NASS KARŞISINDA İCTİHAT

Cevapla
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

NASS KARŞISINDA İCTİHAT

Mesaj gönderen f_altan »

NASS KARŞISINDA İCTİHAT


Allame Seyyid Şerefuddin (r.a)

Hamd ve sena, kulu ve peygamberi olan Hz. Muhammed (s.a.a)’i en yüce makamlara ulaştıran, geçmiş ve geleceğin ilmini O’na öğreten ve hiç kimseye bağışta bulunmadığı fazl ve lütfünden O’na bağışta bulunan Allah’a mahsustur. Allah risaletini nerede bırakacağını daha iyi bilmektedir.

Böylece Allah (c.c) nübüvvet ve vahiyi, Hz. Muhammed Mustafa’yı me’bus ederek sona erdirdi. Onun getirdiği şeriatla, diğer tüm semavi şeraitleri neshetti.

Buna göre Hz. Muhammed (s.a.a)’in helali kıyamet gününe kadar helal, haramı ise haramdır. Bu konu, tüm Müslümanların görüş birliğinde oldukları bir mevzudur. Bu durum, tüm Müslümanların O’nun risalet ve nübüvvetin de tek bir görüşe sahip olmalarına benzemektedir. Zira hiç kimse bu konunun tersine bir tek kelime bile söylememiştir. Allah’ın sonsuz selamı Onun hanedanından olan imamların üzerine olsun. Onlar Allah’ın bu dünyadaki hücceti ve ümmetin ahretteki şefaatçileridirler. Yine Allah’ın selamı onların ailesinden layık kimselere ve her nesilde onları sevenlerin üzerine olsun.

Allah’a hamd olsun ki günümüzde herkes, İslam öğretilerinin içerisinde bulunan düzen, kanun ve hikmetlerin insanın dünyevi ve uhrevi tüm boyutlarını kapsadığını bilmektedir. Herkes İslam’ın dengeli ve hikmet dolu bir medeniyete sahip olduğunu bilmektedir. Yine İslam öğretilerinin yeryüzü insanları için, hangi zaman ve mekanda olurlarsa olsunlar bütün dil ve renklerinin farklı olmasına rağmen uygun, hikmetli ve merhametlidir.

İslam’ın mukaddes kanun koyucusu (gaybı bilen Allah) aydınlığa kavuşmamış bir mevzu veya konu bırakmamıştır. Allah (c.c)’ın kullarını kendi başlarına bırakarak onların Allah’ın dinini oyuncak haline getirmelerine izin vermesi mümkün değildir. Bilakis onları (son Peygamberinin diliyle) iki sağlam ip olan Kitap ve İtret’e (Ehl-i Beyt) yöneltmiştir. Allah (c.c) bu iki değerli emanetle, ümmeti sapmaktan alıkoymuştur. Allah (c.c), o ikisine sarıldıkları müddetçe doğru yolda adım attıkları müjdesini vermiştir. Aynı şekilde onların (Kur’ân ve İtret) birbirinden ayrılmayacaklarını ve yeryüzünün onlarsız olmayacağı haberini vermiştir.

Bundan dolayı Kur’ân ve Peygamber (s.a.a)’in pak Ehl-i Beyti, Müslümanların sığınağı ve Peygamber (s.a.a)’den sonra ümmetin odak noktası durumundadır. İşte bu yüzden Kur’ân ve Ehl-i Beyti takip edenler Peygamber (s.a.a)’e ulaşmaktadırlar. Onlardan her hangi birisini bırakanlar ise Peygamber (s.a.a)’den ayrılmışlardır.

Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti, aynen Beni İsrail’deki Hıtta kapısı gibidir. Aynen Nuh’un gemisi misalidir. Buna göre hiç kimsenin (makamı ne kadar büyük olursa olsun), onların yolundan başka bir yolu kat etmeye hakkı yoktur.

“Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra, kim Peygambere karşı çıkar ve Müminlerin yolundan başka bir yola giderse, onu o yönde bırakırız ve cehenneme sokarız; o ne kötü bir yerdir.” [1]

Yine aynı şekilde Allah ve Peygamber (s.a.a)’den nakledilen herhangi bir ayet ve sünneti, zihinlere ulaşan mananın dışında başka bir şeye yorumlamaya yetkisi yoktur. Hiç kimsenin kesin ve açık bir delile sahip olmaksızın Allah ve Peygamber (s.a.a)’in sözlerinin zahirini çevirmeye hakkı yoktur; kaldı ki Kur’ân ayeti veya Peygamber (s.a.a)’in açık sözlerini değiştirsin.

Şu beyanla ki eğer cümlenin zahiri anlamını değiştirecek bir delil varsa onun içeriğine göre hareket edilir. Bunun dışında bir durumda bu işlemi yapan şahıs yoldan çıkmış ve bidat ehli olmuştur.

Bu, tüm İslam fırkalarının inandıkları bir gerçektir. Bütün dünya akıllıları sözlerinde ona bağlıdırlar. Şöyle ki amel etmek istedikleri zaman duydukları kelimelerden anladıkları anlam doğrultusunda hareket etmektedirler.

Buna rağmen ben birçok naslarda şaşkınlık içerisindeyim. Müslümanların büyükleri ve siyaset adamları nasıl yorum yolunu seçtiler? Hatta öylesine yorumlar yapmışlardır ki hiçbir delilleri olmaksızın bu nasların zahirinden anlaşılanın tam tersine anlamlar çıkarmışlardır. Tam bir cüret ve cesaretle onlarla muhalefet etmişlerdir?! Halkı tam bir zorbalıkla meyilli veya meyilsiz olarak onlarla muhalefet etmeye zorlamışlardır. Bunun sebebi bulunamayan bir iştir. İnna lillah ve inna ileyhi raciun! [2]

Yüce Allah (c.c) Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

“Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.” [3]

“Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” [4]

“Hiç şüphesiz o (Kur’ân), çok şerefli bir elçinin sözüdür ve o, bir şair sözü değildir. Ne de az iman ediyorsunuz! Bir kâhin sözü de değildir (o). Ne de az düşünüyorsunuz! (O) alemlerin Rabbi tarafından indirilmiştir.” [5]

“O, arzusuna göre de konuşmaz. O (bildikleri) vahiy edilenden başkası değildir. Çünkü onu güçlü kuvvetli ve üstün yaratılışlı biri (Cebrail) öğretti.” [6]

Buna göre Hz. Peygamber (s.a.a)’in söyledikleri aynen Kur’ân-ı Kerim gibidir. Bu hükme göre başından sonuna kadar onda batılın yeri yoktur: “Ona önünden de ardından da batıl gelemez, O, hikmet sahibi, çok övülen Allah’tan indirilmiştir.” [7]

Bu yüzden bu ayetlere imanı olan ve Peygamber (s.a.a)’in nübüvvetini tasdik eden birisi, Kur’ân’ın açık nassı veya Allah Resulünün sözlerinden bir zerre dahi dışarı çıkmamalıdır.

Elbette onlar bunu bir kenara atmadılar ama Allah’ın ve Peygamber (s.a.a)’in sözlerini yorumlayarak kendi görüşleri doğrultusunda içtihat ettiler aynı zamanda iyi bir iş yaptıklarını da zannettiler: “(Bunlar;) iyi işler yaptıklarını sanıyorlardı.” [8] İnna lillah ve inna ileyhi raciun!

Şimdi onların açık nasları yorumladıkları ve gerçekte nass karşısında içtihat yaptıkları konulardan bazılarına zamanımın, ihtiyarlık zaafımın ve olayların müsaade ettiği ölçüde değiniyorum. Başarı ancak Allah’tandır; O’na tevekkül edip O’na sığınıyorum.

İşte yedi bölümde o konulardan yüz tanesini ele alıp onları sizlere sunacağım. Ben bunları açıklayarak hüküm verme ve kararı siz değerli okurlara bırakıyorum. Allah hakka ve doğru yola hidayet edendir; dönüş ve varılacak da O’nadır. O bize yeterlidir ve O ne güzel vekil, mevlâ ve yardımcıdır.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] - İbn-i Merduye ayetin tefsirinde şöyle rivayet ediyor: Peygamber’e karşı çıkmaktan kasıt, Ali’nin makamı hakkında O’na karşı çıkmaktır. “Kendisi için doğru yol belli olduktan sonra” (Nisa / 115.) cümlesinden kasıt, Ali’nin makamıdır. Müminlerin yolundan kasıt ise, mütevatir hadislere göre Ehl-i Beyt’in yoludur.”
[2] - Bu söz musibet anlarında söylenir. Kur’ân buyuruyor ki: “O sabredenler, kendilerine bir bela geldiği zaman: Biz Allah içiniz ve biz O’na dönücüleriz, derler.” (Bakara / 156)
[3] - Haşr / 7.
[4] - Ahzâb / 36.
[5] - Hakka / 40-43.
[6] - Necm / 3-4.
[7] - Fussilet / 42.
[8] - Kehf / 104.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

BİRİNCİ BÖLÜM:

EBU BEKİR VE YANDAŞLARININ TE’VİL VE İÇTİHATLARI


(1)


SAKIFE MACERASI


O gün Ebu Bekir Peygamber (s.a.a)’in halifesi adı altında biat için elini uzattığında bir grup kendi isteğiyle ve bir başka grup da istemeksizin biat etmek zorunda kaldı. Ama onların tümü Peygamber (s.a.a)’in kendi hayatı döneminde imamet ve hidayet makamını kardeşi ve amcası oğlu Ali b. Ebi Talibe bıraktığını biliyorlardı.

Onların tümü Resul-i Ekrem (s.a.a)’in kendi nübüvvetinin başlangıcından hayatının son anına kadar defalarca bu konuyu beyan ettiğini ve değişik yollarla açık bir şekilde bu konuya değindiğini hem duymuş hem de görmüşlerdi.

Bu konuda daha geniş bilgi isteyenler “el-Müracaat” adlı kitabımıza müracaat edebilirler. Zira biz bu kitapta bu naslar ve Şia ve Sünni’nin Peygamber (s.a.a)’den sonraki hilafet konusunda söyledikleri şeyleri genişçe bahsettik. Günün el-Ezher üniversitesi şeyhi (Şeyh Selim el-Bişri el-Maliki) ile görüş alış verişinde bulunduk.

Bu görüş alış verişi ve münazaralar, benim Mısır’da bulunduğum yıllarda merhum Şeyh Selim ile Peygamber (s.a.a)’den sonra hilafet mevzusu, naslar ve onun delilleri çerçevesindeydi.

Bu münazara ve mektuplaşmalarda bu konu hakkında yeterli ölçüde bahsettik. İnsaf, hak ve adalet olan şeyi gözettik. Sonuçta el-Ezher şeyhinin karakteri bereketiyle bu konuda en faydalı dini kitaplardan birisi durumuna geldi. Öyle ki hak ve hakikat onda tam anlamıyla aydınlığa kavuşmuştur. Allah’a bize böyle bir lütufta bulunduğu için şükrediyoruz.

Şimdi “el-Müracaat” kitabı, tüm İslam dünyasında yayınlanarak tam bir tarafsızlıkla Şia ve Sünni’nin hilafet konusunda söyledikleri şeyler hakkında herkesi araştırma yapmaya davet etmektedir. Araştırmacıların onu mütalaa etmekten gafil kalmamaları yerinde olur.

Ben siz saygı değer okurlardan, Peygamber (s.a.a)’in hedef ve maksadı, söz ve filleri hakkında iyi düşünmenizi ve duyduklarınızın fikir ve aklınıza gölge düşürmesine izin vermemenizi istiyorum. Aynen Peygamber (s.a.a)’in söz ve fiillerini müteşabih ve mücmel sözler gibi değerlendiren ve sözlerinin hiçbir etkisi olmadığını zannedenler gibi olmayın. Zira Allah (c.c) şöyle buyuruyor:

“O (Kur’ân), şüphesiz değerli, güçlü ve Arşın sahibi (Allah’ın) katında itibarlı bir elçinin (Cebrail’in) getirdiği sözdür. O orada sayılan, güvenilen (bir elçi)dir.) Arkadaşınız (Muhammed) da mecnun değildir.” [1]

O halde ey Müslümanlar! Nereye gidiyorsunuz?!

“O (bildikleri) vahiy edilenden başkası değildir. Çünkü onu güçlü kuvvetli biri (Cebrail) öğretti.” [2]

Şunu da biliniz ki ben, daha Peygamber (s.a.a) defin edilmeden önce hilafet hakkındaki açık ve mütevatir hadisler gibi naslar görmedim.

Peygamber (s.a.a)’in hayatı bi’setten ve tüm yakınlarını Ebu Talib’in evine toplayarak kendi risaletini ilan ettiği günden hayatının son anlarına kadar bu naslarla dolup taşmaktadır. Hatta ölüm yatağında, odası sahabe ile dolu olduğu bir sırada şöyle buyurdu:

“Ey İnsanlar! Ben çok yakında aranızdan ayrılacağım. Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beytimi aranızda bırakıyorum.”

Daha sonra Ali (a.s)’ın elinden tutup havaya kaldırarak şöyle buyurdu:

“Bu Ali Kur’ân iledir; Kur’ân Ali iledir. Bu ikisi Kevser havuzu başında bana gelinceye dek birbirlerinden ayrılmazlar.”

Bu iki değerli emanet (Kur’ân ve Ehl-i Beyt) hakkındaki nass ve rivayetler iki fırka (Şia ve Sünni) arasında hakemlik için yeterlidir. Hz. Ali (a.s)’ın özellikleri de bu naslarda tecelli etmiş durumdadır.

“Şüphesiz ki bunda aklı olan veya hazır bulunup kulak veren kimseler için bir öğüt vardır.” [3]

Evet, Sakıfe günü (dünya perestler) İslami hilafeti, nasları yorumlamak ve açık naslar karşısında kendi görüşlerine göre içtihat yaparak kendilerine mahsus kıldılar. Ama hiçbir şeye bağlı değillerdi! Kendi aralarında İslami hilafeti ele geçirme işini yerine getirdiler. Ama bu işte Beni Haşim ve taraftarlarından, yani nübüvvet hanedanından, risalet makamından, meleklerin inip çıktıkları yerden hiçbir kimseye haber dahi vermediler. Sanki Peygamber (s.a.a)’in yakınları Hz. Resulullah’tan değillerdi ve ümmet arsında değer ve ihtiramları yoktu.

Sanki onlar Allah’ın kitabının bir eşi,[4] ümmetin ihtilafa düşmemelerinin güvencesi,[5] kurtuluş gemisi[6] ve Hıtta kapısı[7] değillerdi.

Sanki onlar ümmete nispetle başın bedene ve gözün de başa nispetle olan menzilesi (konumu) gibi[8] değillerdi. Bilakis onları, şairin aşağıdaki meşhur şiirde kastettiği kimselerden farz ettiler.

Teym kayıp olduğu vakit işi bitirirler.
Hazır oldukları zaman ise onlardan izin almazlar.


Evet, hilafet işi “Sakıfe”de son buldu. Ama bu arada Peygamber (s.a.a)’in cenazesi, Ehl-i Beyti ve dostları arasında üç gün boyunca yerde kaldı. Onlar Peygamber (s.a.a)’in pak bedeni etrafında göz yaşları döküyor, ağlayıp sızlıyorlardı. Öylesine mahzundular ki her gören üzüntüye kapılıyordu; öylesine keder içerisindeydiler ki gönüller ve yürekler yerinden kopacak gibiydi. Onların tümü korku ve rahatsızlık içerisindeydiler.

Ama onlar (Ebu Bekir ve yandaşları) üç gün Peygamber (s.a.a)’in cenazesinden uzak bir şekilde kendi hükümetlerinin temellerini sağlamlaştırma çabası içerisindeydiler. Hilafet meselesi son bulana ve onu kendilerine mahsus kılana dek Peygamber (s.a.a)’in hiçbir işiyle uğraşmadılar.

Henüz Peygamber (s.a.a)’in defin işleminden kurtulmadan O’nun hanedanını ve onların dostlarını biat almak için sıkıştırmaya ve evlerini yakma tehdidine başladılar. Öyle ki şair “Hafız İbrahim” meşhur kasidesinde şöyle diyor:

“Ömer Ali’ye karşı bir söz söylemiştir! Onu duyana saygı duy, onu diyeni ise ulula! Biat etmezsen evini yakarım! İçerisinde Peygamber’in kızı bile olsa bırakmam orada kalasın! Ebu Hafsa’dan (Ömer) başka hiç kimse, Adnan süvarisi ve koruyucusu karşısında böyle bir söz söyleyemezdi.”

Eğer Peygamber (s.a.a)’in hanedanından birisinin hilafeti için kesin ve kat’i nass ve rivayetler olmasaydı veya mesela asaletli bir soya sahip olmasalardı, ahlak, cihat, ilim, amel, iman ve ihlas açısından şöhretleri olmasaydı, tüm faziletlerde herkesten geri olsalardı yani aynen diğer sahabeler gibi sayılsalardı, acaba Peygamber (s.a.a)’in defin merasimi bitene dek biat almanın ertelenmesine veya hilafetin düzgün ve istikrarlı olması için emniyet yönetiminin geçici olarak askeri bir şuraya bırakılmasına şer’î, aklî veya örfî bir engel mani olur muydu?

Acaba bir miktar sabretmeleri, Peygamber (s.a.a)’in onlar arasındaki musibete uğramış emanetleri olan Ehl-i Beyti’ne karşı daha uygun olmaz mıydı? Allah (c.c) şöyle buyurmaktadır:

“And olsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki, sizin sıkıntıya uğramanız ona çok ağır gelir. O, size çok düşkün, Müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.” [9]

Acaba, ümmetin sıkıntıya uğramasına üzülen, onlara karşı çok düşkün ve şefkatli olan Peygamber (s.a.a)’in kendisinden sonra Ehl-i Beytini rahatsız etmemelerini istemeye veya ümmet tarafından sıkıntıya sokulmamalarını istemeye hakkı yok mudur?

Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti için, O’ndan ayrılmak yeteri derecede üzücü ve keder verici idi. Buna göre onlara baş sağlığı verilmesi, acılarına ortak olunması, onların ihtiramını, ümmetin vahdeti ve birliğinin korunması daha yerinde olurdu.

Ama bunların tümünün aksine onlar neye mal olursa olsun hilafeti Ehl-i Beytin elinden çıkarmaya kararlıydılar. Onlar, Ehl-i Beyte zaman tanımanın aleyhlerine sonuçlanmasından korkmaktaydılar. Zira eğer Ehl-i Beyt Sakıfe’de olsalardı onların getirecekleri deliller kendi haklılıklarını açığa çıkaracak ve sözleri dinlenecekti. Bundan dolayı Beni Haşim’in Peygamber (s.a.a)’in kefenleme ve defin işleri ile meşgul olmalarını ganimet bildiler. Hatta Beni Haşim’den bir kişi dahi olmamasına rağmen biat işini gerçekleştirdiler. Beni Haşim kendini toparlamadan önce onlar her şeyi tamamladılar.

Buna ilave olarak Müslümanların korkuya kapılmalarının ve ayaklarının sarsılmasının onlara büyük bir yardımı olmuştu. Zira Ensar’ın (Medine halkı) bir çoğu Sakıfe’de Sa’d b. Übade’yi (Hazreç kabilesinin ileri geleni) hilafete aday tanınmak için toplandılar. Ama onun amcası oğlu Beşir b. Sa’d b. Salebe ve Useyd b. Hazir (Avs kabilesinin ileri geleni) onun adaylığına muhalefet ederek Sa’d b. Übade’nin seçilmemesi için ellerinden geleni yaptılar.

Buna ek olarak: Avim b. Saide-i Avsi ve Muin b. Udey (gizlice Ebu Bekir, Ömer ve yandaşları ile antlaşmışlardı) Sa’d ile muhalefet için birleştiler. Bu son iki şahıs Peygamber (s.a.a)’in hayatı zamanında da Ebu Bekir’in dostları, Sa’d’in ise azılı düşmanlarından idiler.

Bu yüzden Avim b. Saide hemen Ebu Bekir ve Ömer’in yanına giderek onların Sa’d’e karşı durma azimlerini daha da kuvvetlendirdi. Bu olaydan sonra Ebu Bekir, Ömer, Ebu Übeyde-i Cerrah ve Hüzeyfe’nin kölesi Salim’i de yanına alarak Sakıfe’ye getirdi. Bu sırada bir grup Muhacir de onlara katılmıştı.

Muhacir ve Ensar arsındaki tartışmalar giderek şiddetlendi, öyle ki sesler yükselmeye, eller kılıçlara gitmeye başladı. Neredeyse kan dökülecekti.

Tam bu sırada Ebu Bekir yerinden kalkarak Ensar’ı övücü sözler söylemeye başladı. Onları iyilikleri ile anarak, yavaş ve soğuk kanlılıkla şöyle dedi: “Muhacirler Peygamber (s.a.a)’in vücut ağaçları ve O’ndan çıkan tohumlardırlar.” Daha sonra hilafetin Muhacir’e ulaşması durumunda bakanlık ve valiliklerin Ensar’a verileceğini vurguladı. Daha sonra Ömer ve Ebu Übeyde’nin ellerini havaya kaldırarak hazır olanlara hangisine isterlerse biat edebileceklerini söyledi.

Ama tam bu sırada Ömer ve Beşir b. Sa’d öne atılarak Ebu Bekir’in kendisine biat ettiler. Bu ikisinin henüz biat etmeleri bitmemişken Useyd b. Hazir, Avim b. Saide, Muin b. Udey, Ebu Übeyde b. Cerrah, Ebu Hüzeyfe’nin kölesi Salim ve Halid b. Velid diğerlerinden öne geçerek Ebu Bekir’e biat ettiler.

Daha sonra bu şahıslar hangi yolla olursa olsun halkı Ebu Bekir’e biat etmeye mecbur kıldılar. Bu konuda Ömer diğerlerine oranla halkın biat etmesi için onlara karşı daha sert davranıyordu. Ömer’den sonra Useyd b. Hazir, Halid b. Velid, Konfuz b. Ümeyr b. Ced’an et-Temimî yer almaktaydılar.

Ebu Bekir’e yapılan biat sonra erince, Ebu Bekir’e biat eden grup, gelini zifaf odasına götüren grup gibi neşeli, sevinçli ve şen bir şekilde Mescid’ün-Nebi’ye girdi. Ama henüz Peygamber (s.a.a)’in cenazesi yerdeydi ve Beni Haşim büyükten küçüğe herkesiyle O’nun etrafında göz yaşı dökmekteydi.

Hz. Ali (a.s) ise İslam ve Müslümanların vahdet ve birliğini korumak amacıyla, en önemliyi, önemliye tercih etmek suretiyle Peygamber (s.a.a)’e vermiş olduğu sözü yerine getirdi. Böylece gözünde bir diken, boğazında kemik kalmış birisi gibi sabretmeyi daha uygun bildi.[10]

Ebu Bekir-i Cevheri, Şa’bi’den şöyle bir hadis naklediyor: Ömer ve Halid b. Velid Hz. Fatıma’nın evine doğru yöneldiler. Ömer içeri girdi, Halid ise kapıda durdu. Ömer Hz. Fatıma’nın evine sığınan Zübeyr’e şöyle dedi: Eline aldığın bu kılıç nedir?

Zübeyr: Bunu Hz. Ali’ye biat etmek için hazırladım, dedi. Zübeyr ile beraber Mikdad ve Beni Haşim de Hz. Fatıma’nın evinde toplanmışlardı.

Ömer Zübeyr’in kılıcını alarak evde bulunan bir taşa vurup kırdı. Daha sonra Zübeyr’i Halid b. Velid’in ve yandaşlarının yanına götürdü. Ebu Bekir bu kalabalık grubu Ömer ve Halid’i korumaları için göndermişti!

Daha sonra Ömer Hz. Ali (a.s)’a şöyle dedi: Kalk Ebu Bekir’e biat et! Ama Hz. Ali (a.s) itina etmedi. Ömer Ali (a.s)’ın elini tutarak: Kalk! dedi. Ama Hz. Ali (a.s) kalkmadı. Dışarıda bulunan topluluk içeri hücum ederek Hz. Ali (a.s)’ı da aynen Zübeyr gibi tutarak Halid b. Velid’e teslim etti!

Daha sonra Ömer Hz. Ali (a.s) ve Zübeyr’i sert bir şekilde itmeye başladı. Böylece Ebu Bekir’in yanına geldiler! Bu arada Medine sokakları kalabalıktan dolup taşmaktaydı. Halk grup grup toplanarak bu manzarayı izliyorlardı.

Hz. Ali (a.s)’a bu şekilde saygısızca davranıldığını gören Hz. Fatıma (a.s) ağlamaya ve feryat etmeye başladı. Beni Haşim ve diğer kabilelerden olan kadınlar Onun etrafını sarmışlardı. Hz. Fatıma kendi evine doğru (Hz. Fatıma’nın evi mescide açılmaktaydı) gelip durarak şöyle seslendi:

Ey Ebu Bekir! Ne kadar da çabuk Allah Resulünün Ehl-i Beyti’ne saldırdın! Allah’a and olsun ki yaşadığım müddetçe Ömer’le konuşmayacağım...” [11]

İnsan, onların o günkü işleri hususunda biraz dakkat ettiğinde, Ebu Bekir’in neden ölüm yatağında: “Keşke Fatıma’nın evine zorla girmeseydim...” dediğini iyice anlamaktadır.

Yine Ebu Bekir-i Cevheri es-Sakıfe adlı kitabında Ebu Luhey’a Ebu’l-Esvet’ten naklen şöyle tahriç ediyor:

“Ömer ve yandaşları Hz. Ali’nin evini işgal ettiler. Hz. Fatıma feryat ederek Peygamber’in Ehl-i Beyt’ine saldırmamaları için yeminler yağdırıyordu. Ama Onlar Hz. Ali ve Zübeyr’i evden çıkararak zorla Ebu Bekir’in yanına götürdüler.”

Yine Cevheri şöyle rivayet etmektedir: Ömer bir grup Ensar ve birkaç muhacirle beraber Hz. Fatıma (a.s)’ın evine giderek şöyle dedi: Allah’a yeminler olsun ki bu eve sığınanların tümü Ebu Bekir’e biat etmek için dışarı çıkmalıdırlar. Aksi takdirde evi içindekilerle beraber yakacağım.

Zübeyr yalın kılıçla Ömer’e hamle etti. Ömer’in beraberindekiler de ona hamle ettiler. Zübeyr’in elindeki kılıç yere düştü. Ömer kılıcı alıp evde bulunan bir taşa vurarak kırdı. Daha sonra onlar feci bir şekilde onları evden dışarı çıkardılar.[12]

Mevcut ortamdan doğan rahatsızlıklar, Hz. Ali (a.s)’ın öfkelenmesine ve bir köşeye çekilmesine neden oldu. Hatta onu zorla kendi evinden bile dışarı çıkardılar. Hz. Ali (a.s) Ebu Bekir’e hitaben söylediği bir şiirde şöyle buyuruyor:

“Eğer sen hilafeti ele geçirmek için muhaliflerinin karşısına Peygamber (s.a.a) ile olan akrabalığını ileri sürdüysen, Peygamber’e senden daha yakın akrabalığı olan vardır. Eğer halkın sorumluluğunu şura yoluyla ele aldıysan bu nasıl şuradır ki seçmenler orada yoktu?!”

Bu iki beyit şiir Nehc’ül-Belağa’da da mevcuttur. İbn-i Ebi’l-Hadid ve Şeyh Muhammed Abduh Nehc’ül-Belağa’ya yazdıkları şerhlerinde bu iki beyit hakkında okunmaya değer konular yazmışlardır. Daha fazla bilgi için bu iki şerhe ve el-Müracaat adlı kitabımızın 80. Mektubuna müracaat ediniz.

Abbas b. Abdülmüttalib de Ebu Bekir ile yaptığı bir münazarada bu iki beyitten bazı konuları almıştır. Zira Ebu Bekir ile aralarında geçen konuşma esnasında şöyle dedi: Eğer sen hilafeti Peygamber (s.a.a)’le olan irtibatından dolayı ele aldıysan bizim hakkımızı aldın. Eğer müminlerin hayrına göre hareket ettiysen bizim onların arasında önceliğimiz vardır. Eğer iman ehlinin oyuna dayanarak sahiplendiğin makamı meşru biliyorsan, bizim muhalif görüşe sahip olmamız nedeniyle meşru olmanın da hiçbir anlamı kalmayacaktır.

İbn-i Ebi’l-Hadid’in Nehc’ül-Belağa’ya yazdığı şerhinde[13] Abbas’ın Ebu Bekir’e bir defasında da şöyle dediği nakledilmiştir:

“Peygamber (s.a.a)’in ağacı olduğunuzu söyledin, ama şunu bilmelisin ki, siz (Mekke muhacirleri) bu ağacın komşularısınız. Ama biz bu ağacın dal ve yapraklarıyız.”

Abbas’ın söylediği söz, Hz. Ali (a.s)’ın söylediği sözün içeriğidir. İmam Ali (a.s) şöyle söylemişti:

“Onlar ağacı delil olarak getirdiler ama onun meyvesini zayi ettiler.”

İbn-i Ebi’l-Hadid[14] Nehc’ül-Belağa şerhinde ve Zübeyr b. Bekkar da el-Muvaffakiyet adlı kitapta şöyle naklediyorlar: Fazl b. Abbas şöyle dedi:

“Ey Kureyş topluluğu! Özellikle de ey Beni Teym (Ebu Bekir’in kabilesi)! Siz hilafeti Peygamber (s.a.a)’e olan yakınlığınızla ele geçirdiniz. Halbuki biz ona sizden daha lâyığız. Eğer biz layık olduğumuz bu makamı isteseydik, halkın, diğerlerine nispet bize olan kıskançlık ve kinlerinden dolayı isteksizlik göstermeleri daha çok olacaktı. Biz aynı zamanda Hz. Ali’nin Peygamber (s.a.a) ile aralarında olan ve Ali (a.s)’ın kendisini O’na uymaya zorunlu kabul ettiği bir antlaşmanın da var olduğunu bilmekteyiz.”

Ebu’l-Fida’nın Muhtasar’ında ve İbn-i Ebi’l-Hadid’in Nehc’ül-Belağa Şerhi’nde [15] şöyle nakledilir:

Utbe b. Leheb etkileyici şu şiirinde Sakıfe olayını şöyle anlatıyor:

“Ben hilafetin Beni Haşim’den, özellikle de Ebu’l-Hasan’dan (Hz. Ali -a.s-) alınacağını kesinlikle beklemezdim. Sizin kıblenize ilk namaz kılan Ali değil midir? Kur’ân ve sünneti en iyi bilen o değil midir? Peygamber (s.a.a)’e en yakın şahıs o değil midir? Yine Peygamber (s.a.a)’in kefin ve defninde Cebrail’in yardımcısı olduğu O değil midir? Ali öyle birisidir ki onun vücudunda olan hiç kimsede yoktur. Onda olan güzelliklerin hiçbirisi muhaliflerinde yoktur. Ama ne oldu ki onlar Ali’den yüz çevirdiler? Biz biliyoruz, bu iş en büyük zararlardan birisidir.”

Zübeyr b. Bekkar Muvaffakiyya’ta ondan bu beyitleri naklettikten sonra şöyle yazmaktadır: Ali, Utbe b. Ebu Leheb’in peşi sıra birisini göndererek onu (bu işten) nehyetti ve bir daha bu konuyu açmamasını istedi! Hz. Ali (a.s) şöyle buyurdu:

“Bizim açımızdan dinin güvende olması her şeyden daha önemlidir.!”

Aynı şekilde İbn-i Ebi’l-Hadid Şerh-i Nehc’ül-Belağa’nın 2. cildinde Zübeyr b. Bekkar’dan naklen şöyle yazıyor:

Ebu Süfyan Ali’nin bulunduğu evin yanından geçerken durarak şöyle bir şiir inşat etti:

“Ey Beni Haşim! Dikkat ediniz halk size göz dikmesin, özellikle de Teym b. Murre (Ebu Bekir) ve Udey (Ömer). Hilafet sizin evinizdedir ve size doğru yüz çevirmiştir. Ali’den başka hiç kimse ona layık değildir. Ey Ebu’l-Hasan (Hz. Ali)! Hilafeti ele almak için kemerini sıkı bağla; zira sen her açıdan bu makama layıksın.”

Ama Ebu Süfyan’ın sözlerinin Hz. Ali (a.s)’ın yanında hiçbir değeri yoktu. Örneğin bir cevabında Ebu Süfyan’a hitaben şöyle buyurdu:

“Peygamber (s.a.a)’in benimle olan bir ahitleşmesi vardır ve ben ona bağlıyım.”

Ebu Süfyan Hz. Ali’yi bırakıp Abbas b. Abdülmuttalib’in evine giderek şöyle dedi: Sen hilafete layıksın. Birader zadenin mirasını almaya herkesten daha hak sahibisin. Elini uzat da sana biat edeyim. Abbas gülerek şöyle dedi: Ali bırakır da Abbas mı istiyor! Ebu Süfyan ümitsizlikle dışarı çıktı.

Onların kendilerinin söylediği gibi Ebu Bekir’e biat, Allah’ın Müslümanları şerrinden koruduğu bir hataydı. Ama bu koruma işlemi, Hz. Ali (a.s)’ın eli ve O’nun meydana gelen tüm sıkıntılar karşısında sabrederek kendi hakkını İslam’ın geleceği için feda etmesiyle sağlandı.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] - Tekvir / 19-22.
[2] - Necm / 4-5.
[3] - Kaf / 37.
[4] - Sekaleyn hadisine işaret edilmektedir. Bkz. Sahih-i Müslim, Tirmizi, Nesai, Müsned-i Ahmed b. Hanbel ve...
[5] - Bkz. Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 149.
[6] - Bkz. Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 151 Ebuzer’den.
[7] - Taberani “Evset” adlı kitabında Ebu Said-i Hudri’den.
[8] - El-Müracaat’tan 13. Mektuba kadar olan bölüm.
[9] - Tevbe / 128.
[10] - Bkz. el-Müracaat, Mektup: 82 ve 84. Yine Bkz. el-Fusul’ul-Mühimme, Fasıl: 8.
[11] - Es-Sakıfe’den naklen Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid el-Mu’tezili, c. 2, s. 19.
[12] - Bkz. Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 2, s. 19.
[13] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 2, s. 2.
[14] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, c. 2.
[15] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, c. 2, s. 2.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

(2)

ÖMER EBU BEKİR’İN TAVSİYESİ İLE HALİFE OLUYOR


Ebu Bekir ve yandaşlarının açık nass karşısında içtihat ettikleri ikinci yer ve nokta Ebu Bekir’in vefat anı gelince gerçekleşti. Ebu Bekir beklenen an gelince Ömer’in halife olmasını tavsiye etti! Vay! Vay!

Emir’ul-Müminin Ali (a.s) Nehc’ül-Belağa’da şöyle buyuruyor:

“Kendi hayatı zamanında kendisini hilafetten azlederken (kendi diliyle şöyle söylüyordu: Beni bırakın Ali varken ben hiçbir şeyim) ölümünden sonra bu makamı başkası (Ömer) için hazırlamaktaydı. Onu (hilafeti) aynen devenin iki memesi gibi kendi aralarında paylaştılar.” [1]

Vay! Vay! Birisi bir malı sahibinden zorla alıyor ve onu kullanması için istediğine bağışlıyor. Hatta öyle ki yarınki günün azabından hiç de korkmuyor, çekinmiyor! Vay! Vay!

Sanki onu unutmuştu, ya da Peygamber (s.a.a)’in hilafeti Ali ve ondan sonrada O’nun evlatlarına bıraktığını unutmuş numaraları yapıyordu.

Onlar (Ehl-i Beyt) iki ağır emanetten birisidir ki kim onlara sarılırsa asla sapıklığa düşmez.

Kim din işlerinde onların hareket ettiği gibi hareket etmezse, hakka hidayet olmaz.

Öyle bir Ehl-i Beyt ki, terazinin bir kefesinde Kur’ân ile aynı ağırlıktadır. Kıyamet gününde Kevser havuzu başında Peygamber (s.a.a)’e gidene dek birbirinden ayrılmayacaklar.

Onlar Nuh’un gemisi gibidirler; ona binen kurtulmuş, ondan yüz çevirense boğulup gitmiştir.

Onlar aynen Beni İsrail arasında bulunan Hıtta[2] kapısı gibidirler ki kim o kapıdan girerse, bağışlamış olur.

Onlar yer yüzü sakinlerinin İlahi azaptan güvencede kalma sebepleridirler.

Onlar ümmetin ihtilafa düşmemelerinin güvenceleridirler.

Eğer bir kabile onlarla muhalefet ederse iş ihtilafa dökülür ve hizb’üş-şeytan şeklini alır...

Ehl-i Beyt’in Peygamber (s.a.a)’den sonra hilafet için herkesten daha layık olduğunu ispatlayan daha nice naslar vardır.
Biz el-Müracaat adlı kitapta bu naslardan bir bölümünü naklettik; oraya müracaat edebilirsiniz.[3]
--------------------------------------------------------------------------------
[1] - Nehc’ül-Belağa Feyz’ul-İslam; H: 3 s. 47.
[2] - Kur’ân’da bulunan iki ayete işaret edilmektedir. Bakara /58; A’raf /161.
[3] - Bu bölümü el-Müracaat’ın 8. Mektup ile 14. Mektuplarında bulabilirsiniz.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Ali
Mesajlar: 636
Kayıt: 24 Ara 2006, 08:34

Mesaj gönderen Ali »

Çoğu gerçeği biliyor ama nefslerine yenik düşüyorlar.
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

(3)

ÜSAME’NİN ORDUSUNDAN YÜZ ÇEVİRMEK


Birinci halifenin, Peygamber (s.a.a)’in açık nassı karşısında içtihat ettiği konulardan birisi de Onun Üsame’nin ordusu hakkındaki emrinin tersine hareket etmesidir. Resul-i Ekrem (s.a.a) bu orduyu Şam civarlarında Rum ordusu ile savaşmak ve önceki yenilgiyi telafi etmek için hicretin on birinci yılında ömrü şeriflerinin son anlarında düzenlemişti. Daha sonra da söyleyeceğimiz gibi bu konuyla ilgili naslara da amel etmediler. Şimdi maceranın geniş şekli:

Resul-i Ekrem (s.a.a) Üsame b. Zeyd’in ordusuna büyük bir önem veriyordu. Öyle ki tüm ashabına Zeyd’in sancağı altında toplanmaları emrini verdi. Bu konuda oldukça vurgulu konuşuyordu.

Daha sonra anların psikolojik güçlerini artırmak için ordunun düzenlenmesiyle bizzat kendisi ilgilendi. Böylece Ebu Bekir, Ömer, Ebu Übeyde b. Cerrah, Sa’d b. Ebu Vakkas vb. gibi sahabenin ileri gelenlerini Üsame b. Zeyd’in ordusunda topladı. Bu hadise hicretin on birinci yılı sefer ayının bitmesine dört gün kala meydana gelmişti.

Ertesi gün Peygamber (s.a.a) Üsame’yi çağırarak şöyle buyurdu:

“Ben seni bu ordunun komutanı yaptım, babanın şehit olduğu yere doğru hareket et, onları atların ayakları altına al, Übna[1] halkıyla savaş ve onları yok et. Düşmanın durumundan daha çabuk haberdar olman için süratle hareket et. Eğer Allah seni onlara karşı muzaffer kılarsa aralarında fazla kalma. Kendinle beraber izciler götür. Casus ve öncü birliklerini kendinden önce hareket ettir.”

Seferin yirmi sekizinci günü gelip çattığında Peygamber (s.a.a)’de vefatına neden olan hastalığın etkileri görülmeye başladı. Hemen ardından ateşi yükselip şiddetle başı ağrımaya başladı. Sefer ayının 29. günü sabahı ashabın bu seferberliğe uymadıklarını görünce bizzat kendisi ashabın yanına giderek onları harekete geçirmek için teşvik etmeye başladı.

Daha sonraları iradelerinin takviyesi ve cesaretlerinin tahriki amacı ile sancağı kendi mübarek eliyle açıp Üsame’ye vererek şöyle buyurdu: b]“Allah’ın adıyla O’nun yolunda ve O’nu inkar eden herkes ile savaş.”[/b]

Sonra sancağıyla oradan çıkıp onu Bureyde’ye verdi, ordu ise Curf’ta idi. Ama ashap orada da kusurlar etmeye başladı. Peygamber (s.a.a)’in bir an önce maksada hareket etme hususundaki bunca naslarını görüp duymalarına rağmen yerlerinde kalıp hareket etmediler.

Tüm İslam tarihçileri Ebu Bekir ve Ömer’in de Üsame’nin ordusunda olduklarını yazmıştır. Hatta bu mevzuu kendi kitaplarının kesinliklerinden saymışlardır. Bu konu ihtilaflı olmayan mevzulardandır. Siz değerli okurlar bu asker çıkarma mevzusundan bahseden kitaplar hakkında daha fazla bilgi edinmek için şu kitaplara müracaat edebilirsiniz: Tabakat-ı Muhammed b. Sa’d, Tarih-i Taberi, Tarih-i İbn-i Esir, Sire-i Dehlani ve...

Halebi bu asker çıkarma olayını kendi Sire kitabının 3. cildinde anlatırken güzel bir olay nakleder. Şimdi onun aynısını aktarıyoruz. O şöyle yazıyor:

Mehdiyi Abbasi Basra’ya girdiğinde halkın akıl ve zekada örnek vermek istediklerinde Ayas b. Muaviye’yi örnek verdiklerini gördü. Halbuki o bir çocuktu. Ama dört yüz alim ve hırkalı şahıs onun ardı sıra hareket etmekteydi.

Mehdi: "Bu sakallara yazıklar olsun! Bunların arasında, önde yürüyecek bir yaşlı yok mudur? Daha sonra Ayas’tan kaç yaşında olduğunu sordu."

Ayas: "Benim yaşım Üsame b. Zeyd’in yaşı kadardır. Peygamber (s.a.a)’in Ebu Bekir ve Ömer’in bulunduğu orduya onu komutan yaptığı vakitteki gibiyim!"

Mehdi: "Aferin! Sen elbette bunların önderi olmalısın."

Halebi şöyle diyor: Onun yaşı o zaman on yedi idi.

Sahabeden bir grup Üsame b. Zeyd’in yaşının küçük olmasından dolayı Peygamber (s.a.a)’in onu bu makama atamasına mırıldanmaya başladı. Babası Zeyd’in komutanlığına da itiraz ettikleri gibi. Halbuki bu grup Peygamber (s.a.a)’in şahsen onu bu makama seçtiğini, ateşi olduğu halde komutanlık sancağını kendi eliyle açıp ona verdiğini ve: “Seni bu ordunun komutanı yaptım” dediğini duymuşlardı. Ama maalesef tüm bunlar onların homurdanarak itiraz etmelerine ve Peygamber (s.a.a)’i eleştirmelerine engel olmadı.

Resul-i Ekrem (s.a.a) onların bu itiraz ve eleştirilerine şiddetle sinirlendi ve tam hastayken, ateşi çıkmışken, bir havluya sarılı bir şekilde Cumartesi günü Rabi’ul-Evvelin onunda vefatından iki gün önce (elbette Ehl-i Sünnet’in görüşüne göre zira Şia arasında meşhur olan görüş Peygamber (s.a.a)’in 28 Seferde vefat ettiğidir) mescide gidip minbere çıkarak-tüm Şia ve Sünni tarihçileri nakletmişlerdir- Allah’a hamd-u senadan sonra şöyle buyurdu:

“Ey İnsanlar! Üsame’yi bu makama atadığımdan dolayı bazılarınızın söylediği bu sözler nedir? Beni eleştirmenizin hiçbir yeniliği yoktur. Önceden de babasını böyle bir makama atadığımda beni eleştirmiştiniz! Allah’a and olsun ki Zeyd bu makama layıktı, ondan sonra da oğlu bu makama layıktır.”

Daha sonra onlara bir an önce Üsame’nin ordu karargahına gitmelerini emretti. Bundan sonra ashap grup grup gelip Peygamber (s.a.a)’le vedalaşarak karargahın bulunduğu Curf bölgesine doğru hareket ettiler. Resul-i Ekrem (s.a.a) de onları çabuk hareket etmeye teşvik ediyordu.

Hatta Peygamber (s.a.a) hastalığı şiddetlendiğinde bile sürekli şöyle buyuruyordu:

“Üsame’nin ordusunun donatılmasına iyi dikkat ediniz, Üsame’nin ordusunu hareket ettirin, Üsame’nin ordusunu uğurlayın yola koyulsunlar.”

Peygamber (s.a.a), bu gibi sözlerini defalarca tekrarlamasına rağmen ashaptan bir grup aynı şekilde gitmede ağır davranıyorlardı.

İkinci gün; yani Rabi’ul-Evvelin 12. günü Üsame karargahtan ayrılarak Peygamber (s.a.a)’in huzuruna geldi. Peygamber (s.a.a) bir an evvel hareket etmesi emrini vererek şöyle buyurdu: “Allah’ın yardımıyla yarın hareket et.” Üsame Peygamber (s.a.a)’le vedalaşarak karargaha geri döndü.

Daha sonra Ömer ve Ebu Übeyde b. Cerrah ile beraber Peygamber (s.a.a)’in yanına geldi. Peygamber (s.a.a)’in evine girdiği zaman Peygamber (s.a.a) ömrünün son dakikalarını yaşamaktaydı. Birkaç dakika sonra ise mele kut alemine göçtü.

Ordu da sancağı ile birlikte Medine’ye döndü. Daha sonraları ashap ordunun hareketini tam olarak iptal etmek istedi. Konuyu Ebu Bekir’e açarak kararları hususunda oldukça ısrar gösterdiler. Ama Peygamber (s.a.a)’in bu ordu ve onun hareketi hususundaki ısrarını, Peygamber (s.a.a)’in ordunun hızla hareket etmesi hususundaki olağan üstü ilgisini, bu konudaki nasları görmüş ve duymuşlardı. Hatta Peygamber (s.a.a) ordu komutanını şahsen atamış, onun sancağını kendi eliyle (mızrağa) bağlamış ve Allah’ın izniyle yarın sabah hareket et diye buyurmuşlardı.

Eğer halife (Ebu Bekir) mani olmasaydı geri kalan ashap tüm orduyu şehre getirerek sancağı düreceklerdi. Ama Ebu Bekir bu işe razı olmadı. Sahabe onun orduyu hareket ettirmede kararlı olduğunu görünce, Ömer b. Hattab Ensar (Medineliler) tarafından elçi olarak Üsame’yi ordu komutanlığından almasını ve onun yerine başkasını atamasını istedi! Ama Ebu Bekir Üsame’yi bu makamdan almayı kabul etmedi. Hatta öyle ki Ömer’in sakalından tutarak[2] şöyle dedi: "Ey Hattab’ın oğlu! Annen sana ağlasın, keşke seni doğurmasaydı. Onu Peygamber (s.a.a) atamıştır, sen onu görevden almamı mı istiyorsun?!"

Sonunda ordu gönderildi. Üsame bin atlı ve iki bin piyade ile yola koyuldu.

Peygamber (s.a.a)’in de emrettiği gibi Üsame Übna halkına hamle etti ve Allah’ın da yardımıyla babasının (Zeyd b. Harise) katilini öldürdü. Bu savaşta hatta bir Müslüman dahi öldürülmedi. Üsame o gün babasının atına binmişti ve savaş ganimetlerini taksim ederken o süvari birliklerine iki pay piyade birliklerine de bir pay verdi, kendisi de bir pay aldı!

Uzun uzun konuşmalardan sonra Üsame’nin ordusu Medine’den ayrılırken, Peygamber (s.a.a)’in, Üsame’nin ordusunda yer almaları emrini verdiği kimselerden bazıları orduya katılmaktan çekindiler. Halbuki Şehristani’nin[3] (Milel ve Nihel kitabının dördüncü önsözünde) söylediğine göre Peygamber (s.a.a) ashabına şöyle buyurmuştu: “Üsame’nin ordusunu teçhiz edin. Kim Üsame’nin ordusuna katılmazsa Allah’ın laneti onun üzerine olsun.” [4]

Onların ordunun hareketini iptal etmek istemeleri, daha sonraları da orduya katılmaktan çekinmeleri kendi siyasetlerinin temellerini kuvvetlendirmek istemelerindendi. Bu işi hatta Peygamber (s.a.a)’in açık seçik olan nassına bile tercih ettiler. Zira bu işin siyasi konumlarının korunması için gerekli olduğunu görmekteydiler. Çünkü onların katılmamaları ile ordunun hareketinin iptal edilmeyeceğini bilmekteydiler. Ama onlar Peygamber (s.a.a)’in vefatından önce hareket edecek olsalardı hilafet ellerinden çıkacaktı.

Peygamber (s.a.a) de onların İslam devletinin başkentinde olmamalarını istiyordu. Zira kendisinden sonra Hz. Ali’nin hilafete geçmesi kolaylaşmış olacaktı. Onlar geri döndükleri zaman ise olmuş ve yerine getirilmiş bir işle karşılaşacaklarından ihtilafa düşmeyeceklerdi.

Peygamber (s.a.a)’in 17 yaşında olan Üsame gibi bir genci ordu komutalığına atamasının sebebi bazı fanatiklerin önünü almak, azgınları uslandırmak, memurun amirine karşı olan itaatsizliğini ortadan kaldırmaktı.

Ama onlar Peygamber (s.a.a)’in amacını anladılar. İlk önce Üsame gibi bir gencin komutalığını eleştirdiler. Daha sonra da Üsame ile beraber yola çıkmak konusunda bahaneler getirmeye başladılar. Hatta öyle ki Peygamber (s.a.a) vefat edene dek ordu karargahtan hareket etmedi. Daha sonraları ise ordunun hareketini iptal ve sancağı düşürmek istediler. Sonunda ise onların bir çoğu, herkesten önce de Ebu Bekir ve Ömer orduya katılmaktan çekindiler.

İşte bu, Üsame’nin ordusu macerasında onların açık naslara amel etmedikleri beş mevzudan ibaretti. Çünkü onlar siyasi işlerde kendi görüşlerini tercih etmek ve Peygamber (s.a.a)’in nassı karşısında içtihat yapmak istiyorlardı.

Şeyh’ul-İslam el-Bişri (zamanın el-Ezher Üniversitesi başkanı) mektuplaşmalarımızın birinde onlardan taraf özür getirmişti; şöyle ki: Her ne kadar Peygamber (s.a.a) onları teşvik etmiş ve Üsame’den bir an önce yola çıkmasını hatta sancağı Üsame’ye verirken, yarın Übna halkına saldır, demiş ve ikindi vaktine kadar beklemesine bile müsaade etmemişse de ardından Peygamber (s.a.a) hemen hastalanmışlardır. Hatta hastalığı öyle ağırdı ki bu hastalık sonucu vefat etmesinden korkuluyordu. Bu yüzden sahabe Peygamber (s.a.a)’i o halde bırakıp gidemezdi. Bu nedenle karargahta bekleyerek Peygamber (s.a.a)’in durumunun nasıl olacağını görmek istediler!!!

Bu durum ise onların Peygamber (s.a.a)’e karşı olan büyük saygı ve sevgilerinden kaynaklanıyordu. Onların Üsame’nin ordusuna katılmamaları ise iki sebepten dolayı idi:

a) Bekleyerek ya Peygamber (s.a.a)’in iyileşmesini görerek sevinmek veya O’nun vefatı durumunda Peygamber (s.a.a)’in kefin ve defin işlemiyle feyizlenmek istiyorlardı! Aynı zamanda İslami hükümet için ortamı Peygamber (s.a.a)’den sonra başa geçmesi kararlaştırılan şahıs için müsait duruma getirmeyi kararlaştırmışlardı. Bu yüzden onlar, bu şekilde oyalanmaları ve beklemelerinden dolayı azarlanamazlar!

Onların, Peygamber (s.a.a)’in bu konudaki tüm naslarını görüp duymalarına rağmen, Üsame b. Zeyd’in komutanlığı hakkındaki eleştirileri Üsame’nin genç olmasından dolayıydı. Zira ashap arasında yaşlı kimseler de bulunmaktaydı. Doğal olarak onlar bir gence itaat etmek istemiyorlar ve gönülleri ona teslim olmaya hazır değildi. Bu sebeple onların Üsame’nin komutanlığından hoşlanmamaları bidat değildir. Bilakis İnsanın doğal yapısının derinliklerindendir.

Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra Üsame’nin azledilmesi isteği konusuna gelince; bazı alimler şöyle demişlerdir: Onlar, düşündükleri bir takım maslahatların halife tarafından da kabul göreceğini zannetmişlerdi!

Ama Şeyh’ul-İslam burada şöyle söylemektedir: İnsaf şudur ki ben, Peygamber (s.a.a)’den Üsame’yi azletmesi istendikten sonra O’nun sinirlenerek ağır hasta ve ateş içerisinde olduğu halde mescide gidip minbere çıkması ve hiddetli bir şekilde konuşmasından sonra insan aklının kabul edebileceği bir delil ve sebep bulamadım. Bu yüzden onların bu hadiselerden sonra özür dilemeleri Allah’tan başka hiç kimsenin bilmediği bir mevzudur!

b) Onların Üsame’nin ordusunun hareketinin iptali ve bu konuda Ebu Bekir’e yaptıkları ısrara gelince; onların tümü, İslam’ın başkentinin tüm askeri güçlerden yoksun olduğu bir anda müşriklerin saldırısı karşısında korunması gerektiği fikrini gütmekteydiler! Zira Peygamber (s.a.a)’in vefatı ile nifak ortaya çıkmış, Yahudi ve Hıristiyanlar cüretleşmişlerdi. Arap kabilelerinden bazıları dinden dönmüş ve diğer bazı kabileler ise zekat vermekten kaçınmışlardı.

Bu yüzden Sahabe, Ebu Bekir’den Üsame’nin hareket etmesine mani olmasını istedi. Ama o kabul etmeyerek şöyle dedi: Allah’a and olsun ki! Peygamber (s.a.a)’in emrini yerine getirmeden önce her hangi bir işe başlamam, ölüm benim için bu işten daha iyidir!

Bu, alimlerimizin Ebu Bekir’den naklettikleri bir konudur. Diğer şahısların da İslam’ı korumaktan başka bir kasıtları yoktu. Bu yüzden Üsame’nin ordusunun hareketini reddetmede mazurdular. Ömer, Ebu Bekir ve diğer şahısların Üsame’nin ordusuna katılmamasına gelince; bu konu İslami saltanatı, Muhammedi devleti ve o günlerde İslam ve müslümanları koruyan hilafeti korumak içindi!!!

Şehristani’nin “el-Milel ve’n- Nihel” adlı kitabından naklettiğiniz konuya gelince; biz o hadisi mürsel ve senetsiz olarak bulduk. Halebi ve Seyyid Dehlani Sire kitaplarında şöyle demişlerdir: “Bu konuda bir hadis dahi naklolunmamıştır. Eğer siz Ehl-i Sünnet yoluyla nakledilmiş olan bir hadis biliyorsanız bize de bildirin ki teşekkür edelim size.”

Biz de şeyhin cevabında şöyle dedik: Siz ashabın Üsame’nin ordusuyla hareket etmede oyalandıklarını, hızla hareket etmekle görevlendirildikleri halde ağır davrandıklarını kesin olarak kabul etmiş durumdasınız.

Ve yine Peygamber (s.a.a)’in Üsame’nin komutanlığı hakkında ki naslarını görüp duyduktan sonra bile eleştiri ve itirazlarda bulunduklarını da itiraf ettiniz.

Peygamber (s.a.a)’in Üsame’nin komutanlığı hususundaki eleştirilere sinirlendiği halde ashabın Ebu Bekir’den Üsame’yi azletmesini istediklerini kabul ettiniz. Peygamber (s.a.a)’in hasta ve rahatsız bir şekilde evden çıkarak mescidde bir hutbe okuduğunu Üsame ve babasının komutanlık için layık olduğunu söylediğini de o günün hadiselerinden olduğunu biliyorsunuz.

Yine şunu da kabul etmektesiniz ki sahabe halifeden Peygamber (s.a.a)’in düzenlediği orduyu iptal etmesini ve Peygamber (s.a.a)’in eliyle Üsame’ye verdiği sancağı ondan almasını istemişlerdir.

Şunu da tasdik ediyorsunuz ki; Peygamber (s.a.a)’in, bazılarının Üsame’nin ordusuna katılmalarını emretmesine rağmen orduya katılmadılar.

Siz tarihçilerin naklettikleri, tüm muhaddislerin aktardıkları ve korudukları bütün bu konuları kabul etmektesiniz.

Onların özür sahibi olduğu konusunda söylediğiniz şeylerin özeti şudur: Ashap bu işleri yaparken Peygamber (s.a.a)’in sözlerine göre değil kendi görüşlerine göre İslam’ın maslahatını gütmüşlerdir. Bu konuda biz de bundan başka bir şey iddia etmedik zaten!

Başka bir değişle; sözümüzün konusu şudur ki: Acaba Ashap kendilerini Peygamber (s.a.a)’in tüm sözlerine uymaya zorunlu bilmekte miydiler, yoksa yok? Siz hayır cevabını seçtiniz. Yani siz onların bir takım naslara amel etmediklerini itiraf ettiniz. Bu itirafınız bizim iddiamızı ispatlamaktadır. Ama onlar özürlü müydüler, yoksa özürlü değiller miydi konusu ayrı bir mevzudur.

Onların Üsame’nin ordusu konusunda İslam’ın maslahatını (elbette kendi görüşlerine göre) Peygamber (s.a.a)’in naslarına tercih ettiklerini kabul ettiğiniz halde neden onların Peygamber (s.a.a)’den sonraki hilafet konusunda da (kendi görüşlerine göre) İslam’ın maslahatını Peygamber (s.a.a)’in Gadir-i Hum ve benzeri naslarına tercih ettiklerini söylemiyorsunuz?!

Siz onların, Peygamber (s.a.a)’i, Üsame gibi bir genci, yaşlı başlı kişilerin arasından komutanlık için seçmesi yüzünden eleştirdiklerini ve bunun da insanın tabiatının derinliklerinden kaynaklandığını ve yaşlıların bu gence itaat etmemelerinin doğal bir şey olduğunu söylediniz.

Peki neden aynı bu sözü Hz. Ali (a.s)’ın, sayesinde ümmetin yaşlılarına hükmedeceği Gadir-i Hum naslarına itaat etmeyenler hakkında söylemiyorsunuz? Zira nakledildiğine göre Peygamber (s.a.a) vefat ettiği gün Hz. Ali (a.s)’ın yaşını küçük saydılar. Aynı şekilde Peygamber (s.a.a) Üsame’yi komutanlığa atarken onun yaşının küçüklüğünü bahane olarak ellerinde evirip çevirmekteydiler.

Komutanlıkla hilafet arasında ne kadar bir farklılık olduğunu hepimiz biliyoruz. Buna göre onlar doğal olarak (sizin değiminizle) bir gencin komutanlığına razı olmadıkları takdirde bir ömür boyu tüm dünyevi ve uhrevi işlerinde kendisine müracaat edecekleri bir gencin (Hz. Ali (a.s)) hilafetine razı olmamaları daha yerinde olur.

Buna ilave olarak siz: “Yaşlıların bir gence itaat etmemeleri doğal bir şeydir” dediniz. Eğer kastınız genel bir hükümse biz bunu kabul etmiyoruz. Zira Mümin yaşlıların gönülleri, Allah ve Resulünün, bir gence itaat emrini verdiklerinde hiçbir şekilde kırgınlık ve rahatsızlık hissetmez.

“Hayır, Rabbine and olsun ki aralarında çıkan anlaşmazlık hususunda seni hakem kılıp sonra da verdiğin hükümden içlerinde bir sıkıntı duymaksızın (onu) tam manasıyla kabullenmedikçe iman etmiş olmazlar.” [5]

“Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa ondan da sakının.” [6]

Allah ve Resûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Her kim Allah ve Resûlüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.” [7]

Ama onların Üsame’nin ordusundan kaçtıkları, daha doğru bir değimle bu orduya katılmadıklarına dair olan söze gelince; bu konuyu Şehristani inkar edilmeyecek konulardan saymıştır. Ebu Bekir’in, Ahmed b. Abdulaziz Cevheri’nin “es-Sakıfe” adlı kitapta naklettiği senetli bir hadiste nakledilenin aynısını aktarıyorum:

“Ahmed b. İshak b. Salih, Ahmed b. Yesar’dan, Said b. Kesir Ensari’den kendi hadis ricalinden, Abdullah b. Abdurrahman’dan şöyle naklediyor:

“Resulullah (s.a.a) vefatı ile sonuçlanan hastalığında, Ebu Bekir, Ömer, Ebu Übeydet b. Cerrah, Abdurrahman b. Avf, Talha ve Zübeyr’ gibi Muhacir ve Ensar’ın büyüklerinin de bulunduğu orduya Üsame b. Zeyd b. Harise’yi komutan yaparak şöyle buyurdu:

“Üsame, komutası altındaki orduyla beraber babası Zeyd’in öldürüldüğü yer olan Mute topraklarına hamle etsin ve Filistin topraklarında savaşsın.”

Üsame hareket etmede yavaş davrandı orduda bulunanlar da ona uydular. Peygamber (s.a.a) o hastalığıyla (bazen durumu ağırlaşıyor bazen de düzeliyordu) ordunun bir an önce hareket etmesini vurguluyordu. Öyle ki Üsame Peygamber (s.a.a)’e: “Annem babam size feda olsun! Allah (c.c) size şifa verene dek kalmamıza izin verir misiniz?” dedi. Ama Resul-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyurdu: “Hayır! Çık ve Allah’ın bereketi üzere hareket et.”

Üsame: “Ya Resulellah! Siz bu haldeyken hareket edersem içim rahat etmez.”

Resul-i Ekrem (s.a.a): “Git, zafer ve esenlik üzeresin.”

Üsame: Ya Resulellah! Süvari birliğinin hazır olmadığı hakkında size bir şey söylemek istemiyorum.

Peygamber: “Sana emrettiğim şeyleri icra et.”

Daha sonra Peygamber (s.a.a) bayıldı. Üsame kalkarak hareket için kendini hazırladı. Peygamber (s.a.a) ayılır ayılmaz Üsame ve hareket etmesi gereken orduyu sordu. Peygamber (s.a.a)’e harekete hazırlandıkları söylendi.

Peygamber (s.a.a) sürekli: “Üsame’nin ordusunu harekete geçirin. Kim ondan yüz çevirirse Allah ona lanet etsin” diyordu.

Üsame sancağın altında ve sahabe de etrafını sarmış olduğu halde harekete geçti. Curf’a ulaşınca Ebu Bekir, Ömer ve muhacirlerin bir çoğu, Şübeyr b. Sa’d ve Ensar’ın bir çoğu onunla beraber karargahta konakladılar.

Tam bu sırada Ümmü Eymen’in[8] gönderdiği elçi gelerek, Üsame’ye: Geri dön, Resul-i Ekrem (s.a.a) can vermek üzeredir, dedi. Üsame bunu duyar duymaz kalkıp sancağı da yanına alarak Medine’ye girdi ve sancağı Peygamber (s.a.a)’in evinin kapısına astı. Tam bu anlarda Peygamber (s.a.a) bekâ alemine göçtü.” (Ebu Bekir-i Cevheri’nin sözünün sonu.)

Bir grup tarihçi de bu hadiseyi nakletmiştir. İbn-i Ebi’l-Hadid-i Mutezili de onlardan biridir. Şerh-i Nehc’ül-Belağa, c. 2, s. 20,. Mısır baskısı.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] - Übna, şimdiki Suriye’de bir yerin ismidir.
[2] - Bu konu Halebi ve Dehlani’nin Sire kitaplarında ve Taberi 13. Yıl olayları başlığında kendi Tarih kitabında ve diğer tarihçiler tarafından nakledilmiştir.
[3] - Muhammed b. Abdülkerim Şafii el-Eş’ari, Ehl-i Sünnet alimlerinin büyüklerindendir. Aynı zamanda meşhur “Milel ve'n- Nihel” kitabının yazarıdır. Hicretin 548. Yılında vefat etmiştir. (M.)
[4] - el-Milel ve’n-Nihel, c. 1, s. 23, b. Dar’ul-Ma’rife, Beyrut.
[5] - Nisa / 65.
[6] - Haşr / 7.
[7] - Ahzab / 36.
[8] - Ümmü Eymen, Üsame’nin annesinin ismidir.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

(4)

MUELLEFET-U GULUBİHİM[1] PAYININ KALDIRILMASI


Allah (c.c) Kur’ân-ı Kerim’de gönülleri İslam’a ısındıracak şahıslara zekâttan bir pay ayırmıştır:

“Sadakalar (zekâtlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, (zekat toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihat edenlere, yolcuya mahsustur. Allah pekiyi bilendir, hikmet sahibidir.” [2]

Peygamber (s.a.a) bu payı kalpleri İslam’a ısındırılması gereken şahıslara vermekteydi. Bu şahıslar birkaç gruptu: Arap’ın ileri gelenlerinden bir grup. Peygamber (s.a.a) zekattan bir payı onlara ihtisas kılarak Müslüman olmalarını sağlamak istiyordu. Diğer bir grup ise sözde İslam’ı kabul etmiş kimselerdi. İmanlarının kuvvetlenmesi için Resul-i Ekrem (s.a.a) onlara büyük bahşişlerde bulunuyordu. Bu gruptan bazıları şunlardır: Ebu Süfyan. Muaviye b. Ebu Sufyan, Uyeyne b. Hisn, Akra’ b. Habis ve Abbas b. Merdas. Üçüncü grup ise Arap’tan diğer bazı şahıslardı. Bu bahşişler ile Arap’ın diğer şahıslarının gönülleri İslam’a ısındırılmak isteniyordu.

Büyük bir ihtimalle Peygamber (s.a.a) birinci gruba kendi malı olan humusun altıda birini veriyordu. Muellefet-u Gulubihim babında zekat verilen bir başka grup da kafirlere karşı yapılan savaşlarda Müslümanlara yardım etmesi istenilen kişilerdi.

Peygamber (s.a.a), söz konusu ayeti kerimenin nüzulünden, beka alemine göçene dek gönülleri İslam’a ısındırılması gerekenlere bu payı vermiştir. Tüm İslam fırkalarının icması ile de bu payı vefatından sonra her hangi bir kimsenin kaldırılmasına izin vermemiştir.

Ama Ebu Bekir iş başına geldiği vakit bu grup aynen Peygamber (s.a.a)’in zamanındaki gibi kendi paylarını almak için onun yanına gittiler. Ebu Bekir de onlara hakları verilmesi için bir emir yazdı. Onlar Ebu Bekir’in bu emrini Ömer’e göstererek onu şahit tutmak istediler. Ama Ömer Ebu Bekir’in yazdığı emri alıp parçalayarak: “Size ihtiyacımız yoktur. Allah İslam’ı değerli kılmıştır, size ihtiyacı yoktur. Eğer Müslüman olursanız olmuşsunuz; aksi takdirde aramızda kılıç çatışacaktır” dedi.

Onlar Ebu Bekir’in yanına dönerek: “Halife sen misin, yoksa Ömer mi?” dediler

Ebu Bekir cevaben: “Allah’ın isteğiyle o halifedir!” diyerek Ömer’in bu işini onayladı.[3]

Ömer’in bu türden olayları oldukça fazladır. Örneğin tarihçiler şöyle nakleder: Uyeyne b. Hisn ve Akra’ b. Habis Ebu Bekir’in yanına gelerek şöyle dediler: Bizim yanımızda hiç ot bitmeyen bir toprak vardır, onu bize bağışla. Onu ıslah edebilsek Allah bu yolla bize bir menfaat verir.

Ebu Bekir yanındakilerle istişare etti. Onlar da kabul ettiler. Ebu Bekir de bir mektup yazarak o araziyi onlara bağışladı. Ama Ömer bu kağıt parçasını onlardan alıp tükürerek yazılan yazıyı sildi. Onlar Ömer’i kınadılar ve ona karşı kaba bir şekilde konuştular. Daha sonra hiddetli bir şekilde Ebu Bekir’in yanına gelerek: “Allah’a yeminler olsun ki biz, halife Ömer mi yoksa sen misin? Bilmiyoruz” dediler. Ebu Bekir de: “O Halifedir”, dedi!

Tam bu sırada Ömer çıkageldi ve Ebu Bekir’in karşısında durarak hiddetle şöyle dedi: Bunlara bağışladığın yer senin kendi malın mıdır yoksa diğer Müslümanlar da ona ortak mıdırlar?!

Ebu Bekir: “Onda diğer Müslümanların da hissesi vardır.”

Ömer: “Peki neden onu bu ikisine bağışladın?!”

Ebu Bekir: “Bu konu hakkında yanımda bulunanlarla istişare ettim.”

Ömer: “Acaba tüm Müslümanlar sizin istişarenizden razıdırlar mı?”

Ebu Bekir: “Ben sana, hilafete benden daha layık olduğunu söyledim ama sen kabul etmedin ve beni bu iş için kani ettin.”

Bu olayı İbn-i Ebi’l-Hadid,[4] İbn-i Hacer Askalani[5] ve diğerleri kendi kaynaklarında nakletmişlerdir.

Keşke Ebu Bekir ve Ömer de (Beni Saide Sakıfesi’nde) tüm Müslümanlarla istişare etselerdi. Bir müddet sabrederek Beni Haşim’in Peygamber (s.a.a)’in gusül ve defninden ayrılmazken beklemeleri ve onların da bu şurada yer almaları ne kadar da iyi olurdu! Zira halife seçiminde onlar diğerlerine oranla daha büyük bir hakka sahiptirler...

Her neyse usul ilmi üstatlarından birinin güzel bir sözü vardır. Ulaştıracağı faydaları göz önüne alarak onu nakletmek istiyoruz:

Üstat Devalibi[6] “Usul-u Fıkıh” adlı kitabının 239. sayfasında zamanın değişmesiyle değişkenlik gösteren hükümlere örnekler verdiği bölümde şöyle yazıyor: “Ömer’in içtihat ederek Kur’ân-ı Kerim’in Muellefet-u Gulubihim için ayırdığı bağışı kesmesi belki de zamanın ve maslahatın değişmesiyle hükmün de değişmesi ahkamın mukaddimesinde yer almaktadır. Halbuki Kur’ân’ın nassı sabittir ve kesinlikle feshedilmez!”

Sizler de onun sözlerinde biraz düşünün ve onun sonraki sözlerine dikkat edin. Şöyle diyor:

“Mevzu şudur: Allah (c.c) İslam’ın ilk dönemlerinde Müslümanların zayıf olduğu bir zamanda şerlerinden korkulan ve gönülleri İslam’a ısındırılabilecek bir gruba verilmek üzere bir bağış hissesi ayırdı. Bu gruptaki şahıslar, Kur’ân’ın zekatın verilmesi gerektiği şahıslarla aynı seviyededirler:

“Sadakalar (zekatlar) Allah’tan bir farz olarak ancak, yoksullara, (zekat toplayan) memurlara, gönülleri (İslâm’a) ısındırılacak olanlara, (hürriyetlerini satın almaya çalışan) kölelere, borçlulara, Allah yolunda çalışıp cihat edenlere, yolcuya mahsustur.” [7]

Böylece Kur’ân-ı Kerim “Muellefet-u Gulubihim”i zekatın verilmesi gereken kimselerin sırasına koymuştur. Aynen günümüz devletlerinin, siyasi amaçları için bazı şahıslara belirli ölçüde bütçe ayırdığı gibi Kur’ân-ı Kerim de onlar için belli bir hisse ayırmıştır.

Daha sonra ise şöyle diyor: “Şu farkla ki İslam güçlenip kuvvetlenince Ömer Kur’ân’ın nassıyla vacip olan bu bağışı keserek iptal etmesi gerektiği kanaatine vardı!”

Biz de diyoruz ki: Üstat Devalibi ikinci bir defa Ömer’in Kur’ân’ın açık bir nasla verilmesini farz kıldığı hisseyi kestiğini itiraf etmektedir. O, halifeyi şu şekilde mazur bilmektedir:

“Ömer’in bu hisseyi kaldırması, onun Kur’ân’ın nassını ayaklar altına aldığı, ayetin hükmünü batıl ettiği anlamında değildir. Bilakis Ömer nassın zahirine değil sebebine bakmaktaydı. O, bu gruba verilmesi gereken hisseyi belli bir zaman zarfı ile sınırlı bilmekteydi. Şu anlamla ki onların gönüllerinin İslam’a ısındırılması veya şerlerinden korkulması İslam’ın zayıf olduğu dönemle ilgiliydi. Ama İslam güç ve kuvvet sahibi olunca bu hissenin onlara verilmesi gereken zaman da değişmiş oldu. Zaman nassın sebebine amel edilmesini ve onların bu hisseden mahrum edilmesini gerektirmekteydi.”

Biz diyoruz ki: Muellefet-u Gulubihim’e verilmesi gereken hisseyi belirleyen Kur’ân nassı kayıtsız ve şartsızdır. Bir başka değimle mutlaktır. Bu durum ayette bile açıkça görülmektedir. Bu hiçbir ihtilaf ve şüphenin bulunmadığı bir konudur. Bizim bu ayeti kayıtlı veya sebepli yapmaya hiçbir hakkımız yoktur. Elbette Allah ve Resulünün hükmü hariç. Bu konuda Allah ve Resulü tarafından hiçbir hüküm veya nişane yoktur.

Peki, buna rağmen bu gruba verilmesi gereken bu hisseyi nasıl sebepli ve geçici bir döneme ait bilebiliriz? Nasıl, “Bu hükmün sebebi, İslam’ın zayıf olduğu dönemde kalplerinin İslam’a ısındırılmasıdır” diyebiliriz?!

İlave olarak eğer herhangi bir zamanda (Muellefet-u Gulubihim) şerrinden güvencede bile olsak, onların İslam’a eğilim göstermeleri onlara verilen bu bağışlar sayesinde gerçekleşmekteydi. Bu yüzden sadece bu sebeple bile olsa onların bu hissesi kaldırılmamalıydı. Hatta İslam’ın güçlenmesi ile bu hissenin de çoğalması gerekirdi. Bu ümitle bile olsa onların bu hissesinin kesilmemesi gerekirdi.

Peygamber (s.a.a) bu hisse ile birçok grubun gönlünü elde etmekteydi. Peygamber (s.a.a) bir gruba Müslüman olmaları ve bu yolla kabilelerinin de Müslüman olması, zayıf bir imana sahip olan diğer bir gruba da imanlarının güçlenmesi ve başka bir gruba da şerlerinden uzak kalmak için bağışta bulunuyordu.

Buna binaen eğer biz bu grubun şerrinden güvende isek yine de Peygamber (s.a.a)’in yolunu takip etmemiz gerekir. Peygamber (s.a.a) bu gruba bağışta bulunarak onların ve kavimlerinin İslam’ı kabul etmelerini sağlamak veya iman ve inançlarının güçlenmesine sebep olmak istiyordu. Allah’ın en iyi kulları da, O’nun Resulüne uyan ve O’nun yolunu takip eden kimselerdir.

Bunların tümüne ilave olarak, Müslümanların düşmanlarını mağlup eden ve onların tehlikesinden güvencede kalmalarını sağlayan İslam’ın gücü, daha sonraları Müslümanların zararı doğrultusunda değişkenlik gösterdi, ecnebiler onlara hakim oldular ve Müslümanlar mecburen onların bağış ve yardımlarına göz dikmek ve onlarla uyuşmak zorunda kaldılar. Zira bu asırda gözlerimizle görmekteyiz ve bu durum geçmişe oranla daha da fazla göze çarpmaktadır.

Bu yüzden, İslam’ın kuvvetlendiği bir zamanda bu grubun hissesinin iptal edilmesi o dönemde bazı şahıslarda bulunan gururdan kaynaklanmaktaydı. Ama yüce Kur’ân’ın belirttiği bu emir, her şeyi bilen ve hikmet sahibi olan Allah tarafından gelmiştir ve Allah (c.c) tüm zaman ve asırları göz önüne almıştır.

Şimdi mutlak nassı, onun maslahatıyla kayıtlanmasını ve zamanın gereksinimine göre bazı şeriat hükümlerinin değişime uğraması mevzusunu ele alıyor, bu mevzuu kendine has şartları ile inceliyoruz:

Biz İmamiye Şiası, icma ve tek bir görüşle maslahatı, genelin tahsisinde ve mutlakın kayıtlandırılmasında muteber bilmiyoruz. Elbette şeriatte onun muteber olduğunu belirtecek özel bir nass olursa bu durum hariçtir. Buna göre şeriatte maslahatın muteberliğine olumlu veya olumsuz bir şey olmadığı zaman bizim açımızdan eser ve etki sahibi değildir. Bu yüzden iddia edilen maslahatların varlığı ve yokluğu bizim açımızdan aynıdır. Şafii ve Hanefi’nin de görüşleri budur.[8]

Hanbeli fırkasının görüşüne gelince; bu fırka iddia edilen maslahatı kabul etmiştir. Şu farkla ki onlar bu maslahatı naslarla çelişen olarak değil, bilakis nastan geride kabul etmektedir.

Buna göre Hanbeliler “Muellefet-u Gulubihim” nassını iddia edilen maslahatlarla kayıtlı kılmamaktadırlar. Hanbeliler nassın bulunduğu yerlerde İmamiye, Şafii ve Hanefiye’nin metoduna göre amel etmektedirler.

Maliki fırkasının görüşüne gelince; bu fırka da sözü geçen nass ve benzeri durumlarda aynı şekilde amel etmektedir. Zira gerçi onlar iddia edilen maslahatları muteber ve naslarla çelişkili biliyorlarsa da yine de onu sabitliği kat’i olarak ispatlanamayan haber-i vahid (tek haber, rivayet) ile çelişkili bilirler. Yine onlar iddia edilen maslahatı, Kur’ân’da gelen ve delaleti kat’i olarak belirlenemeyen bir takım genel ve mutlak ayetlerle çelişkili bilirler. Ama “Muellefet-u Gulubihim” gibi sabitliği ve delaleti kat’i olanlarla kesinlikle çelişkili bilemezler.[9] Zira bu nassın dalalet ve sabitliği kesindir.[10]

Sözün kısası: Üstat Devalibi’nin beyanına ve bizim de açıklamamıza binaen tüm mezheplere göre Usul-u Fıkıh “Muellefet-u Gulubihim”in mahrum bırakılmasına izin vermemekte ve câiz bilmemektedir.

Eğer Ehl-i Sünnet’in birinci ve ikinci halifenin Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra Kur’ân nassı ile vacip olan “Muellefet-u Gulubihim” hissesini iptal etmeleri konusunda icmaları[11] olmasaydı şöyle söylememiz mümkündü:

Her ne kadar birinci ve ikinci halife o gün onların hakkını vermedilerse de bu davranışları ayetin hükmüne muhalefet değildir. Zira Allah (c.c) sekiz gruptan oluşan (fakirler, miskinler, memurlar, muellefet-u gulubihim, köleler, borçlular, Allah yolunda cihat edenler ve yolda kalmışlar) bu şahıslara zekat verilmesini emretmiştir. Yani zekat bu sekiz gruptan her birisine verilirse emir yerine getirilmiş olur. Bu sekiz gruptan birisi veya birkaç tanesi istisna edilirse, hiçbir muhalefet edilmiş sayılmaz.

Buna göre kim zekatını bu sekiz gruptan birisine verecek olursa, üzerine farz olan görevi yerine getirmiştir. Aynı şekilde kim zekatını bu sekiz grup arasında bölüştürecek olursa, görevini yapmış demektir.

Bu, tüm Müslümanların icma ettiği bir konudur. Peygamber (s.a.a)’den sonra tüm Müslümanlar böyle yapmışlardır. Buna göre Ömer ve Ebu Bekir, hiçbir zaman değişmeyen nassın hükmünü iptal etmeselerdi ve Ebu Bekir sadece Ömer’in davranışını onaylasaydı artık sorun çıkmazdı.

Bu konuyu sona erdirmeden evvel bir mevzuu hatırlatmak istiyorum: Üstat Devalibi, İmamiye Şiası’na, mürsel (zayıf) maslahatı muteber bildiğine dair bir nispet vermiştir. Şöyle diyor: “Şia mürsel maslahatları muteber bilir ve onu kat’i nastan öncelikli bilir.”[12]

Bu sözün aslı yoktur. Şia’dan bir alim bile bu sözü söylememiştir. Süleyman Tufî ise guluv edenlerdendir. Biz sürekli onu düşman bilmişizdir. Onların suçlarını bize yüklemekteler.

Şia’nın bu konudaki görüşü bir sayfa önce söylediğimiz şeyin aynısıdır. Hatta Şia arasında icmanın bulunduğunu söyledik. Şia’nın usul kitapları da her yerde mevcuttur. Üstat Devalibi, İbn-i Hanbel’in kitabı yerine (Üstat, Şia’nın akidesinde o kitaba müracaat etmektedir) bizim kendi kitaplarımızda nakledilenlere müracaat etsin.
--------------------------------------------------------------------------------
[1] - Muellefet-u Gulubihim: Zekat vermek suretiyle kalpleri ve gönülleri İslam’a ısındırılacak gayri Müslimler. (M.)
[2] - Tevbe / 60.
[3] - Bu olayın aynısı el-Cevheret’ün-Neyyire, c. 1, s. 164’de nakledilmiştir.
[4] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 3, s. 108.
[5] - el-İsabe, Şerh-i hal-i Uyeyne.
[6] - Allame Şeyh Muhammed Devalibi ismiyle meşhurdur. Usul-u fıkıh ve Rum hukuku uzmanıdır. Suriye hukuk Üniversitesinde hocalık yapmaktadır.
[7] - Tevbe / 60.
[8] - Devalibi, Usul’ul-Fıkıh, s. 204.
[9] - a.g.e. s. 206.
[10] - a.g.e. s. 207.
[11] - Bkz. Tefsir-u Ebu’s-Suud s. 150, Tefsir-u Fahri Razi 5. Cilt haşiyesi, el-Fıkıh-u ale’l-Mezahib’il-Erbaa, Mısır baskısı.
[12] - Usul-u Fıkh, s. 207 ve s. 209’un baş tarafı.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

(5)

Zİ’l-KURBA HİSSESİNİN KALDIRILMASI


Zi’l-Kurba hissesini belirten Kur’ân’ın nassı şudur:

“Eğer Allah’a ve hak ile batılın ayrıldığı gün, iki ordunun birbiri ile karşılaştığı gün, (Bedir savaşında) kulumuza indirdiğimize inanmışsanız, bilin ki ganimet olarak aldığınız her hangi bir şeyin beşte biri Allah’a, Resulüne, onun akrabalarına, yetimlere, yoksullara ve yolcuya aittir. Allah her şeye hakkıyla kadirdir.” [1]

Arapça’da “Ğenem, Ğanimet ve Muğnem” insanın yararlandığı her şey hakkında söylenir. Lügat kitapları da bu konuyu çok açık bir şekilde belirtmektedirler. Bundan dolayı ganimeti sadece savaşta elde edilenlerle sınırlamamızın hiçbir anlamı yoktur.

Ayette geçen “Min şey’in” kelimesi de “Ma ganimtum” cümlesindeki “Ma”nın beyanıdır. Buna göre ayetin anlamı şöyle olmaktadır: Yararlandığınız şeylerin ister az olsun ister çok beşte biri (humusu) Allah’a, Resulüne, onun yakınlarına... aittir.”

Buhari ve Muslim kendi sihahlarında İbn-i Abbas’tan şöyle rivayet ederler: Resulullah (s.a.a) Abdülkays’tan gelen heyete, bir olan Allah’a iman etmelerini söyleyerek şöyle buyurdu:

“Bir olan Allah’a iman etmenin ne demek olduğunu biliyor musunuz?” Onlar: Allah ve Resulü daha iyi bilir dediler. Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu: “İman; Allah’ın birliğini, Muhammed’in risaletini ikrar etmek, namaz kılmak, zekat vermek, ramazan ayında oruç tutmak ve elde ettiğiniz her şeyin humusunu (beşte birini) vermektir.” [2]

Ayette geçen şartlı cümlenin (Allah’a inanmışsanız) manası şudur: Humus ayette zikredilen grupların şer’i haklarıdır. Humsun onlara verilmesi ayetin hükmüyle farzdır. O halde ondan vazgeçin ve onu asıl sahiplerine teslim edin, elbette eğer Allah’a inanmış iseniz. Ayette de görüldüğü üzere humusun verilmesi konusu vurgulanmış, onu terk edenlere ise ihtar verilmiştir.

Kıbleye doğru yönelen tüm Müslümanların, humustan bir hissenin Peygamber (s.a.a)’e ve diğer bir hissenin de onun yakınlarına ait olduğu konusunda görüş birlikleri vardır. Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu müddetçe bu anlam ve mana işlevliğini sürdürmekteydi.

Ama Ebu Bekir işbaşına geçtikten sonra humus ayetini yorumlayarak Peygamber (s.a.a) ve akrabalarının hissesini O’nun vefatı ile kaldırdı. Bu hisseyi Beni Haşim’e vermeyi uygun bulmadı. Onları da (Beni Haşim) ayette geçen yetimler, fakirler, miskinler ve... grupları ile aynı redife koydu. (Bu konuyu Zemahşeri ve diğer Ehl-i Sünnet alimleri zikretmiştir.)

Zemahşeri “Keşşaf” adlı tefsirinde humus ayeti hakkında şöyle yazıyor: “İbn-i Abbas’tan şöyle dediği rivayet edilmiştir:

“Humus altı hissedir: Allah ve Resulüne iki hisse, bir hisse de Peygamber (s.a.a)’in akrabalarına. Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu müddetçe durum böyle devam etti. Ama Ebu Bekir humusu üç gruba (yetimler, miskinler ve yolcu) indirgedi.”

Ömer ve ondan sonraki halifelerden de onun şöyle dediği nakledilir: “Ebu Bekir Beni Haşim’i humustan mahrum bıraktı...”

Buhari ve Müslim kendi senetleriyle Aişe’den şöyle naklederler:

“Hz. Fatıma (a.s) Ebu Bekir’den Allah Resulünün mirasını, kendilerine bağışladığı Fedek bağını ve Hayber’in humusundan geri kalan kısmını kendisine teslim etmesini istedi. Ama Ebu Bekir sakınarak Hz. Fatıma’ya hiçbir şey vermedi.

Hz. Fatıma (a.s) bu konuda Ebu Bekir’e itiraz etti ama o itina etmedi. Hz. Fatıma (a.s) da ondan incinerek hayatta olduğu müddetçe onunla konuşmadı. Hz. Fatıma (a.s) Peygamber (s.a.a)’den sonra altı ay yaşadı. Şehit olduğu zaman kocası Hz. Ali (a.s) onu gece vakti toprağa vererek ona cenaze namazı kıldı. Ebu Bekir’e ise hiçbir haber vermedi...”
[3]

Sahih-i Müslim’de Yezid b. Hormuz’dan şöyle nakledilir: “Necdet b. Amir Abdullah b. Abbas’a bir mektup yazdı. İbn-i Abbas mektubu okuyup cevap yazdığı zaman ben onun yanındaydım. İbn-i Abbas şöyle yazdı:

“Benden Zi’l-Kurba (Peygamber (s.a.a)’in akrabaları) hissesi hakkında soru sorarak onların kim olduklarını söylememi istiyorsun. Biz sürekli onların bizler olduğunu biliyorduk. Ama bizim kavmimiz onu bize vermekten sakındı.” [4]

Bu hadisin aynısını Ehl-i Sünnet’in hadis imamı Ahmed b. Hanbel İbn-i Abbas’tan nakletmiştir.[5] Birçok müsned sahipleri bu hadisi değişik yollarla nakletmişlerdir. Bu, Ehl-i Beyt İmamlarından mütevatir olarak nakledilen rivayetlerle aynı doğrultudadır.

Ama buna rağmen Ehl-i Sünnet’in birçok imamı birinci ve ikinci halifenin reyini onaylayarak Peygamber (s.a.a)’in yakınlarına mahsus kılınan humustan hiçbir pay ve hisse ayırmamışlardır.

Malik b. Enes, humusun tümünü Müslümanların önderine vererek nerelerde maslahat bilerse kullanabileceğini ve Peygamber (s.a.a)’in yakınlarının, yetimlerin, fakirlerin ve yolcuların onda hiçbir şekilde haklarının olmadığını söylemiştir.

Ebu Hanife ve yandaşları, Peygamber (s.a.a) ve akrabalarının hissesini Resulullah’ın vefatı ile noktalanmış bilmektedir. Humusun, geri kalan üç grup (yetimler, fakirler ve yolcu) arasında eşit bir şekilde paylaştırılması gerektiğini söylemişlerdir. Ama bu üç grup arasında Beni Haşim ile diğerleri arasında hiçbir fark bırakmamışlardır.

Şafii ise humusu beş bölüme ayırmıştır. Bir hisse Peygamber (s.a.a)’e aittir. Peygamber (s.a.a) bu hisseyi savaş teçhizatı; at, silah vb. gibi Müslümanların maslahatına olan yerlerde harcardı. İkinci hisse ise Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)’in Beni Haşim’den olan akrabalarına verilirdi. Ama Abdüşşems’ten olan akrabalarına bir şey verilmezdi. Bu hisse verilirken erkeklere iki pay kızlara ise bir pay verilirdi. Geri kalan üç hisse ise diğer üç grup (yetim, miskin ve yolcu) için verilirdi.

Ama biz “İmamiye Şiası” humusu altı hisseye ayırıyoruz.[6] Allah ve Resulü için iki hisse. Bu iki hisse, üçüncü hisse (Peygamber (s.a.a)’in yakınları hissesi) ile Peygamber’in yerine geçen İmama mahsustur. Geri kalan üç hisse ise Peygamber (s.a.a)’in evlatlarından yetim, fakir ve yolda kalmış yolcuya aittir. Bu hususta diğerleri onlara ortak değillerdir; zira Allah (c.c) sadakalar ve zekatları onlara haram kılmıştır. Bunun karşılığında ise onlara humusu vermiştir. Bu anlamı Taberi de tefsirinde İmam Ali b. Hüseyin ve evladı Hz. İmam Bakır (a.s)’dan nakletmiştir.

Hatırlatmalar: Bizim fakihlerimiz, şu konuda icma etmişlerdir: Humusun insanın ticaret, iş, çiftçilik, hurma, üzüm vb. gibi yararlandığı şeylerin tümünden verilmesi farzdır. Aynı şekilde humus, hazine, madenler ve deniz altından çıkarılan eşyalar, fıkıh ve hadis kitaplarında adı geçen diğer şeyleri de kapsamaktadır.

Bu konudaki delilleri ise şu ayet-i kerimedir: “Bilin ki bir şeyden ganimet elde ettiğinizde...” Zira ğenem, ğanimet ve muğnem, insanın yararlandığı şeylerin kapsamına girmektedir. Bu anlamı lügat kitapları da açık bir şekilde belirtmektedir.

Bu konu kendi yerinde (Şia’nın fıkhi kaynaklarında bulunan humus kitaplarında) açıklanmıştır. Buradaki bahsimizin mevzusu, ayet-i şerifenin açık nassına rağmen Ebu Bekir’in içtihat ederek Zi’l-Kurba (Peygamber (s.a.a)’in yakınları) hissesini iptal etmesi ve onun hükmünü kaldırmasıdır.

-------------------------------------------
[1] - Enfal / 41.
[2] - Sahih-i Buhari, c. 1, s. 21, Kitab’ul-İman; Sahih-i Muslim, c. 1, s. 48, Kitab’ul-İman (iki sahih arasındaki az bir farkla).
[3] - Sahih-i Buhari, c. 3, s. 36 “Hayber Gazvesi” Sahih-i Muslim, c. 2, s. 72. Sahih-i Muslim ve Buhari’de birçok yerlerde bu konudan bahsedilmiştir.
[4] - Bkz. el-Cihad ve’s-Seyr, c. 2, s. 105.
[5] - Müsned-i Ahmed b. Hanbel-c. 1, s. 294.
[6] - Biz Şia taifesinin, humus ve diğer meseleler hakkındaki görüşleri, Peygamber (s.a.a)’in hanedanından olan on iki İmam’ın görüşlerine tabidir.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

(6)

PEYGAMBERLER DE MİRAS BIRAKIRLAR


Peygamberlerin de miras bırakabildiklerinin delili aşağıdaki ayetin genel anlamıdır:

“Ana-babanın ve yakınların bıraktıklarından erkeklere bir pay vardır; ana- babanın ve yakınların bıraktıklarından kadınlara da bir pay vardır. Gerek azından gerek çoğundan belli bir hisse ayrılmıştır.” [1]

Allah size, çocuklarınız hakkında, erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder...” [2] miras ayetinin sonuna kadar.

Bütün bu ayetler genel anlamı ile Peygamber (s.a.a)’i ve ondan aşağı makamdaki tüm fertleri de kapsamaktadır. Aynen oruç ayeti gibi:

“Ey iman edenler! Oruç sizden önce gelip geçmiş ümmetlere farz kılındığı gibi size de farz kılındı.” [3]

Ayetin devamı şöyledir: “Sizden her kim hasta yahut yolcu olursa (tutamadığı günler kadar) diğer günlerde kaza eder.” [4]

Aynen şu ayet gibi: “Allah size ancak ölüyü (leşi)... haram kıldı.” [5]

Ve diğer fıkıhsal ayetler. Bu hükümlerde Peygamber (s.a.a)’le diğer Müslüman fertler arasında hiçbir fark yoktur. Ama şu farkla ki bu ayetlerin muhatabı Hz. Peygamber (s.a.a)’dir. Sebebi ise ilk olarak onun amel etmesi, daha sonra diğerlerine duyurması içindir. Bu yüzden Resul-i Ekrem (s.a.a) şer’i hükme uymada diğerlerinden daha önceliklidir.

Genel olarak Peygamber (s.a.a)’i de kapsayan ayetlerden birisi de şu ayettir: “Allah’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (varis olmağa) daha uygundur.” [6]

Allah (c.c) bu ayette miras hakkını herkesten önce vefat eden şahısın en yakın akrabalarına mahsus kılmıştır. Miras hakkı Cebrail (a.s) tarafından Hz. Resul-i Ekrem (s.a.a)’e ilan edilmeden önce dindeki velayet hukukunun bir parçasıydı. Ama Allah (c.c) İslam ve Müslümanları aziz kıldıktan sonra daha önceleri miras hakkı olan kimselerin payları iptal edildi. Böylece miras hakkı vefat eden şahısın yakın akrabaları ile sınırlandırılmış oldu. Elbette yakın akrabalar hususunda da yakınlık derecesi gözetilmiştir. Bu konuda Hz. Resulullah da istisna edilmemiştir. Aşağıdaki ayet-i kerimeye dikkat ediniz:

“Hani o gizli bir sesle Rabbine niyaz etmişti: Rabbim! Dedi, benden (vücudumdan), kemiklerim zayıfladı... Doğrusu ben, arkamdan iş başına geçecek olan yakınlarımdan endişe ediyorum. Karım da kısırdır. Tarafından bana bir veli (oğul) ver. Ki o bana varis olsun; Yakup hanedanına da varis olsun. Rabbim onu rızana layık kıl.” [7]

Hz. Zehra (a.s) ve onun evlatlarından olan imamlar bu ayeti delil getirerek peygamberlerin de mal mirası bıraktıklarını veya miras aldıklarını söylemişlerdir. Bu ayette geçen irs (miras bırakılan şey) ilim ve nübüvvet değil bilakis “mal”dır.

Peygamber (s.a.a) hanedanının dostları; yani Şia ulemasının büyüklerinin geneli bu konuda Hz. Fatıma (a.s) ve Onun evlatlarından olan imamlara tabi olmuş ve şöyle demişlerdir: “İrs” lafzı, lügat ve şeriatte vefat eden şahısın geriye bıraktığı ve varise intikal eden menkul ve gayri menkul mallara denir. İrs, malın dışındaki şeylere ancak mecazi olarak atfedilir. Hiçbir delil olmaksızın gerçek manadan mecazi manaya geçiş yapılması doğru değildir.

Hz. Zekeriyya (a.s)’ın duasında söylediği: “Rabbim! Onu rızana layık kıl” [8] Yani bana varis olmak üzere vereceğin veliyi (oğlu) rızana layık kıl ki senin emrini yerine getirsin.”

Eğer mirası nübüvvete yorumlamış olursak artık bu anlam ve ifade manasını kaybedecek boş ve abes olacaktır. Zira hiç kimse: “Ya Rabbim! Bizim için bir peygamber gönder, onu akıllı ve güzel ahlaklı kıl” diye dua etmez. Çünkü eğer peygamber olursa, beğenilmişlik ve ondan daha büyük bir özellik de nübüvvette vardır.

Söylediğimiz şeyin onaylayıcısı ise Hz. Zekeriyya (a.s)’ın, kendisinden sonra amcaoğullarından korktuğundan dolayı söylediği şu sözdür: “Doğrusu ben arkamdan iş başına geçecek akrabalarımdan endişe ediyorum.” [9]

Allah’tan varis istemesi de bu endişeden dolayıdır. Onun endişesi kesinlikle ilim ve nübüvvet konusunda değil bilakis mal açısındandı. Zira Hz. Zekeriyya (a.s)’ın makamı, Allah’ın nübüvvetlik makamını ehli olmayan birisine vermesinden veyahut da ilim ve hikmeti layık olmayan birisine bağışlamasından korkmaktan çok daha yücedir.

Buna ilave olarak o, kendisinin meb’us olmasındaki amacın halk arasında ilim parıltılarının yansıtılması olduğunu biliyordu. O halde o, onun bi’setinin gayesi olan bir mevzudan nasıl endişe edebilir?

Eğer denilse ki: Bu anlam miras bırakma konusunda sizlerin (Şia’nın) zararınadır. Zira böyle bir durumda Peygamber (s.a.a)’e cimrilik nispeti verilmiş olur.

Cevaben şöyle deriz: Biz bu iki mevzuu bir saymaktan Allah’a sığınırız. Zira malı mümin, kâfir, iyi veya kötü şahısların elde etmesi mümkündür. Hz. Zekeriyya’nın, amcaoğullarının bozguncu olduklarından dolayı onların onun malını ele geçirip uygun olmayan yerlerde harcamalarından endişe duyması gayri mümkün bir şey değildir. Bilakis bu endişe, hikmetin nihayet derecesidir. Çünkü bozguncu kimselerin beğenilmeyen işlerine yardımcı olmak veya onları takviye etmek dini ve akli açıdan mahzurludur. Buna göre eğer birisi bu durumu veya bu anlamı cimrilik olarak algılarsa, bu tam bir insafsızlık olacaktır.

Hz. Zekeriyya (a.s)’ın: “Kendimden sonra işbaşına geçecek akrabalarımdan endişe ediyorum” demesinden, onun endişesinin kendisine varis olacak kimselerin ahlak ve davranışları olduğu anlaşılmaktadır.

Kasıt şudur: Varislerimin benden sonra bıraktığım mirası senin haram kıldığın günahlarda kullanmalarından korkuyor, endişe duyuyorum. İşte bu yüzden İlahi! Bana bir varis (oğul) ver ki mirasımı senin rızanın olduğu yerlerde kullansın.

Kısacası; bu ayetteki mirası (irsi) nübüvvet veya ilim olarak değil mal olarak algılamaktan başka hiçbir çaremiz yoktur. İrs kelimesinden de ilk etapta anlaşılan şey bu anlamdır. Zira bu kelimeyi mecazi anlama taşıyacak hiçbir delil mevcut değildir. Bunun aksine ayetin kendisinde lafzın hakiki manasında kullanıldığına dair yeterince delil vardır.

Bu, Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti’nin bu ayetteki görüşleridir. Peygamber (s.a.a)’in Ehl-i Beyti Kur’ân’ın eşidir ve hiçbir zaman birbirinden ayrılmazlar.

Müslümanların büyük bir kısmı Peygamber (s.a.a)’in kızı Hz. Fatıma (a.s) ile Ebu Bekir’in arasında geçen maceradan haberdardırlar. Hz. Fatıma (a.s) Ebu Bekir’den babasının mirasını istedi. Ebu Bekir ise Peygamber (s.a.a)’in şöyle dediğini: “Biz Peygamberler miras bırakmayız. Bizden geriye kalanların tümü sadakadır” savundu.

Bu hadisi Hz. Fatıma ve onun hanedanından olan imamlar reddetmişlerdir. Bu hadis aynı lafızlarla Sahih-i Buhari’de “Hayber Gazvesi” babında nakledilmiştir. Bu hadis Fatıma’nın cevabı olamaz…

Aişe şöyle diyor: “Ebu Bekir Peygamber (s.a.a)’in mirasından Hz. Fatıma’ya hiçbir şey vermedi. Peygamber’den geriye kalan her şeyi Beyt’ül-Mal’a kattı. Fatıma da Ebu Bekir’den incinerek hayatta olduğu müddetçe onunla konuşmadı. O, Peygamber’den sonra altı ay yaşadı. Vefat edince kocası Ali O’nu vasiyeti gereğince geceleyin toprağa verdi. Ebu Bekir’e haber bile vermediler ve sadece Ali’nin kendisi onun cenazesi için namaz kıldı...”

Hz. Fatıma’nın kendi vasiyeti uyarınca gece toprağa verilmesi mevzusunu Sahih-i Buhari’ye şerh yazanlar, Kastalani “İrşad” adlı kitabında ve Ensari “Tuhfe” adlı eserinde nakletmişlerdir. [10]

Ebu Bekir’in haberdar edilmemesi ve cenaze namazını Hz. Ali (a.s)’ın kendisinin kılması konusunu Sihah-ı Sitte yazarları kendi senetleri ile Aişe’den nakletmişlerdir.[11]

Evet, Hz. Fatıma (a.s) Ebu Bekir’in davranışına şiddetle şaşırmış ve hiddetlenmişti. İslami hicabını takınarak yanında bulunan birkaç Haşimi kadınla beraber Peygamber (s.a.a)’in yürüyüşünü andıran bir yürüyüşle itiraz etmek için Ebu Bekir’in yanına gitti.

Bu esnada Ebu Bekir Ensar ve Muhacirlerden kalabalık bir grubun arasındaydı. Hz. Fatıma (a.s) ile halk arasına bir perde çekildi. Perde arkasında (Peygamber (s.a.a)’in mescidinde) öylesine içten bir ah çekti ki huzurda bulunanların tümü ağlamaya başladı. Daha sonra Hz. Fatıma (a.s) halkın sesi yatışıncaya kadar bekledi. O anda konuşmaya başladı. Öylesine bir hutbe okuyordu ki sanki Peygamber (s.a.a) konuşuyordu.

Halk Hz. Fatıma (a.s)’ın konuşmasından öylesine etkilendi ve heyecana geldi ki eğer o günün ezici siyaseti olmasaydı her şey tamamdı. Ebu Bekir’in ve yandaşlarının kaderi belirlenecekti. Ama siyaset hiçbir şeye bağlı olmadığı için sonuçta bu heyecanı bastırabildi.

Hz. Fatıma’nın hutbesinden haberdar olanlar onun hükümeti nasıl mahkûm ettiğini, kendi irs (miras) ve hakkını ispatlamak için Kur’ân’ın muhkem ayetlerinden nasıl deliller getirerek her türlü bahaneyi onların elinden aldığını çok iyi bilirler.

Hz. Ali ve Hz. Fatıma’nın evlatları bu hutbeyi aynı günlerde kendi evlatlarına, onlar da kendilerinden sonrakilere öğreterek nesilden nesile bizim elimize ulaştırmışlardır.

Biz Fatıma (s.a) taraftarları da babalarımızdan, onlar da babalarından ve onlar da Hz. Ali ve Fatıma’nın evlatlarından nesilden nesile bu hutbeyi nakletmişlerdir.

Şimdi bile siz değerli okurlar bu hutbeyi Tabersi’nin “İhticac” ve Allame Meclisi’nin “Bihar’ul-Envar” adlı eserlerinde bulabilirsiniz. Ehl-i Sünnet’in geçmişteki büyük âlimleri bile bu hutbeyi nakletmişlerdir.

Ebu Bekir Ahmed b. Abdulaziz Cevheri “es-Sakıfe ve Fedek” adlı kitabında değişik yol ve senetlerle Hz. Ali (a.s)’ın kızı Hz. Zeynep’ten, bazıları, İmam Muhammed Bakır (a.s)’dan ve onlar da hep birlikte Hz. Fatıma’dan nakletmişlerdir. Aynı şekilde İbn-i Ebi’l-Hadid el-Mutezili de Şerh-i Nehc’ül-Belağa’da c. 4 s. 78’de nakletmiştir.

Yine Abdullah b. İmran el-Merzbani[12] bir takım senetlerle Urve b. Zübeyir’den, o da Aişe’den Hz. Fatıma’nın böyle bir hutbe okuduğunu duyduğunu nakletmiştir.[13]

Yine Merzbani başka bir senetle Zeyd b. Ali b. Hüseyin b. Ali b. Ebu Talip’ten ve annesi Hz. Fatıma (a.s)’dan nakletmiştir.[14] Zeyd b. Ali’den naklettiği yerde şöyle diyor: “Ebu Talip hanedanından yaşlı kişilerin bu hutbeyi babalarından naklederek evlatlarına öğrettiklerini gördüm.”

Hz. Fatıma (a.s) Ebu Bekir’e hitaben babası Resulullah (s.a.a)’dan miras alma hakkının bulunduğunu ispatlarken Kur’ân ayetlerinden sağlam deliller getirdi. Bunlar reddedilmesi veya inkâr edilmesi mümkün olmayan delillerdi. Örneğin:

“Kasıtlı olarak mı Allah’ın kitabını terk ettiniz ve arkanıza attınız? Kur’ân: “Süleyman Davud’a varis oldu”[15] demiyor mu?"

Hz. Zekeriyya’nın olayında Allah (c.c) onun dilinden şöyle buyuruyor: “Tarafından bana bir veli (oğul) ver ki bana varis olsun; Yakup hanedanına da varis olsun. Rabbim, onu rızana layık kıl.” [16]

Yine şöyle buyuruyor: “Allah’ın kitabına göre yakın akrabalar birbirlerine (varis olmağa) daha uygundur.” [17]

Yine: “Allah size, çocuklarınız hakkında erkeğe, kadının payının iki misli (miras vermenizi) emreder.” [18]

Yine buyuruyor: “Birinize ölüm geldiği zaman, eğer bir hayır bırakacaksa anaya, babaya, yakınlara uygun bir biçimde vasiyet etmek Allah’tan korkanlar üzerine bir borçtur.” [19]

Daha sonra Hz. Fatıma (a.s) şöyle devam etti: “Allah sizleri ayete mahsus kılmış ve benim babamı da istisna mı etmiştir? Yoksa sizler Kur’ân-ı benim babamdan ve amcamın oğlundan (Hz. Ali) daha iyi bildiğinizi mi zannediyorsunuz? Yoksa biz iki dine mensubuz da birbirimizden miras alamaz mıyız diyorsunuz?!...”

Bakınız, Hz. Resulü Ekrem (s.a.a)’in kızı Hz. Fatıma (a.s) peygamberlerin de miras bırakabileceğini ispatlamak için her şeyden önce miras konusunda oldukça açık-seçik olan Hz. Davut ve Hz. Zekeriyya (a.s) ile ilgili ayetleri nasıl da delil olarak getiriyor.

Yeminler olsun ki Hz. Fatıma (a.s) Kur’ân’ın içeriğini, o nazil olduktan sonra İslam’ı kabul eden bu ayetlerdeki mirası (irsi) mala değil de kitap, nübüvvet ve ilime yorumlayan şahıslardan çok daha iyi biliyordu. Zira bu gibi şahıslar ayetin lafızlarını hiçbir delile dayanmaksızın gerçek anlamından mecazi anlamına sevk etmişlerdir.

Eğer bu doğru olmuş olsaydı o gün Ensar ve Muhacir topluluğunun içerisinde bulunan Ebu Bekir ve yandaşları Peygamber (s.a.a)’in kızı Hz. Fatıma (a.s) ile cidalleşmeye başlarlardı. Ama onlar Hz. Fatıma (a.s)’ın getirdiği delillere itiraz edemeyerek susmak zorunda kaldılar.

Hz. Fatıma (a.s) ile onlar arasında geçen konulardan birisi şudur:

-Hz. Fatıma: “Eğer sen bugün ölürsen senin mirasını kim alacaktır?”

-Ebu Bekir: Çocuklarım ve ailem.

-Hz. Fatıma: “Peki neden onun evlatları ve hanedanı değil de sen Peygamber (s.a.a)’in mirasçısı oldun?”

-Ebu Bekir: Ey Peygamber’in kızı! Ben yapmadım?!

-Hz. Fatıma: “Hayır! Senin işindi; sen Peygamber (s.a.a)’in şahsi malı olan Fedek’i ve Kur’ân’ın bizlere bağışladığı şeyleri bizden aldın.”

Bu hadisi Ebu Bekir b. Abdulaziz-i Cevheri “Sakıfe ve Fedek” kitabında tahriç etmiştir. Nitekim İbn-i Ebi’l-Hadid kendi senedi ile Ümmü Hani’nin kölesinden nakletmiştir.[20]

Yine Ebu Bekir-i Cevheri adı geçen kitabında -nitekim İbn-i Ebi’l-Hadid de Nehc’ül-Belağa şerhinde bunu nakletmiştir[21]- Ebu Seleme’ye dayanan senedinde şöyle tahriç etmiştir:

Hz. Fatıma Ebu Bekir’den babasından kalan mirası isteyince Ebu Bekir şöyle dedi:

-Ben Peygamber (s.a.a)’den şöyle dediğini duydum: “Peygamberler miras bırakmazlar”! Ben Peygamber (s.a.a)’in yaptığı işin aynısını yapacağım, ben bu malları onun harcadığı yerlerde harcayacağım.”

-Hz. Fatıma (a.s) şöyle buyurdu: “Ey Ebu Bekir! Kızların senin mirasını alabiliyorlar da Peygamber (s.a.a)’in kızları O’nun mirasını alamıyorlar mı?!”

-Ebu Bekir: Evet, tam anlamıyla öyledir!!!

Ahmed b. Hanbel silsile senetleriyle buna benzer bir hadis Ebu Seleme’den nakletmiştir.[22]

Yine Ebu Bekir-i Cevheri “es-Sakıfe ve Fedek” adlı kitabında şöyle rivayet eder:

-Hz. Fatıma (a.s) Ebu Bekir’e şöyle buyurdu: “Sen öldüğün zaman senin mirasını kimler alacaktır?”

-Ebu Bekir: Evlatlarım ve ailem.

-Hz. Fatıma (a.s): “Peki neden biz Peygamber (s.a.a)’den miras alamıyoruz da sen alabiliyorsun?”

-Ebu Bekir: Ey Peygamber’in kızı! Baban geriye miras bırakmadı!

-Hz. Fatıma (a.s): “Hayır! Onun mirası Allah’ın hissesidir ki bizlere ayrılmıştır, o bizim elimizdeydi ama sen onu bizden aldın.”

-Ebu Bekir: Ben Peygamber’den şöyle dediğini duydum: “Bizim elimizde bulunan her şey, Allah’ın bize bahşettiği nimetlerdir. Ben öldükten sonra Müslümanlara ulaştırılmalıdır.”

Cevheri buna benzer bir hadis Ebu Tufeyl’den de nakletmiştir. Bu mevzudaki hadisler mütevatirdir. Özellikle Ehl-i Beyt yoluyla nakledilen hadisler.

Yine Cevheri sözü geçen iki kitabında (es-Sakıfe ve Fedek) rivayet ediyor ki, Ebu Bekir Hz. Fatıma (a.s)’ın sözlerinin cevabında şöyle dedi:
“Ey Peygamber’in kızı! Allah’a yemin olsun ki ben baban olan Peygamber’i tüm mahlûklardan daha çok severim. Babanın vefat ettiği gün Allah’tan bu âlemi viran etmesini arzuladım.

Allah’a and olsun ki Aişe'nin fakir olması benim için senin fakir olmandan daha yeğdir. Sen benim, beyaz ve siyah ırkların hakkını onlara verirken senin hakkını vermeyeceğimi mi düşünüyorsun? Oysa sen Resulullah’ın kızısın! Ama bu mallar Peygamber’e ait değildi. Bilakis bunlar tüm Müslümanların Peygamber’e getirdiği ve onun da Allah yolunda harcadığı Beyt’ül-Maldan sayılmaktadır. Peygamber vefat ettikten sonra ben de aynen Peygamber gibi o malları aldım ve yine aynen onun gibi Allah yolunda harcayacağım.”

-Hz. Fatıma (a.s): “Allah’a yemin olsun ki bir daha seninle konuşmayacağım.”

-Ebu Bekir: And olsun ki ben bu işi yapmayacağım.

-Hz. Fatıma (a.s): “Allah’a yeminler olsun ki sana beddua edeceğim.”

-Ebu Bekir: And olsun ki ben de sana iyi dua edeceğim.

Hz. Fatıma (a.s) vefat zamanı, Ebu Bekir’in onun cenaze namazına katılmamasını vasiyet etti.[23]

Cevheri bu sözleri “es-Sakıfe ve Fedek” kitabında aynı lafızlarla tahriç etmiştir. Nitekim İbn-i Ebi’l-Hadid de Nehc’ül-Belağa şerhinde, c. 4, s. 80’de bunu nakletmiştir.

Bu rivayet konuşma, müzakere ve münazaraların genelinden anlaşıldığı üzere Ebu Bekir Hz. Davut ve Hz. Zekeriyya (a.s) ile ilgili ve evlatlara miras bırakma konusu ile irtibat halinde olan bu iki ayete cevap verememiştir. Bilakis onun tek iddiası, Peygamber (s.a.a)’den geri kalan malların Hz. Fatıma (a.s)’ya ait olmadığı mevzusuydu. Hz. Fatıma (a.s) da bu delil ve iddiayı kabul etmedi. Zira o babasının işlerini diğer kimselerden daha iyi biliyordu.

Evet, Peygamber (s.a.a)’in kızı ilk önce kendi hakkının ispatı için Kur’ân’ın iki açık ayetini delil olarak getirdi. Daha sonra miras ve vasiyet ayetlerinin genel anlamlarına dayanarak kendisinin babasından miras alabileceğini ispatladı. Bu arada ne Kur’ân’ın, ne de Sünnetin bu iki ayetin içeriğini kayıtlı bir hale getirmediğini açıkça gözler önüne serdi.

Bu hususta Hz. Fatıma (a.s) en şiddetli itirazını şöyle dile getirdi: “Allah irs (miras) konusunda bir ayeti sizlere mahsus kılıp da Peygamber (s.a.a)’i istisna mı etmiştir?”

Hz. Fatıma (a.s) bu itiraz ve soru şekliyle, Kur’ân ayetlerinin genelini kayıtlandırabilecek tüm kayıt ve şartları reddetmiştir.

Daha sonra şöyle buyurdu: “Sizler Kur’ân-ı babam ve amcam oğlundan daha iyi bildiğinizi mi zannediyorsunuz?”

Hz. Fatıma (a.s) bu soru edasıyla onları azarlamış ve Peygamber (s.a.a)’in sünnetinde de ayetleri sınırlayacak bir kayıtın bulunmadığını açıkça belirtmiştir. Bunların da ötesini mutlak olarak reddetmiştir. Zira eğer bu hususta bir kayıt veya şart bulunmuş olsaydı, Allah Resulü veya onun hak halifesi bu durumu ona anlatırdı. Gerçekte böyle bir şeyin var olup da Peygamber (s.a.a)’in veya Ali’nin bunu bilmemesi olanaksız bir şeydi.

Yine bunu Hz. Fatıma (a.s)’ya intikal ettirmede ihmalkârlık göstermeleri de olanaksızdı. Çünkü iblağ ve inzarda bir kusur görülürdü. Aynı zamanda hakkın söylenmemesi, cahillikle aldatması, batıla yönetilmesi, kerametiyle gururlandırılması, onun tartışmalardan alı konulmasında gevşeklik, guruplaşma, kincilik, sebepsiz yere düşmanlık vb. gibi meseleler gerekirdi. Bu ve bunun gibi meseleler Peygamberler ve onların masum vasileri hakkında mümkün değildir.

Diğer taraftan Hz. Peygamber (s.a.a)’in Hz. Fatıma (a.s)’ya karşı olan özen, sevgi, alaka ve muhabbeti diğer babaların evlatlarına olan sevgi ve muhabbetlerinden kat kat fazlaydı. Nebiyyi Ekrem (s.a.a) bu alaka ve sevgisini, ona canını feda ederek açıklıyordu.[24]

Resulullah (s.a.a) özel bir şekilde kızı Fatıma (a.s)’ın terbiye ve eğitimi ile ilgileniyordu. Öyle ki Resulullah (s.a.a) kızını en yüce kemallere ulaştırdı. Peygamber (s.a.a)’in tek yadigârı Hz. Fatıma (a.s), Allah’ı tanıma (marifetullah) ve ilahi hükümleri bilmede Hz. Resulullah’tan çok çok faydalanmıştı. Bütün bunlar göz önüne alınacak olursa, Resulullah (s.a.a)’in sonuçta Hz. Fatıma’nın dini görevleri ile irtibat halinde olan bir mevzuu ona anlatmaması mümkün müdür?

Allah’a and olsun ki hayır. Nasıl olur da Resulullah (s.a.a), kendi vefatından sonra Hz. Fatıma’nın kendi mirasını isteme yolunda uğrayacağı sıkıntıları bildiği halde bu mevzuu gizler? Hatta bu konu öylesine önemliydi ki, Hz. Fatıma’nın miras hakkının elinden alınması İslam ümmetinin büyük bir fitne fırtınasına yakalanmasına sebep oldu.

Hz. Peygamber (s.a.a)’in en yakın ve samimi dostu ve kardeşi Hz. Ali tüm bilgi, hikmet, İslam’daki sabıkası, Peygamber (s.a.a)’in damadı olması vb. gibi unsurlara rağmen nasıl olur da söz konusu hadisi (Biz peygamberler miras bırakmayız hadisini) görmezlikten gelebilir?

Yine nasıl olur da Resulullah (s.a.a), sırrının hafızı, hakkını ifa eden, ilim şehrinin kapısı, hikmet evinin babı, ümmetin en iyi hükmedeni, Hıtta kapısı, Müslümanların kurtuluş ve necat gemisi, ümmetin dağınıklıktan kurtulmasının güvencesi olan Hz. Ali’ye bu konuyu belirtmez de onu öylesine gizli bir şekilde bırakabilir!

Yine Resulullah’ın amcası ve bu hanedanının efradından olan Abbas b. Abdülmuttalib’in bu hadisi duymaması nasıl mümkün olabilir? Neden Peygamber (s.a.a)’in aralarından seçildiği Beni Haşim’in geneli bu hadisi Peygamber (s.a.a)’den duymamışlar ve neticede Peygamber (s.a.a)’den sonra birçok sıkıntılara uğramışlar?

Peki, neden müminlerin anneleri olan Peygamber (s.a.a)’in hanımlarından hiçbirisi bu hadisten haberdar değillerdi? Zira eğer bu hadisi duymuş olsalardı, bir adamı Osman’ın yanına göndererek kendilerinin Peygamber (s.a.a)’den miras aldıklarını, ondan bu miras hakkının kesilmesini istemezlerdi.

Yine Hz. Peygamber (s.a.a)’in bu hükmü kendisinden miras alacak fertlere açıklamaması nasıl mümkündür? İlahi hükümleri açıklamamak Peygamber (s.a.a)’in metodu değildi. Buna ilave olarak Peygamber (s.a.a)’in hükümleri açıklamaması, “En yakın akrabalarını uyar” [25] ayeti ile çelişmektedir. Resulullah’ın kendine tabi olanlara gösterdiği özen bile söz konusu iddianın iptali için yeterlidir.

Hz. Peygamber (s.a.a)’in temiz kızının konuşmaları arasında, duyanların tümünü etkileyen ve herkesin boyun eğmesine sebep olan cümleler vardır. Örneğin: “...Yoksa biz iki dine mensubuz da birbirimizden miras almayız mı diyorsunuz?”

Hz. Fatıma (a.s)’ın kastı olanlara, şeriatın miras konusunda belirttiği konuların onların zannettiği gibi istisna veya kayıtlandırma kabul etmediğini anlamaktı. Bu istisna ve kayıtlandırma ancak Hz. Peygamber (s.a.a)’in şu sözüyle mümkündür: “İki ayrı dine mensup olanlar birbirlerinden miras alamazlar.”
Bu teoriye göre hükümeti evirip çevirenler hepiniz babamın dinine mensupsunuz.

-Siz beni babamın mirasından mahrum kıldınız- ve benim onun kızı olduğumu biliyorsunuz. Peki, ben Müslüman değil miyim? Bu düşünce için (benim İslam’dan çıktığım konusunda) şer’i bir deliliniz var mıdır?"

“İnna lillah ve inna ileyhi raciun!” [26]

----------------------------------------
[1] - Nisa / 7.
[2] - Nisa / 11.
[3] - Bakara / 183.
[4] - Bakara / 184.
[5] - Bakara / 173.
[6] - Enfal / 75.
[7] - Meryem / 3 - 6.
[8] - Meryem / 6.
[9] - Nisa / 5.
[10] - Bkz. Şerh-i Sahih-i Buhari, İbn-i Hacer, c. 8, s. 157 ve Şerh-i Kirmani.
[11] - Sahih-i Buhari, c. 3, s. 37 (Hayber Gazvesinde) Sahih-i Müslim, c. 2, s. 72 (Kitab’ul-Cihad ve’s-Seyr) Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 6.
[12] - Ebu Abdullah Muhammed b. İmran Merzbani el-Horasani, edebiyat ve tarih üstadıdır. Beyan ilmini yazan ilk şahıstır. (M.)
[13] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 4, s. 93.
[14] - a.g.e. c. 4, s. 94.
[15] - Nahl / 16.
[16] - Meryem / 5-6.
[17] - Enfal / 75.
[18] - Nisa / 11.
[19] - Bakara / 180.
[20] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 4, s. 87.
[21] - a.g.e. s. 82.
[22] - Bkz. Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 10.
[23] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 4, s. 80-87.
[24] - Bir defasında Resul-ü Ekrem (s.a.a) değerli kızına hitaben “Babası, ona feda olsun” demiştir. Resulullah bu kelimeyi üç kez peş peşe tekrarlamıştır. Bu rivayeti Ahmed b. Hanbel-ve İbn-i Hacer Heysemi nakletmişlerdir. Savaik’ul-Muhrika, s. 159.
[25] - Şuara / 214.
[26] - Bu cümle musibet anlarında söylenir.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

(7)

HZ. PEYGAMBER'İN (S.A.A) KIZININ MÜLKÜ OLAN FEDEĞİN GASBEDİLMESİ



Allah (c.c), Hayber kalelerini Resulullah (s.a.a)’in yüzüne açınca Fedek[1] ahalisinin kalbinde büyük bir korku meydana getirdi. Böylece mecburen Peygamber (s.a.a)’in emrini kabul edip arazilerinin yarısını Peygamber (s.a.a)’e bağışlayarak barış yaptılar.[2] Peygamber (s.a.a) de bunu kabul etti. İşte böylece Fedek arazisinin yarısı Peygamber (s.a.a)’in şahsi mülkü olarak kabul edildi. Zira Müslümanlar orayı asker çıkararak ele geçirmemişlerdi. Bu konu tüm Müslümanların ihtilafları olmaksızın kabul ettikleri bir mevzudur.

“Akrabaya hakkını ver” [3] ayeti nazil olunca Peygamber (s.a.a) Fedek’i Hz. Fatıma’ya bağışladı. Ebu Bekir Fedek’i Hz. Fatıma’nın elinden alana dek onun elindeydi.

İşte bu Hz. Fatıma’nın, babasının vefatından sonra tüm ümmetin icmasıyla halife ve müslümanları yargıladığı haktı. Şimdi bu yargılama ile ilgili olanları naklediyoruz:

Fahri Razi kendi tefsirinde[4] şöyle yazıyor: Hz. Peygamber (s.a.a) vefat ettikten sonra Hz. Fatıma babasının Fedek’i kendisine bağışladığını iddia ediyordu. Ebu Bekir Ona: “Sen ihtiyaç açısından benim yanımda herkesten daha azizsin; herkesten çok sana saygı duyarım ama buna rağmen sözlerinin doğruluğuna yüzde yüz inancım olmadığı için[5] Fedek’i sana veremem!!”

Daha sonra Fahri Razi şöyle diyor: “Resulullah’ın hizmetçisi[6] ve Ümmü Eymen Hz. Fatıma’nın lehine şahitlik yaptılar. Ama Ebu Bekir Fatıma’ya, şeriatta şahitlikleri câiz olan şahitler getirmesini istedi. Ama böyle bir şahit yoktu!”

Ehl-i Beyt İmamları ve Şia’lar Peygamber (s.a.a)’in Fedek bağını Hz. Fatıma’ya bağışladığında ve Ebu Bekir onu alana dek onun elinde olduğuna dair hiç şüpheye düşmemişlerdir.

Bu konu için sayın okuyucularımızın Hz. Ali’nin Basra’daki valisi Osman b. Huneyf’e yazdığı mektubu görmeleri yeterlidir. Mektubun bazı kesitleri şöyledir:

“Evet, dünya malından sadece Fedek bizim elimizdeydi. O da bir kavmin hışmına uğradı. Allah ne de güzel hakim ve hükmedendir...” [7]

On iki İmamdan da aynı içerikte mütevatir haddine ulaşan birçok rivayetler nakledilmiştir. Birçok büyük muhaddisler kendi senetleri ile Ebu Said-i Hudri’den şöyle naklediyorlar: “Akrabaya hakkını ver” ayeti nazil olunca Hz. Peygamber (s.a.a) Hz. Fatıma’yı çağırarak Fedek’i ona bağışladı.

Şeyh’ul-İslam Tabersi de “Mecma’ul-Beyan” adlı tefsir kitabında “Akrabaya hakkını ver” ayetinin tefsirinde şöyle yazmaktadır: Abbasî halifesi Me’mun işte bu hadise dayanarak Fedek’i Hz. Fatıma’nın evlatlarına geri verdi.

İbn-i Hacer Heysemi şöyle yazıyor: Hz. Fatıma’nın, babasının Fedek’i kendisine bağışladığı iddiasına Ali ve Ümmü Eymen şahitlik yaptı, ama şahitlerin sayısı yeterli derecede değildi...[8]

İşte bu anlattıklarımız İbn-i Teymiye ve İbn-i Kayyum gibi Ehl-i Sünnet’in ileri gelen alimlerinin naklettiği şeylerdir.

Yazar: Allah bizim ve onların hatalarını bağışlasın. Ebu Bekir’in de hatalarını bağışlasın. Allah Hz. Fatıma, Hz. Peygamber (s.a.a), Hz. Ali, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (a.s)’ı da onlardan razı kılsın.

Keşke Ebu Bekir henüz babasının yasını taşıyan Hz. Fatıma’yı incitmeyecek bir yöntem kullansaydı. Hz. Fatıma bazen miras konusunda ve daha birçok konularda incitilmişti.

Keşke Ebu Bekir Peygamber (s.a.a)’in kızının kendisinden ümitsizlikle yüz çevirmesine, bu esef verici hal ile vefat etmesine, Ebu Bekir ve Ömer’in cenaze namazı ve defin merasimine katılmamalarını belirten vasiyetine razı olmasaydı!

Sübhanellah! Ebu Bekir’den naklettikleri o sabır o dönemlerde nerelerdeydi? Onun ileri görüşlülüğüne ne olmuştu? Müslümanların gücüne nispet olan ihtiyatı nereye gitmişti?!

Keşke Ebu Bekir, Peygamber (s.a.a)’in kızının incinmesine sebep olabilecek her şeyi önleseydi.

Eğer böyle yapsaydı daha güzel bir akıbete sahip olur, pişmanlığına sebep olmaz ve kendisinden sonrakilerin de yargılamalarından ve azarlamalarından kurtulmuş olurdu. Bu durum İslam ümmetinin gücünün ve hatta kendi işinin salahı için bile daha münasipti. O, Peygamber (s.a.a)’in emanetinin ve yegane yadigarının incinmesini önleyecek güce sahipti. O, Hz. Fatıma’nın çarşafı yerde sürünür bir halde ondan yüz çevirmesini önleyebilirdi.

Ebu Bekir Peygamber (s.a.a)’in yerine oturduktan sonra Fedek’i, işin içinde muhakeme olmaksızın Hz. Fatıma’ya verseydi ne olurdu?! Zira Müslümanların hakiminin halk üzerinde genel bir yetkisi vardır, bu yetkiye dayanarak bu işi yapabilirdi. Fedek, bu kadar kargaşa, fitne ve bölücülüğün karşısında ne gibi bir değere sahipti veya değeri ne kadardı?

Bütün bunlar geçmişteki ve günümüzdeki Ebu Bekir dostlarının onun için arzuladıkları şeylerdir.

Şimdi günümüz üstatlarından Mısırlı Mahmut Ebu Rayye’nin sözlerini dinliyoruz:
“Hakkında açıkça konuşmam gereken bir mevzu daha kaldı. O mevzu ise, Ebu Bekir’in Peygamber (s.a.a)’in kızı Hz. Fatıma’ya karşı davranışı ve onun babasının mirasını isterken Ebu Bekir’in takındığı amel ve tepkidir. Eğer biz, insanlarda zan uyandıran ama yüzde yüzlük bir yakin uyandırmayan haber-i vahidin Kur’ân’ın kesin zahirini kayıtlandırabileceğini kabul edecek ve aynı şekilde Peygamber (s.a.a)’in “Biz peygamberler miras bırakmayız” diye söylediği söz ispatlanacak ve bu hadisin genel anlamı da istisna kabul etmeyecek olursa, yine de Ebu Bekir Peygamber (s.a.a)’in geride bıraktığı şeylerden bazılarını, (örneğin Fedek’i) Hz. Fatıma’ya verebilirdi.

Bu halifenin hakkıydı ve hiç kimsenin ona itiraz etmeye de hakkı yoktu. Zira Müslümanların halifesinin, istediğine istediği şeyi bağışlaması câizdir.

Nitekim Ebu Bekir Peygamber (s.a.a)’in geriye bıraktığı şeylerden bazılarını Zübeyr b. Avam,[9] Muhammed b. Müslim ve diğerlerine bağışladı.[10] Buna ilave olarak üçüncü halife Osman, Ebu Bekir’in Hz. Fatıma’dan geri aldığı Fedek’i çok geçmeden Mervan’a tımar olarak bağışladı.[11]

İbn-i Ebi’l-Hadid geçmişteki Ehl-i Sünnet alimlerinin bazılarından, içeriği birinci ve ikinci halifeyi kınamaya ve onların Peygamber (s.a.a)’in kızına karşı sergiledikleri tavırlarından şaşkınlığa uğradığını belirten sözler nakletmiştir. Bu Sünni aliminin sözünün sonunda şöyle demiştir: “Bırakın dini yönleri de onların hilafet makamı bile Hz. Fatıma’ya bu şekilde davranmalarına mani olmalıydı.”

İbn-i Ebi’l-Hadid bu cümlenin hemen peşi sıra şöyle diyor: “Bu cevabı olmayan bir sözdür!” [12]

Yazar: Bizim onların lütuf ve hilafet gerekçeleriyle işimiz yoktur. Konuyu bir mahkemenin gereksimleri açısından göz önüne alıyor ve şöyle diyoruz:
Şer’i ölçüler (bu ölçüler Peygamber (s.a.a)’in kızının Fedek meselesinde hakim olduğunu ispatlamaktadır) kamil ve çeşitlidir. Bu durum insaflı akıl sahiplerinden saklı değildir.

Halife ve o günün hakiminin, bu davada iddia sahibinin kutsallık açısından İmran kızı Meryem ile aynı değerde ve hatta ondan da değerli olduğunu, o, Meryem, Hatice ve Asiye’nin (Firavunun hanımı) cennet kadınlarının efendileri olduklarını, o ve diğer üç kadının dünya kadınlarının en faziletli olduklarını ve Peygamber (s.a.a)’in ona hitaben: “Ey Fatıma! Tüm mümin kadınların veya ümmetimin kadınlarının efendisi olmaya razı değil misin?” dediğini bilmesi yeterliydi. Halife bunların tümünü bilmekteydi. Bütün bunlar birçok sahih rivayetler ve açık naslarla nakledilmiştir.

Örneğin: İbn-i Abdülbirr “el-İstiab” adlı kitabında Hz. Fatıma’nın biyografisinde ve daha birçokları diğer kaynaklarında Peygamber (s.a.a)’in Hz. Fatıma’nın ziyaretine giderek onun hal hatırını sorduklarını nakletmişlerdir. Peygamber (s.a.a), onun hal hatırını sorunca, Fatıma (a.s) cevaben: “Acılar beni rahatsız ediyor ve genellikle yiyecek bir şey olmadığından dolayı rahatsız oluyorum.”

Hz. Resulullah (s.a.a): “Kızcağızım! Dünya kadınlarının veya ümmetimdeki kadınların efendisi olmaya razı değil misin?”

Hz. Fatıma (a.s): “Babacığım! İmran kızı Meryem dünya kadınlarının efendisi değil miydi?”

Hz. Resulullah (s.a.a): “O kendi asrındaki kadınların efendisiydi. Sen de kendi asrının kadınlarının efendisisin. Şunu bil ki, Allah’a yeminler olsun ki ben seni dünya ve ahrette efendi olan birisine nikahladım.”

Hz. Fatıma (a.s)’ın Hz. Meryem’den daha üstün olduğu konusu Ehl-i Beyt İmamları, onların dostları ve diğerlerinin yanında kesin olan mevzulardandır.

Birçok Ehl-i Sünnet araştırmacıları onu tüm dünya kadınlarından hatta Hz. Meryem’den bile faziletli bilmişlerdir. Örneğin: Sebki, Siyuti, el-Bedr, Zerkeşi, Makrizi, İbn-i Ebu Davud ve Menavi ki Allame Nebhani Hz. Fatıma’nın faziletleri hakkında “eş-Şeref’ul-Muebbed” adlı eserinde bu şahsiyetlerden nakletmiştir.

Bu söz, Şafiilerin müftüsü olan Seyyid Ahmed Zeyni Dehlan’ın, bir takım Ehl-i Sünnet’in büyük alimlerinden nakletmiş olduğu mananın aynısıdır. O Sire kitabında Hz. Fatıma’nın evliliği ile ilgili yerde konuşurken bu sözleri nakletmiştir. Hz. Fatıma, Meryem, Hatice ve Asiye’nin cennet kadınlarının en üstünü olduklarını belirten konuyu ise Ahmed b. Hanbel İbn-i Abbas’tan nakletmiştir.[13] el-İstiab adlı eserde de Hz. Hatice’nin biyografisinde Ebu Davut’tan, Hz. Fatıma’nın biyografisinde ise Kasım b. Muhammed’den o rivayet nakledilmiştir.

El-İstiab adlı eserde Hz. Fatıma (a.s) ve diğer üç kadının cennet kadınlarının efendileri olduklarına dair rivayetler Ebu Davut’tan silsile senet ile Enes b. Malik ve Abdulvaris b. Süfyan’dan nakledilmiştir.

Hz. Fatıma (a.s)’ın bu ümmet kadınlarının en üstünü olduğu Sahih-i Buhari, c. 4, s. 64’de, Sahih-i Müslim, c. 2, Hz. Fatıma’nın faziletleri babında, Sahih-i Tirmizi’de, Cem’un Beyn’es-Sahihayn’da (Hamidi), Cem’un Beyn’es-Sihah’is-Sitte’de ve Müsned-i Ahmed, c. 6, s. 282’de nakledilmiştir.

İbn-i Abdülbirr el-İstiab’da ve Muhammed b. Sa’d Hz. Fatıma’nın şerhi halinde (Tabakat-u İbn-i Sa’d, c. 8’de ve Peygamber (s.a.a)’in hastayken buyurdukları babında (Tabakat-u İbn-i Sa’d, c. 2’de) nakletmişlerdir.

Konunun şerhini aynen Sahih-i Buhari’den[14] naklediyoruz: “Mesruk Ümm’ül-Müminin Aişe’den şöyle naklediyor: Biz Peygamber (s.a.a)’in hanımları hepimiz Peygamber (s.a.a)’in huzurundayken Fatıma çıkageldi. Allah’a yeminler olsun ki, Fatıma’nın yürüyüşünün Peygamber (s.a.a)’in yürüyüşü ile hiçbir farkı yoktu. Peygamber (s.a.a) onu görünce şöyle buyurdu: “Kızcağızım! Hoş geldiniz.”

Daha sonra onu sağ veya sol tarafında oturtarak yavaş bir şekilde ona bir şey söyledi. Fatıma (a.s) şiddetle ağlamaya başladı. Peygamber (s.a.a) onun şiddetle hüzünlendiğini görünce yine onun kulağına bir sır söyledi. Fatıma (a.s) bu defasında gülmeye başladı. Peygamber (s.a.a)’in hanımları arasında ben Fatıma’ya şöyle dedim: "Peygamber (s.a.a) bizim aramızdan sırrını sadece sana söyledi, sen (yine) ağlıyor musun?!"

Peygamber (s.a.a) kalkıp gidince ben Fatıma’dan Peygamber (s.a.a) senin kulağına ne söyledi? diye sordum. Fatıma cevaben şöyle buyurdu: “Ben Peygamber (s.a.a)’in sırrını açıklayamam.”
Peygamber (s.a.a)’in vefatından sonra bu sırrı bana söylemesi için Fatıma’ya yeminler verdirdim. Fatıma (a.s) şöyle buyurdu: “Artık söylememin hiçbir sakıncası yoktur, ilk defasında Hz. Peygamber (s.a.a) kulağıma yavaşça şöyle buyurdu:
“Cebrail her yıl Kur’ân’ı bir defa bana sunuyordu. Ama bu yıl iki defa sundu. Bunun anlamı yakında ölümün bana geleceğidir. Sen, ben öldükten sonra sabretmelisin. Zira ben kaybettiğin en değerli kimseyim.” İşte bu yüzden -senin de gördüğün gibi- şiddetle ağlamaya başladım. Peygamber (s.a.a) benim dayanamadığımı görünce, ikinci defasında şöyle buyurdu: “Ey Fatıma! İmanlı kadınların hanım efendisi veya İslam ümmeti kadınlarının en üstünü olmak istemiyor musun?!”

İbn-i Hacer’in Savaik’ul-Muhrika adlı kitabında ve diğer muhaddislerin kendi kitaplarında naklettikleri şey şudur: Peygamber (s.a.a) şöyle buyurdu: “Dünya kadınlarının efendisi olmak istemiyor musun?”

Her neyse Hz. Fatıma’nın diğer kadınlara olan üstünlüğünü belirten söz konusu hadis sahih ve Peygamber (s.a.a)’in nassı oldukça açıktır. Muhammed b. Sa’d “Tabakat” adlı kitabının 2. cildinde “Peygamber (s.a.a)’in hasta iken söyledikleri” adlı babda kendi senedi ile Peygamber (s.a.a)’in hanımı Ümmü Seleme’den şöyle nakleder:

“Peygamber (s.a.a)’in ölüm vakti yaklaşınca, Hazret, Fatıma (a.s)’ı yanına çağırdı, kulağına bir şey söyleyince Fatıma (a.s) ağlamaya başladı. Bir kez daha kulağına bir şeyler söyledi. Bu defa Fatıma (a.s) güldü. Peygamber (s.a.a) hayatta olduğu müddetçe ben ondan bu konuda hiçbir şey sormadım. Ama Peygamber (s.a.a) vefat ettikten sonra o günkü ağlama ve gülmenin sebebini sordum. Hz. Fatıma (a.s) şöyle buyurdu: “Peygamber (s.a.a) bana vefat edeceğini haber verdi. Daha sonra benim cennet kadınlarının efendisi olduğumu bildirdi.”

İbn-i Hacer-i Askalani “el-İstiab” adlı kitabında bu hadisi Ümmü Seleme’den nakletmiştir.

Tüm Müslümanlar da Allah’ın, Peygamber (s.a.a)’in kızını İslam ümmeti kadınlarının arasından seçtiğini çok iyi bilmektedirler. Aynı şekilde iki evladını (İmam Hasan’la İmam Hüseyin’i) ümmetinin oğulları arasından, kocasını ise Müslüman gençler arasından seçmiştir. Peygamber (s.a.a) Necran Hıristiyanları ile lanetleşmek için vahiy geldikten sonra sadece bunları seçmiştir. Lanetleşme (Mübahele) ayeti şöyledir:

“Sana bu ilim geldikten sonra seninle bu konuda çekişenlere de ki: Geliniz, sizler ve bizler de dahil olmak üzere, siz kendi çocuklarınızı biz de kendi çocuklarımızı, siz kendi kadınlarınızı, biz de kendi kadınlarımızı çağıralım, sonra da dua edelim de Allah’tan yalancılar üzerine lanet dileyelim.” [15]

Fahri Razi bu ayetin tefsirinde şöyle yazmıştır: Bu ayet nazil olduktan sonra (bu ayetle Allah (c.c) Peygamber (s.a.a)’e ümmetin en iyi evlatlarını, kadınlarını ve Peygamber (s.a.a)’in nefsi ve canı niteliğindeki şahısları Necran Hıristiyanları ile lanetleşmek üzere hazırlaması emrini vermiştir) Peygamber (s.a.a) siyah bir cüppe giyinmiş, Hz. Hüseyin’i kucağına almış Hz. Hasan’ın da elini tutmuş, Hz. Fatıma Peygamber (s.a.a)’in peşi sıra Hz. Ali de onu takip eder bir halde Hıristiyanların karşısına çıkarak şöyle buyurdu: “Eğer ilk önce lanet dilemeye ben başlarsam, sizin iman getirmeniz gerekir.”

Necran Hıristiyanlarının Piskoposu şöyle dedi: “Ey Hıristiyan topluluğu! Ben öyle çehreler görüyorum ki, eğer Allah’tan dağları yerinden koparmalarını isteseler, dağları yerinden koparır. Bunlar ile lanetleşmeyin ki helakete uğrarsınız; artık kıyamete dek yeryüzünde bir tek Hıristiyan bile kalmaz.”[16]

Yine tüm Müslümanlar istisnasız bir şekilde aşağıdaki ayetin kapsadığı şahsiyetlerden birisinin Hz. Fatıma (a.s) olduğunu kabul etmişlerdir. Ayet şöyledir:

“Ey Ehl-i Beyt! Allah ancak sizden her türlü pislik ve günahı gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor.” [17]

Yine herkes biliyor ki, Hz. Fatıma (a.s) Allah’ın, sevgilerini İslam ümmetine farz ve onu Peygamber’in risalet mükafatı olarak karar kıldığı kimselerdendir.

Yine Hz. Fatıma (a.s), Allah’ın, kullarından aynen O’nun birliğine ve Peygamberinin risaletine şehadet istediği gibi kendilerine selam gönderilmesi vacip kılınan kimselerdendir.

Savaik’ul-Muhrika ve diğer kitaplarda nakledildiği üzere Şafii ne kadar da güzel söylemiştir:

“Ey Ehl-i Beyt! Sizi sevmek Kur’ân’da Allah tarafından farzdır. Sizin büyüklüğünüzün azameti için şu yeterlidir ki, birisi size selam göndermezse, namazı namaz değildir.”

Yine Savaik ve diğer kitaplarda olduğu üzere Muhyiddin Arabi şöyle diyor: “Benim Peygamber (s.a.a)’in hanedanını sevmemin bir farz olduğunu görüyorum. Bu sevgi, başkaları ondan fasıla almasına rağmen beni daha da onlara yakınlaştırıyor. Rahman olan Allah (c.c), Peygamber (s.a.a)’in tebliği ile kullarının hidayeti için O’nun Ehl-i Beyti’ni sevmekten başka bir ücret istememiştir.”

Allame Nebhani “eş-Şeref’ul-Muebbed” adlı eserinde şöyle yazıyor:

“Âl-i Taha! Ey en iyi Peygamber (s.a.a)’in hanedanı! Sizin dedeniz Allah’ın seçtiği kimseydi. Sizler de Müslümanların en seçkinisiniz.

Allah daha ilk günden sizden her türlü pislik ve günahı gidermiştir. O zaman siz tertemizsiniz.

Sizin dedeniz din hakkında sizin sevginizden başka hiçbir ücret istemedi; ne de güzel bir ücrettir.”


Böylece Hz. Fatıma (a.s) en güzel iyi iş yapandır. Nitekim Allah (c.c) Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyuruyor:

“İyiler ise, kafur katılmış bir kadehten (cennet şarabı) içerler. Onlar, Allah sevgisi ile yemeği yoksula, yetime ve esire yedirirler. Biz sizi Allah rızası için doyuruyoruz; sizden ne bir karşılık nede bir teşekkür bekliyoruz.” [18]

Tüm Şia alimleri istisnasız bir şekilde bu ayetin Hz. Ali, Hz. Fatıma, Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin (a.s) hakkında nazil olduğunu belirtmişlerdir. Onlar iftarlıklarını üç gün peş peşe yoksula, yetime, esire infak ettiler. Bu yüzden bu ayet onların hakkında nazil oldu.

Zemahşeri aynı konuyu Keşşaf adlı tefsirinde İnsan suresinin, sözü geçen ayetin tefsirinde İbn-i Abbas’tan nakletmiştir. Silsile senet ile Vahidi’den el-Besit kitabında, Sa’lebi, Tefsir-i Kebir’de ve Muvaffak b. Ahmed el-Fezail adlı kitabında getirmiştir.

Güvenilir bir grup alim Menakıb kitaplarında bu konuyu kesin olarak kat’i bilinen şeylerden saymışlardır. Biz de “el-Kelimet’ul-Garra” adlı kitabımızın dördüncü faslında Hz. Fatıma’nın faziletlerini yazdığımız zaman bu konuda araştırmacı bazı alimlerin görüşlerini de ekledik. (Oraya müracaat ediniz.)

Özet ile Hz. Fatıma’nın (a.s) Allah, Resulü ve müminler yanında sahip olduğu kutsîlik makamı, insanın O’na ve takip ettiği davasına karşı tam bir itminan ve güven duymasına sebep olmaktadır. Bu durum öyle bir hadde ulaşmıştır ki davasının ispatı için şahide bile ihtiyaç kalmamaktadır. Zira O’nun dili batılı söylemekten korunmuştur. Hz. Fatıma’nın (a.s) hakkın tersine veya zıddına bir şey söylemesi imkansızdı.

Buna göre O’nun davası başlı başına iddia ettiği şeyin doğruluğuna delalet etmektedir. Hatta daha başka ip uçlarına gerek bile yoktur. Bu, Hz. Fatıma’yı (a.s) tanıyan bir kimsenin şüphe bile etmeyeceği bir meseledir.

Ebu Bekir Hz. Resulullah’ın kızını en iyi tanıyanlardan ve davasında yüzde yüz haklı olduğunu bilen şahıslardan idi. Ali Faruki’nin de (Ali Faruki Bağdat’ın ileri gelmiş alimlerinden ve Bağdat’ın batı medresesinin üstatlarındandır) söylediği gibi aslında mesele başka bir şeydi. Ali Faruki, İbn-i Ebi’l-Hadid Mutezili’nin üstatlarından birisidir.

Bir gün İbn-i Ebi’l-Hadid ondan şöyle sordu: Hz. Fatıma Fedek davasında doğru sözlü müydü?

Ali Faruki: Evet.

İbn-i Ebi’l-Hadid: Peki eğer doğru sözlü idiyse, neden Ebu Bekir Fedek’i ona geri vermedi?

Ali Faruki: Tebessüm ederek her yönüyle ilgi çekici bir cevap verdi: “Eğer o gün Ebu Bekir Hz. Fatıma’nın iddiasını kabul ederek şahit istemeksizin Fedek’i verecek olsaydı, Fatıma ertesi gün geri dönerek hilafetin kocası Ali’ye ait olduğunu söyleyecek ve Ebu Bekir’i oturduğu makamdan indirecekti! Ebu Bekir de hiçbir özür getiremezdi. Zira Ebu Bekir Fatıma’nın söylediği her şeyde doğru sözlü olduğunu ve şahide gerek olmadığını önceden kabul etmiştir.

Yazar: İşte bu yüzden Ebu Bekir, Fatıma (a.s)’ın Fedek davasında Hz. Ali (a.s)’ın şahitliğini câiz bilmedi. Hayber Yahudileri bile Hz. Ali’nin Hayber’i fethetmesine ve Yahudilerin başlarını ezmesine rağmen yine de Hz. Ali (a.s)’ın yalan yere şahitlik yapmayacağını çok iyi bilirlerdi.

Yine bu yüzden Ebu Bekir mugalata yaparak malı elinde bulundurup kullanan şahısı müddei (iddia eden) yerine koyarak ondan şahit istedi. Halbuki Ebu Bekir’in kendisinin şahit getirmesi gerekirdi.

Şu söz unutulmamalıdır ki, Ebu Bekir Hz. Fatıma’ya; “Ben senin sözünün doğruluğuna inanmıyorum” dedi. Halbuki onun sözünün kendisi başlı başına en açık hüküm ölçülerine göre Hz. Fatıma’nın faydasınaydı.

Eğer bu şahitlerin tümünü yok sayarsak, Peygamber (s.a.a)’in kızının bunca imtiyazlarına rağmen onu diğer imanlı ve mümine kadınlar gibi bile kabul edersek veya diğer müminler gibi iddia ettiği davasının ispatı için şahide muhtaç olduğunu bile kabul etsek Peygamber (s.a.a)’in kardeşi ve Harun’un Musa’ya olan yakınlığı gibi Peygamber (s.a.a)’e yakın olan Hz. Ali (a.s)’ın Hz. Fatıma’nın davası için şahitlik yapması yeterli idi.

Hz. Ali (a.s) cümlelerinden yakin ve doğruluk nurlarının ışıldadığı bir şahittir. Şer’i hakimin yakine ulaştıktan sonra dava sahiplerinden isteyeceği bir şey yoktur. İşte bu yüzden Hz. Resulü Ekrem (s.a.a) Hüzeyme b. Sabit’in şahitliği iki adil şahidin şahitliği gibi kabul etmiştir. Allah da bilmektedir ki bu hususta Hz. Ali (a.s) Hüzeyme ve diğerlerinden daha üstündür.

Eğer bunu da görmezlikten gelerek Hz. Ali’nin de adil müminlerden birisi olduğunu farz ederek adil bir şahit olduğunu söyler isek, peki neden Ebu Bekir Hz. Fatıma’yı ikinci şahit yerine koyarak yemin etmesini istemedi? Eğer yemin etmeseydi davasını reddedebilirdi. Ama Ebu Bekir bunu yapmadı. Hz. Ali (a.s) ve Ümmü Eymen’in şahitliğini geçersiz saydığı yetmezmiş gibi bir de Resul-ü Ekrem’in kızı Hz. Fatıma’nın şahitliğini reddetti.

Saygı değer okurların da bildiği gibi bu iş hiçbir dini kanuna dayanmamaktadır. Halbuki Hz. Ali (a.s), Kütüb-ü Sitte yazarları ve diğer yazarların da naklettiği Sekaleyn hadisine göre Kur’ân’ın eşidir.

Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “Aranızda iki değerli ve paha biçilmez emanet bırakıyorum. Onlara sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz; Allah’ın kitabı ve İtretim; Ehl-i Beytim.”

Açıktır ki, Ehl-i Beyt’in en ileri geleni Hz. Ali (a.s)’dır. Yine Peygamber (s.a.a)’in buyurduğu hadis uyarınca, Hz. Ali (a.s) daima Kur’ân ile, Kur’ân da Ali iledir. (Kevser) havuzu başında Peygamber (s.a.a)’e gidene dek asla birbirlerinden ayrılmazlar.

Bu hadisi Hakim-i Nişaburi[19] Peygamber (s.a.a)’in hanımı Ümmü Seleme’den naklederek şöyle demiştir: “Bu hadis sahih senetlere sahiptir.”

Zehebi de bu hadisi “Telhis” adlı eserinde naklederek senetlerinin sahih olduğunu belirtmiştir.

Yine İbn-i Hacer[20] Peygamber (s.a.a)’in ölümüyle sonuçlanan hastalığı ve odasının ashapla dolu olduğu bir esnada Peygamber (s.a.a)’in şöyle buyurduğunu nakleder:

“Ey insanlar! Ruhumu teslim etmem ve sizin aranızdan ayrılmam yakındır. Şimdi sizlere unutmamanızı istediğim bir şeyi söylemek istiyorum: Ben, Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beytimi sizin aranızda (emanet olarak) bırakıyorum.”

Daha sonra Ali (a.s)’ın elini tutup havaya kaldırarak şöyle buyurdu:

“Bu Ali Kur’ân iledir ve Kur’ân’da Ali iledir. (Bunlar) Hiçbir zaman birbirlerinden ayrılmazlar.”

Üstelik Hz. Ali (a.s) Mübahele ayetinde Peygamber (s.a.a)’in canı ve nefsi olarak adlandırılmıştır.

Bütün bunlara rağmen Hz. Ali (a.s) bu mahkemede şahitliği hiç sayılan bir kimsedir! Bu, İslam’da meydana gelen büyük bir facia idi. Bu faciadan “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” diye bahsetmek gerekir.

Hz. Fatıma’nın ikinci şahidi ise Sa’lebi’nin “Berke” ismindeki kızı olan Ümmü Eymen’di. Bu kadın Hz. Resul-ü Ekrem’in ebesi ve kadın hizmetçisiydi. Peygamber-i Ekrem (s.a.a) şöyle buyururdu: “Annemden sonra Ümmü Eymen benim annem idi!” Hz. Resulullah ona baktığında şöyle söylerdi: “Bu, hanedanımdan geriye kalan şahıstır.”

Yine Hz. Resulullah (s.a.a), (İbn-i Hacer’in “el-İsabe” adlı kitabında Ümmü Eymen’in şerhi halinde yazdığı gibi) Ümmü Eymen’in cennetlik olduğunu söylemiştir. İbn-i Hacer İsabe’de, İbn-i Abdülbirr “el-İstiab”da ve diğerleri de kendi kitaplarında Ümmü Eymen’den övgüyle bahsetmişlerdir.

Oğlu Eymen Peygamber (s.a.a)’in yanında Hayber Savaşında şehit olunca Ümmü Eymen bu şehadeti kendisine büyük bir mükafat ve sevap olarak bildi.[21]


--------------------------------------------------------------------------------
[1] - “Fedek” yaklaşık olarak Medine’ye 97 km. uzaklıktaki bir köy idi. Buranın yıllık gelirini 24000 ile 70000 dinar olarak tahmin etmişlerdir. İbn-i Şehraşub “Menakıb” adlı kitabında şöyle yazıyor:

Peygamber (s.a.a) orayı Hz. Fatıma (a.s)’ya bağışladı. Bir defasında oranın tüm gelirini toplayarak kızı için gönderdi. Daha sonra ashabını kendi evinde toplayarak şöyle buyurdu: “Bu mallar Fatıma’ya aittir, Fatıma onlardan ihtiyacı miktarınca alacaktır.” Hz. Fatıma şöyle dedi: “Babacığım! Sen hayatta olduğun müddetçe ben ondan kullanmak istemiyorum.” Ama Hz. Peygamber (s.a.a)’in vefatından kısa bir müddet önce Fedek’i resmen Fatıma’ya devretti.” (M.)

[2] - Bazıları tüm arazilerini Peygamber (s.a.a)’e bağışladıklarını söylemişlerdir.

[3] - İsra / 26.

[4] - Tefsir-u Mefatih’ul-Gayb, c. 8, s. 125. Haşr suresi “Fey’” ayeti.

[5] - Ey Ebu Bekir! Gerçekten Peygamber (s.a.a)’in kızının doğru sözlülüğünde mi şüphe ettin?! Ümmü Eymen ve Hz. Ali (a.s)‘ın şahitliğinden sonra yine şüphen mi vardı? Sen onların hepsini yalan şahitlik yapabilecek kimseler olarak mı biliyordun yoksa hepsinin yanlış yapacaklarını mı düşündün? Hayır Allah’a and olsun ki böyle değil tam tersine “Bilakis nefisleriniz size (kötü) bir işi güzel-gösterdi. Artık (bana düşen) hakkıyla sabretmektir. Anlattığınız karşısında (bana) yardım edecek olan, ancak Allah’tır.” Yusuf / 18.

[6] - Hz. Fatıma’nın Ümmü Eymen ile beraber getirdiği şahidin biri de Hz. Ali (a.s)’dır. Bu konuyu herkes bilmektedir. Ama Fahri Razi, Hz. Ali’nin şahitliğini reddetmemek için Hz. Ali ve Ebu Bekir’e olan ihtiramından dolayı bu konuyu kinayeli bir şekilde belirterek Hz. Ali’ye Peygamber (s.a.a)’in hizmetçisi adını vermiştir!!!

[7] - Nehc’ül-Belağa, Feyz’ul-İslam, Mektup: 45, s. 967.

[8] - es-Savaik’ul-Muhrika, s. 37.

[9] - Zübeyr b. Avam, Ebu Bekir’in damadı, Abdullah b. Zübeyr’in annesi olan kızı Esma’nın kocasıdır.

[10] - Ebu Bekir’in kızı Aişe, Peygamber (s.a.a)’in özel odasını babasına mahsus kıldı. O öldükten sonra Peygamber (s.a.a)’in yanında toprağa verildi. Onun yerine geçen Ömer de Aişe’nin izni ile Ebu Bekir’in yanında defnedildi. Ama Resulullah’ın torunu İmam Hasan (a.s) şehit olunca Beni Haşim onu Peygamber (s.a.a)’in yanında defnetmek istediklerinde Aişe ve Beni Ümeyye el-ele vererek buna mani oldular. Öyle bir ortam meydana geldi ki açıklamak bile istemiyorum, sizler de sormayın. İnna lillah ve inna ileyhi raciun!

[11] - Ebu Rayye’nin makalesi, Mısır’da “er-Risale” adlı dergide yayınlanmıştır. Bkz. er-Risale, 11. Yıl, Sayı: 518 s. 457.

[12] - Şerh-i Nehc’ül-Belağa, İbn-i Ebi’l-Hadid, c. 4, s. 106.

[13] - Müsned-i Ahmed, c. 1, s. 293.

[14] - Sahih-i Buhari, c. 4, İstizan kitabının son sayfası.

[15] - Âl-i İmran / 61.

[16] - Bu hadisi, tefsirciler, muhaddisler, sire yazarlar ve hicretin 10. Yılı olaylarını yazanlar (Mübahele olayı hicretin 10. Yılında gerçekleşmiştir) nakletmişlerdir. Fahri Razi bu hadisi naklettikten sonra kendi tefsirinde şöyle yazıyor: Bu hadis, müfessirler ve muhaddisler arasında sıhhat açısından herkesin ittifak ettiği bir hadistir.

Ben diyorum ki, Ebu Bekir nasıl bu çehrelere itina göstermedi, Hz. Fatıma’nın Fedek hakkındaki iddiasını reddetti ve şahitlerinin şahitliklerini kabul etmedi?!

[17] - Ahzab / 33.

[18] - İnsan / 5 - 8 - 9.

[19] - Müstedrek-i Hakim, c. 3, s. 124.

[20] - Es-Savaik’ul-Muhrika, 2. Fasıl, 9. bab, s. 75.

[21] - Buna rağmen Ebu Bekir ele geçirdiği hükümetin temellerini sağlamlaştırmak için önce Peygamber (s.a.a)’in yadigarı olan Hz. Fatıma (a.s)’ın davasını reddetti. Daha sonra ise Hz. Ali ve Ümmü Eymen’in tüm üstünlük ve faziletlerine rağmen şahitliklerini kabul etmedi. (M.)
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Re: NASS KARŞISINDA İCTİHAT

Mesaj gönderen f_altan »

(8)
Allah RESULÜNÜN YEGANE YADİGARININ İNCİTİLMESİ



Hz. Resulullah'ın kızının incitilmesi, her şey bir kenara, açık naslar ve Peygamber (s.a.a)’in kesin sözlerinin tersinedir.

İbn-i Hacer'in, “el-İsabe” adlı eserinde Hz. Peygamber’in biyografisinde getirdiği ve İbn-i Ebi’l-Asım'ın da kendi senediyle naklettiği şu hadise dikkat etmek yeterlidir. Hz. Resulullah, kızı Fatıma'ya hitaben şöyle buyurdu:

“Allah senin gazabınla gazaplanır, senin razı olmanla da razı olur.”

Taberani ve diğerleri bu hadisi kendi senetleri ile rivayet etmişlerdir. (Allame Nebhani Beyruti de eş-Şeref’ul-Muebbed adlı eserinde bu hadisi nakletmiştir.) Buhari, Müslim ve İsabe'nin Hz. Fatıma (a.s)ın hal tercümesinde Musevvir'den şöyle rivayet etmişlerdir: Resulullah (s.a.a) minberde şöyle buyurdu:

“Fatıma bedenimden bir parçadır; onu inciten beni incitmiştir, onu gazaplandıran beni gazaplandırmıştır.”

Yine Şeyh Yusuf Nebhani “eş-Şeref’ul-Muebbed” adlı kitabının Ehval’uz-Zehra bölümünde Buhari’den şöyle nakleder: “Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:

“Fatıma benim bedenimin bir parçasıdır; onu gazaplandıran beni gazaplandırır.”

Yine bir rivayette şöyle buyurmuştur:

“Kim onu gazaplandırırsa beni gazaplandırmıştır.”

Cami'us-Sağır adlı eserde şöyle nakledilir: Resulullah (s.a.a) buyurdu:

“Fatıma bedenimin bir parçadır; onu rahatsız eden her şey beni rahatsız eder; onu sevindiren her şey beni sevindirir.”

Anam-babam o mukaddes zata feda olsun! Hz. Fatıma'nın kendisi (İbn-i Kuteybe'nin el-İmamet-u ve's- Siyaset adlı eserinde olduğu ve diğer tarihçilerin de yazdığı gibi) Ömer ve Ebu Bekir’e hitaben şöyle buyurdu:

“Sizler Peygamber (s.a.a)’in: “Fatıma'nın rızası benim rızam ve Fatıma’nın gazabı benim gazabımdır. Kim Fatıma’yı severse, beni sevmiştir; kim Fatıma’yı sevindirirse, beni sevindirmiştir; kim Fatıma’yı gazaplandırırsa, beni gazaplandırmıştır” dediğini duymadınız mı?”

Onlar: “Evet bunu Peygamber’den duyduk” dediler.

Yazar: Kim Hz. Resulullah’ı iyi bir şekilde tanır da onun bu hadisleri üzerinde gerektiği şekilde dikkat ederse, bu hadislerdeki mefhumun, dünya kadınlarının efendisi Hz. Fatıma’nın masum olduğuna delalet ettiğini görecektir.

Ahmed b. Hanbel ve Ebu Hureyre gibi bir grup Ehl-i Sünnet önderlerinin Hz. Resulullah'ın Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma’ya bakarak şöyle buyurduğunu nakletmişlerdir:

“Ben sizinle savaşanla savaş ve sizinle barış halinde olanla barış halindeyim.” [1]

Hakim-i Nişaburi “Müstedrek” ve Taberani “Mu’cem-i Kebir” adlı eserlerinde bu hadisi Ebu Hureyre’den nakletmişlerdir. İbn-i Hacer de “el-İsabe” adlı eserinde bu hadisin içeriğine benzer bir hadisi Tirmizi vasıtasıyla Zeyd b. Erkam’dan Hz. Fatıma’nın hal tercümesi bölümünde nakletmiştir.

Yine İbn-i Habban sahihinde, Ziya el-Muhtar’ında, Hakim, Taberani ve İbn-i Şeybe Zeyd b. Erkam’dan ve Ebu Ya’li “es-Sünnet” ve Ziya “el-Muhtariyye”de Sa’d b. Ebi Vakkas’tan da rivayet etmişlerdir. İmam Alevi[2] gibi bazı büyükler de bu hadisi nakletmişlerdir.

Ebu Bekir şöyle diyor: “Peygamber (s.a.a)’in kendi çadırında oturup bir kemana yaslandığını, Ali, Hasan, Hüseyin ve Fatıma’nın da çadırda olduğu bir halde şöyle buyurduğunu duydum:

“Ey halk! Ben çadırda olan şahıslarla savaşanlarla savaş içerisindeyim; bunlarla barış halinde olanlarla barış halindeyim; bunlarla dost olanlarla dostum.”

Onları, veraset ve doğum açısından saadetli olanlar sever ve yine onlara, veraset, bedbahtlık ve doğum açısından bedbaht olanlar düşman olur.[3]

Bu konunun aynısını Üstad Abbas Mahmud Akkad-i Mısri “Abkariyat-u Muhammed” adlı eserinin “Peygamber (s.a.a), İmam ve Sahabe” başlığı altında nakletmiştir. (Oraya müracaat edebilirsiniz.)

Ahmed b. Hanbel, Abdurrahman Ezrak’tan, o da Hz. Ali’den şöyle nakleder:

“Ben yatakta yatmıştım ki, Hz. Resulullah çıkageldi. Tam bu sırada Hasan veya Hüseyin su istedi. Hz. Resul-ü Ekrem yerinden kalkarak süt vermeyen koyunumuzdan biraz süt sağdı. Hasan ileri geldi. Ama Peygamber (s.a.a) sütü ona vermeyerek Hüseyin’e verdi. Fatıma (a.s) şöyle arz etti: “Ya Resulellah! Hüseyin’i Hasan’dan daha fazla sever gibisiniz. Hz. Resulullah (s.a.a): “Hayır! Hüseyin ondan önce su istemişti” dedi. Ve daha sonra şöyle devam etti: “Ben, sen (Fatıma), bu ikisi (Hasan ve Hüseyin) ve bu dinlenen (Ali) kıyamet günü bir yerde olacağız.” [4]

Bunların ümmet üzerine özellikle de sahabenin ileri gelenlerinin üzerine olan hakları onların bu gibi facialara uğratılmamasını icap ederdi. Müslümanlar arasında sahip oldukları makam, onların bir kenara atılmamasını ve daima onlarla istişare edilmesini gerektirirdi. Ama böyle olmadı. Hatta öyle bir yere vardı ki, hilafet meselesi onlar huzur bulmadan tamamlandı. Onları hak, mal, miras, humus ve mülklerinden mahrum ettiler. Henüz Peygamber (s.a.a)’in pak nâşı yerdeyken, onların bu büyük hicrandan dolayı duydukları acı dinmemişken onları aynen normal ve sıradan şahıslar gibi saymaya başladılar.

O gün İslâm devletinin yönetimini ele geçirenler, kendi hükümetlerinin temellerini öylesine sağlamlaştırdılar ki, baş kaldırmak isteyen herkesi İslâm ümmetinin birlik ve beraberliğini bölüp parçalamak suçuyla yargılıyorlardı. Böylece Hz. Ali (a.s) ve onun dostlarının direnişlerinden emin oldular. (Bu konunun tafsilatını “el-Müracaat” adlı kitabımızda getirmişiz. İsteyenler oraya bakabilirler.)

O günlerde yapılan işlerden birisi de hiçbir halk sınıfı arasında fark bırakmamalarıdır. Halk arasında çok miktarda mal dağıttılar. İslâm’da uzun bir geçmişe sahip olanlarla yeni Müslüman olanlara aynı gözle bakıldı.

İşte bu yolla halkın rızasını kazanmayı becererek ulaşmak istedikleri maksatları için yolu açmış oldular. Sonucu ise şu oldu: Hz. Fatıma (a.s) onları miras ve hakkını almak için mahkemeye çektiğinde Peygamber (s.a.a)’in bedeninin bir parçası olan Hz. Fatıma’yı aynen diğer kadınlar gibi saydılar. Hatta diğer kadınlar gibi bile saydıkları söylenemez. Zira Müslüman bir kadın kendi iddiasının ispatı için bir adil şahıs getirirse, ikinci şahit yerine onun yemin etmesi yeterlidir. Bu kadının iddiası yemin etmediği takdirde reddedilir. Ama Peygamber (s.a.a)’in değerli kızı Hz. Fatıma (a.s), Hz. Ali (a.s)’ı şahit olarak getirdiğinde bir şahit olduğundan kabul etmediler! Halbuki en azından diğer Müslüman kadınlar gibi ondan yemin etmesi istenmeliydi. Eğer yemin etmekten çekinseydi o zaman davası reddedilmeliydi. Ama onlar ondan yemin etmesini istemeyerek davasını reddettiler.

Halbuki Hz. Fatıma (a.s) henüz Fedek’i elinde bulundurmakta ve ondan yararlanmaktaydı. Şeriat kanunlarına göre iddia eden şahıs delil ve şahit getirmelidir (mal elinde olup onu kullanmakta olan şahıs değil). Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur: “İddia eden şahit getirmeli, inkâr eden ise yemin etmelidir.”

Bu hadisin Hz. Peygamber (s.a.a)’den olduğu hakkında hiçbir şüphe ve tereddüt yoktur. Halife, Peygamber (s.a.a)’in bu nassı karşısında içtihat etmiş ve kendi görüşünü Peygamber (s.a.a)’in emrine tercih etmiştir!!


---------------------------------
[1] - Müsned-i Ahmed, c. 2, s. 442.
[2] - el-Kavl’ul-Fasl, c. 2, s. 7.
[3] - Yazarın kastı şudur: Onları helal zade ve anne-baba tarafından kötü sabıkası olmayanlar sever. Buna göre onların dostları helalzade, düşmanları ise haramzade ve zina çocuklarıdır. (M.)
[4] - Ahmed b. Hanbel, Müsned, c. 1, s. 101.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Cevapla

“İslam Tarihi” sayfasına dön