Doğrular'ın Öyküsü

ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

İKİ MESLEKTAŞ

Hişam bin el-Hakem ve Abdullah bin Yezid’i İbazi’nin temiz ve dostça meslektaş oluşları Kufe halkını şaşırtmaktaydı. Halkın dilinde dolaşan bu iki kişi, iki güzel ortak, iki emniyetli ve samimi meslektaş için atasözü olmuşlardı. Bu iki kişinin, ortak bir tuhafiyeci dükkanı vardı. Kumaş getirip satarak yaşıyorlardı. Aralarında hiçbir ihtilaf ve kavga vuku bulmamıştı.

Halkın dilinde dolaşan ve zengin-fakir herkesi çok şaşırtan mevzu şuydu:Bu iki kişi birbirine zıt iki mezheptendiler. Çünkü Hişam, imamiyye-i şianın meşhur alimlerinden ve imam Cafer Sadık (a.s)’ın dostları ve ashabın dandır. Ehli beytin imamlığına inanmaktaydı. Halbuki Abdullah bin Yezit, İbaziyye alimlerindendi.[1] Akide ve mezheplerinin müdafaası söz konusu olduğu zaman, bu iki kişi, birbirine tam muhalif iki ayrı cephede olurlardı. Fakat onlar buna rağmen mezhep taassubunu kendi işlerine karıştırmamakta ve metanetle, ortak iş ve ticaretlerini ilerletmeyi becerebiliyorlardı.

Şaşılacak başka bir husus da şuydu: Şiiler ve Hişam’ın talebeleri, aynı dükkana geliyorlardı ve Hişam onlara, Şianın usul ve kaidelerini öğretiyordu. Abdullah, kendi mezhebine muhalif olan bu sözleri işitmekten rahatsız olmuyordu. Tersine, İbaziyyeden olanlar da geliyor ve Abdullah onlara Hişam’ın gözü önünde onun mezhebine aykırı olan başka bir mezhebi öğretiyordu. Aynı şekilde Hişam da bundan rahatsız olmuyordu.

Bir gün Abdullah, Hişam’a “Ben ve sen samimi iki dost ve meslektaşız. Beni iyi tanırsın beni damatlığa kabul etmeni, kızın Fatıma’yı benimle evlendirmeni istiyorum” dedi. Hişam, Abdullah’a cevaben tek bir cümle söyledi: “Fatma müminedir.”Abdullah bu cevabı işitince sustu, bu konuda başka bir söz ortaya atmadı.

Bu hadise de onların dostluğunu bozamadı İşleri yine birlikte devam etti. Bu iki dostu birbirlerinden ancak ölüm ayırabildi.[2]




--------------------------------------------------------------------------------

[1] - İbaziyye, haricilerin altı kolundan biridir. Hariciler bildiğimiz gibi Sıffin hadisesinde ortaya çıkılar. Onlar Ali (a.s) karşı isyan eden, ashabından bir gruptu. Ve o hazrete karşı ayaklanmışlardı. bu gurup, bir yönden akide temelleri üzerine inanmaktaydı. Fakat, diğer yönden cahil ve mutaassıptılar. Müslümanlar arasında beliren ve zamanın hükümetini rahatsız eden cemiyetlerin en tehlikelisiydi.

Hariciler genellikle Ali (a.s) ve Osman’a düşmanlık konusunda birleşmişlerdi. Çoğunlukla akidede kendileriyle birleşmeyen diğer Müslümanları müşrik sayarlardı. Onlarla evlenmeyi tasvip etmezlerdi. Onlara miras vermezlerdi. Esasen kan ve mallarını mubah görürlerdi. Fakat İbaziyya fırkası haricilerin diğer fırkalarından daha yumuşaktı. Hatta onların ölümünü sahih biliyorlar, mal ve kanlarını da saygıya değer sayıyorlardı.

İbaziyyenin reisi, Abdullah İbni Abbas adında, Emevi halifenin son zamanlarında ortaya çıkan bir adamdır. Bk. Milel ve Nihal-i Şehristanı, c. 1 Mısır basımı, s. 172 ve 212.

[2] - Müruc al-Zahab, Mesudi, Mısır basımı, c. 2, s. 174, Ahval-i Ömer İbni Abdülaziz.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

AYYAŞI ALIKOYMA

Mansur’un emriyle, Beytülmalın kasasını açmışlardı ve herkese oradan, bir miktar veriyorlardı. Şakrani de Beytülmaldan payını almak için gelenlerden biriydi. Fakat kimse onu tanıyamadığı için, kendisine bir pay almaya, vesilesi yoktu. Cedlerinden birinin köle olup Resul-i Ekrem (s.a.a)’in onu azat etmiş olması itibariyle bu azatlık unvanı ister istemez Şakrani’ye de, oradan miras kalmıştı ve onun için kendisine, “Mevla Resulallah” yani Resulullah’ın azatlısı diyorlardı. Kendisine gelen bu unvan, Şakrani için, bir nevi intisab ve iftihar sayılıyordu. Bu yüzden o da kendisini, risalet hanedanına mensup sayıyordu.

Bu arada, Şakrani’nin meraklı ve endişeli gözleri, Beytülmaldan kendisi için payını alacak bir, vesile aramaktaydı ki, İmam Sadık (a.s) ‘ı gördü. Yanına giderek hacetini söyledi. İmam gitti uzun sürmedi. Şakrani için bir pay alıp bizzat getirdi onu Şakrani’nin eline verdiği zaman yumuşak bir dille ona, şu cümleyi söyledi: “İyi bir iş kimin tarafından yapılırsa yapılsın, iyidir fakat senin tarafından ve risalet hanedanına bağlı olduğun için daha iyi ve daha güzeldir. Kötü bir işe gelince, oda her kimse tarafından yapılırsa yapılsın, kötüdür fakat aynı intisabından dolayı, senin tarafından yapılırsa, daha çok kötü ve daha çok çirkindir.”

İmam Sadık (a.s) bu cümleyi buyurunca, İmamdın onun sırrından yani, ayyaşlığından haberdar olduğunu anladı. İmam onun, ayyaş olduğunu bildiği halde, kendisine sevgi gösterdi ve sevgisinin arasında, kusurunu da söyledi. Şakrani bundan çok utandı ve kendisini kınadı.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - El-Envarü’l- Behiyye, Muhaddis’i Kumi, s. 76, Zemahşer’nin Rebiül Ebrar’ından nakil
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

HALİFENİN GÖMLEGİ

Ömer ibni Abdülaziz, halifeliği zamanında, bir gün minberde, söylevle meşguldü. Minberin yakınında olan, bir grup halk, konuşması esnasında halifenin zaman zaman elini götürüp, gömleğini hareket ettirdiğini görüyorlardı.

Bu hareket orada bulunan ve dinleyenlerin dikkatlerini celbetti. Hepsi kendi kendilerine, neden halifenin konuşma esnasında, elini gömleğine götürüp, hareket ettirdiğini soruyorlardı.

Toplantı tamamlanarak sona erdi. Araştırıldıktan sonra belli oldu ki halifenin, kendisinden öncekilerin Beytülmaldan yaptıkları israfı telafi etmek ve müslümanların Beytülmalın gözetlemek için, bir taneden fazla gömleği olmadığı için yeni yıkanmış gömleğini tekrar aynısını giymişti şimdi de, daha çabuk kurusun diye, hareket ettiriyordu.[1]



--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Alexis Carl’ın telif ettiği “Niyayiş” adlı kitabın tercümesinin önsözü, Muhammed Taki Şeriatı’nın kalemiyle, Şirket-i İntişar yayınları
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

PERİŞAN GENÇ

Sabah namazını Resul-i Ekrem (s.a.a), mescidde halkla birlikte kıldı. Hava ağarmıştı. Kişiler tamamen ayırd ediliyordu. Bu arada Resul-i Ekrem (s.a.a)’in gözü, alışılmamış bir halette bulunan, bir gence ilişti. Başı bedeninde serbest ve sakin durmuyordu, daima sağa sola hareket ediyordu. Gencin yüzüne baktı. Rengini sararmış, gözlerini çukurlaşmış ve vücudunu zayıflamış olarak gördü. Ona sordu:

- Ne haldesin?

- Ya kin halindeyim, ya Resulullah.

- Her yakinin, gerçekleri gösteren, izleri vardır. Senin yakininin işaret ve izleri nelerdir?

Yakinim şudur ki; geceleri gözümden uykuyu alan, günlerimi susuzlukla geçiren, bir derdim vardır benim. Artık dünyadan ve her şeyden yüz çevirdim ve diğer tarafa yöneldim. Sanki Allah’ın arşını, hesap yerinde bütün yaratıkların haşrını görüyorum. Sanki cennetlik olanları, nimetler içinde, cehennemlikleri ise elem azap içinde müşahede ediyorum. Cehennem ateşinin parlayan sesi, hala kulaklarımda çınlıyor.

Resul-i Ekrem (s.a.a) halka dönerek şöyle buyurdu: “Bu öylesine bir kuldur ki, Allah onun kalbini, iman nuruyla aydınlatmıştır.”

Sonra o gence dönerek: “Bu iyi hali, kendin için koru” buyurdu. Genç: “Ya Rasulululah, hak yolundaki cihad ve şehadet şerefinin bana da nasip olması için, dua et” dedi.

Resul-i Ekrem (s.a.a) onun hakkında dua etti. Uzun sürmedi, bir savaş oldu. O genç de, savaşa katıldı. Savaşta şehit olan, onuncu kişi oydu.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Kafi, c. 2, “Bab-u Hakikatü’l- İmam ve’l-Yakin”, s. 53
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

HABEŞİSTAN'A GÖÇ EDENLER

Yıldan yıla, aydan aya, Mekke’de, müslümanların sayısı artıyordu. Mekkelilerin baskıları, İslam’a inanmış kişileri, İslam’dan dönderemiyordu. Yapılan hücumlar erkek, kadın; halkın, İslam’a yönelişini durduramıyordu. Müslüman halka, günden güne artan hücum, İslam’dan ayrılmadan, ümitsizliğe düşmeden, ısrarla müslümanların birbirine daha sıkı yapışmasına sebep oluyordu. Ve hiç bir sebeble onları İslam’dan vazgeçiremiyorlardı. Kureyş daha çok öfkeleniyor, sinirleniyor, günden güne müslümanlara eziyetini artırıyor ve onları incitiyordu.

Müslümanların vaziyeti iyice sıkışmıştı ve o haldeyken sabrediyorlardı. Bunun için Resul-i Ekrem (s.a.a) muvakkaten, Kureyş’in Müslümanlar üzerindeki elini kesmek için müslümanlara, Mekke’den çıkmalarını, Habeşistan’a göç etmelerini teklif etti ve “Habeşistan hükümdarı adildir. Yüce Allah bir kolaylık sağlayıncaya kadar bir müddet o civarda yaşayınız” buyurdu.

Müslümanların çoğu Habeşistan’a göç ettiler. Orada rahatça yaşıyorlardı. Mekke’de hiç bir zaman hürce yerine getirmedikleri dini farizalarını ve işlerini, orada serbestçe yapıyorlardı.

Kureyş, müslümanların Habeşistan’a gittiklerini ve orada, rahatta olduklarını öğrenince Habeşistan’da İslami bir merkez kurmalarından endişe ettikleri için, kendi aralarında müşavere ederek, müslümanların Mekke’ye dönmeleri ve orada daima göz altında tutulmaları için bir plan yaptılar. Plan gereğince, aralarından iki uygun ve zeki adam seçtiler. Onlarla birlikte, Habeşistan padişahı Necaşi’ye pek çok hediyeler gönderdiler. Ayriyeten sözleri Necaşi’ye tesir edebilen, Necaşi’nin etrafındaki yüksek mevkili kimselerede büyük hediyeler gönderdiler. Bu iki kişiye, Habeşistan’a vardıktan sonra ilk önce Necaşi’nin etrafındaki büyüklere gitmeleri, hediyelerini vermeleri ve onlara “cahil ve tecrübesiz gençlerimizden bir grup en son dinimizden çıktılar, sizin dininize de girmediler ve şimdi sizin ülkenize geldiler. Kavmimizin büyükleri, sizden rica edip, bunları ülkenizden çıkarmanız ve bize teslim etmenizi, söylemek için bizi gönderdiler. Lütfen bu konu, Necaşi’nin huzuruna geldiği vakit, bizim görüşümüzü teyid ediniz” demeleri, emredildi.

Kureyş’in gönderdiği kimseler, ileri gelen şahsiyetlerle birer birer buluştular, her birine hediye verdiler ve hepsinden padişahın huzurunda kendilerini teyid edeceklerine dair, söz aldılar.

Sonra Necaşi’nin huzuruna gittiler. Değerli ve nefis hediyelerini takdim ettiler ve hacetlerini açıkladılar. Önceden kararlaştırdıkları gibi meclis jürisindekiler, hep Kureyş’in temsilcileri lehinde söz ettiler ve müslümanların hemen çıkarılmasını ve Kureyş’in temsilcilerine verilmesi görüşünü savundular.Fakat Necaşi, bu fikir ve görüşe boyun eğmedi. “Bir grup halk, ülkelerinden çıkıp, bizim ülkemize sığınmışlardır. Tahkik edip görmeden, aleyhlerinde gıyabi bir hüküm vermem ve çıkarılmalarını emretmem doğru olmaz. Ancak onları toplayıp dinledikten sonra ne yapmam gerektiğini söyleyebilirim” dedi.

Bu son cümle, Necaşi’nin ağzından çıktığı vakit, Kureyş temsilcilerinin renkleri kaçtı, solukları kesildi. Zaten korktukları şey, Necaşi ile Müslümanların yüz yüze gelmeleriydi hatta onlar, müslümanların Habeşistan’da kalmalarını, Necaşi ile karşılaşmalarına tercih ederlerdi. Çünkü bu yeni dinin her neyi varsa, sözden ve kelamdan vardı. Özellikle Muhammed (s.a.a)’in “Allah tarafından bana vahiy geldi” sözlerinden, bir cümleyi işiten herkes bu dine meftun olmamışımıydı? Yoksa o sözlerde gizli bir cazibe mi saklıydı? Şimdi padişah, bunları biliyor mu acaba? Şayet Müslümanlar, geldiklerinde hepsinin ezberledikleri aynı sözleri bu mecliste okurlarsa ve bu mecliste de Mekke meclislerinde bıraktıkları tesirin aynısını bırakırlarsa, ne yapmak gerekir? Artık iş işten geçmiştir. Necaşi Habeşistan’a sığındıklarını söyleyen bir kaç kişinin, huzuruna getirilmesini emretti.

Müslümanlar, Kureyş temsilcilerinin gelmelerinden, Necaşi sarayındaki meclis büyüklerinin evlerine hediyelerin gelip gitmesinden, tamamen haberdar idiler ve onların planlarının yürümesinden ve Mekke’ye gönderilmelerinden endişe ediyorlardı.

Necaşi’nin memuru gelip onları çağırdığı zaman, tehlikenin yaklaştığını anladılar. Toplandılar ve mecliste ne söyleyeceklerini müşavere ettiler. Hepsi, hakikatten başka hiç bir şey söylemeyecekleri görüşünde birleştiler. Yani, cahiliyetteki durumlarını ortaya koyacakalar ve sonra İslam hakikatini, İslam kurallarını ve İslami davet ruhunu açıklayacaklardı ve hiç bir şeyi gizlemeden gerçek dışı bir kelime bile söylemiyeceklerdi.

Bu düşünce ve kararla meclise girdiler. Diğer tarafta, yeni bir dinin araştırılması sözkonusu olduğu için, Necaşi o zamanki Hıristiyan Habeşistan’ın, resmi din alimlerinden, bir kaçının da mecliste hazır bulunmalarını emretti. Birkaç tanesi de özel bir merasimle katıldılar. Her birinin önünde birer Mukaddes kitap vardı. Devlet makamındakilerde, özel yerlerine oturdular. Saltanat merasimiyle dini merasim, meclisin başına geçmiş, diğerleri de derecelerine göre, kendi yerlerine oturmuşlardı. O azamet merasimini gören herkes, farkında olmadan, mütevazilik duygusuna kapılıyordu.

İslama inanç ve imanları, kendilerine özel bir metanet ve vakar vermiş olan Müslümanlar, kendilerinin haklı olduklarına inanarak, iradeli adımlar ve büyük bir sessizlikle azamet dolu o meclise girdiler.

Müslümanlar, Habeşistan’daki liderleri Cafer bin Ebi Talib önde ve diğerleri peşinde olduğu bir halde, içeri girdiler. Fakat sanki, meclisteki o celal ve azametlere aldırış etmiyorlardı, üstelik o zamanın adetlerine göre saltanat makamına saygı diye yerlere eğilip, toprağı öpme kurallarına da uymadılar, girdiler ve selam verdiler.

İhanet olarak nitelenen bu hareket, itirazlara yol açtı. Fakat onlar, hemen; “Biz dinimiz için buraya sığındık. Dinimiz Allah’tan gayrı hiç kimse için, yerlere kapanmamıza izin vermez” diye cevap verdiler.

O hareketin görülmesi ve sözüm işitilmesi, gönüllere korku saldı ve müslümanlara heybet, azamet ve değişik bir kişilik verdi. Öyle ki meclisin büyük azameti ve yüceliği, onun yanında önemsiz kaldı.

Necaşi, bizzat onları, sorguya çekmekle sorumluydu. “Sizin bu dininiz, nasıl bir dindir ki, hem asıl kendi dininizden ve hem de, bizim dinimizden daha farklıdır?” diye sordu.

Emir ül-Müminin Ali aleyhisselam’ın büyük kardeşi olan Cafer ibni Ebi Talib, Habeşistan’daki müslümanların reisiydi ve soruları cevaplandırıp açıklamakla sorumluydu...

Cafer şöyle dedi: “Ey padişah, biz öylesine bir halk’tık ki, cehalette yaşıyorduk, puta tapıyorduk, murdar şeyleri yiyorduk, fahişelerle suç işliyorduk, akrabalarla bağlantımızı kesiyorduk, komşulara kötülük yapıyorduk, kuvvetlilerimiz zayıfları eziyordu. Yaşantımız böyle iken Allah bize, nesebini ve temizliğini çok iyi bildiğimiz bir Peygamber gönderdi. O, bizi, birliğe, tek Allah’a ibadete çağırdı. Bizi putlara, taşlara, ağaçlara tapmaktan kurtardı. O bize sözlerimizde doğruluğa, emanetlerin sahiplerine verilmesini ve akrabalara karşı iyi davranmayı, iyi komşuluğu ve toplumda saygılı olmayı, emir buyurdu. Bizim, fahişelere yönelmemizi, temiz kadınları suçlamamızı, batıl sözler söylememizi ve yetim malını yememizi yasakladı. Bize, ibadetlerimizde Allah’a ortak koşmamamızı, namazı, zekatı ve orucu emretti. Biz de, ona iman ettik. Onu doğruladık ve saydığımız bu kaidelerin peşinden gittik. Fakat kavmimiz, bize saldırdı ve bu kurallardan kurtulalım, yine eskiden olduğu gibi, aynı duruma dönelim, putperestliğe ve sahip olduğumuz aynı alçaklık dönemine dönelim diye etrafımızı sardılar. Biz reddettikçe, bize azap ettiler, işkence ettiler. Onlardan kurtulmak için, ülkenize geldik, şimdi burada emniyette olacağımızı ümit ediyoruz.

Cafer’in sözü buraya gelince Necaşi “Peygamberinizin vahy dediği ve kendisine diğer dünyadan geldiğini iddia eden sözlerden, ezberinde var mı?” diye sordu.

Cafer: Evet.

Necaşi: Bir parça oku.

Cafer, hepsinin Hıristiyan olduğu, padişahın da hıristiyan olduğu ve önlerinde kitabı Mukaddes İncil’in bulunduğu piskoposların da iştirak ettiği ve dolayısıyla Hıristiyanlık duygularının dalgalandığı mecliste; Meryem, İsa, Zekeriya ve Yahya ile ilgili olan mubarek Meryem suresini, okumaya başladı. Kısa fasılalarla ve uyumlu bitişlerle, özel bir ahenk meydana getiren surenin ayetlerini, ve kararlı ve istikrarlı bir şekilde okudu. Aynı zamanda Cafer, bu ayetleri okumakla, Kur’an’ın, İsa ve Meryem hakkındaki mutedil ve doğru mantığını, Hıristiyanlara anlatmak istedi. Ve onlara, Kur’an’ın, İsa ve Meryem’i son derece tasdik ettiği halde, onları tanrılık sıfatından uzak tuttuğunu da, anlatmak istedi.

Necaşi: Allah’a andolsun ki, İsa’nın da dediklerinin, gerçeği bunlardır. Bu sözler İsa’nın sözleriyle aynı kaynaktandırlar, dedi.

Sonra Kureyş’in temsilcilerine dönerek “doğru ülkenize”dedi ve hediyeleri de kabul etmedi.

Necaşi, sonra resmen müslüman oldu ve hicretin dokuzuncu yılında vefat etti. Resül-i Ekrem (s.a.a), uzaktan cenaze namazını kıldı.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Siyer’ ibni Hişam, c. 1, s. 321-338. Şerh-i İbni Ebi’l Hadid, Nehcü’l-Belağa, c. 4, Beyrut basımı, s. 175-177. Nasih ul-Tavarih, Hicretten önceki vakalar.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

İŞÇİ VE GÜNEŞ

İmam Sadık (a.s) üstünde iş elbisesi, elinde kürek, bahçesinde çalışmakla meşguldü. Öylesine çalışıyordu ki, ter baştan ayağa bütün vücudundan akıyordu.

Bu haldeyken, Ebu Amr’ı Şeybani gelerek, ve İmam’ı böylesine zahmet ve meşakkat içinde gördü. Kendi kendine “şayet imamın, bizzat eline kürek alıp, bu işe girişmesinin sebebi, başka kimsenin olmamasından ve çaresizlik yüzündendir” dedi. Yaklaştı, “O küreği bana verin, ben devam edeyim” dedi.

İmam: “Hayır, ben aslında bir insanın rızk için, meşakkat çekmesini ve güneş altında kalmasını seviyorum” buyurdu.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Bihar ul-Envar, c. 11, s. 120 Kompani basımı.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

YENİ KOMŞU

Ensardan olan bir adam, Medine mahallelerinden birinde, yeni bir ev satın aldı ve oraya taşındı. Şansına uygunsuz bir şahıs ile, komşu oldu.

Bir gün, Resul-i Ekrem (s.a.a)’in huzuruna gelip; “filan mahallede, filan kabile arasında bir ev satın aldım, oraya taşındım. Maalesef, en yakın komşum, öylesine bir şahıstır ki, varlığıyla bana bir iyiliği dokunmadığı gibi, şerrinden de rahat değilim. Bana zarar vermesin ve beni, incitmesinden emin olamıyorum.”dedi.

Resul-i Ekrem (s.a.a), Ali (a.s) Selman, Ebuzer ve Mikdad olduğu söylenen dört kişi de erkek kadın bütün halka yüksek sesle“komşularını incitenler ve onlara rahatlık yüzü vermeyenler imandan yoksundurlar” demeleri için görevlendirdi.

Bu bildiri, üç defa tekrarlandı. Sonra Resül-i Ekrem (s.a.a) mubarek eliyle dört tarafa işaret ederek; “Her taraftan kırk haneye kadar komşu sayılır” buyurdu.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Kafi, c. 2, s. 666 Komşuluk hakkı konusunda.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

EN SON SÖZ

İmam Kazım (a.s) ın annesi, Ümmü Hamide’nin gözü, eşi İmam Sadık (a.s)’ın vefatı münasebetiyle, kendisini teselli etmek için gelmiş olan Ebu Basir’e ilişince, gözyaşları akmaya başladı. Ebu Basir’de, bir müddet ağladı. Ümmü Hamide’nin ağlaması durunca, Ebu Basır’e: “İmam’ın can çekiştiği anda, hazır değildin! Tuhaf bir mesele oldu,” dedi. Ebu Basir: “Ne meselesi?” diye sordu. Ümmü Hamide şöyle devam etti: “İmamdın hayatının son anlarıydı. İmam ömrünün son dakikalarını geçiriyordu. Gözleri kapanmıştı. İmam, ansızın gözlerini açtı ve “hemen şimdi akrabalarım ve yakınlarımın hepsini toplayın” buyurdu. Tuhaf bir (emir) istekti. Böyle bir vakitte İmam, madem ki emir vermişti, biz de gayret ettik ve hepsini topladık. İmamdın yakınları ve akrabanlarından gelmemiş kimse kalmadı. Hepsi, bu hassas anda İmam ne yapacak, ne söyleyecek diye hazırdılar ve merakla bekliyordı.

İmam, hepsini hazır görünce topluluğu karşısına alarak: “Bizim şefaatimiz namazına önem vermeyen kimselere asla nasip olmayacaktır” buyurdu.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Bihar ul-Envar, c. 11, s. 105 Kompani basımı.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

NESİBE

Amma re adında oğlu olduğundan, Ümmü Ammare diye çağrılan, Kab kızı Nesibe, geçmişte aldığı büyük bir yaranın, omuzundaki izini hikaye ediyordu. Resul-i Ekrem (s.a.a) zamanını idrak etmemiş veya o vakitte küçük olan kadınlar, özellikle genç kızlar ve kadınlar, zaman zaman Nesibe’nin, omuzundaki çukuru görüyorlar ve merakla ondan, yaralanmasına sebep olan o korkunç macerayı soruyorlardı ve Uhud sahnesinde vukubulan ilginç hikayesini, şahsen kendi ağzından, dinlemek istiyorlardı.

Nesibe, Uhud denilen yerde kocası ve iki oğluyla birlikte, omuz omuza savaşarak Resul-i Ekrem (s.a.a)’i müdafaa edeceklerini, hiç bir zaman düşünmemişti. O sadece, savaş meydanındaki yaralılara su ulaştırmak için bir su kırbasını yüklenmişti ve yaralıların yaralarını bağlamak için yanında kumaştan hazırladığı bir miktar da band getirmişti. O gün, bu iki işten başka üçüncü bir iş de, yapacağını ummuyordu.

Müslümanlar savaş başlangıcında, sayı bakımından çok değildiler ve yeterli teçhizatları da yoktu. İlkin düşmanı büyük bir yenilgiye uğrattılar. Düşman kaçtı ve meydanı boşalttı. Fakat uzun sürmedi ki “Aynen” tepesindeki gözcülerden, bir kaç tanesi vazifelerinde gaflete düştüler. Düşman bu fırsattan yararlanarak geriden döndü ve gece baskını yaptı. Durum değişti ve Resul-i Ekrem (s.a.a)’den, uzakta kalan müslümanların çoğu dağıldılar.

Nesibe, vaziyeti bu şekilde görünce, su kırbasını yere bıraktı ve eline de bir kılıç aldı.

Kah kılıçtan faydalanıyordu, kah ok ve yaydan. Sonra kaçmakta olan bir adamın kalkanını aldı ve ondan faydalanmak istedi. Bir an düşman askerlerinden birinin “Muhammed nerede? Muhammed nerede?” diye bağırdığını gördü. Nesibe hemen, oraya gitti ve ona, birkaç darbe indirdi. O adam, üstünde iki zırh giymiş olduğu için, Nesibe’nin vurduğu onca darbeler tesir etmedi. Buna karşılık adam Nesibe’nin savunmasız omuzuna öyle bir darbe vurdu ki, tedavisi bir sene sürdü. Resul-i Ekrem (s.a.a), Nesibe’nin omuzundan fışkıran kanları görünce Nesibe’nin oğullarından birine seslendi ve “çabuk annenin yarasını sar” buyurdu. O da annesinin yarasını sardı. Nesibe tekrar, savaş meydanında, işiyle meşgul oldu.

Bu arada Nesibe, oğullarından birinin, yaralandığını gördü, hemen yaralıların yarasını sarmak için, yanında getirdiği bantları çıkarıp oğlunun yarasını sardı. Resul-i Ekrem (s.a.a) seyrediyordu ve bu kadının mertliğini gördükçe gülümsüyordu. Nesibe oğlunun yarasını sardıktan sonra, ona “çocuğum çabuk kalk ve savaşmaya hazırlan” dedi. Bu söz, henüz Nasibe’nin ağzındaydı ki, Resul-i Ekrem (s.a.a), Nesibe’ye bir şahsı göstererek, “çocuğuna vuran budur” dedi. Nesibe, o adama bir aslan gibi saldırdı, kılıçla onun baldırına, öyle bir vurdu ki, adam yere düştü. Resul-i Ekrem (s.a.a): “İntikamını iyi aldın. Allah’a şükür ki sana zaferi bağışladı ve gözünü aydınlattı.” buyurdu.

Müslümanlardan, bir çoğu, şehit oldu, bir çoğu da yaralandı. Nesibe pek çok yara almıştı, sağ kalmasına fazla ümit yoktu.

Uhud vakıasından sonra, Resul-i Ekrem (s.a.a) düşmanın vaziyetinden emin olmak için, ara vermeden, Hamra ül-Esed’e hareket etmeleri için, emir verdi. Ordu safları hareket etti. Nasibe de aynı durumunda, hareket etmek istedi. Fakat ağır yaralar onun gitmesine izin vermedi. Resul-i Ekrem (s.a.a), Hamra ül-Esed’den dönünce kendi evine gitmeden önce, Nesibe’nin ne durumda olduğunu sormak için birini gönderdi. Onun sağ olduğu haberini verdiler. Resul-i Ekrem (s.a.a), bu haberden çok mutlu oldu ve sevindi.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Şerh-i İbni Ebi’l-Hadid,s. 3, Beyrut basımı, s. 568-570, Meğazi-i Vakidi’den nakil.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

MESİH'İN RİCASİ

İsa aleyhisselam havarilerine “Benim bir hacetim ve ricam var onu yapmaya dair, söz verirseniz söyleyeyim” dedi. Havariler “ne emrederseniz kabul ederiz” dediler.

İsa (a.s) yerinden kalkıp onların ayaklarını bir bir yıkadı. Havariler rahatsız oluyorlardı. Fakat mademki İsa’nın ricasını kabul ettiklerine dair söz vermişlerdi; teslim oldular, İsa hepsinin ayaklarını yıkadı. Havariler “.sen bizim öğretmenimizsin. Bizim, sizin ayağınızı yıkamamız makbuldü, sizin bizimkini değil” dediler.

İsa: “ Bu işi size, halka hizmet etmeye layık olan kimsenin, bütün halktan daha çok alim ve daha çok bilgin olması gerektiğini, anlatmak için yaptım. Bu işi size tevazu etmiş olayım ve siz de tevazu dersi öğrenesiniz diye yaptım. Benden sonra halkın öğretim ve irşad vazifesini yükleneceksiniz. Gidişatınızı halka hizmet, tevazu olarak kararlaştırınız. Aslında hikmet, tevazu zemininde olgunlaşır, kibirlenme zemininde değil. Tıpkı bitkinin, dağlık ve sert bir yerde değil de, yumuşak ovada bittiği gibi.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Vesail, c. 2, Emir Bahadır basımı, s. 457.
Cevapla

“Hikaye, Kıssa ve Nükteler” sayfasına dön