Ehl-i Sünnet Ve'l- Cemaat'in Öncüleri

Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Re: Ehl-i Sünnet Ve'l- Cemaat'in Öncüleri

Mesaj gönderen f_altan »

7- Abdurrahman b. Avf

Cahiliyet dönemindeki adı Abdu Amr olan Abdurrahman b. Avf, daha sonra adı Peygamberimiz tarafından değiştirilerek Abdurrahman oldu. Zühre oğullarındandı ve Sâd b. Ebu Vakkas'ın amcasının oğluydu. Sahabenin büyüklerinden ve ilk hicret edenlerdendi. Peygamberimizle birlikte bütün savaşlara katılmıştı. Ömer b. Hattab'ın hilafet için aday gösterdiği altı kişiden biriydi. Ömer onu bu altı kişilik grubun başkanı seçmiş, "Ne zaman aranızda ihtilaf çıkarsa Abdurrahman b. Avf'ın olduğu tarafı seçin" demişti. Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e göre o da cennetle müjdelenen on kişiden biriydi.

Abdurrahman, Kureyş'in en zengin gümrükçülerindendi. Öldüğünde mirasçılarına büyük bir mal varlığı bırakmıştı. Bazı tarihçilere göre; 1000 deve, 100 at, 10 bin koyun ve üzerinde yirmi devenin su taşıdığı birçok arazi bırakmış, dört karısı da ondan sonra 84'er bin dinarlık miras almışlardı. [1]

Abdurrahman b. Avf, aynı zamanda Osman b. Affan'ın da damadı idi. Ukbe b. Ebu Muît'in kızı Ümmü Kulsum'la, yani Osman'ın anne tarafından üvey kız kardeşiyle evlenmişti.

Tarih kitaplarında da gördüğümüz gibi, İmam Ali'nin (a.s) hilafetten uzaklaştırılmasında önemli rolü oldu. Zira Abdurrahman, kabul etmeyeceğini bildiği halde Hz. Ali'ye Ebubekir ve Ömer'in sünnetine bağlı kalmayı şart koşmuştu. Ne var ki onların davranışları Kuran ve sünnetle bağdaşmıyordu ve bu yüzden de İmam Ali (a.s) bu şartı geri çevirdi.

Abdurrahman b. Avf'ın sadece bu özelliği, onun cahiliye bidatlerini korumaya çalıştığını, sünnetten uzak olduğunu ve Resul-i Ekrem'in (s.a.a) pak Ehlibeyt'ine (a.s) yönelik oynanan oyunlarda etkin rol alarak hilafetin Kureyş'e geçmesini sağlamaya çalıştığını ispat etmeye yeter. Onlar, hilafet makamını kullanarak istediklerini yapabilmeyi hedefliyorlardı.

Buharî, Sahih'inde, halkın imamla nasıl biatleştiğini konu alan bölümde, Musevvir'in şöyle dediğini nakleder:
«Abdurrahman, bir gece yarısı bize gelip kapıyı çaldı. Yatağımdan kalkıp kapıyı açtım. Beni karşısında görünce şöyle dedi: "Gördüğüm kadarıyla yatıyorsun. Allah'a yemin olsun ki bu gece gözüme uyku girmedi. Git, Zübeyr ile Sâd'ı çağır. Onlarla bir konuda meşveret edeceğim."

Onları çağırdım ve bir müddet onlarla görüştü. Daha sonra "Ali'yi de çağır" dedi. Onu da çağırdım. Onunla da görüştükten sonra Ali (a.s) kalkmak istedi. Ama Abdurrahman ondan oturmasını istiyordu. Anlaşıldığı kadarıyla Abdurrahman, herhangi bir nedenden dolayı Ali'den korkuyordu. Daha sonra benden Osman'ı da çağırmamı istedi. Osman gelince onunla da çokça konuştu. Ezan sesiyle birlikte birbirlerinden ayrıldılar. Halk sabah namazını kıldıktan sonra bu grup minberin yanında toplandı. Şehirdeki muhacir, ensar ve ordu komutanlarını da çağırdılar. O yıl onlar Ömer ile birlikte hacca gitmişlerdi. Herkes bir araya toplandıktan sonra, Abdurrahman Kelime-i Şehadet getirip şunları söyledi: "Ey Ali! Ben halkı yokladım ve gördüm ki, onlar Osman'dan başkasını istemiyorlar. O halde kendi aleyhinde kimsenin eline bir bahane verme."

Sonra Osman'a dönerek; "Ben sana Allah'ın kitabına, Peygamber'in sünnetine ve önceki halifelerin yöntemlerine uyman koşuluyla biat ediyorum" dedi.

Daha sonra orada bulunan muhacir, ensar, ordu komutanları ve bazı Müslümanlar Osman'a biat ettiler.» [2]

Araştırmacı birisi, Buharî'nin bu rivayetinden, bu işlerin hepsinin bir gecede planlandığını ve Abdurrahman'ın ne kadar zeki ve kurnaz olduğunu anlayabilir. Demek ki Ömer onu boş yere seçmemiş!

Rivayetin sahibi Musevvir'in sözüne dikkat çekmek istiyorum. Diyor ki: "…Daha sonra 'Ali'yi de çağır' dedi. Onu da çağırdım. Onunla da görüştükten sonra Ali (a.s) kalkmak istedi. Ama Abdurrahman ondan oturmasını istiyordu…"

Bu söz bize Abdurrahman b. Avf'ın, hilafet konusunda İmam Ali'ye (a.s) ümit verdiğini gösteriyor. İmam'ın bu sahte şurada yer almasını sağlamak istiyordu. Çünkü aksi halde ümmet ikiye bölünecekti. Nitekim Sakife'de de böyle yapmışlardı. Zaten Musevvir'in şu sözü bu ihtimali daha da güçlendirmektedir: "…Anlaşıldığı kadarıyla Abdurrahman, herhangi bir nedenden dolayı Ali'den korkuyordu…"

Bu yüzden de hileye başvurdu. Geceleyin Ali'yi çağırıp hilafet için onu tebrik etti. Ona güven verdi. Sabah olunca da ordu komutanları, kabile reisleri ve Kureyş'in ileri gelenlerinden destek alarak onların huzurunda ansızın taraf değiştirdi. Sonra da "Halk, Osman'dan başkasını kabul etmiyor" dedi. Bunu o da kabul etmek zorundaydı. Aksi takdirde onların eline bahane vermiş olacaktı. Yani kısacası, İmam Ali'yi (a.s) öldüreceklerdi.

Şimdi rivayetin son kısmını dikkatle okuyun. Musevvir şöyle diyor: "Herkes toplandıktan sonra Abdurrahman Kelime-i Şehadet getirdi ve şöyle dedi: 'Ey Ali! Ben halkı yokladım ve gördüm ki, onlar Osman'dan başkasını istemiyorlar. O halde kendi aleyhinde kimsenin eline bir bahane verme...'

Abdurrahman neden onca insan içerisinden İmam Ali'yi muhatap aldı? Veya neden "Ey Ali, ey Talha ve ey Zübeyr!" diye seslenmedi? Demek ki bu iş, bir gecede planlanmıştı ve bu grup, baştan beri Osman'ı başa getirmeyi ve Ali'yi (a.s)'ı kenara itmeyi hedefliyordu.

Biz yakin edebiliriz ki, onların hepsi Ali'den (a.s) korkuyordu. Çünkü eğer Ali (a.s) hilafete geçecek olsa, adaletle hükmedecek, Allah'ın kitabını ve Peygamber'in (s.a.a) sünnetini yeniden canlandıracaktı. Böyle olunca da Ömer b. Hattab'ın halkı sınıflandırmak konusundaki bidatlerini ortadan kaldıracaktı. Nitekim Ömer ölmeden önce Ali tehlikesine karşı onları uyararak şöyle demişti: "Eğer bu işi doğru ellere teslim ederseniz, onu doğru yola yönlendirir."

Evet, doğru yol Peygamber'in sünneti idi, ama Ömer ile Kureyş onu beğenmiyordu. Eğer Peygamber sünnetini isteselerdi kendilerini hak yola hidayet etmesi için Ali'yi işin başına getirirlerdi. Zira İmam Ali, Peygamber'in halifesiydi. Ne var ki onlar diken tohumu ektiler ve hüsrandan başka bir şey dermediler.

Abdurrahman bin Avf'ın planları nereye vardı ve son olarak neler yaptı? Gelin, hep birlikte görelim:
Tarihçilerin yazdığına göre; Abdurrahman bin Avf, Osman'ın ilk iki halifenin sünnetiyle hareket etmediğini, yüksek makamları kendi yakınlarına verdiğini ve akrabalarına servetler bağışladığını gördüğünde çok pişman olmuş, yanına giderek onu azarlamış ve şöyle demiştir: "Ebubekir ve Ömer gibi hükümet edesin diye seni ben başa getirdim.[3] Ama sen onlarla muhalefet ettin. Akrabalarına çokça bağışta bulundun. Onları Müslümanların boynuna bindirdin!"

Osman, "Ömer Allah yolunda akrabalarıyla bağını koparmıştı, ben de Allah yolunda onlarla bağı kuruyorum!" diye cevap verince Abdurrahman, "Allah'a ant olsun ki artık seninle konuşmayacağım!" dedi ve ölünceye dek de onunla konuşmadı. Hatta ölüm döşeğinde bile Osman'a küskündü. Hastalandığı zaman Osman ziyaretine gelmiş, Abdurrahman ondan yüz çevirmiş, duvara bakmış ve onunla konuşmamıştı. [4]

İbn-i Ebil Hadid Mutezilî, Şerh-i Nehcü'l-Belaga'da şöyle der: "Ali (a.s) seçim gününde öfkelenmişti. Abdurrahman b. Avf'ın hile yaptığını anlayınca şöyle dedi:

"Allah'a ant olsun ki, bu işi ancak dostunun dostundan umduğu şeyi sen de umduğun için yaptın. Allah ikinizin arasını bozsun!" [5]

İmam Ali (a.s) bu sözüyle şunu ima etmeye çalışıyordu: Abdurrah-man, Ebubekir'in Ömer'e yaptığı gibi Osman'ın da kendisinden sonra onu halife yapmasını umut ediyordu.

Ali (a.s) ona şöyle dedi:

"Öyle bir süt sağ ki, sana da faydası olsun ve bayrağı öyle birine ver ki yarın aynısını sana geri verebilsin."

İmam, bu çok manalı cümleyle bir müddet sonra onların aralarının bozulacağını ve birbirlerine gireceklerini haber vermek istiyordu. Nitekim bu doğrultuda da dua etmişti.
Sonuç olarak Allah, İmam'ın (a.s) duasını duymuş, çok geçmeden o ikisi arasında düşmanlık ve kin ortaya çıkarmıştı. Abdurrahman kendi damadına düşman oldu ve ölünceye kadar da onunla konuşmadı. Hatta kendi cenazesine namaz kılmasını bile istemedi.

Yine görüyoruz ki Hz. Ali (a.s), hilafeti feda ederek amcasının oğlu ve din kardeşi olan Hz. Peygamber’in (s.a.a) sünnetinin korunmasını sağlayan tek şahıstı.

Saygıdeğer okuyucu! Hiç şüphesiz buraya kadar Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in hakikatini ve bu cemaati oluşturan kimselerin kimler olduğunu anlamışsınızdır. Mümin, sade ve saygıdeğerdir, ama bir delikten iki kere sokulmaz.

_______________________
[1]-Taberî ve Mesudî, c.3, s,333; Mesudî ve İbn-i Sad, c.3, s.89; Tâhâ Hüseyin,el-Fitnetü'l-Kübra, s.138.
[2]-Sahih-i Buharî, c.8, s.123.
[3]-Bu cümleden de anlaşılıyor ki, Osman'ı halk değil, bizzat Abdurrahman'ın kendisi başa getirmiştir.
[4]-Tarih, Ebul Fida, c.1, s.166; Ensabu'l-Eşraf, Bilazerî, c.5, s.57; el-İkdu'l-Ferid, İbn-i Abdu Rabbih Malikî, c.4, s.280.
[5]-Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.1, s.188.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Re: Ehl-i Sünnet Ve'l- Cemaat'in Öncüleri

Mesaj gönderen f_altan »

8- Ebubekir'in Kızı Ayşe ( Ümmül Müminin)

Ebubekir'in Kızı Ayşe; Peygamberimizin hanımı ve müminlerin annesidir. Hicretten iki veya üç yıl sonra Peygamberimiz onunla evlenmiştir. Meşhur görüşe göre Peygamberimiz vefat ettiğinde Ayşe on sekiz yaşında idi. Peygamber'in bütün hanımları için "Ümmül Müminin" (müminlerin annesi) lakabı geçerlidir. Mesela şöyle denir: Ümmül müminin Hatice, ümmül müminin Hafsa ve ümmül müminin Mariya…

Bu noktaya değinmemin özel bir nedeni vardı. Çünkü insanların çoğu "ümmül müminin" lakabının Peygamber'in bütün hanımları için geçerli olduğunu bilmiyor. Zira Ehlisünnet hadislerinin hepsi Ayşe'den rivayet ediliyor ve Peygamberimizin diğer hanımları hakkında bir şey rivayet edecek olsalar yine Ayşe'nin rivayetlerine müracaat ediyorlar. Adeta dinlerinin yarısı Ayşe'den veya başka bir deyişle Hümeyra'dan[1] öğreniyorlar. Sanki ümmül müminin lakabı Peygamber hanımları arasında sadece Ayşe için geçerliymiş gibi…

Oysa Allah-u Taâla, Peygamberimizin vefatından sonra onun bütün eşleriyle evlenmeyi tüm Müslümanlara haram kılmış ve şöyle buyurmuştur:

"Sizin Allah Resulüne eziyet etmeniz ve ondan sonra eşlerini nikâhlamanız asla (caiz) olmaz. Bu, Allah katında çok büyük bir günahtır." [2]
"Peygamber, müminlere canlarından daha ileridir. Onun eşleri de onların anneleridir." [3]


Daha önce de değindiğimiz gibi, Talha "Muhammed (s.a.a) öldüğünde amcamın kızı Ayşe'yle ben evleneceğim" demiş, bu sözüyle Peygamberimizi incitmiş ve Allah-u Taâla da yukarıdaki ayetle müminlere, "Peygamber eşleriyle evlenmek, tıpkı annelerinizle evlenmek gibi size haramdır" mesajını vermiştir.

Dikkat etmek gerekirse, Ayşe kısırdı ve çocuğu da olmuyordu. İslam tarihinin en önemli şahsiyetlerinden biriydi ve Müslümanların dikkatini üzerine çekmeyi başarmıştı. Zira bazı şahsiyetlerin hilafete geçmesinde, bazılarının azledilmesinde, bazılarının şahsiyetinin ön plana çıkmasında ve bazılarının da gözden düşmesinde önemli bir rol oynamıştı. Birkaç savaşa katılmış, bazı savaşlarda önderlik etmiş ve erkekleri yönetmişti. Kabile reislerine mektuplar gönderir, onlara emir ve nehiylerde bulunurdu. Bazı ordu komutanlarını görevden alır, yerlerine başkalarını atardı. Cemel Savaşı'nda da asıl komutan oydu. Talha ve Zübeyr ise, onun emirlerine göre hareket ediyordu.

Biz, burada, Ayşe'nin hayatını çeşitli yönleriyle incelemek amacında değiliz. Bu konuyu araştırmak isteyen olursa “Zikir Ehline Sorun” adlı kitabımıza bakabilir. Burada, onun yaptığı içtihatlara ve değiştirmiş olduğu Peygamber sünnetlerine değinmek istiyoruz. Zira Ehlisünnet ve'l-Cemaat mensupları Ebubekir, Ömer ve Ayşe gibi öncülerini pak Ehlibeyt (a.s) imamlarından üstün tutuyorlar. Bu yüzden de haklarında örnekler vermemiz, nasıl bir kişiliğe ve nasıl bir inanca sahip olduklarını anlatmamız gerekir.

Bunların yaptıkları kabilecilikten başka bir şey değildi. Peygamber'in (s.a.a) sünnetini yok etmiş, nişanelerini ortadan kaldırmış ve ışığını söndürmüşlerdi. Ali (a.s) ve Ehlibeyt imamları bunların karşısında olmasaydı, bugün Peygamberimizin sünnetinden geriye pek fazla bir şey kalmayacaktı.

Daha önce Ayşe'nin, Peygamber sünnetini görmezden geldiğini, onu önemsemediğini ve Hz. Ali hakkında Resul-i Ekrem'den birçok hadis işitmesine rağmen aksine hareket ettiğini söylemiştik. Ayşe, Allah ve Peygamber'inin emrine karşı gelerek evinden dışarı çıkmış, kötü sonuçlar doğuran Cemel savaşını yönetmiş ve sonuçta binlerce günahsız insanın kanının dökülmesine vesile olmuştu. Osman b. Huneyf ile yapmış olduğu barış anlaşmasını da ayaklar altına alarak adamlarını yakalatmış, ellerini bağlatmış, elleri bağlı bir şekilde yanına getirildiklerinde hepsinin ölüm emrini vermişti. Sanki Peygamberimizin şu sözünü duymamıştı: "Bir Müslüman'a sövmek takvasızlık, onu öldürmek veya onunla savaşmak küfürdür." [4]

Bizler Ümmül Müminin'in başlattığı savaşları, sebep olduğu can ve mal kayıplarını görmezden gelerek Allah'ın dini hakkında ortaya koyduğu şahsî görüşlerini ve içtihatlarını inceleyeceğiz.

Ne ilginçtir ki kendisi de bir sahabe olduğu halde aynı dönemde yaşayan insanlar karşılaştıkları meselelerde ona müracaat ediyor, görüşlerini hüccet kabul ediyor ve "dinlerinin yarısını" ondan öğreniyorlarmış!

Buharî kendi Sahih'inde taksir (dört rekâtlı namazları yarım kılmak) bölümünde Zührî'den, o da Urve'den, o da Ayşe'den şöyle naklediyor: "Namaz ilk vacip olduğunda iki rekâttı. Yolculukta namaz iki rekât olarak kaldı. Ama hazır durumda dört rekâta çıktı."

Zührî der ki: Urve'ye, "Peki neden Ayşe yolculukta namazı dört rekât tam olarak kılıyor?" diye sordum. Urve şöyle cevap verdi: "O da Osman gibi içtihat etmiş." [5]

Sizin için de şaşılacak bir durum değil mi? Nasıl oluyor da Ümmül Müminin olan Peygamber hanımı, kendisi nakledip doğrulamasına rağmen Resulullah'ın sünnetini bir kenara bırakıp, öldürmeleri için insanları üzerine kışkırttığı Osman'ın bidatlerine amel ediyor? Hâlbuki Peygamber'in gömleği henüz eskimemişti. Ama Ayşe onun sünnetini eskitti ve unutturdu.

Evet, bu işi Osman zamanında yaptı. Ama Muaviye zamanında da görüşünü değiştirdi. Osman'ı öldürmesi için halkı kışkırttı. Halkın Osman'ı öldürüp biat için Ali'ye koştuğunu duyunca bir kez daha görüşünü değiştirdi ve zorla da olsa Osman için ağlayıp, bu kez de Osman'ın kanının intikamını almak için ayaklanma başlattı.

Bu rivayetten de anlaşılıyor ki Ayşe, Muaviye zamanında seferdeyken namazlarını tam olarak (dört rekât) kılıyordu. Ama Muaviye, velinimeti olan Osman'ın bidatlerini gündemde tutup, yaşatabilmek için onun gibi dört rekât kılıyordu. Zaten halk da hükmedicilerin sözlerini dinliyordu. Ayşe de Muaviye ile düşman olduktan sonra onunla barışan halktan biriydi. Hâlbuki Muaviye, Ayşe'nin kardeşi olan Muhammed b. Ebubekir'i feci şekilde öldürmüş, bedenini paramparça etmişti.

Bunca şeye rağmen müşterek dünya menfaatleri düşmanları bir araya getirebiliyordu. Bu ortak emeller yüzünden Muaviye kendisini ona yakınlaştırdı ve o da Muaviye'ye yakınlaştı. Muaviye, sık sık ona hediyeler ve paralar gönderiyordu. Bu konuda tarihçiler şunları söylüyorlar:

«Muaviye Medine'ye geldiğinde Ayşe'yle de görüşmüş olmak için onun yanına gitti. Oturur oturmaz Ayşe ona, "Ey Muaviye, kardeşim Muhammed'in intikamını almak için evde adam saklamadığımdan nasıl emin olabildin?" diye sordu. Muaviye, "Ben insanların güven yurdu olarak bildiği emin bir eve geldim" dedi.

Ayşe, "Hicr b. Adiyy ve dostlarını öldürürken hiç mi Allah'tan korkmadın?" diye sorunca Muaviye şu cevabı verdi: "Onları öldüren kimse aleyhinde şahitlik yapan kimselerdi."[6]

Tarihçilerin yazdığına göre Muaviye, Ayşe'ye çeşitli hediyeler ve elbiseler gönderiyordu, o da bu hediyeleri sandığında saklıyordu. Öyle ki bir seferinde Muaviye ona yüz bin [7] (dinar veya dirhem) göndermişti. [8]

Bir keresinde de Ayşe Mekke'de iken Muaviye ona, değeri yüz bin (dinar veya dirhem) olan bir gerdanlık göndermişti. Ayrıca Ayşe'nin on sekiz bin dinarlık borcunu yine Muaviye ödemiş, halka bağışladığı her şeyi yine Muaviye temin etmişti. [9]

Zikir Ehline Sorun adlı kitabımızda da yazdığımız üzere, Ayşe bozduğu bir yeminin kefareti olarak bir günde kırk köle azat etmişti.[10]
Benî Ümeyye'nin vali ve komutanları da ona para ve bazı hediyeler gönderirlerdi. [11]

Muaviye ile Ayşe arasındaki yakınlaşmadan söz açılmışken, ne zaman aralarına düşmanlık girdiğini ve eğer düşman olmuşlarsa ne zaman birbirlerine yaklaştıklarını da belirtelim.

Muaviye'yi hükümete ortak eden ilk kişi Ebubekir olmuştu. Kardeşinin ölümünden sonra onu Şam'a vali olarak atadı. Bundan dolayı Muaviye, her yerde Ebubekir'in kendisine yaptığı iyiliklerden bahsederdi. O olmasaydı, Muaviye hilafeti rüyasında bile göremezdi.

Muaviye, öncü büyüklerinin hazırladığı entrikalarda yer almış, Peygamber (s.a.a) sünnetini ve Ehlibeyt'ini (a.s) ortadan kaldırmak için bu grupla birlikte çalışmıştır. Onlar bu işleri aralarında paylaşmışlardı. Öncekiler sünneti ateşe vermişler, Ehlibeyt'i ortadan kaldırma işini de Muaviye'ye bırakmışlardı. Muaviye, mücadelesini sonuna kadar götürdü. Bu amaçla işini kolaylıkla yapabilmek için halka zorla Ehlibeyte lanet okuttu. Onun hileleri sonucu Haricîler, Hz. Ali'ye (a.s) karşı ayaklandılar ve bu fitneler neticesinde de İmam Ali'yi (a.s) ve İmam Hasan'ı (a.s) şehit ettiler. İmam Hasan'ın öldürülmesi için zehri gönderen Muaviye idi. O, bunlarla yetinmeyip kendinden sonra yerine oğlu Yezit melununu bıraktı ve o da babasının işini devralarak Ehlibeyt'ten geri kalanları şehit etti.

Aslında Ayşe ile Muaviye arasında düşmanlık yoktu. Ayşe'nin "Ey Muaviye, kardeşim Muhammed'in intikamını almak için evde adam saklamadığımdan nasıl emin olabildin?" sözü de şakadan başka bir niyetle söylenmemişti. Çünkü Muhammed b. Ebubekir, Cemel Savaşı'nda, Hz. Ali'nin yanında yer almış, Ayşe'ye karşı savaşmıştı. Dolayısıyla Ayşe, onun kanının dökülmesini bizzat kendi helal kılmıştı. Zaten anneleri de ayrıydı ve onu sevmiyordu.

Onun İmam Ali'ye (a.s) karşı inanılmaz bir düşmanlığı vardı. Bilemiyorum, acaba düşmanlıkta hangisi daha ileriydi: İmam Ali ile savaşan, ona küfreden, lanet okutan ve nurunu söndürmek isteyen Muaviye mi, yoksa yine İmam ile savaşan, adını ağzına bile almayan, namını ortadan kaldırmaya çalışan ve o hazretin ölüm haberini alınca şükür secdesine kapanan Ayşe mi?

Ayşe, İmam Ali'den (a.s) sonra onun evlatlarıyla da düşmanlıktan geri kalmadı. Öyle ki, İmam Hasan (a.s) şehit edildikten sonra dahi cenazesinin dedesi Resul-i Ekrem'in (s.a.a) mezarının yanına defnedilmesine izin vermedi. Feryatlarla evden çıkmış, bir katıra binmiş, Haşim oğullarına karşı Ümeyye oğullarından yardım istemiş, "Sevmediğim bir kimseyi evimde istemiyorum!" diye bağırmıştı. Böylece yeni bir savaş çıkarmak istiyordu. Hatta yakınlarından biri ona şöyle demişti: "Kızıl bir deveye bindiğin gün bize yetmiyormuş gibi şimdi de haki bir katıra binerek ne yapmaya çalışıyorsun; halk bize ne der sonra?"

Ayşe, Ümeyye oğullarının hükümeti zamanında uzun süre yaşamış, onların minberlerde Ali'ye (a.s) ve Ehlibeyt'e lanet okumalarına şahitlik etmiş ve ne yazık ki buna hiçbir şekilde muhalefet etmemişti. Belki de aksine, onları gizlice bu işe teşvik ediyordu.

Ahmet b. Hanbel, Müsned'inde şöyle yazar: Adamın biri Ayşe'nin yanına gelerek Ali ve Ammar hakkında ileri geri konuşmaya başladı. Bunun üzerine Ayşe şu cevabı verdi: "Ali hakkında sana bir diyeceğim yok. Ama Ammar hakkında Peygamber'in şöyle dediğini duydum: "Eğer Ammar'ı iki şeyden birini seçmeye zorlasalar, o, en zor olanı seçer." [12]

Bu yüzden Ayşe'nin Peygamber sünnetini yok etmeye çalışması, Muaviye'yi ve Ümeyye oğullarını razı edebilmek için Osman'ın bidatini sahiplenmesi ve seferde namazı tam kılması pek de şaşılacak şey olmasa gerek. O, hem yolculukta, hem de hazırda namazlarını tam kılıyor, halk da dinlerinin yarısını (!) ondan öğreniyordu.

Ayşe'nin fetvasına göre, yetişkin erkeklere de süt verilebilirdi. Erkekler kadınların memesinden süt emebilir, böylece onlara mahrem olabilirlerdi. [13]

İmam Malik'in Muvatta adlı kitabında öyle bir rivayet var ki, kadın erkek tüm inananların tüylerini diken diken eder. Rivayete göre; Ayşe, erkekleri kız kardeşi Ümmü Kulsum'a ve erkek kardeşinin kızlarına gönderir, onlardan süt emzirir, böylece Ümmül Müminin Ayşe, onlarla hicapsız olarak görüşmeyi kendine helal bilirdi.[14] Çünkü Ayşe'nin içtihadına göre bu erkekler artık ona mahrem oluyorlardı!

Düşünün bir kere… Müslüman bir erkek eve geliyor, ansızın karısının yanında yabancı birini, onun göğüslerini ellerken görüyor. Sonra da karısı ona, "Kocacığım, yanlış anlama! Bize mahrem olabilmesi ve eve rahat gelip gidebilmesi için ona süt veriyorum; artık bu adam da bizim evladımız sayılır!" diyor. Zavallı koca da bu durumu mecburen kabulleniyor. Çünkü Ümmül Müminin Ayşe'nin bidatine, her ne kadar kendisine zor da gelse uymak zorundadır.

Ben burada, araştırmacıların dikkatini bu büyük musibete çekmek istiyorum. Çünkü sadece bu musibet, hakikatin ortaya çıkmasında ve hak ile batılın birbirinden ayırt edilmesinde başlı başına önemli bir etkendir. Buradan da şu sonuca varıyoruz ki; Ehlisünnet ve'l-Cemaat, Allah'a, onun göndermediği şeylere dayanarak tapıyor. Bunlar hiçbir surette araştırma yapmıyorlar. Eğer bu bidatlerin iç yüzünü anlasalar, onlardan nefret edecek ve kendi istekleriyle onları terk edeceklerdir.

Ben özgürce düşünebilen öyle Ehlisünnet âlimlerine rastladım ki, yetişkin insanların emzirilmesi hakkındaki rivayeti gördüklerinde şaşkına dönmüş, "Biz neden bu hadisi daha önce görmedik!" diye hayıflanmışlardı.[15]

Bu ilginç rivayetler, Şia'nın uydurduğu rivayetler değil, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in sahih kitaplarında yer alan rivayetlerdir. Ama gelin görün ki, Ehlisünnet mensupları dahi henüz bu rivayetleri duymamışlardır. Üstelik bunları okuyanları da kâfir bilmektedirler.

"Allah, kâfir olanlara, Nuh'un ve Lut'un karısıyla örnek getirmededir; ikisi de, temiz kullarımızdan ikisinin nikâhı altındaydı, derken onlara karşı hainlikte bulundular da o iki temiz kul, hiçbir suretle onları Allah'ın cezasından kurtaramadı ve onlara 'Haydi, ateşe girenlerle beraber siz de girin ateşe!' dendi." [16]

__________________________
[1]-Yanakları kırmızı olduğu için Peygamberimiz (s.a.a), Ayşe'ye Hümeyra lakabını vermiş ve Ehlisünnet rivayetine göre ümmetine, "Dininizin yarısını bu Hümeyra'dan alınız" buyurmuştur. Çev.
[2]-Ahzab, 53.
[3]-Ahzab, 6.
[4]-Sahih-i Buharî, c.8, s.91; Sahih-i Müslim, İman bölümü.
[5]-Sahih-i Buharî, c.2, s.36.
[6]-Tarih, İbn-i Kesir, c.8 s.55; el-İstiâb, İbn-i Abdülbirr, c.1, s.331, Hicr b. Adiyy'in Biyografisi bölümü.
[7]-Kitabın orijinalinde bu meblağın dinar mı, dirhem mi olduğu belirtilmemiştir. Çev.
[8]-Tarih, İbn-i Kesir, c.8 s.136-137; Müstedrek, Hakim, c.4, s.13.
[9]-Tarih, İbn-i Kesir, c.8, s.136.
[10]-Sahih-i Buharî, c.7, s.90, Edeb Kitabı, Hicret bölümü.
[11]-Müsned, Ahmed b. Hanbel, c.6, s.77.
[12]-Müsned, Ahmet b. Hanbel, c.6, s.113.
[13]-Biz, bu komedi-trajik konu hakkında Doğrularla Birlikte adlı kitabımızda "Ayşe ile Diğer Peygamber Hanımları Arasındaki İhtilaflar" bölümünde geniş açıklama yapmıştık.
[14]-Muvatta, Malik, c.2, s.606, Yetişkinlere Süt Verme bölümü.
[15]-Mütercim der ki: Bugün bu meseleyi hangi Ehlisünnet alimine veya hangi Ehlisünnet mensubuna söyleyecek olsanız şaşkınlıkla karşılar, bu rivayetlerin uydurma olduğunu söylerler. Oysaki onların gözden kaçırdığı bir-iki nokta var: Bu rivayetler Müslim, Buharî, Malik vb. şahsiyetlerin kitaplarında yer alıyor. Eğer uydurmaysa (ki çoğu Ehlisünnet bu görüşü itiraf ediyor) nasıl oluyor da bu rivayetler "sahih" olarak addettikleri kitaplarda yer alabiliyor? Ve neden bu kitaplara "sahih kitaplar" adı veriliyor? Ve eğer bu kitaplarda (birçoğunun dediği gibi) uydurma hadis ve uydurma rivayet çoksa, o zaman onca hadis ve rivayeti nasıl birbirinden ayırt edebiliyorlar? Neden ha bire aynı ravilerin uyduruk rivayetlerini kabul ediyorlar da Ehlibeyt'in rivayetlerini araştırmayı, biraz da onları tanımaya çalışmayı düşünmüyorlar? Şimdilerde Ehlisünnet'in tek dayanağı olan Kütüb-ü Sitte (altı kaynak kitap) uyduruk rivayetlerle doluyken (bunu biz değil, onlar söylüyorlar) hangi güvenceyle ibadet ediyorlar?
"Onlardan aşırılığa kaçmayan bir zümre vardır; fakat çoğunun yaptıkları ne kötüdür!" (Maide, 66)
"Onların çoğu zandan başka bir şeye uymaz. Şüphesiz zan, haktan hiçbir şeyin yerini tutmaz. Allah onların yapmakta olduklarını pekiyi bilendir." (Yunus, 36)
"Allah'ı bırakıp da taptıklarınız, sizin ve atalarınızın taktığı birtakım isimlerden başka bir şey değildir. Allah onlar hakkında herhangi bir delil indirmemiştir. Hüküm sadece Allah'a aittir. O size kendisinden başkasına ibadet etmemenizi emretmiştir. İşte dosdoğru din budur. Fakat insanların çoğu bilmezler." (Yusuf, 40)
"Andolsun ki onların çoğu gafletlerinin cezasını hak etmişlerdir. Çünkü onlar iman etmiyorlar." (Yasin, 7)
[16]-Tahrim, 10.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Re: Ehl-i Sünnet Ve'l- Cemaat'in Öncüleri

Mesaj gönderen f_altan »

9- Halid b. Velid

Asıl adı Halid b. Velid b. Muğîre'dir. Mahzum oğullarındandır. Ehlisünnet ve'l-Cemaat onu "Seyfullah", yani "Allah'ın Kılıcı" olarak adlandırmıştır. Babası önde gelen zenginlerdendi. Öyle ki, servetinin haddi hesabı yoktu.

Abbas Mahmud Akkat, bu konuda şöyle der:

(Halid b. Velid'in babası) kendi zamanındaki herkesten daha zengindi. Ve her çeşit zenginlikleri vardı. Altınları, gümüşleri, bağları, asma ağaçları, ticaretleri, hizmetçileri, köleleri ve cariyeleri herkesten daha çoktu. Bu yüzden onu, döneminin tek zengini anlamında "vahîd" diye çağırırlardı.[1]

Kurân-ı Kerim, Velid b. Muğîre'yi cehennem ateşi ile tehdit etmiş, onun için en kötü yeri vaat etmiştir. Nitekim Allah-u Taâla onun hakkında şöyle buyurur:

"Benimle tek olarak (vahîd) yarattığım şu adamı yalnız bırak. Ona uzun uzadıya mal verdim. Gözlerinin önünde duran oğullar verdim. Ona imkân üstüne imkân tanıdım. Hâlâ da gözünü dikmiş artırmamızı umuyor. Asla! Çünkü o, ayetlerimize karşı inatçı kesildi. Pek yakında onu sıkıntılara sokacağım. Doğrusu o, iyice bir düşündü ve kendince ölçtü-biçti. Geberesice, nasıl da ölçtü-biçti! Sonra gene de geberesice, nasıl da ölçütü-biçti! Sonra baktı. Sonra surat astı ve kaşlarını çattı. Sonra da arkasını dönüp kibirlendi. 'Bu, ötelerden beri söylenegelen büyüden başka bir şey değil; bu, ancak bir insan sözüdür!' dedi. Ben de onu Saqar'a[2] atacağım." [3]

Derler ki: Velid, Peygamberimizin (s.a.a) yanına gelerek, yeni dini yaymaktan vazgeçmesi karşılığında ona mal ve servet vaat etti. O sırada şu ayet nazil oldu:

"(Ey Muhammed!) Eğriye doğruya hep yemin edene, fakir olana, daima ayıplayana, laf getirip götürene, hayra engel olana, hakka tecavüz edene, günahkâra, bütün bunlardan sonra halka karşı kaba davranana ve kötülülükleriyle maruf olana mal ve oğul sahibi olmasından dolayı itaat etme. Ayetlerimiz ona okunduğu zaman 'Bunlar, eskilerin masalları' der. Biz, yakında onun burnu üzerine damga vurup işaretleyeceğiz." [4]

Velid, kendisini peygamberliğe Hz. Muhammed'den (s.a.a) daha layık görür ve şöyle derdi: “Nasıl olur da peygamberlik ve Kurân, fakir Muhammed'e iner de Kureyş'in büyüğü ve efendisi olan benim gibi biri bundan mahrum kalır?”

İşte, Halid b. Velid, bu inançla İslam'a ve Peygamber'e düşmanlık üzere yetiştirildi. Bu İslam, babasını akılsız biri olarak nitelendirmiş, tacını ve tahtını elinden almıştı. Bu nedenle de Halid, tüm savaşlarda Peygamber'in karşısında savaştı.

Hiç şüphesiz Halid de babası gibi kendisini peygamberliğe yetim ve fakir olan Muhammed'den (s.a.a) daha layık görüyordu. Çünkü o da babası gibi Kureyş'in büyüklerindendi. Eğer Kurân ve peygamberlik onun babasına inmiş olsaydı, bu, Halid'in de çok işine yarayacaktı. Peygamberlik de padişahlık gibi miras işi olurdu. Tıpkı Hz. Süleyman'ın Davud'a miras bıraktığı gibi. Allah-u Taâla onların bu düşüncesini şu ayetle ispat ediyor:

"Kendilerine gerçek gelince; 'Bu, büyüdür, biz onu tanımayız' dediler. Ve yine, 'Bu Kurân'ın iki kentin büyüklerinden birine[5] inmesi gerekmez miydi?' dediler." [6]

Şaşırmaya hiç gerek yok! O, Hz. Muhammed'in (s.a.a) tebliğini bozmak için her yola başvuruyor, servetiyle orduları donatıp Uhud Savaşı'nda Peygamber'in karşısına çıkarıyor ve onu ortadan kaldırmak için pusuda bekliyordu. Hudeybiye Barış Antlaşması'nın imzalandığı günlerde Peygamber'e suikast düzenlemeye çalışmış, ama yüce Allah elçisini koruyarak onun planlarını suya düşürmüştü.

Halid ile birlikte Kureyş'in diğer büyükleri, Peygamber'i alt edemeyeceklerini anlamışlardı. Halkın kitleler halinde İslam'a girdiğini gördüklerinde hayıflanıyorlardı. Artık bir oldubittiyle yüz yüze kaldıklarını fark etmişlerdi. Çok geç bir süre sonra, yani hicretin 8. yılında, Mekke'nin fethinden dört ay önce Müslüman oldu.

Halid, Müslümanlığına Peygamber'e itaatsizlikle başladı. Resul-i Ekrem (s.a.a) Mekke'nin fethi sırasında savaşmayı yasaklamış olmasına rağmen Halid, çoğu Kureyşli olan otuzu aşkın kişiyi öldürdü.

Her ne kadar onu savunmak isteyenler, "Bu kimseler onun Mekke'ye girmesine izin vermediler, ona kılıç çektiler" vb. gibi bahaneler ileri sürmüşlerse de bu mazeretler yine de savaş çıkarmak için geçerli sebep olamaz. Çünkü Peygamber, savaşmayı yasaklamıştı. Eğer Halid isteseydi, Mekke'ye hiç kan dökmeden başka kapıdan da girebilirdi. Nitekim diğerleri de bunu yapmıştı. En azından Peygamber'in yanına bir elçi göndererek savaşmak konusunda onunla danışabilirdi. Ama o hiç birini yapmadı. Peygamber'in kesin emri karşısında (üstelik hayatta olduğu halde) içtihat etmeyi (!) tercih etti.

Ne zaman nass karşısında içtihattan söz açılsa, şunu da belirtmeliyiz ki bu manada içtihat, Allah ve Resulü'nün emirlerinden yüz çevirmek ve onlara itaat etmemek demektir. "Nass karşısında içtihat" ıstılahını tekrarlarken de bu konunun anlaşılır olduğunu düşünüyoruz. Aslında daha da anlaşılır olması için şöyle demeliyiz: Halid, kendi şahsî görüşüyle nassa karşı içtihat etti. Şimdi, şu ayete bir bakalım:

"Âdem, Rabbinin emrine karşı geldi de ne yapacağını şaşırdı."[7]

Allah, Hz. Âdem'e (a.s) o ağaçtan yemeyi yasaklamış, ama o yemişti. Şimdi biz, burada, "Âdem emir karşısında içtihat etti!" diyebilir miyiz? Biz diyoruz ki, her Müslüman kendi sınırlarını tanımalı, şahsî görüşlerini Allah ve Resulü'nden bize ulaşan hiçbir emirle karıştırmamalıdır. Çünkü bu iş, apaçık sapıklıktır.

Allah-u Taâla meleklere "Adem'e secde edin!" derken bu, bir emirdi. "Onlar da secde ettiler."[8] Yani emir verildi ve olumlu cevap alındı. Ama sıra İblis'e gelince şahsî görüşüne uyup içtihat etti ve "Ben ondan daha üstünüm; o halde nasıl ona secde ederim?" dedi. İşte burada yüz çevirme ve itaatsizlik vardır. İster Âdem üstün olsun, ister İblis; sonuçta Allah öyle emretmiştir. Nitekim Allah şöyle buyurur:

"Allah ve Resulü bir işe hüküm verdiği zaman, artık inanmış bir erkek ve kadının o işi kendi isteklerine göre seçme hakkı yoktur. Kim Allah ve Resulüne karşı gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur." [9]

İmam Sadık (a.s) da Ebu Hanife'ye şöyle buyurmuştu: "Kıyas yapma. Çünkü dinde kıyas edersen, dini de yok edersin. Unutma ki, ilk kıyas eden Şeytan idi; 'Ben ondan daha üstünüm, çünkü beni ateşten yarattın, onu da topraktan' demişti."

İmam Sadık (a.s) burada aynı konuya işaret ediyor. "Dinde kıyas yapma, yoksa dini yok edersin" derken kıyasın doğru olmadığını en güzel bir biçimde anlatmak istemiştir. Öyle ya, eğer herkes nasslar karşısında kendi görüşüne uyacak olsa, dinden geriye bir şey kalmaz. Nitekim Allah-u Taâla da şöyle buyurmaktadır:

"Eğer hak, onların keyiflerine uysaydı, gökler, yer ve bunların içinde bulunan kimseler bozulur giderdi."[10]

İçtihat hakkında yaptığımız bu kısa incelemeden sonra, tekrar Halid'e dönelim: Halid b. Velid, bir kez daha Peygamberimizin emrinden yüz çevirmişti. Bu olay, Cuzeyme oğullarını İslam'a davet etmesi için Peygamberimiz tarafından görevlendirilirken yaşanmıştı. Peygamberimiz, daha önce de olduğu gibi savaşma izni vermemişti.

Cuzeyme oğulları davetin ardından Müslüman oldular. Ne var ki Halid, hileye başvurarak onları kılıçtan geçirdi. Abdurrahman bin Avf da bu olayda Halid ile beraberdi. Halid b. Velid'in, daha önce Cuzeyme oğulları tarafından öldürülen iki amcasının intikamını almak gerekçesiyle onları öldürdüğünü iddia ediyordu.[11]

Peygamberimiz, bu çirkin olayı duyduğunda Halid'in yaptıklarından beri olduğunu üç kez yeniledi ve daha sonra İmam Ali'ye çok miktarda para vererek ölenlerin diyetini vermek üzere Cuzeym oğullarına gönderdi.

Her ne kadar Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in bahanecileri bu olaya çeşitli bahaneler getirseler de Halid b.Velid'in hayatı, Allah ve Resulü'nün emirlerine karşı geldiği olaylarla doludur. Bu konuda araştırma yapanlar, onun Ebubekir zamanında Yemame halkına neler yaptığını, Malik b. Nuveyre'yi ve kabilesini nasıl aldattığını mütalaa etmişlerdir. Halid, onları Müslüman oldukları halde ellerini bağlayarak öldürmüş, aynı gece Malik'in karısına yaklaşmış ve onunla cinsel ilişkiye girmişti.[12]

Bu işi yaparken ne İslam'ın kanunlarını, ne de Arapların haysiyetini dikkate almadı. Ömer, fıkıhta dilediği fetvaları vermesine rağmen onun bu çirkin işini saklayamadı ve onu Allah düşmanı ilan edip recmetmeyle tehdit etti.

Araştırmacılar tarihe doğru bir şekilde baktıklarında, yapıcı eleştirilerle incelediklerinde ve mezhep taassubunu bir kenara bıraktıklarında açık ve net bir şekilde hakikati göreceklerdir. Onlar, Peygamber'in dilinden nakledilen uydurulmuş hadislerle şahısları değerlendirmemelidirler. Çünkü Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in oluşumunu sağlayan Emevîler, tarihteki olayları sadece bir uydurma hadisle dikkatlerden uzaklaştırabiliyor ve bu şekilde araştırmacıların hakikate ulaşmasını engelleyebiliyorlardı.

Nasıl da kolayca uydurabiliyorlar; güya Peygamberimiz, Halid b. Velid'e "Hoş geldin, ey Allah'ın kılıcı" demiş! Nedense bu uydurma hadis, sade yürekli Müslümanların kalbinde yer edebiliyor. Çünkü onlar, Ümeyye oğullarının hile ve entrikalarından habersizler. Ve ne yazık ki bu uydurma hadis sayesinde artık Halid hakkında söylenen her hakikat, bir şekilde çeşitli özürlerle örtbas ediliyor. Buna, "insanlar üzerinde psikolojik etki bırakmak" denir. Bu, dermansız bir derttir; insanı haktan uzaklaştırır, gerçekleri altüst eder.

Örneğin, Peygamberimizin (s.a.a) amcası Ebu Talib hakkında "Kâfir olarak öldü" diyorlar ve buna Resul-i Ekrem'e isnat ettikleri uydurma bir hadisi ilave ediyorlar. Güya Peygamberimiz onun hakkında şöyle buyurmuş: "Ebu Talib, cehennemin pek derin olmayan bir yerindedir; beyni oranın verdiği sıcaklıkla kaynar durur!" Bu uydurma hadisten dolayı Ehlisünnet ve'l-Cemaat, Ebu Talib'in müşrik olarak öldüğüne ve cehenneme gideceğine inanır. Bunun dışında akla dayalı bir tahlil yapmak ve değerlendirmede bulunmak istemezler. Bununla iktifa ederler.

Ebu Talib'in hayatı boyunca İslam yolunda yaptığı cihatlarını, mücadelelerini, yeğeninin İslam'ı en iyi şekilde tebliğ edebilmesi için ortaya koyduğu fedakârlıklarını, bu yüzden kendi kabilesiyle düşman olduğunu, üç yıl yeğeni Hz. Muhammed (s.a.a) ve oğlu İmam Ali (a.s) ile birlikte bir derenin kenarında yaşamaya ve ağaç yaprakları yemeye razı olduğunu ve bunlar gibi daha nice kahramanlıklarını nasıl görmezden gelebilirler? Onun inancını ortaya koyan şiirlerini de mi okumamışlar? Peygamberimiz bizzat amcasının guslünü kendisi yerine getirmiş, kendi gömleğini onun için kefen olarak kullanmış, mezarına girerek defnetmiş ve o yılı "Hüzün Yılı" olarak adlandırmışken nasıl bunları düşünmezler? Hâlbuki Peygamberimiz o yılı "Hüzün Yılı" olarak ilan ettikten sonra şöyle buyurmuştu: "Allah'a ant olsun ki, amcam ölene kadar Kureyş bana bir şey yapamadı. Allah-u Taâla bana şöyle buyurdu: Bu şehri terk et; zira yardımcın artık öldü." Bu olaydan sonra da Mekke'ye hicret etti.

Bu örneklerden biri de şudur: Mekke'nin fethinden sonra Müslüman olan Muaviye'nin babası Ebusüfyan b. Harb hakkında Peygamberimiz, "Ebusüfyan'ın evine giren güvendedir" buyurmuştu.

İçinde herhangi bir fazilet bulunmadığı halde Ehlisünnet ve'l-Cemaat bu hadisi Ebusüfyan'ın iyi bir Müslüman olduğuna yoruyor, şu an cennette olduğuna ve İslam'ın onun önceki hayatına örtü olduğuna inanıyor. Yine burada aklî delilleri kabul etmeyip hakikate ulaşmak istemiyor, bu hadisle Ebusüfyan'ın geçmişte Peygamber'e ve dinine yaptığı tüm kötülükleri görmezden geliyorlar. Peygamber'i yok etmek için yaptığı savaşları, bu savaşlara yaptığı onca harcamaları ve kendisinin bu savaşlardaki komutanlıklarını nedense hep unutuyorlar!

Kaldı ki, onun Peygamber'e olan kinini de unutmamak gerekir.

Ebusüfyan'ı Peygamber'in huzuruna getirdiklerinde "Müslüman ol, yoksa boynunu vururuz!" dediler. Bunun üzerine o da "Eşhedu en lâ ilâhe illallah" dedi. "Eşhedu enne Muhammeden resulullah" da de!" dediklerinde, "Bu konuda henüz şüphem var!" diye cevap verdi.

Teslim olduktan sonra Peygamber'in yanına her geldiğinde kendi kendine, "Bu adam neyle bana galip geldi?" diye söylenir, Peygamber de ona şöyle buyururdu: "Allah'ın yardımıyla sana galip geldim, ey Ebusüfyan!"

Ben bu iki örneği İslam'ın hakikatini kendimiz anlayalım diye verdim. Biraz da olsa, araştırmacıların insanlar üzerinde ne kadar psikolojik etki bıraktığını ve onları nasıl haktan alıkoyduğunu anlamış olduk.

Ehlisünnet ve'l-Cemaat, sahabe hakkında uydurduğu yalan hadislerle halkın gözünde onlara değer kazandırmaya çalışır, hiç kimsenin onları sorgulamasına ve eleştirmesine izin vermez. İnsanlar onların Peygamber tarafından cennetle müjdelendiklerine inandıktan sonra artık aleyhlerinde söylenen neyi kabul ederler ki? Her ne yaparlarsa yapsınlar, onların gözünde doğrudur ve onların işlerini iyi gösterebilmek için bir kaçış yolu hazırlamışlardır. Bundan dolayıdır ki, kendi büyüklerinin her birine bir lakap uydurmuşlar ve bu lakapların Peygamber tarafından verildiğini iddia etmişlerdir. Birine "Sıddık", birine "Faruk", birine "Zinnureyn" diyor, birini "Peygamber Aşığı", birini "Peygamber Havarisi", birini "Ümmetin Emini", birini "İslam'ın Rivayetçisi", birini "Vahiy Kâtibi", bir diğerini de "Allah'ın Keskin Kılıcı" olarak anıyorlar. Lakap üstüne lakaplar zinciri böylece sürüp gidiyor.

Aslında bu lakapların hiçbir faydası yoktur. Bunlar, Allah katında ve hak terazisi karşısında yalnızca sizlerin ve atalarınızın verdiği isimlerdir. Onlar Allah tarafından gönderilmemişlerdir. Faydası ve zararı olan tek şey, insanların kendi amelleridir. Tarih, ameller için en iyi şahittir. Onunla insanın şahsiyeti ve değeri ortaya çıkar. Tarihle insanlar hakkında söylenmiş yalanlar aşikâr olur. İşte, bu konu da Hz. Ali'nin (a.s) şu sözünü tasdik eder: "Hakkı tanı, hakka uyanı da tanırsın."

Bizler tarihi okuduk, Halid b. Velid'in yaptığı işleri gördük. Artık hak ile batılı tanıyoruz. Öyleyse onu "Allah'ın Keskin Kılıcı" olarak adlandıramayız. Ancak şu soruyu sorabiliriz: Acaba Allah Resulü onu ne zaman bu isimle çağırdı? Acaba Mekke'nin fethi sırasında, Peygamberimizin "Kimsenin kanı akmayacak" dediğini bildiği halde Mekke halkıyla savaşarak onların bir kaçını öldürdüğü zaman mı? Yoksa Zeyd b. Harise ile Mute'ye gittiklerinde, Peygamberimiz, "Zeyd öldürülürse komutanınız Cafer b. Ebu Talib'dir; o da öldürülürse Abdullah b. Revaha'dır" derken mi?

Oysaki Peygamberimiz (s.a.a) dördüncü isim olarak bile onun ismini anmamıştı ve sözü edilen üç kişi savaş meydanında öldürüldükten sonra Halid, geriye kalan askerlerle birlikte savaş meydanından kaçmıştı.

Yoksa Huneyn Savaşı'na giderken mi Peygamberimiz ona bu ismi verdi? Bu savaşta on iki bin asker onun emri altındaydı. Ama o kaçtı ve Peygamber'i on iki kişiyle savaş meydanında yalnız bıraktı. Nitekim Allah-u Taâla bu konuda şöyle buyurur:

"Kim o gün savaşmak için bir tarafa çekilmek ya da başka bir birliğe katılmak dışında arkasını döner (kaçar)sa o, Allah'tan bir gazaba uğrar; onun yeri cehennemdir; o ne kötü varılacak bir yerdir!"[13]

Allah, bir yandan böyle buyururken, diğer yandan nasıl olur da kendi kılıcının kaçmasına izin verebilir? Gel de şaşırma!

Benim inancıma göre, Halid, Peygamber zamanında bu lakabı hiç almadı ve Peygamber de bunu hiç mi hiç kullanmadı. Bu ismi ona, hilafetine karşı ayaklanma çıkaranları yatıştırması ve dilediğini yapabilmesi için Ebubekir vermişti. Hatta Ömer, buna karşı çıkarak "Halid'in kılıcı biraz acımasız ve zulmedicidir!" demişti. Zira Ömer, onu yakından tanıyor ve biliyordu. Ebubekir de Ömer'e şöyle dedi: "Halid, Allah'ın, düşmanları üzerine çektiği ilahi bir kılıçtır! O tevil (içtihat) etmiş ve hata yapmıştır."[14] İşte, bu lakap da buradan kaynaklanıyor.

Taberî, er-Riyazu'n-Nazra kitabında şöyle yazar: "Selim oğulları mürtet olmuşlardı. Ebubekir de Halid b. Velid'i onlara gönderdi. Halid, onlardan bir grubu bir ahırda toplayarak ateşe verdi. Bu haber Ömer'in kulağına vardığında Ebubekir'in yanına gidip: "Bir adamın sanki Allah'mış gibi insanları azaplandırmasına nasıl izin veriyorsun?" diye itiraz etti. Ebubekir şöyle cevap verdi: "Allah'a yemin ederim ki, Allah'ın düşmanlarına karşı çektiği kılıcı, Allah kınına sokmadığı sürece ben de kınına sokmam." Daha sonra da onu Museyleme Savaşı için görevlendirdi.[15]

Ehlisünnet bu yüzden Halid'i "Allah'ın Keskin Kılıcı" olarak adlandırıyor. Herhalde bu lakap, Allah Resulü'nün emirlerinden yüz çevirdiği, sünnetini ayaklar altına aldığı ve halkı ateşe verdiği için olsa gerek!

Buharî kendi Sahih'inde, Peygamberimizin şöyle buyurduğunu rivayet eder: "Allah'tan başka kimse ateşle azap edemez." Ve yine şöyle buyurur: "Ancak ateşin rabbi ateşle cezalandırır."[16]

Daha önce de yazdığımız gibi, Ebubekir de ölmeden önce şöyle demişti: "Keşke bir haydut olan İyas b. Abdullah'ı ateşte yakmasaydım da onu kılıçla öldürseydim!"

Keşke o zaman biri çıksaydı da Ömer b. Hattab'a sorsaydı: Madem Allah'tan başka kimsenin kimseyi ateşe vermeye hakkı olmadığını biliyordun, o zaman neden Peygamber'in vefatından sonra, "Zehra'nın evinde olanlar biat için dışarı çıkmazlarsa evi ve içindekileri ateşe vereceğim!" diye yemin ettin? Eğer Ali (a.s) teslim olmayıp da evdekileri dışarı çıkarmasaydı niyetini muhakkak yerine getirecektin!

Bazen ben de şaşırıyorum: Nasıl oluyor da Ömer, Ebubekir ile muhalefet ediyor ve buna rağmen Ebubekir, Ömer'i yok sayarak onun muhalefetlerini görmezden geliyor? Bu, gerçekten çok şaşırtıcı bir durumdur. Zira daha önce de gördüğümüz gibi Ebubekir, Ömer'in karşısında durmazdı. Buna gücü de yoktu. Nitekim kendisi defalarca Ömer'e şöyle demişti: "Ben sana dedim; sen bu iş için benden daha güçlüsün. Ama sen bana üstün geldin (sonunda senin dediğin oldu)."

Bir keresinde de Ömer, Müellefetü'l-Kulûb, yani gönülleri İslam'a yakınlaştırılmaya çalışılan kâfirlerle yaptığı antlaşmaya tükürerek onu yırtmıştı. Bunun üzerine onu Ebubekir'e şikâyet ettiler. "Halife sen misin, yoksa Ömer mi?" diye çıkıştılar. Ebubekir de, "Eğer Allah isterse odur!" diye cevap verdi.

Bu yüzden diyorum ki; Halid'in çirkin işlerine tek muhalif, belki de sadece Ali b. Ebu Talib idi. Ama tarihçiler ve ilk raviler onun ismini anmaktan pek hoşlanmıyorlardı. Onu Ömer olarak değiştirmişlerdi. Bazı rivayetlerin senedinde "Ebu Zeynep" adında birinden veya bazen de "adamın biri"nden söz ederler. Bu kişi, olsa olsa Ali'dir ve ondan başkası olamaz. Ama anlaşılan onlar Ali'nin (a.s) adını açıkça anmak istemiyorlardı ve bu yüzden de kimliğini gizlemişlerdi.

Bazı tarihçiler, Ömer'in Halid ile düşman olduğunu, hatta onu görmeye bile tahammülü olmadığını yazar, buna neden olarak da Halid'in savaşlardaki galibiyetleriyle halkın gönlünü çaldığını ve Ömer'in bunu çekemediğini söylerler. Cahiliyet döneminde Halid ile Ömer'in güreş tuttuklarını ve bu güreşte Halid'in Ömer'in ayağını kırdığını yazanlar da vardır.

Her şeye rağmen Hz. Ali'nin tek itiraz eden kişi olduğu konusu, sadece bir varsayımdan ibaret değildir. Önemli olan şudur ki; Ömer, hilafete geçtiğinde Halid'i kenara aldı ama recm etme konusundaki tehdidini gerçekleştirmedi. İkisi de kabalık ve kendini beğenmişlikte aynı sırayı paylaşıyorlardı. İkisi de kaba ve taş kalpli idiler. İkisi de gerek Peygamber zamanında, gerekse daha sonra Peygamber sünnetiyle muhalefet ettiler ve onu yok etmek için çaba harcadılar.

Halid, Ömer ve Ebubekir'le, Peygamber'in vefatından sonra Ali'yi (a.s) öldürmek için anlaşma yapmışlardı.[17] Ama Allah-u Taâla Hz. Ali'yi (a.s) ilahî görevini ifa etmesi için korudu ve kurtardı.

Halid b. Velid'in şahsiyetini bir kez daha inceleyerek, onun Peygamber sünnetine herkesten daha uzak olduğunu, Peygamber'in sünnetiyle çeliştiğini, onu arkasına attığını, Kurân ve sünnete hiçbir şekilde önem vermediğini görmüş olduk.


_________________________________
Kaynakça:
[1]-Abkariyye Halid, Abbas Akkad, s.24.
[2]-Saqar: Cehennem kuyularından bir kuyunun adıdır. Çev.
[3]-Müddessir, 26.
[4]-Kalem, 10-16.
[5]-İki kentten maksat Mekke ile Taif'tir. Rivayete göre Mekke'nin en zengini (büyüğü) Velid b. Mugîre, Taif'in en zengini de Ebu Mesud (Urve) es-Sakafî idi. Çev.
[6]-Zuhruf, 30-31.
[7]-Tâhâ, 121.
[8]-Tâhâ, 116.
[9]-Ahzab, 36.
[10]-Müminun, 71.
[11]-Yakubî, c.2, s.61'de şöyle yazar: Abdurrahman, Allah'ın adına yemin ederek Müslüman olduktan sonra Halid'in onları öldürdüğünü iddia etti. Halid de ona: "Hayır, onları senin baban Avf b. Abduavf'ın intikamını almak için öldürdüm" dedi. Bunun üzerine Abdurrahman şöyle cevap verdi: "Hayır! Yemin ederim ki, onları babam için öldürmedin; bilakis amcan Fake b. Mugîre için öldürdün!
Allah aşkına şuna bakın hele! Müslümanları öldürdüğüne itiraz etmiyor da Abdurrahman'ın babası Avf'ın intikamını aldığı için onları öldürdüğüne itiraz ediyor. Bir kişi için bir topluluğun veya bir kâfir için onlarca Müslüman'ın öldürüldüğü dinimizin neresinde görülmüş? İslam'da bu, caiz midir?
[12]-Mütercim der ki: Bu olay, Tarih-i Yakubî, c.2, s.110'da mevcuttur. Hatta Ebu Zuheyr es-Sadî bu konuda bir şiir okumuş, Halid b. Velid'in bu çirkin davranışını tüm çıplaklığıyla gözler önüne sermiştir. Bkz: Vefayatu'l-Âyan, c.5, s.67; el-Vefat, c.2, s.626-627; Tarih-i Ebu'l-Fida, s.158; İbn-i Şuhne, c.11, s.114; Tarih-i İbn-i Esir'in haşiyesinde.
[13]-Enfal, 16.
[14]-Mütercim der ki: Ehlisünnet'in de bu konudaki görüşü aynıdır. Yani sahabeler birilerini öldürseler de, birbirlerine tecavüz etseler de bu, tevil veya içtihattan ibarettir. Bu durumda onlar bir sevap alırlar, haklı taraf veya mustazaf taraf da iki sevap alır! Bakınız, İbn-i Kesir bu konuda ne diyor: "Halid b. Velid, Malik b. Nuveyre'yi öldürme konusunda içtihat etmiş ve içtihadında yanılmıştır; buna rağmen Ebubekir, Halid'i ordusunun komutanı yapmıştır." (Tarih, İbn-i Kesir, c.6, s.323) Bu konu hakkında geniş bilgi için bkz: Mealimu'l-Medreseteyn (Türkçe çevirisi: Ehlibeyt ve Ehlisünnet Ekolleri), Allame Askerî, c.1, İki Mektebin (Şia-Sünnî) Fıkıh ve İçtihat Konusunda Tutumu bölümü.
[15]-er-Riyazu'n-Nazra, Taberî, c.1, s.149.
[16]-Sahih-i Buharî, c.1, s.59.
[17]-Bu konuda bkz: el-İhticac, Tabersî, c.1, s.231, Hadis: 45.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Re: Ehl-i Sünnet Ve'l- Cemaat'in Öncüleri

Mesaj gönderen f_altan »

10- Ebu Hureyre Dusî

Ebu Hureyre; Resul-i Ekrem'in (s.a.a) ömrünün sonlarına doğru Müslüman olan sahabelerden biridir. İbn-i Sâd'ın Tabakat adlı kitabında bildirdiğine göre, Ebu Hureyre fazilet bakımından dokuzuncu veya onuncu sıralardadır. Hicretin yedinci yılının sonlarına doğru Peygamber'le tanıştı. Tarihçilerin dediğine göre onun Peygamber'le birlikteliği üç yıldan fazla değildir. [1]

Bazı tarihçiler de bu sürenin iki yıldan az olduğunu bildirmişlerdir. Çünkü Peygamberimiz onu İbn-i Hazremî ile birlikte Bahreyn'e gönderdi. Peygamberimiz vefat ettiğinde o Bahreyn'deydi.

Ebu Hureyre ne cihadıyla, ne de yiğitliğiyle meşhur biri değildi. Siyasetçilerden ve düşünürlerden veya hafızası güçlü fakihlerden de değildi. Üstelik okuma yazması da yoktu. Peygamber'in yanına karnını doyurmak maksadıyla gelmişti. Nitekim onunla ilk kez bu amaçla tanıştığını kendi de itiraf eder. Peygamberimiz de ona Suffe ehlinin [2] yanında yer vermişti. Ne zaman Peygamberimize sadaka ve yiyecek gelse, ona gönderirdi.

Çok aç kaldığını, sahabenin yolu üzerinde oturup kendisini halsizlik ve baygınlığa vurarak ondan bundan yiyecek dilendiğini veya "Belki biri çıkar da beni evine götürüp doyurur" diye düşündüğünü bizzat kendisi kendi hakkında rivayet etmiştir.

Ne var ki o, bu özellikleri ile değil, Resulullah'tan (s.a.a) çokça hadis ve rivayet nakletmekle meşhur olmuştur. Rivayetleri altı binden fazla olduğu için tarihçilerin oldukça dikkatini çekmiştir. Peygamber'in sohbetleri dışında, kendi şahit olmadığı ve içinde asla hazır bulunmadığı olaylar hakkında bile rivayetleri vardır.

Bazı araştırmacılar dört halifenin, (Ehlisünnet inancına göre) cennetle müjdelenen on kişinin, Resulullah'ın (s.a.a) hanımlarının ve Ehlibeyt'in (a.s) hadislerini bir araya getirerek bunları Ebu Hureyre'nin rivayetleriyle karşılaştırmış, hepsinin toplamının tek başına Ebu Hureyre'nin hadislerinin onda biri ve hatta yüzde biri kadar olmadığını görmüşlerdir. Oysa biz bu şahıslar arasında mesela, Hz. Ali'nin (a.s), otuz yıldan fazla Resul-i Ekrem'le (s.a.a) beraber olduğunu biliyoruz.

İşte burada Ebu Hureyre bir suçlamaya maruz kalmaktadır: Yalancılık ve hadis uydurma suçu... Bu yüzden, Ebu Hureyre hakkında "Yalancılıkla suçlanan ilk ravidir" denmiştir.

Gelin, görün ki Ehlisünnet ve'l-Cemaat onu "İslam Rivayetçisi" olarak adlandırıyor, çok saygın bir zat olarak anıyor ve sözlerini delil olarak sunuyor. Belki de bazıları onun Hz. Ali'den daha bilgili olduğunu iddia ediyordur. Zira Ebu Hureyre kendisi hakkında şöyle rivayet etmiştir: «Bir gün Allah resulüne, "Ey Allah'ın resulü, senden birçok hadis işitiyorum da unutuyorum." dedim. "Abanı yay!" buyurdu. Yaydım. Elleriyle (bir şey) avuçlayıp (abanın) içine at(ıyor gibi yap)tı. Sonra, "Topla!" diye emretti. Abamı topladım. İşte ondan sonra hiçbir şey unutmadım.» [3]

Ebu Hureyre, Peygamber'den o kadar hadis nakletmişti ki, sonunda Ömer dayanamayarak kendi eliyle onu kırbaçladı ve "Çok rivayet naklediyorsun, senden Resulullah adına yalan hadis uydurmak bile beklenir!" dedi. Zira Ebu Hureyre bir gün Peygamberimizin dilinden, "Allah yeri ve göğü yarattı, sonra da saydı; tam yedi gün geçmişti" şeklinde bir hadis rivayet etmişti. Ömer bu hadisi duyduğunda onu yanına çağırdı. Hadisi yeniden okumasını istedi. O da okuyunca öfkelenip ona bir daha vurdu. Sonra da, "Allah altı günde yarattığını söylüyor, oysa sen yedi günde yarattı diyorsun!" dedi.
Ebu Hureyre "Bu rivayeti Kâbu'l-Ahbar'dan duymuş olabilirim" diye karşılık verince Ömer şöyle dedi: "O halde Peygamber'in rivayetleriyle Kâbu'l-Ahbar'ın rivayetlerini birbirinden ayırt edemediğin sürece bir daha da hadis nakletme!" [4]

İmam Ali de (a.s) onun hakkında şöyle buyurmuştur: "Bilesiniz ki bugün Resulullah'a karşı halkın en yalancısı Ebu Hureyre Dusî'dir." [5]

Ümmül Müminin Ayşe de defalarca onu yalanlamış, Resulullah'tan naklettiği birçok hadisi reddetmişti. Hatta bir keresinde onun yaptığı bu işin çirkinliğini dile getirerek, "Ne zaman Resulullah'ın böyle söylediğini duydun?" (veya "Sen, Resulullah'tan duymadığım hadisleri söylüyorsun!") diye çıkışmış, Ebu Hureyre de şöyle cevap vermişti: "Resulullah hadis söylerken sen ancak gözüne sürme çekmek ve aynanın karşısında saçına kına yakmakla meşguldün!" [6]

Ayşe, Ebu Hureyre'nin uydurmaları konusunda ayak diretip onun bir yalanını su yüzüne çıkarınca Mervan b. Hakem de olaya el attı ve Ebu Hureyre'nin rivayetlerini değerlendirmeye aldı. Ebu Hureyre zor durumda kaldığını görünce gerçeği itiraf ederek, "Ben onu Resulullah'tan değil, Fazl b. Abbas'tan duymuştum!" dedi. [7]

İbn-i Kuteybe, bu rivayet konusunda onu suçlayarak şöyle demiştir: "Ebu Hureyre, Fazl b. Abbas'ın adını öne sürmüştür. Hâlbuki o hayatta değildi. Hadisi ona isnat ederken insanlara bu hadisi ondan duyduğunu ima etmeye çalışıyordu." [8]

İbn-i Kuteybe, Tevil-u Muhtelifi'l-Hadis kitabında şöyle diyor: "Ebu Hureyre sürekli 'Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor, ama ben bunu başkasından duydum' derdi."

Zehebî, Siyer-u Â’lâmi'n-Nubela adlı kitabında, Yezid b. İbrahim'in Şûbe b. Haccac'dan şöyle dediğini duyduğunu nakleder: "Ebu Hureyre müdellis [9] idi."

İbn-i Kesir'in el-Bidaye ve'n-Nihaye kitabında şöyle yazılıdır: "Yezid b. Harun, Şube'nin de Ebu Hureyre hakkında aynı şeyi söylediğini işitmiştir. Yani o, müdellis idi; Peygamber'den ve Kâbu'l-Ahbar'dan duyduklarını nakleder, ama aralarında bir fark gözetmezdi."

Aynı şekilde Ebu Cafer İskafî de şöyle der: "Ebu Hureyre bizim üstatlarımıza göre ihlâssız idi ve rivayetleri makbul değildi." [10]

Ebu Hureyre, kendi zamanındaki sahabeler arasında yalancı, müdellis ve çok sayıda yalan rivayet sahibi biri olarak tanınıyordu. Öyle ki bazen onu alaya alırlar, ondan kendi hallerine uygun hadis uydurmasını isterlerdi.

Rivayet edilir ki:
Kureyş kabilesinden biri yeni bir kürk satın almıştı ve onu giyerek halk arasında gösteriş yapıyordu. Bir gün Ebu Hureyre'nin yanından geçerken ona, "Ey Ebu Hureyre! Sen Peygamber'den çok hadis naklediyorsun. Acaba Peygamber'den benim kürküm hakkında da bir söz işittin mi?" diye sordu. Bunun üzerine Ebu Hureyre şöyle cevap verdi: "Ebul Kasım'dan (Resul-i Ekrem'den) duydum ki; öncekilerden biri yeni bir elbise giyip gösteriş yapıyordu. Allah da onu yerin dibine gömdü. Kıyamet gününe kadar da yerin dibine gömülmeye devam edecek. Allah'a ant olsun ki, acaba o, senin kabilenden veya ailenden miydi, yoksa başkası mıydı bilemiyorum." [11]

Rivayet ettiği hadisler birbiriyle çelişirken halk neden Ebu Hureyre'nin hadislerinde şüphe etmesin ki? Nitekim o, bir hadis rivayet ederken ona muhalefet eden başka bir hadis veya bir şahit gösterildiğinde hemen ilk söylediği hadisle çelişen başka bir hadis ileri sürerdi. Habeş dilinde ya da anlaşılmaz bir lehçeyle konuşurdu. [12]

Neden onu yalan hadis söylemekle suçlamasınlar ki? Zaten kendi de itiraf etmiyor mu? Hadisleri kesesinden çıkarıyor ve onu Peygamber'e isnat ediyor!

Buharî kendi Sahih'inde Ebu Hureyre'nin şöyle söylediğini nakleder: «Peygamber (s.a.a) buyuruyor ki: “En iyi sadaka, geriye servet bırakandır. Üstte olan el, altta olan elden (veren el, alan elden) daha üstündür. İlk olarak kendi ailenden başla. Kadın der ki; "Ya bana ekmek ver, ya da beni boşa!" Köle der ki: "Bana ekmek ver, sonra çalıştır." Evlat der ki: "Bana ekmek ver, beni kime emanet edersen et!" Orada bulunanlar sordular: "Ey Ebu Hureyre! Bu hadisi Peygamber'den mi duydun?" Ebu Hureyre cevap verdi: "Hayır, bu, Ebu Hureyre'nin kesesindendi."» [13]

Bakın, nasıl da hadislere "Peygamber buyuruyor ki…" diye başlıyor? Sonra da ona itiraz edildiğinde veya kimden naklettiği sorulduğunda hadisin kendi ürünü olduğunu ve onu kendi kesesinden çıkardığını itiraf etmek zorunda kalıyor.

Ne mutlu Ebu Hureyre'ye ki, yalanlarla dolu bir kesesi var ve bu keseyi Muaviye ve Ümeyye oğullarının sayesinde genişletmeyi başarmış; haysiyet, güç, servet ve saraylar elde etmiştir!

Muaviye onu Medine'ye vali olarak atadı ve onun için akikten bir saray yaptırdı. Bununla da kalmayıp onu eşraftan bir kadınla evlendirdi. Öyle ki, Ebu Hureyre daha önce bu kadının yanında bir hizmetkâr olarak görev yapıyordu.

Ebu Hureyre'nin, Muaviye'nin yanında adeta bir vezir gibi durması, onun şerefli, âlim ve üstün bir kişiliğe sahip olmasından kaynaklanmıyordu. Muaviye onun hadis konusundaki yerini görüyor ve bu uyduruk hadisleri onun vasıtasıyla yaymak istiyordu. Ali (a.s) hakkında bazıları iki gönüllüydü. Lanet okumaktan sakınıyorlardı. Oysa Ebu Hureyre, Ali'yi (a.s) kendi evinin içinde, hatta Şiîlerinin yanında bile lanetlemekten geri kalmıyordu.

İbn-i Ebil Hadid, Şerh-i Nehcü'l-Belaga'da şöyle der: «Ebu Hurey-re, Cemaat Yılı'nda Kûfe Mescidi'ne geldi ve kendisini karşılamaya gelenleri oldukça kalabalık görünce iki dizinin üzerine oturup eliyle alnına vurarak şöyle dedi: "Ey Irak halkı! Siz benim Peygamber hakkında yalan mı söylediğimi düşünüyorsunuz? Kendimi (bile bile) ateşe atacağımı mı zannediyorsunuz? Allah'a ant olsun ki Peygamber'in şöyle buyurduğunu duydum: "Her peygamberin bir haremi (mahrem bölgesi) vardır. Benim haremim de Ayr ve Sevr dağları hududunca Medine'dir. Kim burada (kötü) bir olay çıkarırsa Allah'ın, meleklerin ve insanların laneti ona olsun! Ve ben şahitlik ederim ki Ali orada olay çıkarmıştır!"
Bu rivayet Muaviye'nin kulağına varınca onu mükâfatlandırdı, ona değer verdi ve valisi yaptı.» [14]

Bizim için şu şahit yeterlidir ki, o, Muaviye tarafından Medine valisi olmuştur. Allah'ın düşmanını dost bilen ve Resulullah'ın dostunu düşman bilen kimseden elbette ki özgür düşünceli herkes şüphe eder. Muhakkak ki Ebu Hureyre, boş yere İslam'ın başkentine vali olmadı. O, sadece Muaviye'ye ve diğer Emevî valilerine yapmış olduğu hizmetlerin karşılığını aldı.

Ebu Hureyre Medine'ye sadece avretini kapatan bir peştamalla gelmişti. O, yoldan geçenlerden dilenir, bir lokma ekmek alarak yarım canını doyurmaya çalışırdı. Baştan ayağa her yanı bit kaynıyordu. Derken Medine'nin valisi oldu. Akikten yapılmış sarayında oturuyordu. Serveti, hizmetçileri ve köleleri vardı. İnsanlar randevusuz onunla görüşemezdi. Bunların hepsi onun kesesinin bereketiydi.

Çok da şaşırmamak gerek! Bugün dahi aynı şeyleri görmek mümkündür. Nice fakirler var ki, kendilerini hüküm sahiplerine yakın göstererek bir anda makam sahibi oluyorlar. Böylece dünya onlara saygı gösteriyor. İstediklerini yapıyorlar. Sınırsız servetlere konuyor, çeşit çeşit otomobillere biniyorlar. Kimse de onları sorgulayamıyor. Öyle yiyecekleri var ki pazarlarda dahi bulunmaz. Tüm bunlara rağmen bir de bakıyorsunuz ki aslında bunlar ana dillerini bile doğru dürüst konuşamıyorlar. Hayattan, karınlarını ve şehvetlerini doyurmaktan başka bir beklentileri de yoktur. Yalnızca Ebu Hureyre'nin kesesi gibi keseleri vardır. Elbette içlerinde biraz farklılık var, ama hedef yine aynıdır.

Bu hedef, hâkim yönetimi razı etmek ve onun reklâmını yapmaktır. Böylece hükümetlerini sağlam bir temel üzerine oturtmaya, düşmanlarını ortadan kaldırmaya, taçlarını ve koltuklarını sağlamlaştırmaya çalışırlar.

Ebu Hureyre, Ümeyye oğullarının taraftarlarındandı. Onu Osman b. Affan zamanından beri sevmişlerdi. Çünkü Ebu Hureyre'nin Osman hakkındaki görüşleri bütün muhacir ve ensardan farklıydı. Ebu Hureyre, Osman'ın öldürülmesi olayında parmağı olanları kâfir biliyordu. Hiç şüphesiz o, Ali b. Ebu Talib'i de (a.s) Osman'ı öldürmekle suçluyordu. Bunu onun Kûfe Mescidi'nde yapmış olduğu konuşmasından anlıyoruz. Zira o, bu konuşmasıyla Allah'ın, meleklerin ve insanların Hz. Ali'ye lanet okuduğunu ima ediyordu.

İbn-i Sâd, Tabakat'ında şöyle der: Ebu Hureyre hicretin 59. yılında öldü. Osman'ın çocukları onun tabutunu omuzlayıp Bakî Mezarlığı'na götürdüler. Böylece Osman hakkındaki görüşlerinden ötürü ona teşekkür etmiş oldular." [15]

Bakın şu Allah'ın işine! Müslümanların halifesi olmasına, "Zu’n- nureyn" diye anılmasına, birçoklarının iddiasına göre meleklerin bile kendisinden hayâ etmesine rağmen Kureyş'in en önde gelenlerinden biri olan Osman'ı koyun gibi boğazlayarak öldürüyor; ölümünden üç gün sonra gusülsüz ve kefensiz olarak bir Yahudi mezarlığına gömüyorlar, ama Ebu Hureyre gibi biri aynı topluluk arasında izzet ve ihtiramla ölüyor!

O fakirdi ve kimse ailesini veya kabilesini tanımıyordu. Kureyş'le bir bağı da yoktu. Muaviye döneminde makam elde eden Osman'ın evlatları, Ebu Hureyre'nin cenazesini sırtlarına alarak Peygamber'in Bakî Mezarlığı'na defnettiler.

Şimdi de Ebu Hureyre'nin sünnet karşısındaki tutum ve davranışlarına bir göz atalım:

Buharî, Sahih'inde Ebu Hureyre'nin şöyle dediğini nakleder: "Ben Allah resulünden iki tabak saklamıştım. Birini dağıttım, diğerini de dağıtsaydım boynumu vururlardı." [16]

Geçen konularda Ebubekir ve Ömer'in Peygamber'in yazılı sünnetini yaktıklarını, hadisçilerin bu hadisleri anlatmalarına izin vermediklerini yazmıştık. İşte, Ebu Hureyre, o perdeyi aralayarak bizim sözlerimizi onaylamış, halifelerin hoşuna giden şeylerin dışında hiçbir şey nakletmediğini itiraf etmiştir. Bu yüzdendir ki, Ebu Hureyre'nin iki kesesi veya iki tabağı vardı. Doğal olarak bunlardan sadece birini anlatıyordu. O da halifelerin hoşlandıkları şeydi. Açıklamaktan korktuğu ikinci tabak ise, Peygamberimizin doğru hadisleriyle dolu olan tabaktı. Eğer Ebu Hureyre doğru ve emin birisi olsaydı, doğru hadisleri saklayıp, uydurduğu hadisleri zalimleri korumak için yaymazdı. Oysa Ebu Hureyre, Allah'ın apaçık ayetlerini saklayanları lanetlediğini çok iyi biliyordu.

Buharî, Ebu Hureyre'nin dilinden şöyle nakleder: «Halk, "Ebu Hureyre çok hadis rivayet ediyor!" deyip duruyor. Hâlbuki Allah'ın kitabında şu iki ayet olmasaydı, hiçbir hadisi nakletmezdim: "İndirdiğimiz apaçık delilleri, bildirdiğimiz dosdoğru yolu, insanlara Kurân'da tamamıyla anlattıktan sonra bunu gizleyenlere gelince; Allah da onlara lanet eder, lanet edenler de."[17]

Ebu Hureyre diğer ayeti de okuduktan sonra şöyle devam ediyor) Muhacir kardeşlerimiz çarşılarda alışverişle, ensar kardeşlerimiz de malları (ve toprakları) için çalışmakla meşgul olurken Ebu Hureyre boğazı tokluğuna Resulullah'ın yanında bulunuyordu. Onların bulunmadıkları mecliste hazır bulunur, onların ezberleyemedikleri şeyleri ezberlerdi.»[18]

O halde nasıl olur da Ebu Hureyre "Kurân'daki iki ayet olmasaydı hadis nakletmezdim" diyebilir? Daha önceki rivayette iki tabağı olduğunu, birini anlattığını, diğerini de boğazı kesilir korkusuyla anlatamadığını kendisi söylemiyor mu? Acaba Kurân'ın ayetlerine rağmen hakikatleri kendi gizlediğine dair kendisi şahitlik etmiyor mu?

Resul-i Ekrem (s.a.a), ashabına "Aileleriniz arasına geri dönün ve (anlattıklarımı) onlara da öğretin"[19], "Nice elçiler vardır ki (hadisi bizzat dinlemedikleri halde), dinleyenlerden daha iyi anlarlar" derken veya Abdukays'ın sözcülüğündeki bir heyeti ilim ve imanı öğrenmeye ve bunları kendi kabilelerine aktarmaya teşvik ederken[20] neden bir sahabe Peygamber'in hadisini nakletmekten korksun ki? Bir sahabenin sırf Peygamber'in hadisini naklettiği için boğazının kesilmesinden korkması sizce de ilginç değil mi? Belki de rivayet edilecek hadislerde halifelerin ortaya çıkmasını istemedikleri birtakım gerçek vardı, öyle değil mi?

Biz, önceki konularda ve yine Zikir Ehline Sorun adlı kitabımızda bu sırrı açıklamıştık. Özetle değinecek olursak, "Bu hakikat, Peygamberimizin (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) nassa dayalı olarak halife seçmesidir" diyebiliriz.

Aslında Ebu Hureyre'yi kınamamak gerekir. Zaten kendi değerini kendisi ortaya koymuş, "Allah, Peygamber ve insanlar, Peygamber hadislerini saklayanları lanetler" demiştir. Asıl kınanması gereken birileri varsa o da Ehlisünnet ve'l-Cemaat'tir. Çünkü bu cemaat, Ebu Hureyre gibi birini "Ehlisünnet'in Rivayetçisi" olarak kabul ediyor. Hâlbuki Ebu Hureyre, hadisleri sakladığını, tedlis (müdellislik) ettiğini ve uydurduğunu bizzat kendisi itiraf ediyor. Ebu Hureyre başkalarının sözleriyle Peygamberimizin sözlerini birbirine karıştırmış, hangisinin Peygamberimize, hangisinin başkasına ait olduğunu kendisi bile teşhis edememişti. Bunların hepsi Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in kendi sahih ve müsned kitaplarında yazılı olan gerçeklerdir. İlave ve iftira yoktur.

Hal böyleyken Ali b. Ebu Talib gibi biri onun adaletinden şüphe ederken ve "Resulullah'a karşı halkın en yalancısı Ebu Hureyre Dusî'dir" derken nasıl olur da yine de Ebu Hureyre gibi yalancı olarak adlandıran birine güvenebiliyorlar? Ömer onu yalancılıkla itham ederken ve defalarca dayak atıp sürgünle tehdit ederken yine de Ebu Hureyre mi diyorlar? Ayşe de onu dışlayıp defalarca yalancı olarak adlandırmamış mıydı? Sahabelerin çoğu yanlış ve eksik hadis naklettiği için onu reddetmemişler miydi? Bizzat kendisi bile bazen kendi yanlışlığını itiraf edip, Habeşi diliyle kaçamak cevaplar verdiğini itiraf etmemiş miydi? Birçok İslam âlimi onu dışlamış, yalancı ve tedlis ehli olduğunu savunmuş, Muaviye'nin dalkavukluğunu yaptığını, onun sofrasının hayranı olduğunu ve gözünün onun altınlarında olduğunu söylememiş miydi? Tüm bunlardan sonra nasıl olur da Ebu Hureyre "İslam'ın Rivayetçisi" olabiliyor? Nasıl oluyor da İslam'ın hükümlerini ondan öğreniyorlar?

Bazı araştırmacılar, Yahudi inançlarını Ebu Hureyre'nin İslam'a soktuğunu ve hadis kitaplarını bunlarla doldurduğunu söylüyorlar. Başka bir deyişle; bir Yahudi olan Kâbu'l-Ahbar, onun sayesinde Yahudi inançlarını İslam'a sokmuştur. Teşbih,[21] tecsim, [22] hulul [23] ve peygamberler hakkında kötü sözler hep Ebu Hureyre tarafından İslam'a atfedilmiştir.

Acaba şimdi Ehlisünnet mensupları tövbe edip doğru yola dönmeyi kabul ederler mi? Peygamberimizin (s.a.a) gerçek sünnetini kimlerden öğreneceklerini anlamışlar mıdır? Bu konuda ne zaman bize sorsalar, onlara vereceğimiz cevap şudur: "Gelin, ilim şehrine kapısından girin, tertemiz Peygamber evlatlarına sarılın; onlar sünnetin koruyucuları, ümmetin kurtuluş gemisi, hidayet öncüleri, karanlıkların aydınlatıcısı ve Allah'ın sağlam ipleridir."

_____________________
1-Sahih-i Buharî, c.4, s.175, Ebu Hureyre'nin Kendi Hakkında Rivayetleri bölümü, Nübüvvet Alametleri babı.
2-Suffe ehli: Günlük yemeğe muhtaç fakirler topluluğu.
3-Sahih-i Buharî, c.1, s.38, İlim kitabı, Hıfzu'l-İlim babı ve c.3, s.3.
4-Bkz: Ebu Hureyre, Mahmud Ebu Reyye Mısrî, s.103.
5-Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebi'l-Hadid, c.4, s.68.
6-Siyer-i A'lâmi'n-Nubela, Zehebî, c.2, s.435.
7-Sahih-i Buharî, c.2, s.232, Oruçlu Bir Kimsenin Cünüplü Olarak Sabahlaması bölümü; Muvatta, Malik, c.1, s.290, Hadis:11.
8-Siyer-u Âlâmi'n-Nubela, Zehebî.
9-Müdellis: Diraye ilminde "kendisiyle görüşmediği kimselerden onunla görüşmüşçesine ve ondan işitmişçesine hadis rivayet eden kimselere" denir.
10- -Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid Mutezilî, c.4, s.67.
11-el-Bidaye ve'n-Nihaye, c.8, s.108.
12-Sahih-i Buharî, c.7, s.31, el-İmamet babı.
13-Sahih-i Buharî, c.6, s.190, Vucubu'n-Nafaka ale'l-Ehli ve'l-Ayal babı.
14-Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.4, s.67.
15-Tabakat, İbn-i Sâd, c.2, s.63.
16-Sahih-i Buharî, c.1, s.38, Hıfzu'l-İlim babı.
17-Bakara, 159.
18-Sahih-i Buharî, c.1, s.38, Hıfzu'l-İlim babı.
19-Sahih-i Buharî, c.1, s.37-38, Hıfzu'l-İlim babı.
20-Sahih-i Buharî, c.1, s.30.
21-Teşbih: Kelime anlamı itibarıyla "benzetme" demektir. Istılahta, "Allah'ı yarattıkları şeylere benzetmek" olarak geçer. Örneğin, Kurân-ı Kerim'deki "Allah'ın eli onların ellerinin üstündedir" ayetine karşılık teşbihe inananlar bu ayetteki "el" kelimesini "Allah'ın gücü onlardan üstündür" şeklinde yorumlamazlar da, herkesçe bilinen "Allah'ın eli" olarak yorumlarlar. Yani Allah'a (hâşâ) el, kol, ayak vb. gibi insanî organlar atfederler.
22-Tecsim: Kelime anlamı itibarıyla "cisimlendirmek" demektir. Istılahta "Allah'ı belirli bir şekle sokmak ve onu (hâşâ) cisim olarak görebilmek" anlamında kullanılır. Nitekim bazıları İsrailiyat'tan alıntı yaparak Allah'ın insan şekline benzediğini, Hz. Adem'i de bu yüzden kendi şekline bürüdüğünü iddia ederler.
23-Hulul: Kelime anlamı itibarıyla "hallolma, erime, içine girme" demektir. Istılahta ise, "Allah'ın yaratmış olduğu mahlûklarda (hâşâ) hulul etmesine, yani içine girmesine" denir. Nitekim bazıları, bu inanıştadır
.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Ebu Hasaneyn
Mesajlar: 383
Kayıt: 13 May 2009, 03:47
Konum: Hatay'lıyız Hak Muhammed Ali'ye Can feda'yız

Re: Ehl-i Sünnet Ve'l- Cemaat'in Öncüleri

Mesaj gönderen Ebu Hasaneyn »

Zülfükaaar yazdı:Böyle söylemek Allah’a ve Resulüne karşı gelmek olur. Yani, Allah ve Resulünün onlara verdiği kıymeti, makamı beğenmemek, itiraz etmek olur. Resulullah efendimiz, “Eshabım [Arkadaşlarım]” diyor, muhaliflerim demiyor. muhalif ifadesinde düşmanlık ve karşıtlık vardır. Allahü teâlâ onları övüyor, (Hepsine Cenneti söz verdim) buyuruyor. (Hadid 10)

İkincisi, Eshab-ı kiramın icmaına karşı gelmiş oluyor. Çünkü İlk halife Hazret-i Ebu Bekir, Eshab-ı kiramın icmaı ile seçilmiştir. Biat etmeyen kimse kalmamıştır.

Eshab-ı kiramın hepsinin söz birliğine icma denir. İcmaya uymak farzdır. İcma’yı inkâr ise küfürdür. Hazret-i Ebu Bekir'le Hazret-i Ömer'in hilafetlerini inkâr eden kâfir olur. Cenaze namazının farzı kifaye olduğunu inkâr eden kâfir olur. Çünkü icma’ı inkâr etmiştir. (Redd-ül-muhtar)

Hadis-i şeriflerde buyuruluyor ki:
(Ümmetim dalalet üzerinde ittifak etmez.) [İbni Mace]

(Cemaatten bir karış ayrılan, cahiliyet ölümü ile ölmüş olur.) [Buhari]

(Cemaatle birlikte olun! Allah’ın rızası, rahmeti, yardımı cemaat ile birliktedir. Cemaatten ayrılan Cehenneme düşer.) [İbni Asakir]

(Cemaatten ayrılan, yüzüstü Cehenneme düşer.) [Taberani]

(Sürüden ayrılanı kurt, cemaatten ayrılanı şeytan kapar. Sakın cemaatten ayrılmayın!) [Tirmizi]

(Cemaatten bir karış ayrılan İslam halkasını boynundan çıkarmış olur.) [Ebu Davud]

Bir âyet meali şöyledir:
(Müminlerin yolundan ayrılanı Cehenneme atarız.) [Nisa 115]

Bu âyet-i kerime ve yukarıdaki hadis-i şerifler, icmanın önemini göstermektedir. Eshab-ı kiramın söz birliği ile yaptığı işleri beğenmeyenin kâfir olacağı bütün fıkıh kitaplarında yazılıdır. Eshab-ı kirama itimat kalmayınca, onların topladığı Kur’an-ı kerime de, hadis-i şeriflere de gölge düşer.

Hepsi Cennetlik olan Eshab-ı kiramın bazısını, herhangi bir sebeple kötülemek birkaç bakımdan caiz değildir:
1- Eshab-ı kiram Peygamber efendimizin arkadaşları ve dostlarıdır. Onun dostlarını üzmek, Onu üzmek demektir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Eshabıma dil uzatmakta Allah’tan korkun! Benden sonra onları kötü emellerinize alet etmeyin! Onları seven, beni sevdiği için sever. Beni sevmeyen de onları sevmez. Onları inciten beni incitmiş olur. Beni inciten de Allahü teâlâyı incitmiş olur.) [Buhari]

2- Eshab-ı kiram, bizim ölülerimiz olduğu için kötü söz söylenmez. Çünkü (Ölülerinizi hayırla anın, iyiliklerini söyleyin, kötülüklerini açıklamayın) hadis-i şerifine aykırı olur. (Tirmizi)

3- Eshab-ı kiramın kusurları olsa bile, söylememek gerekir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Eshabımın kusurları, yanlış hareketleri olacaktır. Allahü teâlâ, benim hatırım için onların kusurlarını affedecektir.) [İbni Asakir]

4- Eshab-ı kiramın kusurunu söylemek fayda vermeyeceği gibi, aksine Cehenneme gitmeye sebep olacağı için susmak gerekir. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Eshabım arasında fitne çıkacak, Allahü teâlâ benimle olan sohbetlerinin hürmetine, fitnelere karışan Eshabımı affedecek, bunlara dil uzatanlar Cehenneme gidecektir.) [Müslim]

5- Peygamber efendimiz, (Eshabımı kötülemeyin) buyurduğu için onların hiç birisi hakkında kötü söz söylenmez. Hadis-i şerifte buyuruldu ki:
(Eshabımı kötüleyenler, Müslümanlıktan ayrılmış olur.) [Beyheki]

(Eshabımı kötüleyene Allah lanet etsin.) [Taberani, Beyheki, Hakim]

6- Allahü teâlâ, onlardan razı olduğu ve onların kusurlarını affettiği ve hepsine Cenneti söz verdiği için kötülemek caiz olmaz. Kur'an-ı kerimde mealen buyuruluyor ki:
(Allah onlardan razıdır.) [Tevbe 100]

(Hepsine hüsnayı [Cenneti] vaad ettik.) [Hadid 10]

7- Araf ve Hicr surelerinde (Biz azimüşşan, onların kalblerindeki gıl ve gışşı nezettik) buyuruluyor. Yani kalblerindeki kin ve düşmanlık gibi şeyleri kökünden çıkarıp attık. Demek ki, hiçbir sahabi, başka bir sahabiye haset ve kin beslemez. Çünkü, hepsi Hakkulyakin mertebesine ulaşmışlardır. Aralarındaki savaşlar ictihad sebebi ile idi. Her biri, kendi ictihadı ile hareket etmeye mecbur olduğundan, hiçbiri kötülenemez. Eshab-ı kiramdan birini kötülemek, (Allah onlardan razıdır) mealindeki âyete inanmamak olur. (Tathir-ül-cenan)

İmam-ı a'zam, (Eshab-ı kiramın hepsini hayırla anarız) buyurdu. İmam-ı Şafii ve Ömer bin Abdülaziz de, Eshab-ı kiram arasındaki savaşlar hakkında (Allahü teâlâ, ellerimizi, bu kanlara bulaşmaktan koruduğu gibi, biz de, dilimizi tutup, bulaştırmayalım!) buyurdu. (M. Rabbani c.2, m.96)

İmam-ı Gazali hazretleri de (Dinimizi bize ulaştıran Eshab-ı kiramdır. Onlardan birini kötülemek, dini yıkmak olur) buyurdu. (Envar li-amel-il-ebrar)
(Ali haydar)zülfükar kardeşim seni bilelim ilk öce hz.Muhammed s.a.a den sonra imamın kim ebu bekir mi? yoksa hz.imam Ali a.s mı? cevabımı ondan sonra verecem...
LA İLAHE İLLALLAH (celle celelehu) - MUHAMMEDEN (sallallahu aleyhi ve alihi vesellem) RESULULLAH - ALİYYEN (aleyhisselam) EMİR-EL MÜ'MİNİN VELİYULLAH -(KURTULUŞ YOLU) Allah (c.c) Hz.MUHAMMED (s.a.a.v) Hz.12 HAK İMAMLAR (a.s)
Yesevi
Mesajlar: 56
Kayıt: 20 Nis 2009, 01:16

Re: Ehl-i Sünnet Ve'l- Cemaat'in Öncüleri

Mesaj gönderen Yesevi »

Alevi şii yazdı:
Zülfükaaar yazdı:
(Ali haydar)zülfükar kardeşim seni bilelim ilk öce hz.Muhammed s.a.a den sonra imamın kim ebu bekir mi? yoksa hz.imam Ali a.s mı? cevabımı ondan sonra verecem...
Ehli Sünnette Şiilikteki gibi bir İmamlık kavramı yoktur.İlk 4 Halife vardır.Onlar da gerçekte devlet başkanlığı yapmıştır.Pek çok Sünni kitabında İlk üç Halifenin dini meseleleri H.z.Ali`ye danıştıkları yazar.Hatta onların Şeyhülislamları H.z. Ali`idi diye yazar.Osmanlı Padişahları Halife ünvanı taşıdıkları halde Şeyhülislamdan fetva alırlardı.Ancak buna rağmen bazı gelenekci Sünniler "Üstünlük sırasının Halifelik sırasına göre olduğuna inanmak gerekir" diye sözler etmişler.Ama onlar bile bir Ehli Sünnet H.z. Aliyi ilk üç Halifeden daha çok sevebilir demişlerdir.
Bir Sünniye İmamın kim diye sorsan eğer Hanefiyse İmam Azam Ebu Hanife Şafiyse İmam Şafi Malikiyse İmam Malik Hanbeliyse İmam Ahmet Bin Hanbel diye cevap verir.Aslında itikadi Mezhep İmamları İmam Eşariyle İmam Maturididir ama çoğu Sünni onların ismini bile bilmez.Hele Maturidilik aslında Hanefilerin itikadi mezhebi olmasına rağmen sadece adı kalmış.Atatürk Elmalılı Hamdi Yazır Hocadan Türkçe bir tefsir yazmasını istediği zaman bu tefsiri Maturidi bir anlayışla yazmasını istemiş ama Elmalıl Hamdi Yazır Hoca kaynak eksikliğinden dolayı tam anlamıyla Maturidi bir tefsir yazamamış.Eşarilerin Maturidiliğe yakın olan alimlerinin eserlerindende faydalalanarak yazabilmiş.
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Re: Ehl-i Sünnet Ve'l- Cemaat'in Öncüleri

Mesaj gönderen f_altan »

11- Abdullah b. Ömer


Adı çokça anılan sahabelerdendir. Üç halife dönemindeki olaylarda önemli rolleri olmuştur. Ömer b. Hattab'ın oğlu olması, Ehlisünnet ve'l-Cemaat yanında saygın ve sevilen birisi olmasına yetmiştir. Ehlisünnet arasında büyük fıkıh âlimlerinden ve Peygamber'in hadislerini ezberleyenlerden biri olarak tanınır. Hatta İmam Malik, birçok dinî hükümlerini ona dayandırmış ve Muvatta adlı kitabını onun rivayetleriyle doldurmuştur.

Ehlisünnet ve'l-Cemaat kitaplarını her açıp okuduğumuzda mutlaka onun ismine rastlarız. Ama bir araştırmacı gözüyle bu kitaplara bakacak olursak, onun adaletten, doğruluktan, Peygamber sünnetinden, fıkıh ve din ilimlerinden uzak olduğunu görürüz.

Onun hakkında bizim dikkatimizi çeken ilk nokta, Peygamber ailesinin efendisi Ali b. Ebu Talib'le olan şiddetli düşmanlığı olmuştur. Her fırsatta İmam Ali'yi (a.s) aşağılamış, onu okuma yazma bilmeyen sıradan insanların seviyesine kadar indirmeye çalışmıştır.

Daha önce de dediğimiz gibi Abdullah b. Ömer, bazı rivayetler uydurmuştu ve onun anlattıklarına göre; Peygamber zamanında sahabeler arasında derece farkı vardı. İnsanların en üstününü önce Ebubekir, sonra Ömer, sonra da Osman'dı ve geriye kalan insanlar da eşit idi. Güya Resul-i Ekrem (s.a.a) tüm bu söylentileri duyuyor ama hiçbir şey söylemiyordu![1]

Bu rivayet yalandan başka bir şey değildir. Hatta cevap vermeye değmeyecek kadar boş ve değersiz bir uydurmadır.

Daha önce Abdullah b. Ömer'in, Resul-i Ekrem (s.a.a) zamanındaki yaşantısına kısaca değinmiştik. O zamanlar Abdullah, henüz ergenlik çağına bile girmemişti. İlim ehliyle hiçbir alakası yoktu ve onun görüşlerine kimse itina etmiyordu. Onun yaşını en fazla rivayet edenler bile Peygamberimiz vefat ettiğinde onun henüz on dokuz yaşında olduğunu söylerler.

O zaman nasıl olur da "Biz, Peygamber zamanında halkın birbirine karşı üstünlüğünden söz ederdik" diyebilir? Belki de Abdullah, bu görüşleri çocuklar arasında söylemiştir. Yani Ebubekir ve Osman'ın çocukları ile kendi kardeşleri arasında… "Peygamber duyuyor ama bir şey söylemiyordu" sözü de dolayısıyla yalanlanmış oluyor. Bu da rivayetin yalan olduğunu ve onun kötü niyetle söylendiğini gösteriyor.

Bunlar bir tarafa, Peygamberimiz (s.a.a), Abdullah b. Ömer'in Hendek ve diğer savaşlara katılmasına izin vermemişti. Çünkü Abdullah, henüz on beş yaşına yeni girmişti.[2]

Hiç şüphesiz Hayber Savaşı'nda oradaydı. Ebubekir ve Ömer'in nasıl kaçtıklarını kendi gözleriyle görmüştü. Hiç şüphesiz Hz. Peygamber'in bu sözünü de duymuştu: "Yarın bayrağı öyle birine vereceğim ki, Allah ve resulü onu sever, o da Allah ve resulünü sever. Çok hamle eder ve kaçmaz. Allah onun kalbini imanla sınamıştır."

Ertesi gün bayrağı öyle birine verdi ki, kâfirlerin bütün ümitleri boşa çıktı; hepsi üzüntüye boğuldu. O, büyük kerametler sahibi ve Allah'ın yenilmez aslanı Ali b. Ebu Talib idi.[3]

Raiyyet Hadisi olarak bilinen bu hadis, İmam Ali'nin (a.s) diğer sahabeler karşısındaki üstünlüğünü ve gerek Allah, gerekse Resulü katında ne kadar yüksek bir makama sahip olduğunu göstermektedir. Bu iftihar ona yeter ki, Allah ve resulü onu seviyordu. Ama bir de Abdullah b. Ömer'e bakın! İmam'a karşı öylesine nefret duyuyordu ki onun bu makamını bildiği halde onu halktan biri gibi göstermeye çalışıyordu.

Daha önce de dediğimiz gibi Ehlisünnet ve'l-Cemaat, Abdullah b. Ömer'den öğrendiği bu rivayete göre amel ediyor, İmam Ali'yi (a.s) Hülefa-i Raşidin'den dahi kabul etmiyordu. Onun hilafetini sadece Ahmed b. Hanbel zamanında kabullendiler. Bu zamanda Hz. Ali'nin (a.s) faziletleri hakkındaki hadislerin gün yüzüne çıkmasıyla geçmişte ona karşı olumsuz yaptırımları olan kimseler de rezil oldu. İnsanlar onları sorgulamaya başladılar. O dönemin insanları, Hz. Ali'ye (a.s) düşmanlık gütmenin en büyük nifak olduğunu anladılar.

Böylece bu grup, Hz. Ali'nin halifeliğini kabul etmek ve onu Raşit halifeler arasına almak zorunda kaldı. Yalanla ve istemeyerek de olsa Ehlibeyt'i sevme iddiasında bulundular.

Neden bir kişi çıkıp da Abdullah b. Ömer'e şöyle bir soru sormadı acaba: Resul-i Ekrem'in (s.a.a) vefatından sonra bütün Müslümanlar veya Müslümanların büyük çoğunluğu hilafet konusunda neden iki kişi arasında tereddütte kalmıştı? Neden sadece Ebubekir ile Ali (a.s) arasında ihtilaf ediyorlardı? Neden hiç babasından veya Osman b. Affan'dan söz edilmiyordu?

Ömer'in oğluna şu soruyu sormak lazım: Eğer Resul-i Ekrem (s.a.a) senin sözünü tasdik edercesine sessiz kalmış ve kimsenin Ebubekir, Ömer ve Osman'dan daha üstün olmadığını kabul etmişse, o halde neden ölümünden iki gün önce henüz suratında tüy bile çıkmamış ve senden daha küçük yaşta olan birini İslam ordusunun komutanı yapıp, herkese onun bayrağının altına girmesini emretmişti? Acaba babanın dediği gibi, Peygamberimiz (hâşâ) sayıklıyor muydu?

Yine sormak gerekir: Neden muhacir ve ensar, Ebubekir'le biatleştikleri gün, Hz. Fatma'ya, "Eğer kocan ve amcanın oğlu, Ebubekir' den daha önce bizim yanımıza gelmiş olsaydı, ondan başka kimseyi kabul etmezdik!" dediler? Bu, sahabenin büyükleri tarafından, Hz. Ali'nin (a.s) üstünlüğünü gösteren bir itiraf değil midir? Sadece bir oldu-bitti ve hesapta olmayan bir biat, İmam Ali'nin hilafetinin pratiğe dönüşmesine engel olmuştur. Öyle ya, böyle bir zamanda Abdullah b. Ömer gibi eşini nasıl boşaması gerektiğini bilmeyen gururlu bir gencin görüşü, sahabenin büyüklerinin görüşü karşısında ne kadar değerli olabilir ki?

Son olarak da şunu sormak gerekiyor: Ömer'in ölümünden sonra neden sahabenin çoğu Hz. Ali'yi (a.s) hilafet için daha uygun gördü? Neden Ali'yi Osman'dan daha üstün tuttular ve sadece Abdurrahman b. Avf'ın "önceki halifelerin yönetimiyle hilafet etmek" şartını kabul etmediği için onu kenara ittiler?[4]

Abdullah b. Ömer, babasından etkilenmişti. Ebubekir, Ömer ve Osman'ın halifelik dönemlerinde yaşamış ve Ali'nin (a.s) hep bir köşeye itildiğini görmüştü. Onların arasında yoktu, hükümetlerinde ona bir makam da verilmemişti. Arap şahsiyetler, Hz. Ali'yi, amcasının oğlunun (s.a.a) ve kadınların en üstünü eşinin vefatından sonra ondan yüz çevirmişlerdi. Çünkü elinde halkın dikkatini çekebilecek bir şeyi yoktu.

Hiç şüphesiz Abdullah b. Ömer babasına en yakın şahsiyetti. Onun görüşlerini duyuyor, dostlarını ve düşmanlarını onun öğretilerine göre belirliyordu. Bu yüzden de Ali ve Ehlibeyt'e karşı öfke ve kinle büyüdü. Bir gün Osman'ın öldürülmesi olayından sonra muhacir ve ensarın ona biat ettiğini görünce bu, ona zor geldi. Gizli olan kinini açığa vurarak Hz Ali'ye biat etmeye yanaşmadı. Sonunda Medine'de daha fazla kalmak istemedi ve Umre'ye gitmek bahanesiyle Mekke'ye gidip oraya yerleşti.

Abdullah b. Ömer, bu tarihten itibaren tüm gücünü halk hareketini gevşetmek, Hz. Ali'ye (a.s) karşı tutumlarını değiştirmek ve onları isyana ve savaşlara sevk etmek için kullandı. Hz. Ali'nin onları yeniden kitap ve sünnete yönlendirmesini istemiyordu. Abdullah, zamane imamına itaat etmenin vacip olduğunu bildiği halde onu yalnız bırakan ilk kimselerdendi.

Hz. Ali'nin (a.s) öldürülmesinden sonra İmam Hasan'la mücadelesi sonucu iktidarı ele geçirmeyi başaran Muaviye, halka hitaben bir konuşma yaparak şöyle dedi: "Ben, sizinle namaz kılmanız ve oruç tutmanız için savaşmadım. Bilakis, size hükümdarlık edebilmek için savaştım. Allah da bana istediğimi verdi!" İşte, tam bu sırada Abdullah b. Ömer biat etmek amacıyla Muaviye'ye koşuyor ve "Halk, onun hakkında ihtilaf ettikten sonra yine onun hakkında bir araya gelmiş ve ona biat etmiştir" iddiasında bulunuyor.

Bence bu yılı "Cemaat Yılı" olarak ilan eden kişi de Abdullah b. Ömer olmuştu. Böylece o ve Ümeyye oğullarından oluşan takipçileri, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'i tesis etmiş oldular. O günden sonra kıyamete kadar da bu isimle adlandırılacaklardır.

Abdullah b. Ömer'e ve onunla aynı fikirde olan Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e sormak lazım: Tarih boyunca Hz. Ali'nin (a.s) hilafeti gibi hangi hilafet olayında halk, her kesimiyle, topluca ve istekli olarak böylesi bir biatte bulunmuştur?

Ebubekir'in halifeliği alelacele ve hesapsız bir şekilde gerçekleşmiş, sahabenin çoğu biat etmekten kaçınmıştı. Ömer'in halifeliği de kimsenin görüşü dikkate alınmadan Ebubekir'in vasiyetiyle gerçekleşmişti. Osman'ın halifeliği ise Ömer'in seçtiği üç kişinin onayıyla ve Abdurrahman b. Avf'ın kendi kararıyla sonuçlandı. Ama Hz. Ali'nin (a.s) biati muhacir ve ensarın kendi isteğiyle oldu. Hiçbir zorluk ve propaganda olmadan gerçekleşti. Müminlerin Emiri Ali (a.s), onların kendine olan biatlerini tüm İslam âlemine mektupla ulaştırdı ve herkes de bunu kabul etti. Sadece Şam'da bulunan Muaviye kabul etmedi.[5]

Abdullah b. Ömer ve Ehlisünnet ve'l-Cemaat'e göre Muaviye'yi öldürmek vacipti. Çünkü o, İslam ümmetinin birliğini, hilafete geçebilmek sevdasıyla tehlikeye attı. Biz, bu hükmü Sahih-i Müslim'in Resul-i Ekrem'den (s.a.a) naklettiği şu rivayete dayanak veriyoruz: «Peygamber efendimiz buyuruyor ki, "İki halifeye biat edildiğinde bunlardan ikinciyi öldürün!" »[6]

Yine Sahih-i Müslim'de Resul-i Ekrem'in (s.a.a) şöyle buyurduğu rivayet edilmiştir: "Kim bir imama biat eder, elinin ayasını ve kalbinin semeresini ona verirse (ona gönül hoşluğuyla biat ederse), ona itaat etsin. Onunla çatışan bir başkası gelirse, sonrakinin boynunu vurun!" [7]

Ne var ki, Abdullah b. Ömer, Kurân'a ve Peygamber'e uyarak Muaviye'yle savaşacağı yerde Müslümanların halifesiyle savaşmayı ve ona karşı fitne çıkarmayı tercih etti. Biz görüyoruz ki, Abdullah, tüm Müslümanların icma ile biatinde birleştiği Hz Ali'ye (a.s) yüz çevirmiş; onun yerine zamanının imamına itaatsizlik eden, onunla savaşan, günahsız insanların kanını akıtan ve etkisi bugünlere kadar gelen fitnelerin çıkmasına neden olan Muaviye gibi birine biat etmeyi yeğlemiştir.

Bundan dolayı ben, şahsen, Abdullah b. Ömer'in Muaviye'nin tüm cinayet ve ihanetlerine ortak olduğuna inanıyorum. Zira Abdullah, Allah'ın ve Peygamber'inin onlara ve çocuklarına haram kıldığı hilafet makamının Muaviye'ye ulaşmasına yardımcı olmuş, onun saltanatını sağlamlaştırmıştı. Nitekim hadiste de hilafetin onlara haram kılındığı rivayet edilmiştir.

Abdullah b. Ömer bunlarla da yetinmeyip içkili, bozguncu ve imandan uzak biri olan melunlar melunu Yezid'e biat etti. Oysa Yezid, azat edilmiş bir babanın azat edilmiş oğluydu. Eğer İbn-i Sâd'ın Tabakat adlı kitabında yazdığına bakılacak olursa; "(Ömer'e göre), hilafet makamı, azat edilen hiçbir kimsenin layık olmadığı bir makamdır ve bu makam, (Mekke'nin) fethinden sonraki Müslümanlara ve onların çocuklarına dahi düşmez."[8]

"O halde nasıl olur da Abdullah, babasıyla muhalefet edebilir?" diye sormayın. Çünkü hilafet konusunda Kurân ve sünnete muhalefet etmekten geri kalmayan kimse, hâliyle de babasının görüşleriyle muhalefet edebilir.

Acaba bu durumda Abdullah b. Ömer'e şöyle sorabilir miyiz: Hangi icma ile Yezid'e biati kabul ettin? Ümmetin temiz insanları ne zaman onunla biatleşti? Bütün muhacir ve ensar, hatta cennet gençlerinin efendisi İmam Hüseyin (a.s), Abdullah b. Zübeyr ve Abdullah b. Abbas, taraftarlarıyla birlikte Yezid'e biat etmekten kaçınmadılar mı?

Abdullah b. Ömer'in başlangıçta Yezid'e biat etmediğini herkes bilir. Ama Muaviye onun kalbini nasıl çalacağını biliyordu. Nihayetinde ona yüz bin dirhem gönderdi. Sonra da oğlu Yezid'e biat edilmesi hakkında bir konuşma yaptı. Abdullah b. Ömer bunu duyunca, "Onun benden daha önce istemiş olduğu şey budur? Demek ki benim dinim çok ucuzmuş!" dedi.[9]

Evet, Abdullah b. Ömer kendi de itiraf ettiği gibi dinini çok ucuza sattı. Takva ehlinin önderi Ali'ye (a.s) biat etmekten kaçındı, ama isyankârların önderi Muaviye'ye ve bozguncuların önderi Yezit'e biat etmek için çok acele etti. Böylece zalim Muaviye'nin tüm günahlarını üzerine almış oldu. Hiç şüphesiz o, Yezid'in cinayetlerini de üzerine almış oluyordu. Daha da öteye, Peygamber'in hürmetini ayaklar altına alarak cennet gençlerinin efendisinin, Peygamber ailesinin ve ümmetin pak insanlarının Kerbela'da şehit edilmesinden ve daha sonraları meydana gelen Harra Olayı'ndan[10] da sorumludur.

Abdullah b. Ömer, yezide biat etmesi yetmezmiş gibi halkı ona biat etmeye zorluyor, ona yönlendiriyor ve ona karşı ayaklanma çıkarmak isteyenleri korkutuyordu.

Buharî, Sahih'inde şöyle nakleder: (Medine halkı Yezid'i hilafetten azlettikten sonra) Abdullah b. Ömer çocuklarını, çevresini ve kölelerini etrafına toplayarak onlara şöyle seslendi: «Biz, bu adama Allah ve resulünün biatiyle biat ediyoruz.[11] Ben Resulullah'ın şöyle buyurduğunu duydum: "Kıyamet gününde hainler için bir bayrak açılacak ve 'Bu, falancanın ihanetidir!' denilecek. Şirkten sonra Allah'a karşı yapılabilecek en kötü hıyanet, birine Allah ve resulünün biatiyle biat ettikten sonra onu bozmaktır." [12] Sakın ola Yezid'in hilafetini reddetmeyin veya bu duruma seyirci kalmayın veyahut da böyle bir işin içinde hazır bulunmayın. Aksi takdirde onunla aram açılır!»[13]

Yezid, Abdullah b. Ömer'in yardımı ve halkı biate teşvikiyle güçlendi. Çok geçmeden Müslim b. Ukbe komutanlığında bir ordu hazırlayarak Peygamber'in Medine'sine gönderdi. Onlara canlarının istediği her şeyi yapabilmeleri konusunda izin verdi. Müslim b. Ukbe ve ordusu on bin sahabeyi katletti, kadınlarını cariye olarak aldı, mallarını yağmaladı. Belazerî'ye göre, yedi yüz Kurân hafızı öldürüldü. Kadınlara ve kızlara tecavüz edildi. Bu tecavüz yüzünden zinadan türeme binin üzerinde çocuk dünyaya geldi. Sonra da Yezid'in kulu-kölesi olduklarına dair Medinelilerden biat alındı.

Acaba Abdullah b. Ömer bütün bu işlerde onlarla ortak sayılmaz mı? Yezid'i destekleyen ve halkı ona biat etmeye teşvik eden o değil miydi? Artık ben son kararı araştırmacıların vicdanına bırakıyorum!

Abdullah b. Ömer, bunlarla da yetinmeyip "melun, azade, kertenkele ve bozguncu" lakaplarıyla tanınan Mervan b. Hakem'e bile biat etti. Oysaki Mervan, İmam Ali (a.s) ile savaşmış, Talha'yı öldürmüş ve yüz kızartıcı suçlar işlemişti.

Ömer'in oğlu bununla da yetinmedi. Birkaç adım daha ileri giderek Haccac b. Yusuf'a dahi biat etti. Hâlbuki Haccac, zamanının en büyük kâfiri idi. Kuranla alay ediyor, "Kurân, Arapların (savaşlarda) okuduğu recezlerden[14] ibarettir" diyordu. Efendisi Abdulmelik b. Mervan'ı Peygamber'den de üstün görüyordu. Haccac'ın bozgunculuğunu Şiî-Sünnî herkes bilir. Öyle ki, tarihçiler, bütün İslamî temellerin onun tarafından yıkıldığını yazmışlardır.

Hafız b. Asakir, kendi Tarih'inde şöyle yazar: "Bir gün, iki kişi Haccac hakkında tartıştı. Biri Haccac'ın kâfir olduğunu, diğeri de yoldan çıkmış bir mümin olduğunu savunuyordu. Derken tartışma kavgaya dönüştü. Sonunda hakemlik yapması için meseleyi Şubî'ye açtılar. Şubî de onlara şöyle dedi: O, puta ve tağuta tapar, yüce Allah'ı ise inkâr eder."[15]

Haccac, bütün ilahî yasakları çiğneyecek kadar pervasız ve aşağılık biriydi. Tarihçilerin yazdıklarına göre, Haccac, ihlâs sahibi müminleri, özellikle de Ehlibeyt (a.s) dostlarını öldürüp işkence etmede oldukça ileri gitmişti. İnsanların uzuvlarını keserek onlara işkence ediyor, sonra da öldürüyordu. Halk, Haccac'ın elinden çektiği kadar kimseden çekmemişti.

İbn-i Kuteybe, Tarih'inde şöyle yazar: "Haccac, bir günde yetmiş bin küsur insanı öldürdü. Döktüğü kanlar mescit kapısından sokağa akıyordu."[16]

Tirmizî de Sahih'inde şöyle der: "Haccac'ın elleri ve ayakları bağlı olarak öldürdüğü topluluğu saydılar. Nihayet, sayılarının 120 bin kişiden daha fazla olduğunu gördüler."[17]

İbn-i Asakir de yine Tarih'inde Haccac tarafından öldürülenlerin sayısına değindikten sonra şöyle der: "Haccac'ın ölümünden sonra zindanında seksen bin kişi buldular. Bunların otuz bini kadınlardan oluşuyordu."[18]

Haccac sürekli kendini (hâşâ) yüce Allah'a benzetirdi! Ne zaman zindanının yanından geçecek olsa, zindandakilerin feryadını duyar, onlara "Defolun gidin, benimle konuşmayın!" derdi.

İşte bu Haccac, yıllar önce Peygamberimiz (s.a.a) henüz sağlığındayken hakkında şöyle buyurduğu kimseydi: "Sakif kabilesinde yalancı ve bozguncu biri var!" Ne ilginçtir ki, bu hadisin ravisi de Abdullah b. Ömer'in ta kendisidir![19]

Evet, Abdullah b. Ömer, Peygamber'den (s.a.a) sonra yeryüzünün en faziletli insanına biat etmedi, ona yardımcı olmadı ve arkasında namaz kılmadı. Böylece Allah da onu zelil etti. Biat için Haccac'a gittiğinde, "Allah resulünün şöyle dediğini işittim: Eğer biri ölür de boynunda bir başkasının biati olmazsa cahiliye ölümüyle ölmüştür!" dedi. Bunun üzerine melun Haccac onu aşağıladı. Ayağını onun elinin üzerine koyarak, "Ellerim şu an için meşgul, o halde ayaklarımla biat et!" diye çıkıştı. Ömer'in oğlu işte bu kâfir Haccac'ın ve onun veziri olan Necdet b. Amir'in[20] arkasında namaz kılıyordu.[21]

Hiç şüphesiz Abdullah b. Ömer'in bunların arkasında namaz kılmasının sebebi, her namazdan sonra İmam Ali'ye (a.s)'a lanet okumalarıydı. O da bundan dolayı mutlu oluyordu. Bu yüzden görüyoruz ki, Ehlisünnet'e göre iyi, kötü, mümin ve fasık ayırt edilmeden bunların arkasında namaz kılınabilir. Nitekim delil sunma safhasında da önderleri ve fakihleri olan Abdullah b. Ömer'in kâfir olan Haccac'ın ve Haricî olan Necdet b. Amr'ın arkasında namaz kılmasını gösterirler.

Oysaki Peygamberimiz (s.a.a) şöyle buyuruyor: "Cemaat imamlığını üstlenecek şahıs, Allah'ın kitabı Kurân'ın okunuşunu herkesten daha iyi bilmelidir. Eğer okumada eşitlerse, sünnetimi daha iyi bilen biri, eğer sünnette de eşitlerse, hicrette daha öncelikli biri, eğer hicrette de eşitlerse, İslam'da daha öncelikli biri namaz kıldırmalıdır." [22] Evet, onlar bu sözü hiç dikkate almıyorlar.

Kurân, sünnet, hicrette öncelik ve İslam'da öncelik olmak üzere hadiste geçen bu dört özelliğin hiçbiri, Abdullah b. Ömer'in biat ettiği ve arkalarında namaz kıldığı Muaviye, Yezid, Mervan, Haccac ve Haricî Necdet'te yoktu. Abdullah b. Ömer'in ihtilaf edip kenara attığı Peygamber sünnetlerinden biri de buydu. O, sünnete değil, sünnetin tersine amel etti. Zira Peygamber'in (s.a.a) tertemiz Ehlibeyt'inden olan İmam Ali (a.s) bu sıfatların hepsine, hatta daha fazlasına sahipti. Ama o bunlara sırtını döndü; onun yerine dinsizlere, Haricîlere, fasıklara ve Allah düşmanlarına yöneldi, onların arkasında namaz kıldı.

Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in önde gelen fakihlerinden biri olan Abdullah b. Ömer'in, Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünnetiyle o kadar çok muhalefeti var ki, bunların hepsini bir araya getirecek olursak ayrı bir kitap ortaya çıkar. Biz, burada, Ehlisünnet kaynaklarına dayalı sadece birkaç örnekle yetiniyoruz:

Abdullah b. Ömer'in Kitap ve Sünnet ile Muhalefeti

Allah-u Taâla Kurân-ı Kerim'de şöyle buyurur:

"İnananlardan iki grup, birbiriyle savaşa girişirse hemen aralarını bulun, bir bölüğü, öbürüne saldırırsa o saldırganlarla, Allah'ın emrine itaat edinceye dek savaşın." [23]

Peygamberimiz de (s.a.a) şöyle buyurmuştur: "Ey Ali! Sen benden sonra biatlerinden dönenler (nakisîn), zalimler (kasitîn) ve isyancılarla (marikîn) savaşacaksın."

Abdullah b. Ömer Kurân ve sünnete açıkça muhalefet etmiştir. Hatta muhacir ve ensardan oluşan ve İmam Ali'nin yanında yer alan ümmetin icmaına da muhalefet ederek, "Ben fitneler anında savaşmam ve savaşı azgın biri de kazansa, arkasında namaz kılarım!" demiştir.[24]

İbn-i Hacer der ki: "Abdullah b. Ömer, kimin hak, kimin batıl olduğu bilinse bile fitne anında savaşmamak gerektiğine inanıyordu."[25]

Ne kadar da ilginç! Abdullah b. Ömer kimin hak, kimin batıl olduğunu bildiği halde yerinden kıpırdayıp da hakka yardım etmekten çekiniyor ve batılı yok ederek Allah'ın emirlerini yerine getirmiş olmak istemiyor. Bu da yetmiyor, batıl da olsa, galip gelenin arkasında namaz kılınabileceğini söylüyor. Zaten kendi de pratikte bunu göstermişti. Muaviye galip gelip İslam ümmetine musallat olduğunda Abdullah b. Ömer, Muaviye'nin bütün cinayetlerini ve günahlarını bildiği halde ona biat etti ve arkasında namaz kıldı.

Batıl ehli hak ehlini, yani Ehlibeyt imamlarını zulümle ortadan kaldırmaya çalışmış, onlarla savaşmıştır. Abdullah b. Ömer de hakkı tamamen boşlamış, hayatı boyunca beş Ehlibeyt imamının döneminde yaşamış olmasına rağmen onlardan hiçbirinin arkasında namaz kılmamış, onlarla oturmamış ve onların fazileti hakkında bir tek hadis bile nakletmemiştir.

Biz, daha önceki konularda Abdullah b. Ömer'in görüşüne göre 12 imamın kimler olduğunu yazmıştık. O, şöyle diyordu: "Ebubekir Sıddık, Ömer Faruk, Osman Zinnureyn, kutsal toprakların padişahları Muaviye ve oğlu (Yezid), Seffah, Selam, Mensur, Cabir, Mehdi, Emin ve Emir-i Usb. Bunların hepsi Benî Kâb b. Luvî kabilesindendir ve hilafete layık kimselerdir. Onlar gibi kimse bulunmaz!!"[26]

Acaba bu kimseler arasında Peygamberimizin Kurân'la aynı safhada gösterdiği ve kurtuluş gemisi olarak addettiği Ehlibeyt imamlarından (a.s) birinin adını görebiliyor musunuz? İşte, bu yüzdendir ki sizler, Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in peşinden gittiği imamlar ve halifeler listesinde Ehlibeyt imamlarından (a.s) birini dahi göremezsiniz. Bunlar Abdullah b. Ömer'in Kitap ve sünnetle olan muhalefetleriydi. Onun cehaleti hakkında da söylenecek çok şey var. Mesela; Peygamber efendimizin, kadınların ihramdayken dikilmiş ayakkabı giymelerinin caiz olduğuna dair emrini bilmiyor, bu yüzden de onun haram olduğuna dair fetva veriyordu.[27]

Bir diğer konu da sahip olduğu tarlaları kiraya vermesi konusuydu. Tarlalarını Resul-i Ekrem (s.a.a), Ebubekir, Ömer, Osman ve Muaviye döneminde kiraya verirdi. Bir gün sahabelerden biri ona Peygamberimizden hadis naklederek bu işin haram olduğunu söyleyinceye kadar buna devam etti.[28]

Ehlisünnet ve'l-Cemaat'in bu fakihi, o zamana kadar tarlayı kiraya vermenin haram olduğunu bilmiyormuş. Demek ki, Peygamber (s.a.a) döneminden Muaviye dönemine kadar geçen 50 yıl içerisinde Abdullah, bu eylemin caiz olduğuna dair fetva vermiştir.

Ayşe, öpmenin abdesti bozduğu konusunda onunla muhalefet etmiştir. Ayrıca Abdullah b. Ömer, ailelerin ölen yakınlarına ağlamasını hoş karşılamıyor, bunun, ölen kimsenin azabını artıracağını söylüyordu. Sabah ezanı, bir aylık sürenin 29 gün olduğu ve daha birçok konuda Ayşe'yle muhalefet etmiş, onun görüşünü kabul etmemişti.

Buharî ve Müslim, Sahih'lerinde, kendi senetleriyle şöyle rivayet ederler: Birileri Abdullah b. Ömer'e, "Ebu Hureyre, Resulullah'ın (s.a.a) 'Kim bir cenazenin arkasından yürürse, bir kırat[29] sevap alır' buyurduğunu söylüyor" deyince Abdullah, "Ebu Hureyre çok konuşuyor!" diye karşılık verdi. Ayşe de Ebu Hureyre'nin sözünü onaylayarak "Ben de Peygamber'den böyle işittim" dedi. Bunun üzerine Abdullah şu cevabı verdi: "Desenize; o zaman biz çok kırat kaybetmişiz!"[30]

Ömer b. Hattab'ın, oğlu Abdullah için söylediği şu söz, sanırım onun nasıl biri olduğunu anlamamız için yeterli olacaktır: Dalkavuğun biri Ömer'i ölüm döşeğinde ziyaret ederek "Oğlun Abdullah'ı halife olarak tanıt!" diye bir teklifte bulundu. Bunun üzerine Ömer şu cevabı verdi: "Karısını dahi nasıl boşaması gerektiğini bilmeyen birini yerime nasıl bırakabilirim?"

Evet, Ömer, oğlunu işte böyle tanımlıyor. Kimse onu babasından daha iyi tanıyamaz. Efendisi Muaviye'ye hizmet etmek için çok sayıda uydurma hadis rivayet etmiştir. Örnek olarak şu rivayetine değiniyoruz:

Abdullah b. Ömer der ki: "Peygamberimiz bir gün şöyle buyurdu: Birazdan cennetliklerden biri gelecek. Bir süre sonra gördük ki Muaviye geldi. Ertesi gün Peygamberimiz yine "Birazdan cennetliklerden biri gelecek" dedi. Yine Muaviye geldi. Bir sonraki gün de aynı sözü tekrarladı ve yine Muaviye geldi!"

Abdullah b. Ömer, başka bir rivayetinde de şöyle demiştir: "Ayetel Kürsî nazil olduğunda Resul-i Ekrem (s.a.a) Muaviye'ye bunu yazmasını emretti. Muaviye, "Eğer yazarsam ödülüm nedir?" diye sordu. Peygamberimiz de, "Onu kim okursa sevabından sen de alacaksın" buyurdu.

Abdullah, bir başka rivayetinde de Peygamberimizin şöyle buyurduğunu söylemiştir: "Biliniz ki kıyamet gününde Muaviye, bedeni iman nuruna bürünmüş bir şekilde haşredilecektir!"

Ehlisünnet ve'l-Cemaat, önderleri olan Muaviye'yi cennetle müjdelenen on kişinin arasına neden almamışlar, bilemiyorum. Hâlbuki bir diğer öncüleri olan Abdullah b. Ömer, üç gün peş peşe cennetlik olarak Muaviye'nin geldiğini iddia ediyor ve fazileti hakkında birçok hadis rivayet ediyor.

Kıyamet gününde insanlar çıplak ve yalın ayak bir şekilde haşredil-diklerinde güya herkesten üstün olan Muaviye nurdan bir deriyle dirilecekmiş! Gel de inan!

İşte Abdullah b Ömer ve işte onun ilmî konumu; işte onun fıkhı ve işte onun Kurân ve sünnetle olan muhalefeti… Bir yanda Müminlerin Emiri ve pak Ehlibeyt imamlarıyla (a.s) olan düşmanlığı, bir yanda da Allah, Peygamber ve insanlık düşmanlarıyla olan dostluğu…

Acaba Ehlisünnet ve'l-Cemaat, bugün bu gerçeğin farkında değil mi? Muhammedî (s.a.a) sünnet sadece Peygamber'in tertemiz Ehlibeyt'ine bağlı kalan İmamiye Şiîlerindedir.

"Ateş ehliyle cennet ehli bir değildir; asıl kurtuluşa erenler cennet ehlidir." [31]
__________________
Kaynak:

[1]-Sahih-i Buharî, c.4, s.191; Sahih-i Müslim, c.7, s.114. Aynı rivayeti Malik ve diğerleri de nakletmişlerdir.

[2]-Sahih-i Buharî, c.2, s.158, Kitabu'ş-Şehadât, Buluğu's-Sübyan babı; Sahih-i Müslim, c.6, s.30, Kitabu'l-İmare, Sinnu'l-Buluğ babı.

[3]-Sahih-i Buharî, c.5, s.76; Sahih-i Müslim, c.5, s.195. Bu hadisi Tirmizî, Nesaî, Ahmed b. Hanbel, Ebu Davud ve birçokları kitaplarında nakletmişlerdir.

[4]-Tarih-i Taberî, c.4, s.238; Tarihu'l-Hulefa, Suyutî, s.154; Tarih, İbn-i Kuteybe, c.1, s.30; Müsned, Ahmed b. Hanbel, c.1, s.75.

[5]-Fethu'l-Barî, İbn-i Hacer, c.7, s.58.

[6]-Sahih-i Müslim, c.6, s.23; Müstedrek, Hakim, c.2, s.156; Sünen-i Beyhakî, c.8, s.144.

[7]-Sahih-i Müslim, İmara kitabı, 10. bab, Hadis: 1844; Sünen-i Beyhakî, c.8, s.169, Sünen-i İbn-i Mace, c.3, s.958.

[8]-et-Tabakatü'l-Kübra, İbn-i Sâd, c.3, s.248.

[9]-Ensabu'l-Eşraf, Belazerî, c.4, s.38; İstiab, İbn-i Abdülbirr, c.2, s.396; Usdu'l-Gabe, c.3, s.289; Sünen-i Beyhakî, c.8, s.159; Tabakat, İbn-i Sâd, c.4, s.182.

[10]-Harra Olayı: Yezid'in Medine'ye vali olarak atadığı Osman b. Muhammed b. Ebusüfyan'ın, Mervan b. Hakem ve diğer Emevîlerle birlikte halk tarafından şehirden kovulması, halkın "Peygamber (s.a.a) evlatlarının katili olan, yakınlarıyla cinsel ilişkiye giren, namaz kılmayan ve gününü içki içmekle geçiren biri hilafete layık değildir!" diyerek Yezid'i hilafetten azledip onun yerine Abdullah b. Hanzale'-ye biat etmesi neticesinde Yezid, Müslim b. Ukbe komutanlığında Medine'ye büyük bir ordu yolladı. Onlara üç gün boyunca diledikleri her şeyi yapabilmeleri konusunda izin verdi. Böylece onlar Medine halkını bir bir kılıçtan geçirip kadınlarına ve kızlarına alenen tecavüz ettiler, mallarını yağmaladılar. Canlarını korumak için Resul-i Ekrem'in (s.a.a) haremine sığınan Müslümanları kadın-çocuk dinlemeden kılıçtan geçirdiler. Atlarıyla Harem-i Şerif'i kirlettiler. Üç gün içerisinde 12 bin kız bakireliğini yitirdi, binlerce kadın dul ve on binlerce çocuk yetim kaldı, sokaklar kan gölüne döndü. İslam aleminin yüreklerini parçalayan bu olaya tarihte Harra Olayı adı verilir.

[11]-Acaba Allah ve resulü, cani ve fasık kimselere biat etmeyi mi emretmişlerdir, yoksa pak ve Allah dostu kimselere mi? Nitekim Allah-u Taâla şöyle buyurmuştur: "Sizin veliniz ancak Allah'tır, resulüdür ve iman edenlerdir. (Bu iman edenler) öyle kimselerdir ki namaz kılarlar ve rükû hâlinde zekât verirler." (Maide, 55)

[12]-Keşke İbn-i Ömer, bunu Talha ve Zübeyr'e demiş olsaydı! Onlar İmam Ali'ye (a.s) biat ettikten sonra biatlerini bozup onunla savaştılar. Keşke Ehlisünnet ve'l-Cemaat, şahsiyetleri sınıflandırma konusunda da bu hadise amel etselerdi. Eğer biat bozmak şirkten sonra Allah'a karşı işlenen en büyük günahlardan biri ise, o zaman Talha ve Zübeyr'e ne demeli? Zira onlar biatlerini bozmakla kalmamış, masum insanları kılıçtan geçirmiş, saygınlık perdesini yırtmış, Beytü'l-Mal'ı yağmalamış ve kendi yaptıkları antlaşmalara kendileri ihanet etmişlerdi.

[13]-Sahih-i Buharî, c.1, s.166; Müsned-i Ahmed, c.2, s.48; Sünen-i Beyhakî, c.8, s.159; et-Tabakatü'l-Kübra, İbn-i Sâd, c.4, s.183.

[14]-Recez: Arap geleneklerinde savaşlarda okunan ve meydan okumak anlamına gelen yiğitlik şiirlerine denir. Çev.

[15]-Tarih, İbn-i Asakir, c.4, s.251.

[16]-Tarih-i Hulefa, İbn-i Kuteybe, c.2, s.26.

[17]-Sahih-i Tirmizî, c.4, s.433.

[18]-Tarih, İbn-i Asakir, c.4, s.249.

[19]-Sahih-i Tirmizî, c.4, s.432; Müsned, Ahmed b. Hanbel, c.2, s.26 ve s.91-92.

[20]-Necdet b. Amir, aynı zamanda Haricîlerin de öncüsüydü.

[21]-Tabakatü'l-Kübra, İbn-i Sâd, c.4, s.149; el-Muhalla, İbn-i Hazm, c.4, s.213.

[22]-Sahih-i Müslim, c.2, s.133; Sahih-i Tirmizî, c.1, s.459; Sünen, Ebu Davud, c.1, s.159.

[23]-Hucurat, 9.

[24]-Tabakatü'l-Kübra, c.4, s.110.

[25]-Fethu'l-Bari, c.13, s.39.

[26]-Tarih-i Hulefa, Suyutî, s.140; Kenzu'l-Ummal, c.6, s.67; Tarih, İbn-i Asakir ve Tarih, Zehebî.

[27]-Sünen-i İbn-i Davud, c.2, s.166-167; Sünen-i Beyhakî, c.5, s.51; Müsned-i Ahmed, c.2, s.29.

[28]-Sahih-i Buharî ve Sahih-i Müslim, c.5, s.21.

[29]-Kırat: İslâm ülkelerinde, basılmış madenî paraları ve kıymetli maddeleri tartmak için kullanılan bir ölçü birimidir. Ortalama dört buğday veya beş arpa tanesi ağırlığında bir ölçüdür. Bu miktar bazı ülkelerde farklıdır. Tarihte de bunun için farklı farklı ölçüler kullanıldığı olmuştur. Kıratlar, hafif ağırlık ölçülerinden olup, elmas gibi kıymetli eşya ve mücevheratı tartmada kullanılmıştır. Bir kırat 0,200046 gram, yani bir gramın milyonda iki yüz bin kırk altısına eşittir. Çev.

[30]-Sahih-i Buharî, c.2, s.89, Cenazeler kitabı, Cenazelerin Arkasından Gitmenin Fazileti babı.

[31]-Haşr, 20.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Re: Ehl-i Sünnet Ve'l- Cemaat'in Öncüleri

Mesaj gönderen f_altan »

12- Abdullah b. Zübeyr


Babası, Cemel Savaşı'nda öldürülen Zübeyr b. Avvam'dır. Cemel savaşı, nebevî sünnette Nakislerin (biatten dönenlerin) Savaşı diye geçer. Annesi Ebubekir b. Kuhafe'nin kızı Esma, teyzesi Ebubekir'in kızı ve Peygamberimizin hanımı olan Ayşe'dir. Hz. Ali'nin (a.s) en büyük düşmanlarındandır. Dedesi Ebubekir'in hilafetiyle ve halası Ayşe'yle gurur duyuyordu. Bu ikisinden miras aldığı kinle yetişti.

Hz. Ali (a.s), Abdullah'ın babası Zübeyr'e şöyle derdi: "Biz, bozguncu oğlun büyüyüp aramızı açıncaya kadar seni hep Abdulmutta-lib'in çocuklarından biri olarak görürdük."

Cemel Savaşı'nın önemli unsurlarından ve öncülerinden olduğu herkesçe bilinen bir gerçektir. Hatta Ayşe onu halka namaz kıldırması için görevlendirmiştir. Bu olay, Talha ve Zübeyr'in Ayşe tarafından kenara alındığı bir dönemde gerçekleşmişti. Çünkü o zamanlar Talha ile Zübeyr birbirleriyle çatışma içerisindeydi ve ikisi de bu makama göz dikmişti.

Rivayete göre, teyzesi Ayşe'ye elli kişiyi şahit göstererek Hav'eb Suları'nın orası olmadığına dair yemin ettiren kimse de oydu. Ayşe, bu tanıklığın ardından yoluna devam etti ve Hz. Ali (a.s) ile savaşa koyuldu.

Abdullah b. Zübeyr, babasını korkaklıkla suçlamış ve azarlamıştı. Çünkü Hz. Ali, Resul-i Ekrem'in (s.a.a) hadisini Zübeyr'e hatırlattığında o, zulüm üzere Hz. Ali'yle savaşmakta olduğunu fark etmiş ve onunla savaşmaktan vazgeçmişti. Oğlunun azarlaması çoğalınca ona hitaben, "Sana ne oluyor? Meğer ne uğursuz bir evlatmışsın sen!" diye çıkıştı.[1]

Abdullah, babasını azarlamaktan, bu konuda onu eleştirmekten ve kışkırtmaktan geri kalmadı. Sonunda bu uygulamalara dayanamayan Zübeyr, oğlunun ısrarlarına yenik düştü, İmam'la (a.s) savaştı ve öldürüldü. Böylece babasının onun hakkında söylemiş olduğu "Meğer ne uğursuz bir evlatmışsın sen!" sözü yerini bulmuş oldu.

Bu rivayeti naklettik, çünkü Zübeyr ve uğursuz oğlu Abdullah'ın ne kadar kinci kişiliklere sahip olduklarını ortaya koymaktır. Zübeyr'in savaş meydanını kolay kolay terk etmesi, yardımcıları olan Talha'yı, Basra'dan getirdiği adamlarını, kölelerini ve hizmetçilerini yalnız bırakması mümkün değildi. Baldızı olan Ayşe'yi ölüme terk edemezdi. Hatta onun bunları terk edebileceğini kabul etsek de bunlar, özellikle de oğlu Abdullah'ı yalnız bırakmazlardı.

Tarihçiler Abdullah b. Zübeyr'in, Hz. Ali'ye (a.s) küfrettiğini, ona lanet okuduğunu ve şöyle dediğini yazarlar: "O aşağılık insan (Hz. Ali'yi kastediyor) sizin yanınıza geldi…"

Abdullah b. Zübeyr, Basra halkına hitaben bir konuşma yapmış, onları Hz. Ali'ye karşı savaşa teşvik etmiş ve şunları söylemişti: "Ey insanlar! Ali, hak halife olan Osman'ı mazlum bir şekilde öldürmüştür. Şimdi de şehrinizi elinizden almak için ordu hazırlıyor. O halde erkek gibi davranın ve halifenizin kanını isteyin! Ailenizin, çocuklarınızın, kadınlarınızın, kızlarınızın ve şerefinizin savunuculuğunu yapın! Bilesiniz ki Ali'ye bu işte kendisinden başka kimse inanmıyor. Allah'a ant olsun ki eğer Ali size galip gelecek olsa, dininizi de dünyanızı da yok edecektir!"[2]

Onun Haşim oğullarına, özellikle de Hz. Ali'ye düşmanlığı o kadar derindi ki, "Ben salâvat getirdiğim zaman bazıları (Hz. Ali) kibirleniyorlar!" diyerek kırk Cuma, hutbelerde Hz. Muhammed'e (s.a.a) salâvat getirmekten kaçınmıştı.[3] Eğer Abdullah'ın düşmanlığı Peygamber'e salâvat getirmeyi engelleyecek kadar ilerlemişse, bütün kötülükleri Hz. Ali'ye nispet vermesi ve halka karşı onu kötülemesine de şaşmamak gerekir. Nitekim onun Basra'daki halkı savaşa hazırlamak için yaptığı konuşmayı gördünüz; şöyle diyordu: "Allah'a ant olsun ki eğer Ali size galip gelecek olsa, dininizi de dünyanızı da yok edecektir!"

Bu, apaçık bir yalandır. Abdullah'ın kalbinde hakka dair yer kalmadığını gösteren ve onun tarafından atılan bir iftiradır. Zira tarih de bunu gösteriyor ki, Hz. Ali onlara galip geldiğinde ve esirler arasında Abdullah b. Zübeyr olduğu halde Müminlerin Emiri Hz. Ali onların hepsini bağışladı ve azat etti. Ayşe'ye hürmet gösterip onu Medine'deki evine gönderdi. Ordusunun yaralıları öldürmesine, kadınları ve çocukları, köle veya cariye olarak almalarına izin vermedi. Hatta İmam'ın bu tavrı, kendi ordusu içerisinde itirazlara sebep oldu.

Hz. Ali (a.s), kitap ve sünneti baştan sona herkesten daha iyi biliyordu. Kimse onun sahip olduğu ilme sahip değildi. Buna rağmen ordusunda bulunan bazı münafıklar bu durumdan rahatsız oldu diğerlerini de İmam'a karşı kışkırttı. "Nasıl olur da onlarla savaşmak caiz olduğu halde kadınları bize haram olur?" diyorlardı. Askerlerin çoğu bu sözlerden etkilenmişti. Ama Ali (a.s), Kurân'dan deliller getirerek şu cevabı verdi: "Aranızda kura çekin; bakalım ananız Ayşe hanginize düşecek?" Bu sözü duyanlar yaptıklarının büyük bir hata olduğunu anlamış, İmam'a (a.s) hak vermiş ve "Allah bizi bağışlasın, biz hata yaptık ve sen haklısın" demişlerdi.

Abdullah b. Zübeyr'in sözleri yalan ve iftiradan ibaretti. Çünkü Ali'ye (a.s) duyduğu kin kalbini ve gözlerini kör etmişti. İmanını söküp atmıştı. Ama yine de Abdullah b. Zübeyr tövbe etmedi ve bu savaştan alması gereken dersi almadı. Bilakis öfkesi daha da şiddetlendi ve Ehlibeyt'e (a.s) karşı var gücüyle mücadele etmeye devam etti.

Tarihçilerin yazdıklarına göre, Abdullah, İmam Ali'nin (a.s) şeha-detinin ardından tekrar ayağa kalktı ve kendisini müminlerin emiri olarak tanıttı. Etrafında topladığı insanlarla bir güç oluşturdu. Aralarında İmam Ali'nin evlatlarından Muhammed b. Hanefiye ve İmam Hasan'ın (a.s) da bulunduğu Haşim oğullarından on dokuz kişiyi hapsetti. Zindanın etrafını bol miktarda odunla doldurup ateşe verdi. Eğer Muhtar'ın ordusu yetişip ateşi söndürmeseydi, Abdullah b. Zübeyr arzusuna kavuşacaktı.[4]

Mervan b. Hakem, Haccac'ın komutasında bir ordu göndererek Abdullah b. Zübeyr'i abluka altına aldı. Bir süre sonra yakalanan Abdullah, Haccac tarafından Harem-i Şerif'te (Mekke'de) darağacına asılarak idam edildi. Abdullah b. Zübeyr'in hayatı böylece sona erdi. Babasının da sonu böyle olmuştu. İkisi de makam peşindeydiler. Biat toplayıp, liderlik için savaştılar. Öldürdüler, öldürüldüler. Ne var ki amaçlarına ulaşamadılar.

Abdullah b. Zübeyr'in, düşmanlık güttüğü Ehlibeyt'in (a.s) fıkhıyla çelişen fıkhî görüşleri de vardır. Mesela, ona göre geçici evlilik haramdır. Bir keresinde Abdullah, İbn-i Abbas'ı "Ey kör! Eğer geçici evlilik yaparsan seni taşlayarak öldürtürüm!" diye tehdit etmiş, İbn-i Abbas da ona şöyle cevap vermişti: "Benim gözüm kör olabilir, ama senin kalbin kördür. Geçici evliliğin helal olup olmadığı konusunda şüphen varsa, git bunu annene sor!"[5]

Bu bölümde sözü daha fazla uzatmak istemiyorum. Amacımız Abdullah b. Zübeyr'in muhalefetlerini ve bilgisi olmadığı konularda dahi görüş bildirmiş olduğunu ortaya koymak idi.

İyisiyle, kötüsüyle bütün sahabeler tarihte kaldı ve zavallı ümmet kan deryasında ve sapkınlık okyanusunda yalnızlığa itildi. Çoğu hak ile batılı birbirinden ayırt edemiyordu. Nitekim Talha, Zübeyr ve Sâd b. Ebi Vakkas da bunu itiraf etmişlerdi.

Ama Allah'ın ayetleri ile yürüyen, hak hususunda bir an bile tereddüt etmeyen, haktan hiç ayrılmayan, hakkın da her zaman kendisiyle birlikte olduğu tek bir şahıs vardı:

Müminlerin Emiri İmam Ali (a.s)... Ne mutlu ona itaat edene ve ne mutlu onu kendisine imam edinene!

Allah Resulü şöyle buyurmuştur:

"Ey Ali! Sen ve Şiîlerin kıyamet günü kurtuluşa ereceksiniz."[6]

"Hakka ileten mi uyulmaya daha lâyıktır; yoksa hidayet verilmedikçe kendi kendine doğru yolu bulamayan mı? Size ne oluyor? Nasıl hüküm veriyorsunuz?" [7
_________________
Kaynaklar:

[1]-Tarih, İbn-i A'sem, c.2, s.311; Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.2, s.166.

[2]-Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.1, s.22; Tarih, Mesudî, c.3, s.80.

[3]-Tarih-i Yakubî, c.2, s.261; Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.4, s.61-62.

[4]-Tarih, Mesudî, c.3, s.76-77; Şerh-i Nehcü'l-Belaga, İbn-i Ebil Hadid, c.20, s.127-128.

[5]-Yaşlılık nedeniyle İbn-i Abbas, hayatının sonlarına doğru kör olmuştu. Zübeyr'in oğluna hitaben "Git, annene sor!" demesinden kastı ise, babası Zübeyr ile annesi Esma'nın geçici evlilik yapmış olmalarıydı. Abdullah da bu evlilikten dünyaya gelmişti. Rivayete göre, Abdullah bu olayı annesine sormuş, annesi de şöyle cevap vermişti: "Sana, İbn-i Abbas'la tartışmaya girme dememiş miydim? O, Arapların ayıplarını herkesten daha iyi biliyor!"

[6]-Dürru'l-Mensur fi Tefsiri'l-Me'sur, Celaluddin Suyutî, c.8, s.589, Beyyine suresinin tefsiri bölümü.

[7]-Yunus, 35.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Zülfükaaar
Mesajlar: 214
Kayıt: 04 Eki 2008, 01:25
Konum: İstanbul

Re: Ehl-i Sünnet Ve'l- Cemaat'in Öncüleri

Mesaj gönderen Zülfükaaar »

Allahın resulu Hz. Muhammed Mustafa (S.A.V.) efendimizin yetiştirdiği büyüttüğü amcasının oğlu ve daha sonrada kızı Hz. Fatıma (R.A.) ile evlendirdiği , annesinin Haydar (Aslan) Hz. Peygamberin ise Ali ismini taktığı ve çoğu zamnada mescidde toprağın babası diye tebessüm ettiği , Hayberin fatihi Hz. Ali (R.A.) ve 12 İmamları sevmeyen onlara buğz edenlerden , onu sevenleri katledenlerden her müslüman gibi bende ahirette davacıyım vesselam.....

1400 yıl önce yaşananları değiştirebilme şansımızın olmamasından dolayı yaşananı sadece doğru ve yanlış olarak değerlendirebilme yetisine sahibiz. Asrı Saadet devri Hz. İmam Hüseyinin Şehit edilmesiyle bitmiştir. Son halife Hz. İmam Hüseyindir. Ondan sonra Hilafet bitmiştir. Bu döneme kadar hiçbir meshep ve tarikat yoktur. Sadece kendine Hariciler diyen sapkın bir fırka bulunmaktadır. Eğer islamı yaşayacaksak Peygamber efendimizden Hz. İmam Hüseyin efendimize kadar olan dönemi bilerek öğrenerek onlar gibi olarak yaşayalım . Ama yok amaç islam değil siyasetse herkes varsın bildiği gibi yapsın. Amam bunu yaparkende Asrı Saadete dil uzatmadan yapsın vesselam...!
Fatır Suresi 5. Ayet :Ey insanlar, hiç şüphesiz Allah'ın va'di haktır; öyleyse dünya hayatı sizi
aldatmasın ve aldatıcı(lar) da, sizi Allah ile (Allah'ın adını kullanarak)
aldatmasın.
Ebu Hasaneyn
Mesajlar: 383
Kayıt: 13 May 2009, 03:47
Konum: Hatay'lıyız Hak Muhammed Ali'ye Can feda'yız

Re: Ehl-i Sünnet Ve'l- Cemaat'in Öncüleri

Mesaj gönderen Ebu Hasaneyn »

ismini haketmiyen zulfikaar yazmis:
1400 yıl önce yaşananları değiştirebilme şansımızın olmamasından dolayı yaşananı sadece doğru ve yanlış olarak değerlendirebilme yetisine sahibiz. Asrı Saadet devri Hz. İmam Hüseyinin Şehit edilmesiyle bitmiştir. Son halife Hz. İmam Hüseyindir. Ondan sonra Hilafet bitmiştir. Bu döneme kadar hiçbir meshep ve tarikat yoktur. Sadece kendine Hariciler diyen sapkın bir fırka bulunmaktadır. Eğer islamı yaşayacaksak Peygamber efendimizden Hz. İmam Hüseyin efendimize kadar olan dönemi bilerek öğrenerek onlar gibi olarak yaşayalım . Ama yok amaç islam değil siyasetse herkes varsın bildiği gibi yapsın. Amam bunu yaparkende Asrı Saadete dil uzatmadan yapsın vesselam...!
evet biz ya$ananlari degistiremeyiz ama hakli we haksizi anlayabilme ve kavrayabilme yetenegine sahibiz ayrica asri seadet ALLAHIN OZ NURU MEVLAMIZ SEYYIDIMIZ MUHAMMED MUSTAFA sallallahu aleyhi ve alihi vesellem RABBINE IRTIHAL ETTIKTEN SONRA BITMISTIR...sen hangi asri saadetten bahsediyorsun ehli beyt aleyhisselamin elinden alinan imameti mi :?: velayeti mi :?: haklarini gasbettiklerini mi :?: fedek hurmaligini gasbettiklerini mi :?: gelmis gecmis tum dunya kadinlarinin hanim efendisi olan fatima aleyhisselatu vesselami sehit etmeleri mi :?: hanedani ehli beyt aleyhisselamin evini yakmalari mi :?: isteselerde istemeselerde baslarinin taci olan hz.imam Emir el Mu'minin Ali Bin Ebi Talib aleyhisselami apar topar alip ya biat edersin yada kelleni ucururuz demelerini mi :?: ondan once fatima aleyhisselamin serif karnindaki seyyidimiz muhsin aleyhisselatu vesselami sehit etmeleri mi :?: fatima aleyhisselatu vesselamin gece karanliginda gomulmesi mi :?: imam hasan aleyhisselatu vesselamin sibti resulullahin s.a.a zehirlenmesini mi :?: ikinci sibti resulullah s.a.a olan imam huseyin aleyhisselatu vesselamin hunharca sehid edilmesini mi :?: sen hangi asri saadettesin dostum Allah icin bana aciklar misin :?: anlatsam sabaha kadar anlatirim imamlarinin zulumlerinide kalsin bizim davamiz mah$ere kalsin :cry:
Allahumma salli 3ala Muhammed ve aliy Muhammed ve 3accil ferecehum vel'3en a3da'ehum minel evveliyne vel agirin ilaa kiyami yowmiddiyn ya RAB'BEL HASAN VEL HUSEYN E$'Fiy SADRE FATIMA Bi ZUHUR'EL HUCCET EL MEHDi ALEYHiSSELAM...
LA İLAHE İLLALLAH (celle celelehu) - MUHAMMEDEN (sallallahu aleyhi ve alihi vesellem) RESULULLAH - ALİYYEN (aleyhisselam) EMİR-EL MÜ'MİNİN VELİYULLAH -(KURTULUŞ YOLU) Allah (c.c) Hz.MUHAMMED (s.a.a.v) Hz.12 HAK İMAMLAR (a.s)
Cevapla

“İslam Tarihi” sayfasına dön