Doğrular'ın Öyküsü

ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

HAKİKATI ARARKEN

Hakikat ve ilmi arama sevdası Unvanı Basri’ye rahat vermiyordu. Mesafeler katetti ve islami yetin yayılış merkezi fıkıh ve hadisçilerin toplandığı yer olan Medine’ye geldi. Medine’nin tanınmış fıkıh ve hadisçisi Malik Bin Enes’in huzuruna çıktı.

Malik’in huzurunda, her zaman olduğu gibi, Resul-i Ekrem (s.a.a)’den hadis rivayet edilerek zapt ediliyordu. Unvan’i Basri de Malik’in diğer öğrencileri arasına geçip el ele verip hadis cümlelerini zapt etmek ve onların senetlerini yani hadisleri rivayet eden kimselerin adlarını ezberlemek meşgul oldu. Belki böylelikle içindeki susuzluğu bastırabilirdi.

O sıralarda İmam Sadık (a.s) Medine’de değildi. Hazret Medine’ye döndükten bir müddet sonra Malik’in öğrencileri arasında bulunan Basri imamın yanında öğrencilik yapmaya karar verdi. Fakat imam Basrı’nın şevk ateşini daha da kuvvetlendirmek için ondan kaçındı, bir gün ona “Ben meşguliyeti olan bir adamım, gece gündüz, saatlerim zikir ve diğer işlere geçiyor. Vaktimi alma ve rahatsız etme, yine de önceki gibi, Malik’in ders meclisine git.” buyurdu. Bu, açıkça bir rem cevabıydı. Ve balyoz gibi Basri’nin beynine indi, kızdı ve kendi kendine; “eğer bende bir ışık, istidat ve kabiliyet görseydi, beni kendisinden uzaklaştırmazdı” dedi. Üzgün üzgün peygamberin mescidine girdi, selam verdi, sonra binlerce gam ve kederle evine döndü.

Ertesi gün evden çıktı ve doğruca peygamberin gübresine gitti. İki rek’at namaz kıldı, Allah’ın dergahına yüzünü çevirdi ve şöyle dedi: “Ey Allahım sen bütün gönüllerin malikisin. Senden, Cafer İbni Muhammed (a.s)’in bana şefkatli olmasını, beni onun iyiliğine kavuşturmanı, senin yolunu göstermek için, onun ilminden, beni de nasiplendirmeni istiyorum.” Bu namaz ve duadan sonra hiç bir yere gitmeden doğruca evine döndü. Saatten saate, İmam Sadık (a.s)’a olan alaka ve sevgisinin arttığını hissediyordu. Ve aynı zamanda kendi terk edilmişliğinden çok rahatsız oluyordu. Evinin köşesinden haps olup, namaz farizasını eda etmekten başka, bir çare yoktu, bir taraftan imam ona “artık beni rahatsız etme” demişti. Diğer taraftanda içindeki istek ve aşk o kadar coşmuştu ki, kendisine tek matlub ve sevgiliden başka, birşey bulamıyordu. Üzüntü ve sıkıntısı daha da arttı. Takati son haddine geldi. Artık bundan fazla sabredemezdi. Ayakkabı ve elbisesini giyip İmamdın evine gitti. Hizmetçi geldi. “Ne işin var?” diye sordu.

- Hiç, imam’a selam vermek istedim.

- İmam namazla meşgul, biraz sabret.

Uzun sürmedi ki hizmetçi geldi ve “Bismillah, buyurunuz” dedi.

Ünvan eve girdi gözü İmam’a ilişti ve selam verdi. İmam selama cevaben, bir duayla ona karşılık verdi. Sonra “künyen ne?” diye sordu.

- Ebu Abdullah.

- Allah bu künyeni korusun ve başarına yardım etsin.

Bu duayı işitmek ona ferahlık ve sevinç verdi. Kendi kendine “bu mülakatta bu duadan başka nasibim olmasa da, bana kafidir” dedi Sonra İmam “Peki ne işin var? Ne istiyorsun?” dedi.

- Allah’tan, bana şefkatli olmanızı ve ilminizden faydalanmayı duamı, istedim Allah’ın, sizin hakkınızdaki duamı, kabul edeceğinden ümitliyim”

- Ey Ebu Abdullah, Allah’tan marifet ve yakın şğ istemek, gidip gelmekle, orada burada olmakla, şunun bunun yanına gitmekle elde edilmez. Başka birisi, bu ışığı sana veremez. Bu, dersle verilen bir ilim, değildir. Allah’ın bir kulunu hidayet edeceği zaman, gönlüne erdem vereceği bir ışıktır. Eğer böyle bilgi ve ışık istiyorsan kulluk hakikatını ruhunun içinde ara ve kendinden bu ilmi, amel yoluyla iste, Allah’tan iste, o senin gönlüne bırakır...[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1]- El-Kuna va’l-Elkab, Muhaddis-i Kumi, c. 2, Zevil Kelime-i Al-Basri, Bihar, c. 1, s. 224, Hadis 17.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

YAKİNİ ARAYAN

Büyük Selçuklu ülkesinde, Bağdat nizamiyesi ve Nişabur nizamiyesi, iki aydın yıldız gibi parlıyordu. İlim öğrenmek isteyenler bu iki üniversiteden birine akın ediyorlardı. Nişabur nizamiyesinin öğretim reisliği 450-478 yıllık arasında, Ebu’l -Meali İmamü’l -Haremeyn-i cüveyeni’-deydi. Yüzlerce genç üniversite öğrencisi, onun tedris çevresinde hazır oluyorlar, yazıyorlar ve ezberliyorlardı. İmamü’l-Haremeyn’in bütün öğrencileri arasında, üç heyecanlı ve istidatlı öğrenci, hepsinden daha çok dikkati çekmiş ve tanınmışlardı.

Muhammed Gazzali’yi Tusi, Keyahrası, Ahmed ibni Muhammed’i Havafi, İmamü’l-Haremeyn’in, bu üç kişi hakkındaki sözü, kulaktan kulağa, ağızdan ağıza dolaşıyordu. “Gazzali dalgalı bir deniz, keya; yırtıcı bir arslan, Havafi yakıcı bir ateştirler.” Bu üç kişiden Muhammed Gazzali daha aydın ve daha layık görünüyordu. Bu yüzden, Nişabur’un ilmi çevrelerinin gözler., o günlerde Muhammed Gazzali’ye çevriliyordu.

İmamü’l-Haremeyn hicri 478 yılında vefat etti. Artık kendisine, eş birini tanımayan Gazzali, huzurunda ilim ve fazilet erbabının toplandığı Selçukluların bilgin veziri, Hace Nizamülmülk-i Tusi’nin, hizmetine girdi ve onun, hürmet ve sevgisini kazandı. Sohbet ve münazaralarda bütün akranları karşısında muzaffer oldu. Bu sırada Bağdat nizamiyesinin reislik kürsüsü boşalmıştı. Tedrisin sorumluluğunu üzerine alabilecek layık bir üstad bekliyorlardı. Tereddüt zamanı değildi. Horasan’dan yeni gelen bu zeki gençten başka, daha layık bir kimse yoktu. Hicri kameri 484 yılında Gazzali azamet ve heybetle Bağdad’a girdi ve Nizamiyenin reislik kürsüsüne oturdu.

İlmi ve ruhani makamların en yükseği, o günlerde oraya gelen Gazzaliydi. Zamanın alimlerinin en büyüğü ve din merciinin en yükseğiydi. Günlük büyük siyasi meselelere müdahale ediyordu. Vaktin halifesi Almuktedir billah ve ondan sonra Almustahzar billah ona hürmet ediyorlardı. Aynı şekilde İran’ın büyük padişahı Selçuklu Melikşah ve onun bilgin veziri Hace nizamülmülk-i Tusi de onu seviyor ve saygı gösteriyorlardı. Gazzali terakkisinin en üst noktasına ulaşmıştı. Artık elde ettiği makamlardan başka makam kalmamıştı. Aynı zamanda ilmi ve rehani seyyitliğin de, en yüksek yerine oturmuş görünüyordu. Başkaları onun makamını gıbta ediyorlardı. Fakat ruhunda bulunan ve bütün ömrü buyunca sağa sola yalpalayan yanar bir şule, onun varlık harmanını, makamını ve ululuğunu bir defada, yaktı. Gazzali’nin bütün tahsil hayatında, kendi içinde, ondan rahatlık Ya kin ve tatmin olmak isteyen, gizli bir duygu bulunuyordu. Fakat akranlarına üstün olma, nam, şöhret ve iftihar kazanma hissi içindeki o gizli duygunun gelişmesine imkan vermiyordu. Dünyevi terakkisinin en yüksek noktasına ulaşıp doyunca, tecessüs ve hakikati arama duygusu başladı. Başkalarını ikna eden ve susturan tartışma ve istidlallerin, onun kendi tecessüs ve susuzluğunu ikna edemeyeceği fikri, onda parladı, Anladı ki öğretmek, öğrenmek, bahis ve istidlal, kafi değildir, gezmek, dolaşmak sülük , çalışıp çabalamak ve takva lazımdır. Kendi kendine: “Şarap isminden sarhoşluk, ekmek isminden tokluk, deva isminden şifa olmuyor, hakikat ve saadet hakkında konuşmaktan da, rahatlık tatmin ve Ya kin elde edilmiyor. Hakikat için halis olmak gerek. Bu yer, şöhret ve makam sevgisiyle uygun değildir.

İçinde tuhaf çekişmeler oldu. Kendisinden ve Allah ından başka Hiç kimse o dertten haberdar değildi. Bu keşmekeş aştı ay üzücü bir şekilde devam etti. O kadar şiddetlendi ki, uyumaktan, yeyip içmekten kesildi ve konuşmaz oldu. Artık ders vermeye de gücü yoktu. Hastalandı, midesinde rahatsızlık belirtileri baş gösterdi. Doktorlar muayene ettiler. ruh hastalığı teşhisi koydular. Çare yolları her taraftan kapanmıştı. Allah ve gerçekten başka, yardımcı bir şey yoktu. Allah’tan, kendisine yardım etmesini, ve bu değildi. Bir taraftan o gizli şiddetle faaliyet ediyor, diğer taraftan ise o ululuk, azamet, ihtiram ve sevilme hissi, kendisini belli ediyordu. Göz yummak zor görünüyordu. Nihayet, bir gözünden düştüğünü hissetti. Nihayet, bir süre sonra, bütün o makam ve ululuğun, gözünden düştüğünü hissetti. Makamına göz yummaya karar verdi. Fakat halkın ona engel olmasından korktuğu için, niyetini izhar etmedi. Mekke yolculuğu bahanesiyle Bağdat’tan çıktı. Bağdat’tan bir miktar uzlaştıktan sonra, onu uğurlayanların, hepsi geri döndüler. Biraz sonra Gazzali, yolunu Şam ve Beytülmukaddes’e doğru cevirdi. Birisi onu tanımasın ve rahatsız etmesin diye, dervişlerin elbisesine büründü. İstediği, içindeki yakın ve rahatlığı buluncaya kadar gezdi, dolaştı. Onun düşünce, halvet ve riyazeti on yıl sürdü.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1]- Al-Munkız min ad-Dalal, (İtirafat-ı Gazalı), Tarih-i İbni Hallikan, c. 5, s. 351-352 ve Gazzalıname.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

OMUZUNDA SU TULUMU OLAN, SUSAMIŞ ADAM

Yaz sonlarıydı. Havanın sıcaklığı artmıştı. Kuraklık ve sıcaklık Medinelileri bezdirmişti. Hurma toplama zamanıydı. Halk, yeni bir rahat nefes almak istiyordu ki, Resul-i Ekrem (s.a.a) kuzeydoğudan Bizanslılardan gelen tehlikenin tehdit edici olduğunu gösteren, korkunç bir haber üzerine müslümanlara, umumi seferberlik emri verdi. Meyvalar yeni olgunlaşmıştı ve havanın sıcaklığı, öldürücüdür. Halk yeni bir kuraklık senesi geçirmiş şimdi, taze meyvalardan istifade etmek istiyordu. O kuraklık senesinden sonra meyvaları ve gölgeleri bırakmak ve o öldürücü sıcağın altında, Medine’den Şam’a kadar, uzun yolu önüne alıp gitmek, kolay bir iş değildi. Şimdi ortam, münafıkların bozgunculukları, için hazırlanmıştı fakat ne o sıcaklık ne kuraklık ne de münafıkların bozgunculukları hiç biri otuz bin kişilik bir ordunun, Bizanslardan gelmesi muhtemel olan saldıryı, karşışamak için hareket etmesine engel olamadı.

Çöl yolunu tuttular. Güneş başlarına ateş yağdırıyordu. Binek hayvanı ve erzak kafi değildi. Yiyecek azlığı ve şiddetli sıcak, düşmandan daha tehlikeli değildi. Bazı zayıf inançlılar yolun yarısında pişman oldular. Kab ibni Malik adında biri, ansızın döndü ve Medine yolunu tuttu. Ashab, Resul-i Ekrem (s.a.a)’e “Ya Resulullah’ın, Kab ibni Malik döndü”dediler. “bırakın gitsin onu bir iyiliği dokunacaksa eğer, Allah onu hemen geri gönderecektir. Yoksa, Allah onun şerrinden, sizi rahat bıraksın” buyurdu. Çok geçmedi ashab” “Ya Resulullah’ın Meraretebni Rebi de döndü.” dediler. Resul-i Ekrem (s.a.a) “Onu da bırakın, bir iyiliği dokunacaksa, Allah hemen onu geri gönderecektir. Yoksa, Allah onun kötülüğünden, sizi rahat bıraksın” buyurdu. Yine, çok geçmedi, ashab tekrar “Ya Resulullah’ın, Hilal ibni Ümeyye de döndü” dediler. Resul-i Ekrem (s.a.a) iki kişi hakkında söylediği aynı cümleyi, tekrarladı.

Bu arada kafileyle birlikte gelen Ebuzer’in devesi geride kaldı. Ebuzer kafileye ulaşmak için ne kadar çalışığ çabaladıysa da muvaffak olamadı. Ashab bir an geri dönünce Ebuzer’i geride gördüler “Ya Resulallah Ebuzer de döndü” dediler. Resul-i Ekrem (s.a.a) yine soğukkanlılıkla “Bırakın dönsün, onda bir hayır varsa, Allah onu size ilhak eder, yoksa eğer, sizi şerrinden, rahat bırakması, daha, iyidir dedi.

Ebuzer ne kadar çalıştıysa da kafileye ulaşması mümkün olmadı. Deveden indi, yükleri omuzuna aldı ve yayan yola koyuldu

güne şiddetle Ebuzer’in başında parlıyordu. Susuzluktan soluyordu. Kendinden geçmişti, peygambere ulaşıp dostlarına kavuşmaktan başka, hedefi yoktu. Giderken gökyüzünün bir köşesinde, bir bulut gördü, Ebuzer de o bölgeye taraf yönünü çevirdi. Yağmur suyunun toplandığı bir taştan bir miktar su aldı. Sudan biraz tattı fakat hepsini içmekten çekindi. Çünkü hatırına, bu suyu yanında götürüp, peygambere ulaştırması geldi. Zira hazretin susamış olması ve içecek suyunun olamaması ihtimali aklına geldi. Suyu yanında getirdiği bir kırbaya döktü. Diğer yükleri de omuzuna yüklendi. Yanık ciğeriyle, yerdeki iniş çıkışları altına alıp geçti. Gözüne, uzaktan müslüman ordusunun karaltısı ilişti. Kalbi sevinçten çarptı ve süratini daha da arttırdı.

Karşı taraftan da, müslüman askerlerinden biri; kendilerine doğru gelen bir karaltı gördü. Resul-i Ekrem (s.a.a)’e “ya Resulullah’ın, uzaktan, bize doğru bir adam geliyor” dedi.

Resul-i Ekrem (s.a.a) -Ne güzel, Ebuzer ola.

Karaltı daha da yaklaştı. Biri “yemin ederim ki Ebuzer, ta yaklaştı” diye bağlardı.

Resul-i Ekrem (s.a.a) -Allah Ebuzer’i bağışlasın, yalnız yaşayacak, yalnız ölecek ve yalnız haşr olacak.

Resul-i Ekrem (s.a.a) Ebuzer’i karşıladı. Eşyasını sırtından aldı ve yere bıraktı. Ebuzer susuzluktan ve yorgunluktan halsiz, yere hığıldı.

Resul-i Ekrem (s.a.a) - Su getirin ve Ebuzer’e verin, çünkü çok susamış.

Ebuzer yanımda su var.

- Yanında su vardı da, içmedin mi?

- Evet, anam babam sana kurban olsun bir taşa rasladım. Bir taş aldım, gördüm ki üzerinde, tatlı ve soğuk bir su var. Biraz tattım, kendi kendime “Ha bibim Resul-i Ekrem (s.a.a) ondan tatmadıkça, içmeyeceğim” dedim.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1]- Ebuzer Gaffarı, Telif Abdülhamid Cevdet al-Sıhar, tercüme (ilavelerle) Ali Şeriatı.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

DÜŞENE TEKME VURMAK

Abdülmelik bin Merv an, yirmi bir yıllık istibdat idaresinden sonra, hicri 86 yılında dünyadan göçtü. Ondan sonra oğlu Velid yerine geçti. Velid, halkın rahatsızlığını gidermek için, hilafet tezgahındaki gidişatta, halka gösterilen muamele ve tavır hakkında ıslahata başladı. Özellikle müslümanların iki mukaddes şehrinden biri olan ve Peygamberin sahabelerinden hayatta kalanların, tabiinin, fıkıh ve hadis ehlinin merkezi olan Medine’de, halkın rızasını celbe etmek için işe başladı. Bu yüzden, önce, eski Medine hakimi olan ve halkın, onun son derece düşmesini istediği, Abdülmelik’in kayın biraderi, zalim, Hişam İbn-i Mahzuni’yi işten attı. Hişam İbn-i İsmail, Medine ahalisine, hakaretle zulüm etmişti. Medine halkının hürmet ettiği, tanınmış hadisçi Sait bin Musayyib’e biattan çekindiği için, altmış kırbaç vurdurmuş, kaba bir elbise giydirmiş ve bir deveye bindirerek Medine’nin etrafında, defalarca dolaştırmıştı. Hişam, Hz Ali (a.s) hanedanına ve özellikle Hz Ali (a.s) hanedanının reisi ve en büyüğü olan, İmam Ali bin Hüseyin Zeynelabidin ( a.s)’e başkalarından daha çok kötü davranmıştı.

Velid, Hişam’ı azletti ve yerine halk arasında iyi niyet ve vicdanıyla tanınan, küçük amcasının oğlu, Ömer bin Adbülaziz’i geçirtti. Ömer, halkın gönül düğümünü açmak için, Hişam İbn-i ismail’i Mervan’ı evinin önünde, göz altına almalarını ve Hişam’dan kötülük görmüş veya işitmiş olan her kimsenin, gelip gönül yaralarını telafi etmelerini emretti. Halk grup grup geldiler. Hişam bin İsmail, diğerlerinden daha fazla Hz. Ali bin Hüseyin ve Hz. Ali (a.s) hanedanından korkuyordu. Kendi kendine; imamın babalarına yapılan bütün zulum, küfür ve intikamın karşısında, Hz Ali bin Hüseyin’(a.s)in alacağı intikamın, öldürmekten aşağı olmayacağını düşünüyordu. Fakat öbür taraftan gelmekte olan İmam (a.s) Hz. Ali (a.s) hanedan olanlar: “Düşene tekme vurmak, zayıf düşmandan intikam almak, huyumuz değildir, aksine bizim ahlakımız; düşenlere yardım etmektir” buyurdu. İmam, Aleviler olan kalabalık bir grupla, Hişam bin İsmail’e doğru gelince, Hişam’ın yüzünde renk kalmadı. Her an ölümünü bekliyordu. Fakat beklediğinin aksine İmam,(a.s) bir Müslüman’ın diğer bir Müslüman’a selam verdiği gibi, Hişam’a,“Selam un aleykum” dedi ve onunla merhabalaştı. Ona acıyarak; “Benden yardım istersen hazırım” buyurdu.

Bu olaydan sonra, Medine halkı ona sitem etmedi.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1]- Bihar-ul Envar, c. 11, Komtani basımı, s. 17-27, Al-İmam al-Sadık, c. 1, s. 3, Al-İmam Zeynulabidin, telif; Abdülaziz seyyid’ul Ahl, tercüme; Hüseyin Vicdani, s. 92
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

YABANCI ADAM

Çaresiz kadın, su kırbasını omuzuna yüklemiş ve soluyarak gidiyordu. Yabancı bir adam ona rastladı ve kırbayı kadından alarak, kendisi yüklendi. Kadının küçük çocukları gözlerini kapıya dikmiş, annelerini beklemekteydiler. Evin kapısı açılınca, masum çocuklar, yabancı bir adamın, annelerinin yanında eve geldiğini gördüler. O yabancı, annelerinin yerine su kırbasını omuzuna yüklenmişti. Yabancı adam, kırbayı yere bıraktı ve kadına sordu: “bizzat su çektiğine göre beyin yok galiba? Nasıl oldu kimsesiz kaldın”?

“Kocam askerdi. Hz Ali bin Ebi Talib (a.s) onu, sınırlardan birine gönderdi ve orada şehit düştü. Şimdi birkaç çocuğumlayım.

Yabancı adam bundan fazla konuşmadı. Başını yere indirdi ve “Allahaısmarladık” deyip gitti. Fakat o gün, bir an bile o kadın ve çocuklarının düşüncesi aklından gitmedi. Gece rahatça uyuyamadı. Sabah hemen bir file aldı; et, un ve hurmadan meydana gelen bir miktar er zağı fileye koydu ve doğruca dün gittiği eve gitti, kapıyı çaldı.

- Kimsin?

- Dün su kırbasını getiren, Allah’ın kuluyum. Şimdi çocuklarına bir miktar yiyecek getirdim.

- Allah senden razı olsun. Allah, bizimle Ali İbn-i Ebi Talib arasında geçeni yargılasın.

Kadın kapıyı açtı açıldı ve yabancı adam, eve girdi. Sonra: “Canım yardım etmek istiyor, izin verirsen hamur yapmayı, ekmek pişirmeyi, çocuklara bakmayı üzerime alayım” dedi.

- Çok güzel, fakat daha iyi hamur yoğurup, ekmek pişirebilirim. Ben ekmek pişirinceye kadar, sen de çocuklara bak.

Kadın hamur yapmak için gitti. Yabancı adam, hemen getirdiği bir parça eti kızarttı ve hurmayla beraber eliyle çocuklara yedirdi. Her birinin ağzına lokmayı koyarken “evladım, işinde kusur etmişse eğer, Ali İbn-i Ebi Talib’i helal ediniz” diyordu.

Hamur hazırlandı. Kadın, “Ey Allah’ın kulu, hemen ateş yak” diye seslendi. Yabancı adam gitti, ateş yaktı ve yüzünü alevlerin yükselen ateşin şulelerine yaklaştırdı. Kendi kendine “Ateşin sıcaklığını bir tad. Yetimlerin ve dulların işinde, kusur eden kimsenin, cezası budur, işte” dedi.

O anda, komşulardan bir kadın, eve girdi ve yabancı adamı tanıdı. Ev sahibe si kadına: “Vay!; sana yardım eden bu adamı tanımadın mı? Bu, Emirülmüminin Ali İbn-i Ebi Talib’tir” dedi.

Zavallı kadın yaklaştı ve “Binlerce eyvahlar olsun bana, sizden özür dilerim” dedi.

- Hayır, ben senden özür dilerim. Çünkü senin işinde, kusur etmişim.[1]







--------------------------------------------------------------------------------

[1]- Bihar ul-Envar, c. 9, Bab. 103, Tebriz basımı, s. 597.
Cevapla

“Hikaye, Kıssa ve Nükteler” sayfasına dön