği gibiyse o zaman Allah neden kendisini açıkça kullarına gösterip onları ibadete davet etmiyor? Böylece kullar arasında da bu ihtilaflar ortadan kalkmaz mı? Neden kendisini kullarından gizleyip onlara peygamber gönderiyor?! Bizzat kendisi gelse, kulları üzerinde daha etkili olmaz mı?”
Ben susunca İmam (a.s) “Bunu söylerken haksızlık etmiyor musun?”diyerek şöyle ekledi: “Kudretini senin kendi varlığında apaçık göstermekte olan birinin, kendisini senden gizlediğini nasıl söylersin?! Daha önce var olmadığın halde varedilmen, küçükken büyümen, onca zayıflıktan sonra güçlenip serpilmen, sağlıklıyken hastalanman ve hastalandıktan sonra yine sağlıklı hale gelebilmen, öfkeden sonra sevinmen ve memnun olduğun bir zamanda öfkeye kapılabilmen, neşeden sonra üzüntü, üzüntüden sonra neşe duyabilmen, düşmanlıktan sonra dostluğun ve dostluğundan sonra düşmanlığın, azimli ve iradeliyken gevşeyip azmini yitirmen ve gevşekken azim ve irade bulman; bıkkınlıktan sonra ister, istedikten sonra bıkkın olman, isteksizlikten sonra eğilim duyman ve eğilimden sonra istek duyabilmen, umutsuzluğundan sonra umut ve umuttan sonra umutsuzluk yaşayabilmen, zihninde olmayan ve hatırlayamadığın bir şeyi hatırlayıp farkına varman ve zihninde var olduğu ve bildiğin bir şeyin zihninden silinmesi ve onu unutman”…
Evet; benim varlığımda olan ve inkar edemediğim ilahi yaratılışı ve Allah’ın kudretinin varlığımdaki iz ve etkilerini ard arda böylece sıralayıp durdu; öyle ki, bir an, Allah benimle onun arasında belirip âşikar olacak sandım!”[1]
2-Allah’a inanmayan Abdullah Deysani, İmam Sadık’ın (a.s) evine gitti ve ondan kendisine Allah’ın varlığını ispatlamasını istedi. İmam “Adın ne?” diye sorunca Deysani hiçbir şey söylemeden kalkıp gitti. Arkadaşları adını neden söylemediğini sorduklarında “Adımın Abdullah (Allah kulu) olduğunu söyleseydim, kulu olduğun şu Allah kimdir ki sen O’na kulluk etmedesin?diye soracaktı’ dedi.
Arkadaşları “Haydi tekrar ona git” dediler “Bu defa adını sormamasını iste ondan!”
Deysani onların söylediğini yapıp tekrar İmam’a gitti ve “Bana Allah’ı ispatla, ama ismimi sorma” dedi.
İmam (a.s) oturmasını söyledi.
İmam’ın (a.s) küçük çocuğu o sırada elindeki bir yumurtayla oynuyordu. İmam (a.s) çocuğun elindeki yumurtayı alarak Ey Deysani” buyurdu, “Bu, kalın kabuğu olan sağlan ve kapalı bir kaledir işte! Sağlam kabuğunun altında ince bir zar vardır, o ince zarın içinde eriyik halde saydam bir altınla, saydam bir gümüş, iç içe bulunur ki, asla birbirine karışmaz ve birbiriyle karışmadan öylece iç içe kalırlar! Ne sağlıklı bir şey içinden çıkıp sağlıklı ve sağlam olduğunu bize haber verebilir; ne de onu bozabilecek bir şey içine sızıp içindeki bir bozulmadan bizi haberdar edebilir!.. Erkek mi, yoksa dişi mi olarak yaratıldığı kesinlikle belli değildir! Şu haliyle yarılıp açılıyor ve içinden tavusî renkler çıkıveriyor… Bunca hayret verici özelliklerin, birisi tarafından yaratılmış olduğunu düşünmüyor musun?..
Deysani bir süre sustu ve düşünceye daldı; sonra başını kaldırıp “Şehadet ederim ki eşi ve benzeri olmayan Allah’tan başka ilah yoktur, şehadet ederim ki Muhammed O’nun kulu ve elçisidir, şehadet ederim ki siz insanlara Allah’ın hücceti ve imamısınız ve ben geçmişimden pişmanlık duyuyor ve tövbe ediyorum!”[2]
3-Hişam şöyle anlatır: Bir zındık, İmam Sadık’tan (a.s) bazı sorular sorup sonra da “Allah nedir?” diye sordu, İmam -s- şöyle buyurdu:
“O, her şeyden ayrı bir şeydir; bu kelimeyi kullanmaktan amacım ise bu sözü ispatlamaktır sadece ve O, gerçekten var olan bir şeydir; cismi olmaksızın,şekli olmaksızın, algılanmaksızın, duyulmaksızın,beş duyu yorganıyla hissedilmeksizin, düşünce ve hayale sığmaksızın; yokluk ve tükenişi olmadığı için O’ndan bir şey eksilmez, zamanın geçmesi O’nda hiçbir değişme yaratmaz!”
-Yani O’nun duyduğunu ve gördüğünü mü söylemek istiyorsunuz?
-Evet, O duyar ve görür; duymak için hiçbir uzvu olmaksızın “duyan” ve görmek için hiçbir aracı olmaksızın “gören”dir O! Bizatihi kendisi “duyar” ve “görür” dür; bunu söylerken. O’nunla “kendi”sinin iki ayrı şey olduğunu kastetmiyorum, bundan amacım teşbihte bulunup meselenin anlaşılmasını sağlamaktır. Binaenaleyh, diyorum ki O, bütün varlığıyla “duyar”dır ve bunu söylerken de O’nun varlığının “bütün”ü ve “parçaları” olduğunu kastetmiyorum; bu tabiri kullanarak senin meseleyi kavrayabilmeni amaçlamaktayım. Binaenaleyh zat ve manada hiçbir ihtilaf olmaksızın duyan, gören, bilen ve bilgi sahibi olandır O!..
halde nedir?
Rab ve mabuddur. O, Allah’tır. Rab ve Allah derken “r”, “a”, “b”, ve “a”, “l”,”a”, ve “h”, haflerini kastetmiyorum, bütün varlıkları yaratan, onları düzüp koşandır demek istiyorum ve bu harfleri kullanırken “Allah”, “Rahman”, “Rahîm”, “Azîz” ve diğer isimlerle anılan manadır;O, kendisine tapılan ilahtır, Aziz’dir ve Celil’dir, şânı pek yücedir!”
-Ama, düşünebildiğimiz her şey birer yaratıktır aslında!
-Eğer böyle olsa tevhide inanma yükümlülüğümüz kalkar, çünkü düşünüp akledemeyeceğmiz bir şeye karşı zaten sorumluluğumuz yoktur ki! Ancak, biz diyoruz ki duyu yoluyla düşünebildiğimiz ve duyuylay sınırlı olan ve duyularımızda bir benzerini tasavvur edebileceğimiz bir şekli olan şey mahluktur ve yaratılmıştır. Binaenaleyh varlığın yaratıcısını ispat etmek istiyorsak; Allah’a yakıştırılamaycak iki şeyden O’nun uzak olduğunu bilmemiz gerekir: Birincisi O’nun inkarıdır; O’nu inkar etmek, varlığını reddetmek demektir; ikincisiyse teşbih ve benzetmedir, zira benzeme, ancak aşikar ve görünür olan ve birtakım parça, bileşim ve terkiplerden meydana gelmiş bulunan “mahlukat”a mahsus bir özelliktir. O halde “yaratan” Yüce Allah’ın ispatı kaçınılmazdır, çünkü yaratıklar O’na muhtaçtır ve her şey “yaratılmış” olup, onları yaratan, onlardan tamamen farklı ve onların dışında bir şeydir, onlar gibi değildir. Çünkü onlar gibi olan şey, onlarda apaçık belli olan terkib ve karışımda da onlara benzeyecektir; daha önceden var olmamaları ve sonradan meydana gelen şeyler olmaları konusunda da ona benzer olacaktır, küçükken büyüme, siyahlıktan beyazlığa geçme, güçlüyken güçsüz) hale gelme gibi konularda onlara benzemesi gerekecektir ve bunlar gibi, mahlukata ait nice özelliklerde onlara benzemesi icabedecektir ki bütün bu özellikleri tek tek burada saymamıza gerek yok sanırım!..
-Allah’ı ispatlamamız halinde, gerçekte O’nun için belli bir sınır ve kısıt tanımış olmaz mıyız?
-Hayır, O’nun için asla bir kısıt ve sınır tanımış olmayız, yaptığımız şey O’nun varlığını ispatlamaktır sadece! İspatla red arasında hiçbir mertebe yoktur.
-O’nun varlığı var mıdır?
-Evet, varlığından başka şey ispat edilemez!
-Niceliği ve niteliği de var mıdır?
-Hayır. Çünkü nitelik ve nicelik sıfat açısındandır ve bir şeyin nitelik ve niceliğini beyan edebilmek için onu ihata etmek(her şeyiyle kavrayıp kuşatarak hakim olmak)gerekir. Oysa Yüce Allah’ın ispatında iki yolu bırakmak gerekir, biri O’nun varlığını reddedip yok olduğunu farzetmek, diğeri de O’nu başka şeylere benzetip diğer varlıklarla kıyaslamak (teşbih). Çünkü O’nu reddeden kimse, O’nun varlığını inkar etmiş, O’nu yok saymış ve ilahlığını görmezden gelmiş olur; O’nu başkalarıyla kıyaslayıp onlara benzetmeye çalışan kimse O’nu,ilahlık ve yaratıcılığa layık olmayan “yaratılmış”ları sıfat ve özelliklerine sahip bir şey olarak ispatlamış olur. O halde O’nda; O’nun dışında hiçbir şeyde olmayan bir nitelik vardır, kimsenin ihata edemeyeceği ve kendisinden başka hiç kimsenin bilemeyeceği bir niteliktir bu.
-O kendi varlığını eşyaya karıştırarak diğer varlıklarla birlikte bir şey yapar mı?
- O başka varlıklarla karışmak ve onlarla birlikte olarak bir şeyler yapmaktan münezzehtir. Çünkü bu, yaratılmışların bir özelliğidir, ancak başka şeylerle karışıp onlarla kendi varlıklarını temas haline getirerek –ör:uzuvları ve vücutlarıyla-iş yapar, bir şeyi gerçekleştirirler. Oysa Yüce Allah’ın iradesi ve meşiyyeti her şeye nüfuz etmiş olup her şeye hakimdir; istediği her şeyi –sadece iradesiyle- yapar[3]
_________________
[1] -Usul-i Kâfi 1/74, Tevhid kit. 2. hadis
[2] -a.g.e 1/79, 4. hadis
[3] -a.g.e 1/83 6. hadis
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

Mufazzaal’ın Tevhid Risalesi

Bu risale insanın ve evrenin yaradılışı, Yüce Allah’ın ispatı, O’nun ilim, kudret ve hikmeti gibi konularda çok değerli bilgiler içeren bir eserdir; İmam Sadık bunları dört oturumda Mufazzal’a anlatmış, o da İmam’ın müsaadesiyle bunları yazıp bir araya getirmiştir.
Allame Meclisi ve diğer bazı büyük alimler tarafından tercüme edilip basılan bu değerli eser[1] her kesimden insan için fevkalade faydalı olup Yüce Allah’ın ayet ve hikmetleri üzerinde tefekkür edip “tevhid”e kafa yoran herkes için faydalı olabilecek ve zevkle mütalla edilecek bir eserdir.
Seyyid b. Tavus,”Keşf’ul Muhacce” adlı eserinde oğluna bu kitabı mütalaa etmesini tavsiye etmekte[2] ve bir başka yerde de “Yolculuğa çıkan kimsenin mutlaka yanında bulundurması gereken kitaplardan biri Mufazzal’ın Tevhid’idir” demektedir[3]
Bu değerli eseri kısaca tanıttıktan sonra bazı bölümlerinden özetle iktibasta bulunmamızın faydalı olacağı inancındayız:
“… Bir gurup vakti Mescidunnebi’de oturmuş hz. Resulullah’ın (s.a.a) büyüklüğünü düşünüyor ve Yüce Allah’ın ona ne kadar büyük bir onur, izzet ve iftihar nasib etmiş olduğu üzerinde tefekkür ediyordum. Bu sırada, o zamanın ünlü dinsizlerinden olan İbni Ebil Avcâ mescide girip, sesini duyabileceğim bir yerde yakınıma oturdu. Çok geçmeden arkadaşlarından biri çıkageldi ve onun yanına oturdu. İkisi de, hz. Resulullah’la (s.a.a) ilgili şeyler konuştular. Bu konuşmanın ardından,söz evrenden ve yaratılıştan açıldı; evrenin hiçbir yaratıcısı olmadığını,doğada her şeyin kendiliğinden meydana geldiğini ve bunun öteden beri böyle gelmiş ve böyle de gidecek olduğunu söylediler!
Allah’ın rahmetinden uzak kalmış bu iki kişinin saçmalıklarını duyunca kendime hakim olamayıp “Ey Allah’ın düşmanları!” diye haykırdım, “Sizi en iyi şekilde yaratan ve çeşitli evrelerden geçirerek şimdiki halinize gelmenizi sağlayan Rabbinizi inkar edip dinden çıktınız ve zındık oldunuz! Biraz olsun kendi yaradılışınıza bakar ve duyum ve hislerinize kulak verirseniz Yüce Allah’ın sayısız delillerini bizzat kendi varlığınızda görecek, O’nun kudret, ilim ve hikmetinin delillerinin kendi varlığınızda bulunduğunun farkına varacaksınız!
İbni Ebil Avca “Behey adam!” dedi, “Eğer sen kelamcılardan (çeşitli inançlar konusunda bilgili olup iyi tartışabilenlerden) isen seninle onların yöntemiyle konuşurum, bu durumda bizi ikna edersen sana uyar, dediğini yaparız; eğer onlardan değilsen seninle muhatap olmamızın bir faydası yok!
Ama, eğer Cafer bin Muhammed Sadık’ın (a.s) izleyicilerinden isen bilesin ki o bizimle asla böyle konuşmaz ve bu şekilde hakaret etmez bize! Senin bu duyduklarını defalarca bizden duymuş, ama bize asla hakaret etmemiş ve cevabımızı verirken haddi aşmamıştır o…O sakin, sabırlı, metin ve pek akıllıdır, asla öfke ve kızgınlığa kapılmaz, asla kontrolünü kaybetmez!.. Bizim sözlerimizi ve delillerimizi sabırla dinler; aklımıza gelen her şeyi söyleriz ve tam onu altettiğimizi sandığımız bir sırada kısa bir cevap ve az bir sözle bizim bütün delillerimizi çürütüp inandığı gerçeği bize ispatlar ve ona verecek cevap bulamayız. Şimdi, eğer onun ashabından isen ona yaraşır şekilde konuş bizimle!
Üzgün bir şekilde camiden ayrıldım; İslam ve Müslümanların bu dinsiz ve zındıkların zihinlerde yarattığı şüphelerden ne zararlar çektiğini düşünüyor, kendi yaratıcılarını inkar etmelerine içerliyordum. Çok sevdiğim İmam Sadık hazretlerini (a.s) ziyarete gittim, beni görür görmez “Neyin var?” diye sordu, o dinsizlerden duyduklarımı anlattım. Şöyle buyurdu:
“Dünyanın, hayvanların, yırtıcıların, böceklerin, kuşların; insandan dörtayaklılara varıncaya kadar bütün canlıların, bitkilerin, meyveli ve meyvesiz ağaçların, yenir ve yenilmez bitkilerin yaradılışında Yüce Allah’ın takdir ettiği hikmetlerden bir kısmını anlatacağım sana; ibret almak isteyenler bunlardan ibret alacak, müminlerin ilmi ve marifeti artıp pekişecek, kafirlerle dinsizler şaşkınlık içinde kalacak, söyleyecek söz bulamayacaklardır, yarın sabah buraya gel”.
Bu muazzam bir fırsattı, sevinçten ne diyeceğimi bilemiyordum, eve gidip sabırsızlıkla bekledim, o gece çok uzun geldi bana…

1.Oturum

Sabahleyin İmam’ın (a.s) evine gittim, izin isteyip ayakta bekledim, İmam’la birlikte bir odaya geçtik, oturur oturmaz “Mufazzal” buyurdu, “Galiba dün gece bitmeyecekmiş gibi gelmiş sana…
Hayretle, “evet efendim” dedim ve İmam (a.s) konuşmasına başladı:
“Ey Mufazzal! İlk olarak Allah vardı ve O’ndan önce hiçbir şey yoktu. O bâkidir ve varlığının sonu sınırı yoktur. Hamd ve övgü sadece O’na mahsustur; bize ilham lütfunda bulundu; hamd ve sena O’na hastır, ilimlerin en yüce mertebesi ve onurun zirvesini bize lütfetti ve tüm yarattıkları arasında bizi ilmiyle seçkin kıldı ve hikmetiyle, bizi onlara şahid kıldı.”
(Mufazzal, söz buraya gelince, bunları yazmak için İmam’dan izin istediğini, onun da izin verdiğini ve kendisinin bunları yazdığını söyleyerek İmam’ın (a.s) sözlerini şöyle sürdürdüğünü anlatır:
“Ey Mufazzal! Evrenin yaratıcısının varlığında şüpheye düşenler, kainattaki şaşırtıcı gerçeklerden habersizdirler, Yüce Allah’ın denizdeki, karadaki ve havadaki mahlukatıyla ilgili hikmetlerini idrak etmekten aciz bir zekaları vardır. Bilgi ve düşüncedeki zayıflıkları nedeniyle inkar yoluna gitmiş, basiretlerinin zayıflığı nedeniyle inatlaşma ve yalanlama hatasına düşmüşlerdir. Derken, işi inkara kadar vardırmış ve mahlukatın belli bir yaratıcısı yoktur” diyecek raddeye gelmişlerdir.Şu kainatın belli bir yaratıcısı olmadığı ve olayların belli hesap, ölçü, hikmet ve tedbirlerle vuku bulmadığı iddiasına girişmişlerdir.
Yüce Allah, onların vasıflandırdığından çok daha öte ve yücedir; Allah onları rahmetinden uzak kılsın, bunca açık ve net hakikati bırakıp da nerelere gitmekte bunlar?
Sapma, körlük ve şaşkınlıkta; tıpkı gayet mamur ve dayalı döşeli mükemmel bir binadaki körlere benziyor halleri… En güzel halıların döşendiği, akla gelebilecek her nevi yiyecek, içecek, giyecek ve kısacası insanoğlunun ihtiyaç duyabileceği her şeyin bulunduğu, her şeyin en doğru şekilde ve en ince hesaplarla temin edilip yerli yerine konulduğu böyle bir binada o körler dilediklerince dolaşma serbestisine sahipler… İstedikleri gibi gidip geliyor, ama kör oldukları için ne odaları ne de içindekileri göremiyorlar ve bilemiyorlar…Bu arada elleri ayakları bir şeye takılacak olsa; o şey aslında tam olması gereken yere konulmuş olduğu halde onlar bunu bilmedikleri ve ona hiçbir ihtiyaçları olmadığını sandıkları ve onun ne amaçla orada bulunduğunu bilmedikleri için, bu cehaletlerinden dolayı sinirlenip binaya da, binayı inşa edip döşeyene de küfrü basıyorlar…
Evet, kainatın yaratıcısının mükemmel yaratışından bihaber olup varlık alemindeki muazzam tedbir ve kemali inkar edenler tıpkı o körler gibidir. Zira bu inkarcıların zekası yaratılan şeylerin sebep, fayda ve niteliğini kavrayıp anlayamadığından bu dünyada şaşkın ve cahilce gezinip durmakta; yaradılış düzenindeki muazzam tertip, disiplin, sağlamlık, güzellik ve yerindeliği idrak edemediklerinden dolayı, sebebini bilmedikleri ve neye yaradığını anlayamadıkları bir şeyle karşılaştıklarında sövüp saymakta, inkarcılığa gitmekte ve o güzellik ve kemali bir hata ve gereksizlik sanmaktadırlar!”
İmam (a.s) 1. oturumunda insanın yaradılışı ve bu yaradılıştaki çeşitli hikmetleri etraflıca anlatarak Allah’ın nimetlerine değiniyor. Bu geniş bahsi bu özetle kapatarak, 2. oturuma geçiyoruz:

2.Oturum

Ey Mufazzal! Hekîm ve kadîr olan Allah’ın tedbiri üzerinde düşün… Yırtıcı hayvanlarla av hayvanlarına bir bak… Onlara nasıl keskin ve sivri dişler verdiğini, sağlam ve sert pençeler ve büyük ağızlar verdiğini ve bunların, onların dünyasıyla ne kadar uyumlu ve yerinde olduğunu gör… Keza, etobur olan avcı kuşlara gayet uygun gagalar ve pençeler vermiştir…
Eğer Yüce Allah –cc- otla beslenen hayvanlara bu pençeleri vermiş olsaydı, ihtiyaçları olmayan bir şey vermiş olacaktı onlara, çünkü onlar avlanmaz ve et de yemezler!Yırtıcı hayvanlara da geniş tırnak vermiş olsaydı onlara hiç yaramayacak ve avlanmak için ihtiyaçları olan silahı –pençe- onlardan esirgemiş sayılacaktı!
Yüce Allah’ın bu iki tür hayvan grubuna onların yaşamlarını sürdürebilmeleri için en uygun şeyleri verdiğini ve her birini, ihtiyacı olan şeyle donattığını gömez misin?..
Dört ayaklı hayvanların yaradılışına bak ve dünyaya geldikten hemen sonra enelerinin peşinden nasıl gittiklerini ve insan yavrusu gibi tutulup kaldırılmaya, eğitilip yetiştirilmeye hiç ihtiyaçları olmadığını gör… Çünkü insan annesinin çocuk eğitimi ve bakımı konusundaki bilgisi ve keza bunları yerine getirebilmek için gerekli olan geniş avuçlu ve uzun parmaklı eller gibi gereçlere; dört ayaklı hayvanların anneleri sahip değildir. Bu nedenledir ki Yüce Alla, dört ayaklı hayvanların yavrularına, dünyaya gelir gelmez, hiçbir eğitimci ve bakamcıya gerek kalmaksızın büyüyüp gelişmesini ve kendisi için en doğru olanı yapabilecek kapasiteye kavuşarak kemale ermesini mümkün kılmıştır.
Tavuk, keklik, sülün vb. türden birçok kuşun civcivleri yumurtadan çıktıktan birkaç saat sonra yürümeye ve yem arayıp yemeye başlar. Yumurtadan çıktıktan sonra bu kabiliyeti taşımayan ve büyüyüp gelişmesi zaman alan güvercin türü zayıf kuşların civcivleri içinse Yüce Allah başka bir tedbirde bulunmuş ve onların annelerine civcivlerine karşı daha fazla şefkat ve sevgi duygusunun yanı sıra bir de kursak vermiştir, güvercin, kursağında biriktirdiği yemi getirip yavrusunun ağzına döker ve kanatlanıp yuvadan uçuncaya kadar onu böylesine sevgiyle besler… Bu nedenle de Yüce Allah, bu tür kuşlara,tavuk türlerindeki gibi fazla civciv vermez; böylece güvercin, az sayıdaki civcivlerini besleyebilir ve yavrularının telef olmasını engeller… Gürdüğün gibi, Allah Teala her biri için gerekli en uygun tedbiri takdir etmiş, onları en güzel yaradılışla yaratmıştır.

3. Oturum

…Sesler, bazı cisimlerin havadaki sürtüşmesi sonucu meydana gelir ve hava, bu sesleri bizim işitme duyumuza ulaştırır. İnsanlar bütün gün boyu, hatta gecenin belli bir kısmını konuşmakla geçirmektedirler. Bütün bu sesler ve konuşmalar havada kalacak olsaydı insanların durumu çok zor olur, muhtemelen kağıttan çok, havayı değiştirmek veya hava üretmek zorunda kalırlardı, çünkü konuşurken kullanılan kelimeler ve sesler, yazılanlardan çok daha fazladır. Binaenaleyh Yüceler Yücesi bilge ve hekim olan Allah; havayı görünmeyen yumuşacık bir kağıt gibi yaratmıştır; sesler ve konuşmalar bu hava sayesinde bize ulaşmakta, sonra da bu ses ve konuşmaların havadaki izleri silinmekte ve hava tekrar yeni sesleri kaydedebilecek beyaz bir kağıt gibi yepyeni olmakta ama bu işlem nedeniyle asla yıpranıp eskimemektedir!
Hikmetleri üzerinde düşünecek olursan, ibret almak için sırf şu hava bile yeter aslında! Çünkü her şeyden önce, vücudun yaşamasanı sağlar; havayı içine teneffüs edip alman diri kalmana; aldığın havayı geri boşaltman da vücudunun sıhhat bulmasına yarar. Hava sesleri uzaklardan taşıyıp getirir, güzel kokuları dört bir yana ulaştırır; rüzgarın estiği
taraftan daha fazla ses ve güzel kokular geldiğini görmez misin? Keza, dünyanın düzen ve maslahatında etkin faktörler olan sıcaklık ve soğukluğu taşıyan da, yine havadır”.
“… Bilge ve hikmet sahibi Yüce Allah’ın, çeşitli ağaç türlerindeki muazzam yaradılış sırlarında tefekkür et… Ağaçlar yılda birkez ölürler; ama onlara hayat veren içgüdüsel ısıları içlerinde gizli kalır ve meyveler için gerekli hammaddeleri üretmeye başlayıp hazırlar ve bahar gelince tekrar dirilip hareketlenir ve türlü meyveler sunar sana…Her meyve, kendine has belli bir zamanda hazırlanıp sunulur; misafirlikte leziz yiyecek ve tatlıların belli aralıklar ve özel zaman aralarında takdim edilmesi gibi tıpkı.. Tomurcuğa duran ağaçların ellerindeki hediyeleri sana nasıl cömertçe takdim ettiğine bak… Bağlarda bahçelerde güzelim güllerle reyhanların, nesrinlerin (fulya), yasemenlerin adeta dilediğini kopar dercesine sana enasıl ellerini uzattıklarını gör…
Ey insan!Eğer aklın varsa neden kendi haddini bilmezsin sen? Zekan varsa eğer, bunca nimeti sana lütfeden velinimetini neden tanımaz, O’na neden teşekkür etmezsin?.. Bağlarda, bostanlarda, dağlarda vadilerde senin için bunca yiyecek, içecek, meyve, türlü sebzeler ve rengârenk çiçekler hazırlayıp sunan Rabbine şükredip teşekkürde bulunacağına neden O’na isyan etmekte, bunca lütuf ve bağışını görmezden gelip inkara kalkışmakta ve O’nu tanımazdan gelmektesin?!..
Şu narda gizli olan o sırlara ve suçları bağışlayıcı Yüce yaradan’ın onu nasıl yarattığına bir baksana! Narın aralarında içyağından minik tepecikler kurmuş, o tepeciklerin dört bir yanına nar tanelerini inciler gibi birbirine yapıştırmıştır… O tanelerin adeta elle ve özenle yan yana dizildiğini sanırsın… Taneleri birkaç bölüme ayırmış ve her bölümü de bir zarla örtmüştür, bu zar o kadar ince ve hassastır ki insanın aklını hayran bırakır… Bunların hepsini de kalınca ve sağlam bir kabukla örtüp korumuştur. Bu dakik ve hassas yaradılışta, fevkalade şaşırtıcı incelikler vardır; narın içi sadece tanelerle dolu olsaydı o tanelerin beslenebilecekleri bir yol yoktu, bu nedenle o içyağı gibi kabukları tanelerin arasına yerleştirmiş ve taneleri bunların üzerine ekmiştir, işte bu yolla o taneler beslenebilmektedir. Bu zarif tanelerin bozulup çürümemesi için de, narın içindeki o ince zarları perde gibi, tanelerin üzerine çekmiştir; tanelerin sıcağa, soğuğa, güneşe vb. dış etkenlere karı korunarak taptaze kalabilmesi için de, daha kalın ve ilginç yapıya sahip bir başka sağlam kabuğu da hepsinin üzerine gerip onları korumuştur. Bütün bu saydıklarım,narın yaradılışındaki şaşırtıcı sayısız hikmet ve inceliklerden sadece birkaçıdır…

4. Oturum

… Şimdi; bazı cahillerin Yüce Allah’ı, onun yaratışını, takdir ve tedbirini inkar için bir vesile olarak kullandığı ve gerçekleşmelerinin hiçbir hikmet ve geçerli nedene dayanmadığını zannettikleri doğal felaketlerle hastalıklardan sözedelim biraz… Kolera, veba ve benzeri türlü salgın hastalıklarla, ekinleri ve meyveleri telef eden dolu ve çekirge akını gibi felaketler… Bunlara cevap açıktır: Şu evrenin ve dünyanın işlerini düzenleyen belli bir yaratıcısı olmasa, bu tür bela ve felaketler böyle ara-sıra değil, daima ve çok daha fazla vuku bulurdu ve mesela göklerin ve yerin düzeninin bozulması, yıldızların yeryüzüne düşmesi veya bütün yeryüzünün suların altında kalması veya güneşin bir daha doğmaması, pınarların kuruması ve su kaynaklarının tamamen tükenip yeryüzünün susuz kalması veya havanın hareketini yitirmesi ve hiç rüzgar esmemesi veya her şeyin çürüyüp bozulması, denizlerle okyanusların kabarıp yeryüzündeki bütün canlıları yutması gerekirdi… Keza, veba ve çekirge akını gibi şu doğal afetler ve salgın hastalıkların kısa bir süre vuku bulması, sürekli ve kalıcı olmaması, sadece bazı zamanlarda meydana çıkarak çabucak çekilmesi ve bütün dünyayı bir anda mahvedecek kadar sürmemesi bir tesadüf müdür sahi?!..
Böylesine büyük ve hepten yokedici afetlerden dünyanın korunduğunu görmez misin? Sadece bazı zamanlar insanların kendisine gelmesi ve korkup kendilerine bir çeki düzen vermeleri ve ibret almaları için vuku bulmakta, sonra da çabucak bitmekte ve bitişi bir rahmet olmaktadır.
İnsanların başına gelen tatsız olaylarla felaketler konusunda dinsizler “Eğer dünyanın şefkatli ve merhametli bir yaratıcısı varsa bu felaketler ne demek oluyor?”diye sorarlar. Bunlar, insanoğlunun dünyadaki rahat yaşamının hep öyle sürmesi ve hiçbir zaman zorluk ve sıkıntı yaşamaması gerektiğini zannederler… Oysa eğer böyle olsa ve insanoğlunun yaşamı sıkıntı, zorluk ve felaketten kesinlikle arıtılmış bulunsaydı; insanlardaki bozulma, ahlaksızlık ve şerler o kadar artardı ki ne dünyaları kurtulurdu ne ahiretleri… Nitekim nâz-u nimete kavuşan ve her türlü refah içinde rahat bir hayat sürdürenlerden bazıları öylesine kendilerini kaybedip küfrana batıyorlar ki adeta insan olduklarını, Allah’ın kulu olduklarını unutuyor ve sıkıntı, zorluk ve felaket denilen şeylerin birgün onların da kapısını çalabileceğine ihtimal dahi vermez oluyorlar ve neticede hiçbir zayıfın elinden tutmaz, yoksula yardım etmez, hiçbir zavallıya acımaz, düşenin elinden tutmaz, acısı olan birinin acısını paylaşmaz, kimseye acımaz ve kimseyi umursamaz bir hale geliveriyorlar!..
Ama insanlar bir sıkıntıya düştükleri, acı çektikleri veya bir derde müptela oldukları zaman cahil ve gaflet içindekiler çoğu uyanıp kendisine geliyor ve işledikleri birçok günah ve hatadan dönüveriyorlar…
Bu bela ve acıların hiç olmaması gerektiğini düşünen ve bunlardan hoşlanmayanlar aslında tıpkı tatsız ve acı ilaçları içmekten rahatsız olan ve kendileri için zararlı, ama pek sevdikleri lezzetli şeylerden mahrum bırakılmalarına öfkelenen çocuklar gibidirler; okula gitmeyi,ders çalışmayı hiç sevmez, bütün gün oynayıp boşuna vakit geçirmeye bayılır, diledikleri her şeyi yapmak, canlarının çektiği her şeyi yiyip-içmek isterler… Oyun ve serserilikle vakit geçirmenin dinleri ve dünyaları için ne kadar zararlı olduğunu; lettezli ama zararlı yiyecek ve içeceklerin onları ne gibi hastalıklara düşürebileceğini, okuyup tahsil etmenin, ilim ve edep öğrenmenin kendilerine nasıl güzel bir gelecek hazırlayabileceğini, acı da olsa gerekli ilaçları kullanıp diğer lezzetlerden perhizde bulunmanın sıhhat ve şifayla sonuçlanacağını bilmez, idrak edemezler…
Nice dertler vardır ki, huzur ve mutluluktur sonrası… Nice acılar vardır ki pek tatlı sonlar getirir beraberinde...[4]
_________________
[1] -Aliasker fakihi’nin özet tercümesi defalarca basılmıştır.
[2] -Keşf’ul Muhacce s:9
[3] -Aman-ul Aktar s:78
[4] -aynı adlı eser, tercüme: Allame Muhammed Bâkır Meclisi –ra- den iktibas ve Bihar 3/138
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

Gayb Dünyasıyla İrtibat

Hz. Resulullah’ın (s.a.a) hak vasiyleri ve onun Allah vergisi ilminin hak vârisleri olan Ehl-i Beyt imamları (a.s) Yüce Allah’ın resullerine ve kimi evliyasına bağışlamış olduğu bazı nadîde özelliklere sahiptirler. Bu özelliklerden biri de, gayb alemiyle irtibatlılı olma ve hayalle vehmden tamamen uzak olan ve tıpkı peygamberlerin vahyi gibi her nevi yalan ve sahtekarlıktan beri bulunan özel gayb ilimlerine vukuftur. Ancak, şu noktayı hemen belirtelim ki hz. Resulullah’ın (s.a.a) vasiyleri olan Ehl-i Beyt’inin imamları (a.s) peygamber değildirler ve asla yeni bir din getirmemişlerdir; bilakis onlar, peygamberler zincirinin son mübarek halkası olan hz. Resul-ü Ekrem’in (s.a.a) getirmiş olduğu din-i mübin-i islamın en sâdık savunucuları olmuş ve İslam ümmetine liderlik ve imamet etmişlerdir. Hz. Resul-ü Ekrem’in (s.a.a) şu hadis-i şerifi, onların mezkur konumunu en güzel ibareyle açıklamaktadır: “Ya Ali! Harun (a.s) Musa’ya (a.s) ne menzildeyse –konumdaysa- sen de bana o menzildesin, sadece şu farkla ki; benden sonra peygamber yok!”
İslamî rivayet ve kaynaklarda Ehl-i Beyt imamlarının (a.s) doğaüstü ilimleriyle ilgili sayısız olaylar ve örnekler kayıtlıdır; garazı olmayan bilinçli hiçbir müslüman, onların bu özelliğinden şüphe taşımamış ve o büyük velilerin, derin ilahi bilgiyle donatılmış oldukları gerçeğini teyid etmiştir; nitekim gerekli gördükleri zaman insanların hidayete kavuşması amacıyla gaybî bilgilerinden bir nebzesini âşikar ettikleri bilinmektedir.
Burada, İmam Sadık’ın (a.s) genellikle toplumdan saklamayı tercih ettiği özel bilgi ve gaybî ilmiyle ilgili birkaç örnek aktarmamızın yeterli olacağını sanıyoruz:
1-Zeyd b. Ali (a.s)nin şehadetinden sonra büyük oğlu Yahya gizlice İran’a gitti ve bir süre sonra İran’ın doğusunda bir grup müslümana liderlik ederek zalim Emevî halifesine karşı kıyama girişti, zulüm düzeniyle yiğitçe çarpıştı ve kahramanca şehid düştü. Babası Zeyd gibi onun da mübarek na’şını darağacına astılar; yıllarca darağacında asılı kalan na’şı, Ebu Müslim’in kıyamından sonra onun tarafından darağacından indirilip saygıyla toprağa verildi…
Yahya’nın Horasan’a doğru gittiği günlerde, hac yolculuğundan dönmekte olan ve Medine’de İmam Sadık’la (a.s) görüşmüş bulunan Mütevekkil b. Harun adlı bir şia Müslüman, yolda Yahya’yla karşılaştı, Mütevekkil, selamlaştıktan sonra aralarında şu konuşmanın geçtiğini anlatır:
-Ey Mütevekkil, nereden geliyorsun?
-Hac’dan…
-Ailem, amcaoğullarım ve İmam Sadık’tan ne haber?
(Olanları anlattım ve babası Zeyd’in şehadetinin herkesi hüzne boğduğunu söyledim, onaylarcasına başını sallayarak şöyle dedi:)
-Amcam Muhammed . Ali (İmam Bâkır (a.s)) babama akibetinin nasıl olacağını ve başına neler geleceğini söylemişti… Sahi, amcaoğlum Cafer b. Muhammed’i (a.s) gördün mü?
-Evet
-Benim hakkımda bir şey söyledi mi?
-Evet
-Ne söylediğini anlatır mısın?
-Ne diyeceğimi bilemiyordum… Üzgün bir şekilde:
-Ondan duyduklarımı size anlatmam çok zor! dedim.
-Benim ölümden korktuğumu mu sanıyorsun? dedi kırgınca, İmam’ın (a.s) benim için ne söylediğini bilmek istiyorum!
-Babanız gibi sizin de şehid edileceğinizi ve tıpkı onun gibi na’şınızın asılacağını haber verdi…
Yahya; Mütevekkil’le biraz daha sohbet eder ve sonra yanındaki Sahife-i Seccadiye nüshasını Mütevekkil’e emanet ederek onu Medine’ye götürmesini ve oradaki bir yakınına vermesini tembihler ve
-Vallahi!der, Amcaoğlum İmam Sadık (a.s) şehid düşeceğimi haber vermemiş olsaydı benim için çok değerli olan bu Sahife-i Seccadiye nüshasını sana emanet etmezdim! Ama onun verdiği bir haberin hak olduğunu bilirim ben; çünkü bu tür haber ve bilgiler atalarından (a.s) ulaşmıştır ona![1]
Çok geçmeden İmam Sadık’ın (a.s) önceden haber verdiği olay vuku buldu ve her şey tıpkı onun söylediği gibi oldu!
2-Safvan bir Yahya şöyle anlatır: Cafer b. Muhammed b. Eş’as bir gün bana “Aramızda pek bahsi edilen bir mevzu olmadığı ve hakkında başkalarının bildiği şeyleri biz bilmediğimiz ve başkaları kadar tanımadığımız halde, neden şii olduğumuzu biliyor musun?”diye sordu, bilmediğimi söyleyince şöyle anlattı:
Bir gür Mansur Devaneki babamdan çok özel bir görev için becerikli ve güvenilir bir adam istedi, babam dayısını önerdi ona. Mansur, babamın dayısını çağırtıp yüklüce bir para veriyor ve bu parayla Medine’ye gidip Abdullah b. Hasan bin’el Hasan ve aralarında Cafer b. Muhammed’in de bulunduğu akrabalarıyla görüşmesini, onlara kendisinin Horasan’dan gelen bir garip olduğunu, orada çok güvenilir şialarının bulunduğunu ve onlara para gönderdiğini söyleyip bu paraları belirlendiği meblağlarda aralarında paylaştırmasını ve parayı aldıklarına dair de onlardan kendi el yazılarıyla birer makbuz almasını istiyor. Babamın dayısı söyleneni yapıp bir süre sonra geri dönüyor, Mansur onu çağırtıp yaptıklarını anlatmasını isteyince “Hepsiyle görüşüp paraları da söylediğiniz üzere onlara verip makbuz da aldım”diyor, “Ancak, sadece Cafer b. Muhammed hariç… Mescid’unnebi’de namaz kılıyordu, arkasında oturup namazını bitirmesini bekledim, namazını bitirince daha ben ağzımı açıp tek kelime etmediğim halde o adeta aklımdan geçenleri okurcasına bana dönüp “Allah’tan kok!” dedi, “Peygamberin Ehl-i Beyt’ini (a.s) aldatmaya kalkışma ve Mansur’a da Allah’tan kormasını ve Ehl-i Beyt’e (a.s) oyun oynamaktan vazgeçmesini söyle!”
Ben olayı bilmiyormuş gibi davranarak “Anlayamıyorum efendim, ne demek itiyorsunuz?” diye sorunca beni yakınına çağırdı ve sizinle aramızdaki gizli konuşmaları ve bana verdiğiniz görevi en ince ayrıntılarıyla anlattı, duyduklarıma inanamıyordum, o sırada sanki bizim yanımızdaymış gibiydi!...”[2]
3-Ebu Basir anlatır: İmam Sadık’ın (a.s) huzurundaydım, Mualla b. Hınis’ten söz açıldı, İmam “Ey Ebu Basir” dedi, “Mualla hakkında sana söyleyeceklerim var, şimdilik gizli kalsın!”
“Başüstüne efendim, gizli kalır!” dedim, bunun üzerine “Mualla” buyurdu, “Davud . Ali’nin onun başına getireceği şey vuku bulmadan kendisi için takdir edilen yüce makama ulaşamayacaktır!”
Davud’un ona ne yapacağını sordum, “Onu çağırtıp boynunu vurduracak” buyurdu “Bununla da yetinmeyip onun cansız vücudunu darağacında sallandıracak ve bu iş gelecek yıl vuku bulacaktır!”
Bir yıl sonra Davud b. Ali Medine valiliğine atandı ve ilk işi Mualla b. Hınis’i çağırmak oldu; ondan İmam Sadık’ın (a.s) şialarının isimlerini vermesini istedi, Mualla boyun eğmeyince onu öldürtmekle tehdit etti. Mualla “Beni ölümle mi tehdit ediyorsun be adam!” diye haykırdı “İmam Sadık’ın şialarını hemen şuracıkta, elimin altında olsalar da söylemen sana! Beni öldürmen durumunda ise beni mutlu, kendini de yazık etmiş olursun!”
Davud onu şehid etti[3]
4-Ali b. Hamza anlatır: Emevi devletinin memurlarından bir gençle arkadaştım, kendisini İmam Sadık’la (a.s) görüştürmemi rica etti, onu İmam’a götürdüm “Canım size feda olsun” dedi “Ben Emevilerle çalışıyorum ve bu yoldan epey de para kazandım”
İmam (a.s) onunla biraz konuştu, dedikleri özetle şuydu “Emevilerin sizin gibi adamları olmasa bizim hakkımızı böyle ayaklar altına alamazlardı; eğer başkaları onlara yardım etmeyip onları yalnız bıraksalardı hiçbir şey yapamazlardı!”
Genç adam “Canım efendim” dedi, “Benim için bir kurtuluş yolu var mıdır?”
-Evet! Söylersem yapacak mısın?
-Tabii!
-Bu yolda kazandıklarını asıl sahiplerine ver, sahiplerini tanımadığın miktarları da sadaka olarak ver. Bunu yapabilirsen ben de seni cennetle müjdeler, bunu garantilerim!
Genç adam başanı yere eğip biraz düşündükten sonra
-Canım size feda olsun, dedi , söylediğiniz gibi yapacağım!
Bu genç, bizimle Kufe şehrine geldi ve nesi var nesi yoksa, hatta elbiselerini bile sahiplerine geri verdi, sahibini bulamadıklarınıysa sadaka olarak bağışladı. Kısa zamanda o kadar yoksullaştı ki biz ona elbise alıp geçimini sağlar olduk. Birkaç ay sonra hastalandı, onu ziyarete gittiğim günlerden birinde, durumunun pek ağır olduğunu gördüm, can vermek üzereydi, güçlükle gözlerini açıp bana baktı ve “İmam Sadık (a.s) verdiği sözü tuttu, vallahi ahdini yerine getirdi!” dedi ve can verdi.
Onu toprağa verdikten kısa bir süre sonra Kufe’den döndüm, İmam’a (a.s)uğrayıp kendisini gördüm, beni görür görmez “Andolsun ki o gence verdiğim söz yerine getirildi ve ben ahdime vefa ettim”dedi!
Hayretten ne diyeceğimi şaşırmıştım “Canım size feda!”dedim “Doğru söylüyorsunuz! O da aynı şeyi söyledi çünkü bana!”[4]
5-Sedir S-eyrefi şöyle anlatır: İmam Sadık için (a.s) emanet edilen bir para benim yanımdaydı, emaneti verirken Şiilerin Ehl-i Beyt imamları (a.s) hakkında anlattıklarının doğru olup olmadığını anlamak için 1 dinarını vermeyip sakladım. İmam (a.s) hemen “Ey Sedir” dedi “Emanetin hepsini vermedin, ama bunu bizden koptuğun için de yapmış değilsin!”
“Canım size feda! Mesele nedir, ne oldu ki?” diye sordum, “Bizi denemek için emanetten birazını alıkoymuşsun!” buyurdu
“Canım size fada!” dedim “Doğru söylersiniz! Şiilerinizin sizin için söylediklerinin hak olduğuna bizzat tanık olmak istedim”.
“Gerekli her şeyi bizim bildiğimizi bilmez misin?”buyurdu “Peygamberlerin ilmi bizim yanımızda mahfuz olup hepsi bizde toplanmıştır; bizim ilmimiz peygamberlerin ilmidir!”[5]
_________________
[1] -Muhtehiy’ul Âmal, İmam Seccad’ın –s- hayatı bölümünde Yahya b. Zeyd’in maktali ve Sahife-i Sahife-i Seccadiye’nin mukaddemesinde
[2] -Kafi 1/475, Besair-udderecât, s:245 ve Menakıb 4/220, bihar 47/74 ve Haraic-i Ravendi’den iktibasla
[3] -Bihar 47/129, Menakıb 4/225
[4] -ae 47/138, ae 4/130
[5] -Menakıb 4/227, bihar 47/130
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Cevapla

“Oniki İmamlar'ın Hayatı” sayfasına dön