Derin İran'a Yolculuk (2)

Cevapla
velayet hak
Mesajlar: 109
Kayıt: 01 Eki 2009, 22:44

Derin İran'a Yolculuk (2)

Mesaj gönderen velayet hak »

[align=center]DERİN İRAN’A YOLCULUK (2)
11/01/2011 - 17:15

Resim
Vahdettin İnce[/align]

Bismillah

Bir soru: İmam Rıza deyince ne gelir aklına? Bütün bir varlığı elime alıp cevap olarak sunmak istedim. İddianın büyüklüğü altında ezildim, utandım, yok oldum sonra. “Çözümleyici” deyiverdim neden sonra. Nasıl?dedi. Anlattım dilim döndüğünce.

Fetih suresinin ilk ayetlerinde Hz. Peygamberin gelmiş ve geçmiş günahlarının bağışlanmasından söz edilir. İslam itikadında Peygamberlerin masum olması esastır. İsmet sıfatına sahip bir peygamberin günahı olabilir miydi? Bu durum bir çelişki gibi duruyordu. İslam alimleri de böyle düşündükleri için bu ayetleri tevil etme yoluna gitmişlerdi. Çeşitli cevaplar vererek kendilerince çelişkiyi ortadan kaldırmaya çalışmışlardı. Görebildiğim tefsirlerde çelişkiyi gidermek için ortaya konan cevapların hiçbirini tatmin edici bulmadığım gibi tenakuzun daha da içinden çıkılmaz hale geldiğini görüyordum. Bir tefsiri gördüğümde ilk önce bu ayetlere getirilen yorumlara bakardım. Bir türlü problemi çözen bir yoruma rastlayamıyordum. Derken el-Mizan tefsirini tercüme ederken, Allame’nin getirdiği harika yorumu gördüm. Büyük alim tereyağından kıl çeker gibi beni bu problemin ortasından çekip çıkarmıştı. Ruhum hafiflemiş, ilmin parlaklığı karşısında küçük dilimi yutmuştum adeta. Birkaç sayfa sonra rivayetler bölümünde İmam Rıza’nın bir sözünü aktarıyordu Allame. Böylece o yorumu nereden aldığı da anlaşılıyordu.

Uyunu ahbari’r Rıza adlı eserde belirtildiğine göre, İmam Rıza’nın, Halife Me’mun’un meclisinde yaptığı konuşmayı, İbnu’l Cehm şöyle rivayet etmiştir: Me’munun meclisine gittiğim bir sırada, baktım, İmam Rıza da oradadır. Me’mun ona dedi ki: Ey Resulullahın oğlu! Sen değil misin, peygamberlerin masum olduklarını söyleyen? Evet, dedi. O halde “ Böylece Allah, senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlasın.”ayetine ne diyorsun?dedi.

İmam Rıza şu karşılığı verdi: Mekke müşrikleri nazarında Resulullah’tan daha büyük günahı olan bir kimse yoktu. Çünkü onlar, Allah’ı bir yana bırakarak üç yüz altmış puta tapıyorlardı. Resulullah , karşılarına tek Allah’a kulluk çağrısıyla çıkınca, bu onlara ağır geldi ve bunu büyük bir cürüm saydılar. Dediler ki: Bu adam, onca Tanrıyı bir tane mi yapıyor! Bu, olacak iş değil! Nitekim onların ileri gelenleri atıldılar: Yürüyün ve Tanrılarınızı koruma hususunda direnin. Çünkü bu çağrının gerisinde, başka bir milletten duymadığımız bir amaç yatmaktadır. Bu, tamamen bir ihtilaftır, ayrılıkçılıktır… Nihayet yüce Allah peygamberine Mekke fethini bahşedince, şöyle dedi: “Ey Muhammed! Biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik. Böylece Allah, senin, geçmişte ve gelecekte Allah’ın birliğine davet etmenden dolayı Mekke müşrikleri açısından söz konusu olan geçmiş ve gelecek günahını bağışlar.” Gerçekten Mekke müşriklerinin bir kısmı Müslüman oldu, bazısı Mekke’yi terk edip gitti, geride kalanları ise, insanlar tevhide çağırıldıkları zaman bunu inkar edecek gücü kendinde bulamadı. Böylece, Hz. Peygamberin onlar açısından söz konusu olan günahı, peygamberin onlara üstünlük sağlamasıyla bağışlanmış oldu. İmam’ın “zenb” kelimesinin lugavi olarak bir eylemin sonucu, etkisi anlamını ifade etmesini esas alarak yaptığı bu değerlendirme çözümleyiciydi.
Yıllardır beynimi kurcalayan sorun çözümlenmişti. Bu yüzden İmam Rıza deyince aklıma sorun çözümleyici gelir.

Sabah erkenden uyandık. Konferans salonuna götürdüler bizi. Konuşmalar yapıldı, ödüller verildi, plaketler takdim edildi. İranlılar konuşmalarına mutlaka şiirle başlarlar. Doğrusu bu ahenkli dille başka türlü olamazdı. Cumhurbaşkanı yardımcısı Rahimi bir konuşma yaptı. Alkışlandı. Bunun üzerine “kef kef est” dedi. Kef kelimesi Arapçada avuç anlamına gelir. Aynı zamanda köpük anlamına da gelir. Alkış köpük gibidir, uçar gider. Onun yerine salavat getirin demek istiyordu. Müthiş bir benzetme. Derinlere mi gitmeye başlamıştım yoksa? Şehrin kapılarını açacak anahtar bu muydu? Derinlik…

Bedenen yorgun, ama müthiş haz almış olarak otele döndük. Odaya çıkmadan lobide sohbete daldık. Diğer misafirlerle ya Arapça ya da Farsça konuşuyordum. Fikir alış verişi yapıyor, ülkelerimiz hakkında merak ettiklerimizi birbirimize soruyorduk. Şuna ne diyorsunuz mesela?diye bir şeyi gösteriyor, bizim dilimizdekine benzer bir söz duyduğumuzda bir ortak nokta daha bulmuş olmanın mutluluğu yüzümüze vuruyordu. İşi kelimelerle olan benim, kelimelerin peşinde nasıl bir heyecanla koştuğumu tahmin edemezsiniz. Yakaladığım kelimeyi bir kuş yavrusu özeniyle severim, okşarım incitmeden. Fazla sıksam can verir, gevşetsem uçar gider, bilirim. Türkmenlerle, Taciklerle, Beluclarla, Azerilerle, Horasan Kürtleriyle her fırsatta kelime mübadelesinde bulundum ve dağarcığımı manaların hamalı kelimelerle doldurdum. Kelimeler derinliklerin yüzeydeki pencereleridir.

Yunanistan’dan gelmiş biri vardı. Adı Nikola’ydı. Müslüman olmuş ve Hasan adını almıştı. Rint, meşrep biriydi. Türkiye’den olduğum için bana yakınlık gösteriyordu. Ne de olsa komşuyduk. Çat pat Arapça öğrenmişti. Biraz Arapça daha çok işaret diliyle anlaşıyorduk. Anne annesi Erzurum’dan Yunanistan’a göç etmiş bir Rum imiş. İmam Mehdi’nin annesi de Yunanlıdır diyordu. Nikola geldiği ilk günden itibaren herkesin ilgi odağıydı. Biraz hırpani giyim kuşamıyla, ama daha çok davranışlarıyla. O, Meşhed’e ağlamaya gelmişti. Biraz sohbet edince ayrılacağımız aklına geliyor, boynumuza sarılıp hüngür hüngür ağlıyordu. Şiirden, müzikten müthiş haz alırdı ve göz yaşlarına hakim olamazdı,Tacikistanlı şair Varis’in şiirlerini dinlerken. Gana’dan gelen el-Ömeri bir alim ağırbaşlılığıyla ortak olurdu muhabbete. Gana’daki İslami faaliyetleri anlatıyordu. Nikola (Hasan) boynuna sarılıp sarılıp ağlıyordu o anlattıkça. Bana öyle geliyordu ki Nikola,Hasan’ınYunanistan’daki yalnızlığına ağlıyordu. Sık sık Osmanlıya özlemini dile getirirdi. İlginçti. Bir ara Türkiyeli olduğum için belki beni hoşnut etmek amacıyla böyle konuşuyor diye düşündüm. Kaynaştıkça anladım ki Osmanlı, Nikola’nın zihin dünyasında İslam’ın hakimiyetini, Müslümanların izzetini temsil ediyor. Bir rejimi, bir kavmiyeti, bir mezhebi değil. Bugünkü Müslümanları, özellikle azınlık Müslümanları gözümün önüne getirdiğimde ona yerden göğe kadar hak verdim. Mesela Gazaliyi de çok seviyordu. Ama Gazali onun zihninde içe dönük bir figür değildi. Müslümanlar arası fikir ayrılıklarının bir tarafı olarak görmüyordu onu. Felsefeye karşı duruşunu, bu günkü Avrupa’ya meydan okumanın bir arkaik modeli olarak konumlandırmıştı zihninde. Kim Avrupa karşısında dik durmuşsa Nikola için değerliydi. Amerika’ya kafa tutan İran’ı da bu yüzden seviyordu.

Çaylarımızı yudumlarken oteli çınlatan bir mersiye sesiyle irkildik. Herkes donup kaldı. Nasıl bir sesti bu? Gaiplerden geliyor gibiydi. Sesin geldiği tarafa döndük. Biraz ötede oturmuş grubun arasında kır saçlı, zayıf bir adam okuyordu mersiyeyi. Yanındakiler ağlamaya başladılar. Bedenimi kavrayan ürpertiyi çözebilsem hüznü bir tablo kıvamında gırtlak hareketleriyle resmeden bu adamın ellerine kapanacağım. Adam bitirdi mersiyeyi. Neden sonra kendime geldim. Yanına gittim. Meşhur ehlibeyt meddahı Kerimhani imiş. Azeriydi. Türkçe konuşup tanıştık. Öyle bir sesi bu güne kadar görmemiş, duymamıştım. Hançeresinden yükselen nefesi arşı alaya çıkıyor, oradan duygu fırtınası olarak yere inip insanları iliklerine kadar kavrıyor gibiydi.
Lobideki herkes yanına koşuyor, konuşup tanışmak istiyordu. Özellikle Arap ziyaretçiler tebriklerini iletiyor, hayranlıklarını bildiriyorlardı. Festivalin kapanış toplantısında da dinleme fırsatını bulmuştuk bu olağanüstü sesi. Meşhed, içine doğru çekiyordu beni. Derinlere daha derinlere.

Ertesi gün park-ı millet (Millet parkı) dedikleri yere götürdüler. Kuh-ı Sengin’in hemen yanındaydı park. Kuh-ı sengi taşlı dağ demektir. Yüksekçe bir tepeydi aslında. Ve yekpare bir taş gibiydi. Zirvesine kadar çıkan basamaklar oymuşlardı. Rehberimiz önde, biz arkasında tepeye tırmandık. Yedi tane mezar vardı tepede. İran-Irak savaşında şehit düşmüş meçhul askerlere (gumnam) aitti. Kim oldukları bilinmiyordu. Rehber, savaşı anlattı bize. İnkılaptan sonra Saddam’ın ülkelerine saldırdığını, bu haksız savaşı sekiz sene sürdürmek zorunda kaldıklarını, binlerce insanın şehit düştüğünü, binlercesinin sakat kaldığını…Hepimizin bildiği o trajediyi dile getirdi. Kendilerine bu haksızlığı yapan Saddam’ın akıbetine işaret etti. O günleri hatırladım. İslam inkılabıyla birlikte İslam âleminde dalga dalga yükselen İslami heyecanı boğmak için emperyalistlerin neler yaptıklarını gözlerimin önüne getirdim. Sonunda Saddam’ı türlü vaatlerle kandırıp İran’a saldırtmışlardı. Sekiz sene süren o kanlı savaş dünyanın her tarafındaki Müslümanların yüreğini kanatmıştı.

İslam âlemi, siyasal ve coğrafi olarak parçalanmış olmasına karşın, şaşırtıcı derecede duygu birlikteliğini sergiler. Bazı gelişmeler bu duygu bütünlüğünün gün yüzüne çıkmasına vesile olur.
Örneğin İslam alemi bir bütün olarak Müslümanlar arası çatışmalara taraf olmaz. Çatışmanın iki tarafının da resmen Müslüman olduğu durumlarda bitaraf bir tutum sergiler. Ama taraflardan birinin Müslüman olduğu, öbürünün olmadığı çatışmalarda blok halinde Müslüman tarafın arkasında durur. Filistin, Bosna, Çeçenistan, Keşmir ve Sovyet işgali sırasında Afganistan’da olduğu gibi. Sovyet işgalinin sona ermesinden sonra aralarında çatışmaya başlayan dünün mücahitleri bir anda Müslüman dünyanın gözünden düşmüşlerdi. Aynı şekilde İran -Irak savaşında Müslüman dünya hüzünlü bir ilgisizlik içinde seyretti savaşı. Halklardan söz ediyorum, rejimlerden değil. Aynı durum Müslüman bir ülkenin içindeki siyasal iç çatışmalar için de geçerlidir. Gayri müslim tarafa karşı mücadele eden Müslüman grubun arkasında maddi ve manevi desteğiyle duran Müslüman dünya, dillerden düşürülmeyen sloganlara bakmaksızın Müslümanlar arası çatışmalara bigâne kalır. Araplar bile Saddam’ı desteklememişlerdi, bazı ideolojik Arap milliyetçilerini bir kenara bırakırsak. Müslüman dünyanın bu tavrı mesaj yüklüdür. Gerekçesi ne olursa olsun iç çatışma istemiyor İslam alemi. İç çatışmaların zaafa uğrattığı koskoca İslam aleminin düşmanların ayakları altında ezildiğini halklar görüyor da aydınlar anlamıyor ne yazık ki. Müslüman halklar, siyasal ve coğrafi bölünmüşlüğe rağmen duygu bütünlüğü sergilemeleriyle, reel durumu değiştirme imkanı olmasa da ümmetin duygusal birlik kurabileceğinin mesajını veriyorlar.

Sonunda savaş bitmişti, ama Irak çekildiği bu tuzağın ceremesini çok pahalıya ödemişti. O gün bugündür huzur nedir bilmiyor Irak. Zalim bir diktatörün, bir beyinsizin narına mazlum bir halk yanıyordu.

Kuh-ı sengi’nin tepesinden Meşhed’i izliyorum. Tam ortasında İmam Rıza’nın makamı altın kaplamalı kubbesiyle parıldıyor. Şehir, makamın etrafında bir dantel gibi örülmüş. Uzayıp gidiyor düzlük boyunca, huzurlu ve dingin. İnsana sonsuzluk duygusunu veriyor. Hiçbir yapının İmam Rıza’nın makamından daha görkemli olmaması için söz birliği etmişçesine mütevazice türbedarlık ediyor Meşhedliler. Tepede akşam namazını kılıyoruz sonsuzluğa el açarak. Dağ başındayız.
Dağ… Vahiy emanetinin ilk muhatabı. Ama emanetin ağırlığını hissedip kaçınmış onu yüklenmekten. İnsan yüklenmiş. Yine de emanetin inişine eşlik etmekten vazgeçmemiş. Musa ilk vahyi aldığında Tur dağı vardı yanı başında. İsa, Zeytin dağından seslenmişti kavmine. Ve Muhammed… İlk vahyi aldığında tanığı Hira dağıydı…Dağlar, dua için göğe açılmış eller gibidir. İcabet rahmeti ilkin onlara değer, yağmur damlalarının ilkin onlara inmesi gibi. Varlığın göğe açılmış elleridir dağlar. Göğe en yakın zirvelerde karara bağlanır ikrar. Peygamberler dağların zirvesinde gökten inen rahmeti kulların dünyasına indirirler. İrfan sahipleri yatışmaz benliklerini terbiye etmek için dağlara sığınırlar. Dağlar zayıfların barınağıdır. Varlık güç alır dağlardan. İlkin haberi onlar alırlar gökten inen. Bir dağın başında yudumladığın sonsuzluğun doyumsuz lezzetini başka yerde hissedemezsin.

Park-ı milletten geçerek otobüsümüze biniyor ve yeniden otele dönüyoruz. Heybem ağır mı ağır. İrade emanetiyle dolu. Dağın yüklenmekten kaçındığı emanet. Ali Şeriati’yi andım (O da Meşhed’lidir). Bu sonsuzluğu nasıl taşısın bu mahdut beden, üstad?! Dipsiz derinlik ah! Tutuversen elimden!
Ben ki toz kanatlı bir kelebeğim
Küçücük gövdeme yüklü Kaf dağı


Ve son gün Meşhed’den kırk-elli km uzaklıktaki tarihi Tus kentine gideceğiz. Yola çıktık. Göz alabildiğine uzanan çölü seyrediyorum. Burası Horasan’dır. Erenler diyarı. Efsaneler membaı. Filozoflar, şairler, şahlar arenası. Tarihi İran’ın derinlikleri. Firdevsi Şehname’yi burada yazdı. Otuz sene nice zahmetler çekerek acemi yeniden dirilten görkemli Şehname’yi. Otobüs durdu. Burası Firdevsi’nin mezarıdır dedi rehber. Tus’a gelmiştik. On-on beş metre yükseklikte yekpare bir kaide, üzerinde Şehname’den dizeler yazılmış. Önünde Firdevsi’nin bir heykeli, küçük bir havuzun kenarında. Kaidenin altında Firdevsi’nin mezarı. Merdivenlerden aşağıya iniyoruz. Duvarlarda Şehname’den sahneler resmedilmiş kabartmalar şeklinde. Simurg’un kucağında Zal. İsfendiyar’ı öldüren Rüstem. Omuzlarında iki yılan başı çıkan Zalim Dahhak. Rehber adeta canlandırarak anlatıyor sahneleri. Tam bir tiyatral gösteriyle tarihten, mitolojiden bir demet sunuyor. Orta yerde Firdevsi’nin mezarı. Tüylerim diken diken olmuş. Kaptırmışım kendimi rehberin anlattıklarına. Yerin altında bir masal kentine gelmiş gibiydim. Çocukluğuma doğru bir yolculuğa çıktım.

Van-Erciş’te bir dağ köyü. Altmış yetmiş hanelik. Kış akşamları köylüler bir evde toplanır Mihemed-ı Mele Unıs (Molla Yunus oğlu Muhammed)’ın anlattığı masalları (çîrok) dinlerlerdi. Özellikle Zal oğlu Rüstem masalı daha bir heyecanla dinlenirdi. Mıhemed amca tabakasındaki kaçak tütünden bir sigara yakar ve başlardı anlatmaya. Kelimelerle duman birlikte çıkardı ağzından.

Rüstem’in gürzü onun elinde inerdi, siyah devin başına, o tutardı Rüstem’in kılıcını İsfendiyar’ın boynuna indiğinde. Taş kesilir dinlerdik sigara dumanıyla birlikte ağzından dökülen kelimeleri, can kulağıyla. Bir gün Rüstem masalının son bölümünü anlatacaktı. Gündüzden herkes konuşuyordu. Bu gece Rüstem öldürülecek. Gün batımında bizim evde toplandı köylüler. Mıhemed amcanın gelmesini beklemeye koyuldular. Derken kapıdan görünüverdi. Asık yüzü ve kan çanağı gözleriyle.

Çocukluğundan başlayarak büyütüp yetiştirdiği kahramanını kendi elleriyle öldürecekti bu gece. Tarifsiz bir acı vardı bakışlarında. Köylüler de derin bir hüzün içindeydiler. Anlatmaya başladı. Bu gece bir başka tüttürüyordu sigarayı. Sesindeki hüzün çok belirgindi. Önceki bölümlerin coşkusu, heyecanı gitmiş, matem havası sarmıştı her yanı. Derken yere düşmüş Rüstem’e bir kılıç darbesi inmek üzereydi. Dondu kaldı herkes. Masalın en heyecanlı yerine gelmişti. Mıhemed amca durdu. Bir anlam veremiyordu köylüler. Ne oldu sonra? Sonrası yok dedi, Mıhemed amca. Hiç kimse bana Rüstem’i öldürtemez, dedi, ağlayarak ve çekip gitti. Rüstem’i öldürmeye kıyayamamıştı. Bu gün Rüstem destanının doğduğu yerdeydim Mıhemed amca! Senin öldürmeye kıyamadığın kahramanın hala yaşıyor tarihin duvarlarında.

Nikola omzuma dokundu, gidiyoruz. Uyandım masal dünyasından. Dışarı çıktık. Burası Firdevsi’nin evinin de bulunduğu kendi bahçesiymiş, oraya gömülmüş. Otobüse yeniden bindik ve Harun Reşid’in zindanının bulunduğu yere gittik. Abbasi döneminden kalma müthiş etkileyici bir yapıydı. Yapının içinde aşağıya açılan bir pencere. Demir mazgalla kapatılmış. Demire çaputlar bağlanmış, kısmetinin açılmasını isteyen evde kalmış kızlar, ya da dilek tutan başkaları tarafından. Kim bilir? Kulağımı dayasam mahkumların tarihin karanlığını yırtan sesini duyabilir miyim? Ali Şeriati’yi bir kez daha andım. Piramitleri seyrederken taş taşıyan kölelerin çıplak bedenlerine inen kırbaçların sesini nasıl duymuştun üstad?... Ya da kısmet arayanların niyetleri makes bulur mu bu karanlık dehlizde. Dipten gelen kırbaç seslerine karışmış iniltileri, yukarıdan sarkıtılan kısmet buketleri çelişkisini nasıl çözeceğim?... Zindanın bahçesinde bir mezar. Etrafına rengarenk çiçekler ekmişler. Mühim biri olmalı diyorum. Üzerindeki yazıyı okuyorum. Ebu Hamid Muhammed Gazali. Durdu zaman. Neredeyim Allah’ım! Ve son mısranın son kafiyesini bulmuştum, çok tanıdık birinin yattığı bu lahide dokunurken. Ben derin İran’a yolculuk yapmıştım. Parmaklarımın ucuyla dokunduğum lahitten tarihin nabzını tutuyor gibiydim. Gayri ihtiyari Necip Fazıl’ın şu dizeleri döküldü dudaklarımdan:

Gece bir hendeğe düşercesine
birden kucağına düştüm gerçeğin
Sanki erdim çetin bilmecesine
hem geçmiş zamanın hem geleceğin


Meşhed derinlikti. Derindi. Onu bugüne kadar gördüğüm diğer kentlerden farklı kılan buydu. İran’ın irfani derinliğiyle tarihi derinliği kol kola vermişlerdi Meşhed ovasında. Firdevsi’nin, İbn Sina’nın, Gazali’nin, Molla Sadra’nın hikmeti ile Ehli Beytin irfanı Ostan-ı Horasan-ı Rezevinin uçsuz bucaksız derinliklerinde Kerimhani’nin semavi mersiyeleriyle mayalanıp yeniden geleceği kucaklamaya hazırlanıyordu.
Çölü, derinliği, tarihi, mitolojiyi, irfanı, hikmeti geride bırakıp yeniden yüzeye çıktığımı yağmurlu İstanbul poyrazı yüzümü yaladığında anlamıştım.

http://rasthaber.com/yazar_6115_563_der ... luk-2.html
"Hakkında söylenen sözler hususunda düşün; söyledikleri şeyleri kendinde bulur­san, (bil ki) söylenen hak söze karşı öfkelendiğinde Allah'ın gözünden düşmenin musibeti, seni kaygılandıran halkın gözünden düşmek musi­betinden daha büyüktür."
Cevapla

“Ülkeler” sayfasına dön