Bir sünni imamın samimi itirafları..

Cevapla
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Bir sünni imamın samimi itirafları..

Mesaj gönderen MERDAN »

Bir Cami İmamının İtirafları…

Ben ki...
Anadolu'nun muhtelif mahallerinde bir müddet imamlık görevinde bulunmam, kendisine cemaati tarafından kutsal kişi muâmelesi revâ görülüp, başköşedeki kaba minberde yer gösterilen, tabiri câizse, cemâatin kalburüstü addedip değer verdiği, kayrılmışlar zümresinden biriyim.

Gerek talebeliğim, gerek imamlığım ve gerekse imamlık sonrası yaşamım müddetince, bana sanki partizanlık yapıyormuşum gibi gelen, üstelik araştırıp, sevip, seçip, beğenip kabullenmediğim, aynen bir çocuğa isim koyar gibi kalıtım yoluyla âbâ ecdattan bana intikâl eden Hanefî mezhebim konusunda hakça ve âdilce arayışa girmemin neticesinde kendi açımdan bir takım müspet aşamalar kaydetmiş bulunmaktayım...

Şöyle ki...
Dış cepheden bakıldığında ekmeğini yiyip karnımı doyurduğum, ihtiyaç ve iâşemi bu yolla temin ettiğim, saygınlık gördüğüm ulvî mesleğimin bir numaralı olan bağnaz, gelenekçi, fanatik toplumun kılıcını sallamak zorunda olduğumun farkındayım bende, susmayı tercih eden çoğu görevli din adamı gibi; ancak içimde taşıdığım ikinci bir dünyâmın
karmaşık âlemi içerisinde özgürce ve akıllıca araştırıp, enine boyuna irdelediğimde ve aynı şekilde, bilinçli ya da bilinçsiz, gözden kaçırılan bazı bilinmeyenleri duymaya, bilmeye, kavramaya başladığımda, Peygamber sonrası Tevhîdî çizginin iki olmazsa olmazından biri olan Ehli Beyt mektebinin gerekliliğini sorguluyordum mütemâdiyen, kendi kendime.

"Peygamber'in şehrine Ali kapısından girmek" ne demek diye sormuştum önüme gelene de, bilirkişi saydıkları kelli felli nice âlimlerden ve de manevî babalardan doyurucu bir yanıt alamamıştım ta talebelik günlerimden bu yana. Üstelik itip-kakma ile karışık bir hayli de zılgıt yiyordum zaman zaman, "efendiye soru sorulmaz" diye üzerime çullanan çakırkeyif müritlerin çoğundan!

"Benim Ehli Beyt'im Nûh'un gemisi gibidir; binen kurtulur, binmeyen boğulur!" diyen elçiler elçisinin kılıçtan da keskin bu ayân-beyân sözü, aklettiğim müddetçe hep tedirgin etmiştir beni, ne demek istiyor acaba diye. Ne yapayım ki, cankurtaran bu gemiye ben de binebileyim diye hem de çok düşünmüşümdür, hem de çok sormuşumdur, arkasında bir bu kadar kelle sürükleyen ilim-irfân sahibi efendi-baba'lara.

"Mûsâ için Hârun ne ise, benim içinde Ali o; ne var ki benden sonra bir peygamber gelmeyecek" dediğini duydum, yine son Nebi'nin Ehli Beyt ile alakalı bir başka
kadim sözünün birinde; "Gadir-i Hum" mu desem, "Âl-i Âbâ" mı, "Sekaleyn" mi, "Ahzap 33" mü, âyete ve hadise dayanan Ehli Beyt'e âit buna benzer nice deliller arasında beyinciğim zonklayıp dururken, beni köklü arayışlara sevk edip karşıt cepheye imrendiren sadece
karşının çekiciliği ve câzibesi olmadı bu meyanda elbette. Sâlim gözle bakıldığında
toplumun içinde boğuştuğu dînî, mezhebî ve meşrebî çelişkiler de kamçılıyordu haklı isyânımı, ak ile karayı yanyana koyup sâlim kafa ile bakabilme fırsatını yakaladıkça...

Âdilce yargılayayım, kenardan gazel okumayayım diye, objektif bir bakış açısı ile
tarafsız olarak bakabileyim diye, etrafımda mevcudiyetlerini sürdürmekte olan kimi
mezheplerle, hemen hemen pek çok tarikata kulak verdim önyargısız, artniyetsiz, tarafsız.

Her bir grup bir ayrı kılık-kıyâfet şeklini, bir ayrı yaşam biçimini benimsemiş, Peygamber'in sünneti böyleydi diye. Sünnet adına tabak dibi sıyıranlar, alması farz boşaması sünnet diye avrat boşayanlar, sigarayı içki gibi haram ya da çay, kahve gibi helal sayanlar, saç uzatanlar, saç kısaltanlar, bıyık kırpanlar, çeşit çeşit sakal ve de sarık şekli icat edip, kendi normlarına uymayanları tekfîr ya da takbîh edenler ve daha neler, neler...

Bir zamanlar bir seyâhatim esnasında uğradığım Yalovalı dindar hanımların, "Tesettüre girmesi gereken bir kadının giysisi çarşaf mı olmalı, pardösü mü; çarşaf olacaksa belden boğmalı, omuzdan tek parça mı olmalı; pardösü olacaksa yeşil mi olmalı, kahverengi mi" diye, İsrailoğullarının kurban edilecek ineği sorguladıkları gibi, akla-hayâle gelmedik ekşili-turşulu bir takım sorular üreterek birbirlerine girdiklerini görmüştüm, hayretler içerisinde.

Sonradan anladım çarşafçıların, yeşilcilerin, kahverengicilerin ya da gricilerin her bir grubun bir ayrı efendibaba'dan el aldıklarını, intisaplı olduklarını.

Ayakta zikreden sıradan bir mürit, oturarak zikreden bir başka müridi aşk ve şevk yoksunu olmakla suçlarken, oturarak zikreden diğer mürit ayakta döneni zikir değil dans ediyorsun diye itham edebiliyordu rahatlıkla, avurtlarını şişire şişire!! Bu kadarcık ayrıntı bile birbirlerine sırtlarını dönüp ayrı, ayrı yönlere gitmelerine vesile olabiliyordu bu insanların, ne yazık ki.

Müdürle, mühendisin bol olduğu bir fabrika caminde aklıevvel hoca efendilerden birinin hilkat garibesi bir vaazına denk geldim bir seferinde… "Böyle enteresan şeyler de tüm seni mi buluyor be adam; hadi buluyor diyelim, kaval dinler gibi dinle de geçsene sende diğer muhterem müminler gibi; senin nene gerek dinlediğini, okuduğunu, öğrendiğini akıl süzgecinden süzmeğe çalışıp, mantık mastarına vurmağa kalkışmak; kala, kala bu işler sana mı kaldı zavallı" diye, zaman, zaman da çok kızmışımdır kendime ya, neyse...

"Şu oturduğunuz şehrin camilerini dolaşıp kenarına köşesine bir baktığınız oldu mu hiç?" diye başladı hoca efendi o dâhiyane görüşlerinden birini açıklamaya ve şöyle devam etti: "Camileri bir gezip bakarsanız, göreceksiniz ki, pek çoğunun ya tavanı çatlak, ya sıvası
dökük, ya duvarı yarık. Bunun sebebi hikmetinin ne olduğunu hiç düşündünüz mü acaba? Çünkü Kurân'da adına Âyete'l Kürsi denen öyle ağır ve faziletli bölüm var ki, içerisinde
tekrar, tekrar okundukça caminin taşları, tavanları, tahtaları dayanamıyor, şak, şak olup yarılıyor da, siz vurdumduymaz gâfil herifler zerre miktarı etkilenip kendinize çeki düzen vermiyorsunuz bu mübârek âyetlerden, her ne hikmetse!!"

Baktım ki, her konuda kükreyen, aslan kesilen, mürekkep yalamış, okumuş-yazmış âmir-memur takımından en küçük bir itiraz belirtisi çıkmıyor. Müslüman gözüken hırsız müteahhit, inşaatın malzemesinden, demirinden veya çimentosundan çalmıştır da ondan diye. Mimar Sinan'ın bir şu kadar asırlık muhteşem camilerinde hiç mi Âyete'l Kürsi okunmuyor diye mırın kırın edecek oldum bulunduğum yerden, arka saflarda. Sert, sert gözümün içine bakıp, göz belirtip dudak büken bir kaç kişi tarafından dışarı atılacaktım, sille tokat.

Böyle de saçma sapan bir vâiz olur muymuş canım diye gelebilir belki de, birilerinin aklına. O halde denk gelebilirseniz şayet, Kırıkkale Hurda San. AŞ’nin çalışanlarına sorun mümkünse, böyle bir vâaz olmuş mu, olmamış mı? Buna benzer misallerle sözü uzatıp, zamanınızı almak istemiyorum kuşkusuz. Benim dilim yeterince dönmese de, ârif olan ve de azıcık akleden bir insanın az kelamdan çok mana çıkaracağını bilirim evvel Allah.

Sivas'tan beride doğduğumuz için babama, babamın babasına, çocuğuma, çocuğumun çocuğuna, tümümüzün alınlarına Hanefilik yazılmış iyi ki! Üç beş mil kadar ötede doğsaydık Şafii'ydik, Alevi'ydik, Caferi'ydik, Mâliki'ydik, Selefi'ydik, yerine, bölgesine, ülkesine göre, söz gelimi.

Bir ara bunu, mensubu bulunduğum ve bulunmakla doğumumdan ölümüme kadar şeref duyduğum dinim için de düşünmedim değil doğrusu. Ancak, yeryüzünün her yerinden çıplak gözle rahatlıkla gözüken Kurân-ı Kerîm'in aydınlık ışığıyla, son Elçi'nin her yerden duyulan ve iliklere işleyen kadim sesi izâle etmeye yetti de arttı bile, kavrayamadığına isyan etme hakkını kullanan şu ölümlü beynime.

Şimdi...
Babamdan bana miras kalan ve ne acıdır ki, avam tarafından din zannedilip en küçük kırıntısından bile taviz verilmek istenmeyen geleneksel mezhebim Hanefilik ile, araştırdığım, sevdiğim ve seçtiğim gönlümün mektebi Ehli Beyt arasında, tam sınır çizgisi üzerinde bağdaş kurmuş oturmaktayım.

Ömrümün yarıyı çoktan geçtiği şu son zamanlarımda; vücudumu tepeden tırnağa ikiye biçecek olsalar şayet, yarı tarafım sınırın bu yanına, öbür yarım öbür yana düşecek, tabiri câizse. Kalksam da, yeni emekleyen bir bebek gibi adımımı öbür tarafa azıcık atacak olsam, başımda hâşâ Allah kesilen "dört duvarcılar", “dört hakçılar”, "doğrucular", "çok bilmişçiler", "fıka-i naciyeciler" zümresi bitiveriyor demoklesin kılcı gibi, alimallah. Bitiyor da, bizim hoca sapıttı, Şiiî Alevî, şucu, bucu oldu diye çır, çır çığırıp, kimi morarıyor, kimi kızarıyor, kimi ter, ter tepiniyor hırsından, deli gibi. "Dört mezhep var sen hiç duymadın mı ulan?" diye, parmaklarını hırsla havaya kaldırıp gözüme sokacakmış gibi havada sallayan asabi bir hoca efendinin, dört parmağından ayrı duran beşinci parmağını göstererek "mümkün olsa şu mereti keser atardım senin inadına!!" dediğini bilirim ben.

Şimdi...
Nebi'liğin tükendiği yerde, Nebi'lik bayrağının tek temsilcisi ve taşıyıcısı hakkına sahip olan Ehli Beyt mektebine soruyorum :

Bir yanımdan bakıldığında neredeyse bir Şiî gibiyim, şu son günlerimde mübâlağa olmasın. Öbür yanımdan bakıldığında ise dar mı desem, geniş mi, üzerime bir türlü uyduramadığım Sünni elbisesini çıkarıp atamadığım kolayca anlaşılır daha ilk bakışta. Şii'ce düşünüp, Sünni'ce uygulama yapan şaşkın biri olarak da nitelendirebilirsiniz siz
beni haklı olarak. İki yanlı, iki yönlü olan, muallakta durur gibi duran ben, hiç biri değilim de, bir hiç miyim acaba? Ben Şia'nın ikinci göbekten akrabasıyım, ya da en yakın kapı komşusuyum dersem, tarihin çöplüğünde eşine az rastlanan böyle garip bir terime ad verip, bir tarafına not eder mi acaba, târih boyunca sellere, âfetlere, yağmalara, yalanlara, yangınlara yiğitçe göğüs geren, târih kadar köklü, insan kadar şanlı Şia mektebi bunu, bilemem.

Ya da: Kılıcım Hanefîlik mezhebi ile ama, gönlüm seninle desem, samimiyetsiz ve tutarsız Kûfe halkının İmam Hüseyin'e oynadıkları kalleş bir oyunun bir benzerini tekrarlamış olur muyum, istemeden ve de bilmeden ?

En azından, ömrümün son demlerinde, ‘cenâzemi Şia mollalarından herhangi biri defnetsin’ diye vasiyet etme yüzsüzlüğüne başvuracak olma mesela. Ali'ye rağmen Ali ile kavgaya tutuşmuş olan Zübeyir ile Talha'nın içler acısı vahim durumuna düşerim diye korkuyorum Allah korusun. Biliyorsunuz, onlardan biri tam öleceğini anladığı sırada, can havliyle Ali'nin adına Ali'nin askerlerinden birinin elini yakalayıp biat etmiş, aklanıp gitmişti aklı sıra, o büyük mahkemenin büyük hâkiminin huzuruna.

Zübeyir ile Talha'nın bahsini ederken Allah korusun dediğime alınıp kırıldınız mı yoksa azizler? Söz buraya gelmişken; "Ali'yi inciten beni, beni inciten Allah'ı incitmiş olur" diyen Peygamber hadisi geldi de ister istemez burada aklıma, ondan dedim o cümleciği.

İşte böyle.. Ekmeğini yediği yerin kılıcını sallamak zorunda kalan, bunu aşmayı becerse bile, tarih, toplum, bölge, boy, gelenek ve görenek engellerini aşamayıp duygusunu dışarı vuramayan nice Fevzi Hocalar var bu toplumda, biliyorum.

Her şeye rağmen, yine de kabuğunu çatlatanlara,"ene"sine söz geçirenlere, putunu kırıp atmayı başaranlara benden selâm olsun, selâm olsun.


FEVZİ GÜNER


NOT: Bir azeri forum sitesinden alınmıştır.
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Cevapla

“Türkiye” sayfasına dön