Doğrular'ın Öyküsü

ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

ÇÖLDEN ODUN TOPLAMA

Resul-i Ekrem (s.a.a) ashabla yolculuklarından birinde, boş ve otsuz bir yerde indiler. Odun ve ateşe ihtiyaçları oldu. “Yakılacak birşey toplayınız” buyurdu. “Ya Resulullah’ın, bakınız, bu yer ne kadar boş, hiç bir odun görülmüyor” dediler. “Buna rağmen herkes mümkün mertebe bir miktar toplayabilir” dedi.

Ashab sahraya dağıldı. Dikkatle yere bakıyorlardı. Eğer yere düşmüş, küçük bir dal parçası gördülerse, hemen alıyorlardı. Herkes parça parça toplayabildikleri şeyleri getirdi. Sonra hepsi, topladıkları şeyleri bir araya döktüler ve böylece çok miktarda odun parçacıkları toplandı.

Bu sırada Resul-i Ekrem (s.a.a) buyurdu: Küçük günahlar, da bu küçük odunlar gibidir. Başlangıçta göze batmaz. Fakat herşeyi arayan ve takibeden vardır. Aradınız takip ettiniz, bu kadar odun toplandı. Günahlarınız da böyle toplanıp sayılır ve bir gün görürsünüz ki göze batmayan o küçük günahlardan, büyük bir yığın meydana gelmiştir![1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Vesail, c.2, s. 462 Emir Bahadır basımı
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

SOFRADAKİ ŞARAP

Mensur Devaniki arada bir çeşitli bahanelerle İmam Sadık (a.s)’ı Medine’den Irak’a çağırıyor ve böylece İmam’ı göz altında tutmak istiyordu. Bazen uzun müddet İmamdın Hicaz’a dönmesine engel oluyordu. İmamdın Irak’ta bulunduğu vakitlerin birinde, Mansur’un ordu kumandanlarından biri, çocuğunu sünnet ettirdi ve pek çok kimseyi davet etti, geniş bir düğün ziyafeti verdi. Ayan, eşraf ve herkes hazırdı. O ziyafete davet edilen kimselerden biri de, İmam Sadık (a.s)’tı. Sofra hazırlandı, davetliler sofra başına oturdular, ve yemek yemeye başladılar. Bu sırada davetlilerden biri, su istedi. Su bahanesiyle, eline şarap dolu bir kadeh verdiler. Kadeh o davetlinin eline verilince, İmam Sadık (a.s), hemen yemeğini yarıda keserek, sofradan kalktı ve dışarı çıktı. İmam’ı, tekrar geri döndürmek istedilerse de dönmedi. “Resul-i Ekrem (s.a.a), şarap içilen sofrada oturan her kimseye, Allah lanet eder buyurmuştur” buyurdu.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Bihar ul- Envar, c. 11, s. 115 Kompani basını.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

KURAN DİNLEME

İbni Mesut, vahy yazarlarından biriydi, yani Kuran’dan nazil olan şeyleri, tertiple yazıp zapteden ve hiçbir şey esirgemeyen kişilerdendir.

Bir gün Resul-i Ekrem (s.a.a) ona “Bir miktar Kur’an oku da dinleyeyim” buyurdu. İbni Mesut kendi mushaçını açtı. Mubarek Nisa suresi çıktı, o okuyor Resul-i Ekrem de dikkat ve ilgiyle dinliyordu. Nihayet 41. ayet’e geldi.

Yani: “ne olacak halleri her ümmetten bir tanık getirdiğimiz gün, ve seni de bu ümmete, tanık tuttuğumuz gün?” İbni Mesut bu ayeti okuyunca Resul-i Ekrem (s.a.a) gözleri yaşla doldu ve “artık kafi” buyurdu.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Kuhl’ül Basar, Muhaddis-i Kummi, s.79.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

HALKIN MEŞHURU

Bir zamanlar, halk arasında birisi nam salmıştı ve onun şöhreti: iyilik, büyüklük ve dindarlığıylaydı. Her yerde halk onun büyüklüğünden söz ediyordu. İmam Sadık (a.s)’ın huzurunda tekrar o adamdan ve onun, halka olan samimiyet ve ihlasından söz edildi. İmam, halkın bu derece ilgisine ve isteğine mahzar olan bu büyük adamı başkalarının gözünden uzakta, büyük görmeyi düşündü. Bir gün yabancı tavrıyla onun yanına gitti. Hepsi halk tabakasından olan, onu seven kimselerin, etrafında, ayakta durduklarını gördü. İmam kendisini göstermeden ve tanıtmadan, bu gurubu izlemekteydi. İmamdın nazarı dikkatini celbeden ilk şey, onun hareket ve jestlerinin, halkı aldatıcı mahiyette olmasıydı. O halktan ayrılınca, tek başına yola koyuldu. İmam onun peşinden nereye gidiyor, neler yapıyor, ilginç işleri nelerdir, ne çeşit işlere merakı var, öğrenmek için onu takip etmeye başladı. Kısa bir zaman sonra o adam, bir ekmekçi dükkanının önünde durdu. İmam şaşkınlıkla gözlüyordu ki, bu adam dükkan sahibini gafil görünce yavaşça iki ekmek aldı ve elbisenin altına gizleyerek yola koyuldu. İmam kendi kendine “Eğer maksadı satın almaksa, ekmeğin parasını önce veya sonra verebilir.” Fakat sonra “Eğer böyleyse, neden zavallı ekmekcinin gözünü karartıp ekmekleri çalarak yola düştü, diye düşündü. İmam tekrar o adamı takip etti. Henüz ekmekçi dükkanındaki olayın düşüncesindeydi ki, bir manavın yaygısının karşısında durduğunu gördü. Orada da bir miktar durakladı, manavın gözünü oradan uzak görünce iki nar aldı, elbisesinin altına gizledi ve yola koyuldu. İmamın şaşkınlığı daha da artmıştı. O adamın gidip hasta bir adama ekmek ve narları verip, yola koyulduğunu görünce, İmamdın şaşkınlığı son haddine ulaştı.

Bu sırada İmam o adamın yanına vardı. “Ben bugün senin acaib bir iş yaptığını gördüm” dedi. Bütün olayları ona söyledi. Ondan açıklama istedi.

O, İmamdın kıyafetine baktı: “Tahmin edersem, sen Cafer ibni Muhammetsin” dedi.

- Evet doğru tahmin ettin Ben Cafer ibni Muhammed im.

- Elbette Resul-i Ekrem (s.a.a)’in çocuklarındansın ve onun soyunun şereflilerindensin. Ama ne yazık ki, bu kadar da cahilsin.

- Benim ne cehaletimi gördün?

- Sorduğun sorular, cehaletinin son haddinde olduğunu gösteriyor. Malum oluyor ki, din işinde basit bir hesabı bile yapamıyorsun ki, bu soruyu soruyorsun. Bilmiyor musun ki, Allah Kuran’da: “Men cae bi’l Haseneti felehu aşru emsaliha, Ve men cae bis-Seyyieti fela yücza illa mislyha” Her iyi iş yapan, on misli mükafat alır buyurmuştur. Yine Kuran’da her kötü işin karşılığında, yalnız bir misli cezası vardır. Bu hesaba göre iki ekmek çaldım iki günah yazıldı. İki nar daha çaldım, iki günah daha oldu. Toplam dört günah etti. Fakat diğer taraftan, o iki ekmek ve narı Allah yolunda verdim. Her birinin karşılığında onar sevap kazandım. Toplam kırk sevabım oldu. Burada çok basit bir hesap, konunun neticesini aydınlatıyor. Dördü kırktan çıkarınca geriye otuz altı kalır. O halde net otuz altı sevabım var. Söylediğim bu basit hesabı anlatmaktan acizsin.

- Allah canını alsın, cahil sensin çünkü kendi hayalinde böyle hesap ediyorsun. Kur’an ayetini işitmedin mi ki, innema yetekabbelullahu mine’l-Muttakin Allah yalnız dindarların amellerini kabul eder. Şimdi çok sade bir hesap, yanlışlarını anlamana kafidir. Sen kendi itirafına göre, dört günah işledin. Ayriyeten halkın malını, sadaka ve ihsan adı altında, başkalarına verdiğin için sevabın yok, aksine her günahına, evvelki, dört günah daha ilave edildi ve toplam sekiz günahın oldu, hiç sevabın yok.

İmam bunu açıkladı ve onu, hayret dolu bakışları kendisine dikilmişken bırakarak gitti.

İmam Sadık (a.s), bu hikayeyi dostlarına naklederken “Böyle cahilce tefsirler ve dini işlerde çirkin yorumlar, önce kendisinin yolunu sapıtmasına, sonra da diğerlerinin yollarını sapıtmaya sebep olur” buyurdu.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Vesail, c. 2 Emir Bahadır basımı, s. 57.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

EBU TALİB'E KUVVET VEREN SÖZ

Resul-i Ekrem (s.a.a) olaylar ehemmiyet vermeden, şaşılacak bir dayanıklılıkla, Kureyş karşısında mukavemet ediyordu. Hedefindeki yolundan gidiyordu. Putlara hakaret etmekten, putperestlerin aklını kısa bulmaktan, babalarının ve atalarının sapıklık ve delalete düştüklerini söylemekten çekinmiyordu. Kureyş büyükleri artık sıkıldılar. Konuyu Ebu Talibe götürdüler ve ondan bizzat yeğenine engel olmasını, rica ettiler. Ebu Talib Kureyşi yumuşak dille susturdu. Nihayet iş, yavaş yavaş büyüdü. Artık Kureyşlilerin tahammülü mümkün değildi. Her evde Muhammed (s.a.a) den söz ediliyordu. Bir araya gelen her iki kişi, birbirleriyle onun gidişatından söz ediyordu. Köşe bucak, her tarafta, bir bir ya da grup grup, onun izinden gidenlerin sayısının artmasından endişeli ve rahatsızca söz ediyorlardı. Kaybedilecek zaman yoktu. Hepsi her ne şekilde olursa olsun bu kargaşalığın kısa kesilmesinde sözbirliği ettiler. Tekrar Ebu Talib’le bu mevzuda görüşmeye ve bu defa, daha ciddi ve daha kararlı olarak, sohbet etmeye karar verdiler.

Kureyş’in kumandan ve reisleri Ebu Talib’in huzuruna gelip “Biz senden yeğenini tutmanı rica ettik fakat tutmadın. Biz sana hürmeten, ihtiyar bir adam olduğun için, konuyu sana söylemeden önce, ona arzetmedik. Fakat artık tahammül etmiyeceğiz. Çünkü bizim tanrılarımızı ayıplıyor, aklımıza gülüyor ve cedlerimizin delalet ve sapıklık içinde bulunduğunu söylüyor. Bu defa son sözümüzü söylemek için geldik. Çünkü, yeğenine engel olmasan, artık sana hürmet etmeyeceğiz ve ihtiyarlığına bakmıyacağız. Sen ve onunla, ikinizle, bir taraf sağ kalıncaya kadar savaşacağız dediler.

Bu açık ültimatom Ebu Talib’i çok rahatsız etti. O güne kadar Kureyş’ten hiç böyle kaba bir söz işitmemişti. Malumdu ki, Ebu Talib’in Kureyş’le mukavemet ve mübarezeye gücü yoktu. Eğer iş tehlikeye varacaksa kendisi, yeğeni, bütün aile ve kendisine bağlı olanlar tebah olacaklardı.

Resul-i Ekreme (s.a.a) adam gönderdi ve durumu ona açıkladı. “Şimdi iş buraya vardı, sükut et, çünkü ben ve sen, her ikimiz tehlikedeyiz” dedi.

Duygulanan Resul-i Ekrem (s.a.a), kureyş’in ültimatomunun tesir ettiği Ebu Talibin cevabında, tek bir cümle söyledi, öylesine bir cümle ki, Kureyş’in bütün sözlerini, Ebu Talib’in hatırından sildi. “Amcacığım şu kadar söyleyeyim ki; güneşi sağ elime, ayı da sol elime, verseler bile, Allah kendi dinini aşikar edinceye kadar veya canımı bu işte verinceye kadar, davet ve faaliyetime, asla son vermeyeceğim.” buyurdu. Bu cümleyi söyledi ve gözlerinden yaş döküldü, Ebu Talib’in yanından kalktı. Bir kaç adımdan fazla gitmemişti ki, Ebu Talib’in sesiyle döndü. Ebu Talib: “Mademki durum böyledir, o halde bildiğin, şekilde yap. Allah’a yemin ederim, ki, son nefesime kadar, seni koruyacağım” dedi.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Siyer-i Hişam, c. 1, s. 265.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

YAŞLI TALEBE

Maden işleyen ve sanatkar olan Sekkaki, padışaha takdime layık olacak, şekilde, ustalığıyla ve dikkatiyle çok zarif bir hokka ve kilit yapabilmişti. Hüneri hakkında her çeşit takdir ve teşviki bekliyordu. Bin ümit ve arzuyla onu padışaha sundu. İlkin beklediği gibi iltifata şayan oldu, fakat bir olayın vuku bulması düşüncesini ve hayat yolunu tamamen değiştirdi.

Padişah o sanat eserini seyrettiği anda ve Sekkaki kendi hayalleriyle meşgulken, edebiyatça veya fakih olan bir alimin geldiğini haber verdiler. O geldiğinde padişah onu kabul etmeye ve onunla konuşmaya öylesine daldı ki, Sekkaki’nin sanat ve hüneri tamamen aklından gitti. Bu manzarayı gören Sekkeki’nin ruhunda, derin değişiklikler oldu.

Bu işten gereken teşvik ve takdirini almadığını, bütün ümit ve arzularının yersiz olduğunu anladı. Fakat Sekkaki’nin yükseklerde uçan ruhu, dinlenemezdi. Şimdi ne yapacaktı. Başkalarının yaptığı işin aynısını yapmayı, diğerlerinin gittiği işin aynı yoldan gitmeyi düşündü. Ders ve kitap peşinden gitmeyi kaybolmuş ümit ve arzularını o yolda aramayı gençlik devresini geçirmiş, olgun bir adamın, yeni yetişen çocuklarla hem ders olmasını, baştan başlamanın kolay iş olmadığını, fakat başka bir çarenin de olmadığını hepsini uzun uzadı ya düşündü.

Hepsinden kötüsü şuydu ki, ders okumaya başladığı vakit, kendisinde bu işle ilgili hiç bir zevk ve istidat görmedi. Onun, bunca yıllık, fen ve sanatla iştigal edişi, ilmi ve edebi zevkini dondurmuştu. Fakat ne yaşının ilerlemesi, ne de istidadının sönmesi onu, almış olduğu karardan döndürmedi. Nihayet, şu hadise olunca, tam bir ciddiyetle öğrenim işiyle meşgul olmaya başladı.

Ona, şafii fıkhını öğreten öğretmen, şu meseleyi öğretti: Üstad, köpek derisinin, sepicillikle temizlendiği inancındaydı. Sekkaki bu cümleyi imtihan celsesinde güzel söylemek için onlarca defa tekrarladı. Fakat sonra, cevap verirken, şöyle açıkladı: Köpeğin akidesi budur ki, üstadın dersi, sepilenmekle temizlenir.

Orada bulunanlar güldüler. Ağarmış sakalıyla ders okumaya heves eden bu yaşlı adamın, bir yere varmayacağı belli oldu. Sekkaki artık medrese ve şehirde kalamadı. Çöle gitti. Geniş dünya ona dar gelmişti. Tesadüfen bir dağın kenarına geldi. Yüksekten suyun, damla damla bir kayaya damladığını ve bu olay sonucu, kayayı deldiğini gördü. Bir an düşündü ve beyninden yıldırım gibi bir düşünce geçti. Kendi kendine”Gönlüm “Beynim” her ne kadar istidatsız olsa da, bu taştan daha sert değildir. Devamlılık ve işin peşinden gitmekle, bir şeyin sonuçsuz kalması, imkansızdır” dedi. O kadar çalıştı ve azmetti ki, istidat ve zevki tahrik oldu. Sonunda edebiyatın eşsiz bilginlerinden biri oldu.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Ravzat ül-Cennat, Hac Seyyid Sa’id basımı, s. 747
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

BOTANİKÇİ

Şarl dö Line’nin öğretmenleri, okulda bir keşiş olan babasına, üzüntü ve ümitsizlikle, artık çocuğundan ders ve tahsilinde bir ilerleme beklemesinin lüzumsuz olduğunu söylediler. Çünkü onda anlayış ve istidat görülmüyordu. Çocuğunu münasip bir sanata vermesini ve o işin peşinden gitmesini teklif etmeye, birlikte karar verdiler. Fakat çocuklarına olan, fazla alakaları yüzünden, Line’nin anne ve babası ümitsizlik ve teessürüne rağmen, tıp ilmi öğrenmesi için, onu üniversiteye yolladılar fakat varlıklı olmadıkları için, çok az bir miktar da, tahsil masraflarına, para hazırladılar. Üniversite bahçesinde Line ile tanışan hayırsever bir adamın merhamet ve yardımı olmasaydı, yoksulluk ve fakirlikten ölürdü. Line’nin, anne ve babasının aksine, gönderdikleri bölüme ilgisi yoktu. Onun botanikçiliğe alakası vardı. O, çocukluğundan miras kalmıştı. Babasının bahçesi güzel bitkilerle örtülmüştü. Annesi Lineyi, çocukluk devrini yaşadığı zaman, ağlayıp bağırdıkça, eline bir gül vererek susturmayı adet edinmişti.

Üniversitede tıp tahsil ettiği zamanlarda bir botanikçinin yazısı eline geçti ve bitkilerin sırlarını incelemekle ilgilendi. O günlerde botanik bilginlerin ilgisini çeken meselelerden biri bitkilerin doğru bir sınıflandırmasını yapmaktı. Line, bitkileri eril ve dişil esaslara göre, kendine has bir şekilde işlemeye muvaffak oldu ve bu konu hakkındaki, karar ve hükümlerini bir kitap halinde belirtti. Bu konuda yayınladığı bir kitap, tahsil ettiği aynı üniversitede, istidadı olan malum konuda, çalışmasını gerektirdi. Fakat başkalarının çekememezliği, bu işte, çalışmasına engel oldu. Line, başarısından sarhoş olmuş ve ilk defa muvaffakiyetin lezzetini tatmıştı. Bu olaya önem vermedi. Kendisini ilmi çalışmaya memur için uzun bir sefere hazırladı. Yolculuk eşyası olarak bir çanta, bir kaç elbise, bir mikroskop ve bir miktar da kağıt aldı. Tek başına ve yayan yola düştü. Yedi bin kilometre, enteresan ve işitilmeye değer zorluklarla geçti. Zengin malumat ve görüşlerle dönüyordu. 1735 senesinde mülahaza ettiği o olaydan, 3 yıl sonra, vatanına yöneldi. Muvakkat işlerini bitirmediği için, Hamburg’a gitti. Müzeyi gezmeye gittiği sırada, bu yolculukta elde ettiği ve onlarla iftihar ettiği hazinelerden birini, müze müdürüne gösterdi. O, yedi başlı bir su yılanıydı. Bu başlar sadece yılan başına benzemiyordu. Aynı zamanda sansar başı gibiydiler. O yerin hakimi, bu uğursuz araştırıcıya çok kızdı ve onu oradan çıkarmalarını emretti. Linde, tekrar yoluculuklarına devam etti ve yolculuğu esnasında boş zamanını, doktora tezini hazırlamakla geçirdi ve “Doğanın düzeni” adlı kitabını, Leiden’de basıma, ulaştırdı. Bu kitap ona şöhret getirdi, Amsiterdam zenginlerinden biri ona, güzel ve eşsiz bahçesine bakmasını, ve böylelikle yorgun ayaklarını dinlendirmesi için, bir teklif yaptı. Hayırsever hamisinin lutfuyla Fransa’yı da inceleyip Modon ormanlarında çeşitli bitkileri toplamakla meşgul oldu. Sonunda vatan gurbetinin derdine tutuldu ve ülkesi İsveçe’döndü. Vatan bu defa, onun değerini bildi. Birgün okulda ona mazeret gösterip okuldan çıkmasına sebep olan öğretmenler bu kez deha, sebat ve azminden dolayı, onu çok övdüler.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Tarih-i Ulum-i Piyer Rusa, s. 382-383.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

HATİP

Aristo ile aynı yılda doğan ve aynı yılda ölen meşhur, eski yunan hatip ve siyaset adamı Demostenes, rüştünün başlamasından, bülüğ çağına kadar, hatipliğe hazırlanıyordu. Fakat değil vermek vaiz ve iyi bir ahlak hocası olmak için ve ne de önemli meclislerde, siyasi ve içtimai konuşmalarda, nutuk irade etmek için ve ne de, kadı mahkemelerinde, iyi bir müdafaa vekili olmak için, belki yalnız, çocukluğunda, kendisinden büyük olan ve babasının vasisi olup da babasından miras olarak kalan, bol servetini yiyen, o garip kimselerin aleyhinde, mahkemede, dava açmak için. Bir süredir ki, bu işle meşguldü. Fakat babasının malından, eline birşey geçmedi. Buna mukabil tecrübeli oldu ve umumi toplantılarda konuşmaya karar verdi. İşin başında, hatipliği o kadar beğenilmedi zira hatipliğinde ses, lehçe ve nefesini kısa veya uzun tutma gibi sebeplere bağlı olarak, kompozisyon, ve bir de yorumlarla ilgili yönlerden, bazı kusurlar görülüyordu. Fakat dostlarının teşvikiyle ve büyük bir gayret ve çabayla, o kusurları aradan kaldırdı. Yeraltında kendisi için bir oda hazırladı ve tek başına orada, hitabet temrinleriyle meşgul oldu. Lehçesini düzeltmek için ağzında küçük bir taş tutuyordu ve yüksek sesle şiir okuyordu. Nefesini kuvvetlendirmek için yokuşları koşuyor, ya da uzun şiirleri bir nefeste okuyordu. Ayna karşısında, hareketlerini ve kıyafetini görmek, jest ve tavırlarını ıslah etmek için, konuşuyordu. O kadar temrin ve eksersiz devam etti ki, bir gün dünyanın, en büyük hatiplerinden biri oldu.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Ayin’e suhanveri, telif: Muhammed Ali Furuği, c. 2, s. 5, 6.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

TAİF YOLCULUĞUNUN SEMERESİ


Resul-i Ekrem (s.a.a)’in amcası Ebu Talib ve hazretin şefkatli eşi Hatice bir kaç gün arayla dünyadan göçtüler. Resul-i Ekrem (s.a.a) böylece, evinin dışında en iyi yardımcısı ve müdafilerinden olan Ebu Talib’i, evinin içinde ise en iyi teselli kaynağı ve dostu, Haticeyi kısa bir arayla kaybetti.

Resul-i Ekrem (s.a.a)’e güç gelen Ebu Talib’in vefatı, Kureyş’in incitme elini daha da açtı. Ebu Talib’in vefatından, bir kaç gün geçmemişti ki, Resul-i Ekrem (s.a.a) bir sokaktan geçerken çöple dolu bir kutuyu başına boşalttılar. Toprağa bulanmış olarak evine döndü. Hazretin kızlarından biri (En küçük kızı Fatıma selamullahi aleyha) yanına geldi. Babasının başını ve saçını yıkadı. Resul-i Ekrem (s.a.a) aziz kızının gözlerinden yaş geldiğini görünce “Kızcağızım, ağlama ve üzülme, baban yalnız değil, Allah onun müdafiiydi” buyurdu.

Bu olaydan sonra yalnız başına, Mekke’den dışarı çıktı. Sakif kabilesini, irşad ve davet için, Mekke’nin güneyinde olan ve Mekke zenginlerinin eğlence yeri olan, iklimi ve güzelliğiyle meşhur, Taif şehrine doğru yola çıktı.

Bu iş, Taif halkının, fazla hoşuna gitmedi.O güzel şehrin halkı da, Mekkelilerle, aynı ruh yapısına sahiptiler. Mekke’ye komşu olarak, putlarının sayesinde, müreffey bir hayat yaşıyorlardı.

Fakat Resul-i .Ekrem (s.a.a) ye’s ve ümitsizliğe kapılan ve müşkülattan korkan kişilerden değildi. O istidatlı bir elemanı, kendisine çekmek ve onun gönlünü almak için, en büyük zorluklarla karşılaşmaya hazırdı.

Taif’e girdi. Taif halkından da daha önce Mekkelilerden duyduğu sözleri işitti. Biri “Allah’ın dünyada senden başka seçeceği bir kul yokmuydu?” dedi. Diğer biri “Eğer sen Allah peygamberiysen, Kabe’nin örtüsünü, çalmış olayım” dedi. Üçüncüsü “Ben seninle konuşacak kimse değilim” dedi ve bunun kabilinden sözler.

Yalnız hazretin islama davetini kabul etmemekle kalmadılar, hatt kenarda köşede bir kaç kişinin peyda olup onun sözlerine kulak vermelerinden korkarak bir çocuk ve ayak takımından olan bir kaç kişiyi, hazreti, Taif’ten kovmaları için, kışkırttılar. Onlar da küfredip taş atarak onu kovaladılar. Resul-i Ekrem (s.a.a) güçlükler ve pek çok yaralar arasında, Taif’ten uzaklaştı. Kureyş’in zenginlerinden olan Atabe ve Şibe’nin, Taif dışındaki bağına geldi. Tesadüfen onlar da oradaydı. Bu iki kişi uzaktan peygamberin halini görmüşler ve bu olaya gönülden sevinmişlerdi.

Çocuklar ve ayak takımı kimseler artık geri döndüler. Resul-i Ekrem (s.a.a), Atabe ve Şibe’den uzakta bir üzüm dalının gölgesine bir müddet istirahat etmek için oturdu. Yalnızdı, kendisi ve Allah’ı vardı. Yüzünü Allah’ın dergahına çevirdi ve dedi: Ey Allah’ım, zayıf ve güçsüzüm. Çare yolları kapandı, halkın alay ve istihzasını sana şikayet ediyorum. Ey şefkatlilerin en şefkatlısı, itibarsız ve madunların Allah’ı, senin. Sensin benim Allahım. Beni kime bırakıyorsun? Bana kaş çatan, bir yabancıyı veya düşmanı, bana üstün tutar mısın? Ey Allahım, başıma gelen şeyler, benim buna müstahak olmam ve bana kızmandan değise korkum yok. Fakat selamet ve sıhhat meydanı bana genişse, karanlıkların seninle aydınlandığı, dünya ve ahiret işlerinin seninle yürüdüğü zatının ışığına sığınırım. Bana kızdığın ya da azap verdiğin zaman, onlara hoşnuttum, taki sen, benden hoşnut oluncaya kadar. Senden ve senin vesilenden başka dünyada, ne bir dönüş, ne bir değişiklik ne de bir güç vardır.

Resul-i Ekrem (s.a.a)’ın bu yenik halinden memnun olan Atabe ve Şife, akrabalık hissiyle ve yakınlık mülahazasıyla, yanlarında gelen hıristiyan köle Addas’a bir tabak üzüm doldurmasını ve orada, bir üzüm dalının gölgesinde oturmuş olan adamın yanına bırakmasını ve hemen dönmesini emrettiler.

Addas üzümleri getirdi, bıraktı ve “ye” dedi. Resul-i Ekrem (s.a.a) elini uzattı bir üzüm tanesini ağzına götürmeden önce, Bismillah kelimesini söyledi. Bu kelime o güne kadar Addas’ın kulağına gelmemişti. İlk defa onu işitiyordu. Resul-i Ekrem (s.a.a)’in yüzüne dikkatle baktı ve “bu kelime, bu bölge halkınca kullanılmıyor, bu nasıl bir cümledir?” dedi.

Resul-i Ekrem (s.a.a) -Addas nerelisin? Hangi dindensin?

- Neynevalıyım ve hiristiyanım.

- Neynevalı mısın?!Allah!ın salih kulu olan Yunus bin Metta’nın şehrinden mi?

- Tuhaf, sen burada ve bu halkın arasında nereden Yunus bir Mettanın ismini biliyorsun? Neyneva’da, orada bulunduğum vakitlerde, Yunus’un babası, Metta’nın ismini bilen, on kişi dahi yoktu.

- Yunus kardeşimdir. O Allah elçisiydi. Ben de Allah’ın peygamberiyim.

Atabe ve Şife, Addas’ı oturmuş ve konuşmakla meşgul görünce içleri eridi. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.a) konuşmaktan, her şeyden daha çok korkarlardı. Addas’ı çökmüş, Allah elçisinin elini ayağını öperken gördüklerinde, birbirlerine “Gördün mü, zavallı köleyi harap etti?” dediler.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Siyer-i İbni Hişam, c. 1, s. 419-421.
ammar alevi
Mesajlar: 153
Kayıt: 31 Oca 2007, 15:21

Mesaj gönderen ammar alevi »

EBU İSHAK SÂBî

Ebu İshak, Sabi, hicri dördüncü yüzyılın, tanınmış yazar ve fuzelasındandı. bir müddet, Abbasi halifesinin sarayında bir müddet de İzzüddevle Bahtiyar (Büveyh oğullarından) ‘ın sarayında defterdar olarak kaldı. Ebu İshak sabilik mezhebindeydi. Aslında Allah’ın bir olduğuna inanıyordu. Fakat peygamberliğe itikadı yoktu. İzzüddevle’i bahtiyar, Ebu İshak’ı, islamiyeti seçmesi ve razı etmesi için çok çalıştıysa da muvaffak olmadı. Ebu İshak Ramazan ayında müslümanlara hürmeten oruç tutuyordu ve Kur’an-ı Kerimden çok yeri ezberlemişti. Mektup ve yazılarında Kur’an’dan birçok iktibaslar yapıyordu.

Ebu İshak faziletli bir adam, kültürlü bir yazar ve şairdi. Fazilet ve kültürüyle bir dahi olan,Seyyid Razı ona mersiye olarak büyük bir kaside yazdı ki, şiirdeki, üç mazmun şöyledir.

“Gördünmü acaba hangi kimseyi, tahta tabutta götürdüler? Gördünmü acaba, mahfilin mumu nasıl söndü.”

“O dağ çöktü, Eğer bu dağ denize dökülmüş olsaydı, denizi çoştururdu ve yüzeyini köptürdü.”

“Toprak seni kucaklamadan önce, toprağın büyük dağları örtebileceğine inanmıyordum.”

Sonraları dar görüşlü kimselerden bazıları melanet, sitem ve serzenişle dediler, acaba senin gibi peygamber soyundan olan bir kimseye, şeriat ve dinleri inkar eden, sabı mezhebinden olan bir adama mersiye söylemesi ve onun ölümünden üzülmesi, yakışır mı?

Seyyid “ben onun, ilim ve faziletine mersiye söyledim” dedi.[1]





--------------------------------------------------------------------------------

[1] - Vefayat’ul A’yan, İbn-i Hallikan, c. 1, s. 26, Al-Kuna va’l-alkab, muhaddis-i Kumi, c. 2, s. 365. Zeyl-i unvan-ı al-sa’bı
Cevapla

“Hikaye, Kıssa ve Nükteler” sayfasına dön