Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

89. MEKTUP – (14 Rebi’ül Evvel 1330)
1- O mâzeretlerin sahte olduğunu iz’anla karşılamak.
2- Diğer kaynakları talep etmesi.


1- Mâzeretçilerin gittikleri yönü kesip yollarını zapt ettiniz. Ve böylece arzularını engellemiş oldunuz. Bahsettiklerinizin hiçbir yerinde şüpheye yer olmadığı gibi, açıkladığınız hakikatlerde de şek ve tereddüde katiyetle yer yoktur.
2- Nasların teviline önem verdiklerini içerek kaynakların sonuna gelinceye kadar yavaş yavaş ilerleyin lütfen. Vesselam. (S)






90. MEKTUP – (17 Rebi’ül Evvel 1330)
Usâme’nin Askeri Birliği


Madem ki hakikati açıkça ve kimseden korkmadan izah ettiniz, demek ki siz heybetli bir hurma ağacından farksız ve hakkı bâtıla karıştırmayacak kadar kadir sahibi, hakikati gizlemeyecek kadar da yüksek bir mertebedesiniz.

Onların, kendi görüşlerini Peygamber’in emirlerine uymaktan üstün saydıkları bütün kaynakları size sunmamı emrediyorsunuz, -Allah sizi aziz kılsın- size sadece Usame b. Zeyd’in Rum savaşı için teçhiz edilen askeri birlik olayını zikretsem kâfi gelir sanırım. O ki Peygamber (s.a.a) zamanında teçhiz edilen en son askeri birliktir. Hatta ona o kadar önem vermişti ki, ashabına bu savaşa hazır olmaları için emir vermekle kalmamış, onları kendi mübârek eliyle dizmiş ve savaşa teşvik etmişti. Öyle ki, Muhâcir ve Ansâr’ın en ileri gelenleri: Ebu Bekir, Ömer, (862) (1) Ebu Ubeyde, Sa’d ve benzerlerini dahi bu birliğe katmıştı. (863) (2) O günkü tarih: 26 Sefer Hicretin 11. yılı. Ertesi gün Usame’yi çağırıp şöyle dedi: “Babanın şehit olduğu yere git, onları atlarınla çiğine, bu birliğin kumandasını sana verdim. “Übna” (3) ahalisine sabaha karşı saldır, giderken habercilerden evvel varabilmek için süratli git, beraberinde kılavuzlar götür ve önce gözcü göndermeyi ihmal etme. Eğer Cenabı Allah seni muzaffer kılarsa aralarında fazla kalma.” Ne var ki Peygamberin (s.a.a) Sefer’in 28. günü ölüm hastalığı başlamıştı. Ateşi artmış ve baş ağrısı şiddetlenmişti. Aynı ayın 29’u, yâni ertesi sabah, ayağa kalkabilmiş ve askerin henüz gitmediğini görünce, onları harekete geçirip, süratlı davranmaya teşvik etmiş, aynı zamanda onların himayelerini tahrik etmek için Üsame’nin sancağını kendi şerefli eliyle bağlamış ve demişti ki: “Allah’ın adıyla ve Allah’ın uğruna gazveni yap ve kâfirleri katlet.” Usâme sancağı bağlanmış olarak yola çıkar.

Ancak kendisi de onu Burey’deye verir ve şehrin dışındaki “Cüruf” denilen yerde toplanıp beklerler. Evet, görüp duydukları ve acele etmelerini icap ettirecek açık nassa rağmen ağır davranıp beklediler. Oysa Peygamber (s.a.a) “Sabaha karşı saldır, acele et” demişti. (864) Fakat bu emirlerin hiçbirini yerine getirmedikleri gibi bazıları Usame’nin kumandan tayin edilmesi hakkında ayıplayıcı laflar söylemekten geri kalmadılar. (865) “Nitekim daha önce babasının kumandanlığı hakkında da aynı lafları söylemişlerdi. Ve Peygamber (s.a.a)’in bütün bu gayretine rağmen yine de orada beklemeye devam ederler. (866) En sonunda (s.a.a) sabrı taşar ve bu derece yüzsüz itirazlarına şiddetle sinirlenir. Kalkar ve başı bağlı, ateşli vücudu, kadife örtüsüyle sarılı bir şekilde dışarı çıkar. (4) O gün Rebi’ül Evvelin 10’u ki, vefatından sadece iki gün önceydi. Minbere çıkar, Allah’a hamdü senâ ettikten sonra şöyle der: “Ey insanlar! Usâme’yi tâyin edişimden dolayı, bazılarınızın bazı laflar ettiğini duydum. Eğer onu tayin etmem hakkında konuştuysanız, daha önce babasını tayin ettiğimde de konuşmuştunuz. Allah’a yemin ederim ki, bu vazifeye babası nasıl layık idi ise, kendisi de aynı şekilde buna layıktır.” (867) Ve onları gayret etmeleri için teşvik etmeye koyulur. Onlar ise kendisi ile vedalaşıp şehirden ayrılır. Ve askerin toplanmış olduğu yere (Cüruf) giderler. Ne var ki hastalığı daha da ağırlaşır, fakat yine de: “Usame’nin ordusunu teçhiz edin. Usame’nin ordusunu gönderin” demeye devam ederse de onlar ağır davranmaktan vazgeçmezler. Nihayet 12 Rebi’ül Evvel Pazartesi günü gelmişti. Usâme, askeri toplandığı yerde bırakıp Peygamber’in (s.a.a) yattığı eve gelir. Yanına girer. Peygamber ona yine: “Allah Teala’nın bereketi ile git” der. (868) Usame, O mübârek’e vedâ edip yanından çıkar ve askerin toplanmış olduğu yere gider. Fakat az sonra tekrar beraberinde Ömer, Ebû Bekir ve Ubeyde ile geri döner. Peygamberin yanına vardıklarında o mübârek canını teslim ediyordu. Ve o gün, O -canım ve bütün âlemlerin canları ona feda olsun- vefat eder. Ordu geri döner, sonra o orduyu dağıtmaya niyet ederler. Ebu Bekir’e bu niyetlerini açıp azami şekilde ısrarlarda bulunurlar. Fakat halife bu isteklerini kesinlikle reddedince, bu sefer Ömer b. Hattab ona Ansar’ın elçisiymiş gibi gelip, Üsâme’yi azletmesini ve yerine başka birini tâyin etmesini ister. Peygamber (s.a.a) onların tenkidine sinirlenmesini ve o hasta haliyle çıkıp Usame’nin emrinde olmalarını ve hiç vakit kaybetmeden sefer çıkmalarını tenbih ve tekit etmesini unutmaları hiçte uzun sürmemiş, halifeye gelip ilkin ordunun dağıtılmasını, bunu kabul etmeyince de Usame’nin yerine başka birinin tayin edilmesini istemişler. Nitekim halife Ebu Bekir ayağa kalkıp Ömer’i sakalından tutup: “Annen sensiz kalsın yâ Ömer! (5) Onu Peygamber (s.a.a) tayin etti, sen ise benden azlini istiyorsun öyle mi? (869) Nihayet orduyu gönderirler. (Az kalsın bunu da yapmayacaklardı.) Usame 30 bin savışçıyla yola çıkar, bunların bini süvari idi. (6) Fakat yine de Resulullah (s.a.a)’ın o orduya katıp yerleştirdiği kişilerden bazıları çekilmiş ve gitmemişlerdi. Halbuki Peygamber (s.a.a): Şehristani’nin Milel ve Nihel kitabının dördüncü mukaddimesinde irâd ettiğine göre: “Usame’nin ordusunu teçhiz edin, o ordudan çekilip kim geri kalırsa ona Allah’ın lâneti olsun” diye buyurmuştur. (870)

Siz de biliyorsunuz ki, ilk önce gitmek istememeleri, sonra da ordudan çekilip beraber gitmemelerinin nedeni, siyasetlerinin üslerini tahkim etmeye dayanmaktadır.
Bunda da, nassa itiraz etmeden uymayı terk edip kendi görüşlerini tercih etmişlerdir. Çünkü gitseler de gitmeseler de ordu gidecekti. Ya hilafet? Tabii ki giderlerse kendilerine ondan hiçbir pay verilmeyecek ve mutlaka bertaraf olacaklardı. Oysa Peygamber (s.a.a) onların gitmesini ve meydanın Hz. Ali’ye kalmasını istemişti ki, onlar dönünceye kadar hilafet meselesi halledilmiş ve Hz. Ali’nin halifeliği perçimlenmiş olacak, o zaman da ihtilafa girmekten dahi uzak kalacaklardı. Esasen, Usame’yi henüz on yedi yaşındayken onların başına kumandan tayin etmekteki maksadı, bazı şahısların dizginini çekmek, laf dinlemeyip başını alıp gidenleri durdurmak ve geleceğin emniyetini birbirleriyle rekâbet yapacak olan kişilerin nizâmından korumak içindi. Ne var ki Peygamber (s.a.a)’in niyetinin farkına vardılar ve dolayısıyla Üsâme’nin kumandanlığını ayıplayıp yola çıkmakta ağır davrandılar. Ta ki, Peygamber (s.a.a) Rabbi’ne kavuşuncaya kadar Cürüf’ten ayrılmamayı tercih ettiler. Hatta vefatından sonra dahi bazen orduyu dağıtmayı bazen de Üsâme’yi azletmeye kalkıştılar.

Nihayet sonunda duyduğunuz gibi, bir çoğu ordudan ayrılıp birlikte gitmekten vazgeçtiler. şşte size açık nasları bir tarafa bırakıp taabbüt etmedikleri beş durum. Bunu da kendi siyasi görüşlerini üstün tuttuklarından ve o görüşleri, Peygamber (s.a.a)’in nasslarına taabbüt etmeğe tercih ettiklerinden dolayı yapmış oldukları muhakkaktır. Vesselam. (Ş)


DİPNOT:
1- Bütün Siyer ve haber ehli, Ebu Bekir ve Ömer’in bu askeri birliğin içinde olduklarında müttefiktir. Bunlardan istediklerinize bakın. Bilhassa Halebi bu hâdiseyi naklederken, zarif bir hikaye irâd ederek der ki: “Abbasi halifelerinden Mehdi Basra’ya girdiğinde, zekâsı ile meşhur fakat o zaman çocuk yaşta sayılan şyas b. Muâviye’yi, arkasından dört yüz sakallı ve cüppeli olduğu halde görür. Yanındakilere: Of! şu sakallılara bakın. Bu çocuğun arkasından yürüyeceklerine, kendi aralarından onlara önderlik yapacak bir Şeyh bulamıyorlar mı? Sonra Mehdi şyas’a dönüp: Ey genç! Senin yaşın kaç? diye sorar. şyas şu cevabı verir: “Allah Müminlerin emirine uzun ömürler versin, Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir ve Ömer’in de içinde bulunduğu bir orduya kumandan tayin ettiği Usame b. Zeyd’in o zamanki yaşındayım. Mehdi: Önde yürümeye devam et, Allah seni mübarek eylesin. Halebi diyor ki: O zaman şyas on yedi yaşındaydı.

2- Ömer, her zaman Üsâmeye: “Peygamber (s.a.a) öldüğünde sen benim emirimdin (kumandanım)” derdi. Bu hadisi Halebi ve daha birçok hadisçi ve tarihçi nakleder.

3- Übna: Suriye’nin Belka şehrine ait bir Nahiye olup Mûte’ye de yakındır.

4- Her kim bu askeri birlikten bahsettiyse, mutlaka onların Usame’yi kumandan tayin etmesine ta’nını (ayıplamada bulunduklarını) Peygamberin sinirlenip zikrettiğimiz vaziyette çıkıp bahsettiğimiz hutbeyi okuduğunu zikretmiştir. şbn-i Sâid’in Tabakatına, Halebi ve Dehlâni’nin Siret’lerine bakabilirsiniz.

5- Bu hadisi Halebi ve Dehlâni, siret’lerinde naklettikleri gibi, Taberi de; Tarihinin 11. yılın hâdiseleri bahsinde zikreder. 6- Usame, “Übna” ehline baskını gerçekleştirir, evlerini yakar ve babasının katilini katledip muzaffer olarak geri döner. En önemlisi de bu vakada Müslümanlardan kimse ölmez, çok şükür.
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

91. MEKTUP – (19 Rebi’ül Evvel 1330)
1- Üsâme’nin ordusuna karşı davranışlarının mazereti.
2- Orduya katılmayanlara lânet okumak, hadiste nakledilmemiştir.



1- Evet dediğiniz gibi Resulullah (s.a.a) Usâme gazvesinde onları teşvik etmiş ve acele etmelerini emretmişti. Hatta Üsâmeye: “Sabahtan yola çık” deyip akşama beklememesi için tenbihte bulunmuştu. Fakat ne var ki kendisi ondan sonra fâsılasız hastalığa mâruz kaldı. Hatta zaman zaman ağırlaşıp, ashâbı ve yakınları haklı olarak korkmaya başladılar. Onun için bu vaziyette iken ondan ayrılmak istemediler. Cürüf’te toplanıp vaziyette iken ondan ayrılmak istemediler. Cürüf’te toplanıp vaziyetin nereye varacağını beklediler. Bu da elbette ki ona şefkatlerinden ve kalplerindeki derin sevgidendir. Ağır davranmalarındaki maksatlarında ancak iki neticeden birini beklemek olabilirdi. Ya sıhhatine kavuşur ve yürekleri rahat eder, ya da cenazesinin teçhizi ile şereflenmeye muvaffak olup, ondan sonra başlarına geçecek olan kimseyi seçip yerini perçinlemek. Onun için bu bekleyişlerinde mazur sayılır ve bunda hatalı değillerdir.

Resulullah (s.a.a) henüz vefat etmeden Üsâme’nin kumandanlığı hakkında tenkit edici laflar etmeleri ise,sadece yaşının küçük olduğundan ileri gelmektedir. Zira kendileri yaşlı başlı insanlardı. Ve yaşlıların kendilerinden, çok daha küçük yaşta olan gençlerin emri altında olmayı hazmedemeyip, gururlarının onu reddetmesi tabii bir insiyaktır. Onun kumandanlığına tepki göstermeleri kendilerinden doğmuş bir bidat değil, o sadece insan oğlunun beşeri cibilliyetinin iktizasıdır. Tetkik edin. Peygamberin (s.a.a) vefatından sonra Üsâme’nin azlini istemeleri ise, ona bazı âlimler şu mazereti göstermişlerdir: Onlar Ebu Bekir’in, onu azletmekte, maslahatın iktizası bakımından, kendilerine muvafakat etmeyi tercih edeceğini zannetmişlerdi. Kendi nazariyelerine göre böyle dediler. Fakat insaflı konuşmak gerekirse, bendeniz Üsâme’nin azlini istemelerine aklın kabul edeceği hiç bir taraf göremiyorum. Özellikle Peygamber (s.a.a) tenkitlerine âzami derecede sinirlenip, ateşli ve başı bağlı bir vaziyette çıkıp, minberden okuduğu hutbe ile onların bu kusurlarını herkese duyurduktan sonra. Evet bu olaydan sonra mazeretlerinin hakikatini ancak Cenabı Allah bilir.

Orduyu ilgaya kalkışmalarına ve Ebu Bekir’e bu hususta ısrar etmelerine gelince: Bu da merkez şehir olan Medine’nin korunmasıyla ilgili bir davranıştır. Zira kuvvetten yoksun ve askerden uzak kalacağı için müşriklerin girişeceği herhangi bir baskına karşı ihtiyatlı olmanın gerektiğine inanmalarındandır. Nitekim Peygamber (a.s)’in ölümüyle, nifak hemen baş gösterip, Yahûdi ve Hıristiyanların hırsları arttı. Hatta Araplardan bazıları da zekât vermekten sakınmaya başladılar. O zaman sahâbeler Ebû Bekir Sıddîk’a, Üsâme’yi seferden men etmesini teklif ettiler, Sıddîk ise, onlara şu cevabı verdi: “Vallahi beni kuşların kapıp götürmesi, bir girişimde bulunmaktan daha kolay ve daha sevimlidir.” Bu, bizim ashâb’ın Sıddîk hakkında naklettikleri, Sıddîk’ın dışındakiler ise, ordunun dağıtılmasını teklif etmekte mâzurlar, zira İslam’ı korumakta ihtiyatlı olmaktan başka hiçbir maksatları yoktur. Ebu Bekir, Ömer ve diğerlerinin orduya katılmaktan geri kalıp Üsâmey’le beraber gitmemelerinin nedeni ise, İslami memleketi kuvvetlendirmek, Muhammed devleti teyit etmek ve hilâfeti muhafaza etmektir. Zira o günlerde din ve din ehli, ancak hilâfeti muhafaza etmekle bekâsı sağlanabilirdi.

2- Şehristani’nin “Milel ve Nihel” kitabından naklettiklerinize gelince, biz onu rivâyet edilmişse de isnat ve mesnetsiz bulduk. Halebi ve Seyyid Dehlâni Siretlerinde: “Bu hadis aslen hiç nakledilmemiştir” diye yazıyorlar. Siz -Allah selâmetinizi versin- eğer Ehl-i Sünnet yolundan bu hususta gösterebileceğiniz bir hadis varsa bize rehber olun. Vesselam. (S)






92. MEKTUP – (22 Rebi’ül Evvel 1330)
1- Mâzeretleri, dediklerimizi geçersiz kılmaz.
2- ġehristâni’den naklettiğimiz, müsned bir hadisle vârittir.



1- Demek Üsâme’nin ordusundan ayrılıp birlikte gitmediklerini ve daha önce de yola çıkmaları emredildiği halde Cüruf’ta o sınırlı müddeti beklediklerini beyan ettiniz. -Allah sizin selametinizi versin.

Ayrıca, Üsâme’nin kumandanlığı hakkında, gördükleri ve işittikleri naslara rağmen tâ’nda bulunup ayıpladıklarını da tespit etmişsiniz. Onun kumandanlığı hakkında ayıplamada bulunmalarından Peygamber (s.a.a) kızdığı halde, daha sonra Ebu Bekir’den azlini istediklerini de teslim ediyorsunuz. Hatta ateşi olduğu halde çıkıp minberden onların kusurlarını açıkça içeren hutbesini, tarih olaylardan sayılacağını da itiraf etmişsiniz. Aynı zamanda Peygamber (s.a.a)’in kurduğu ordunun dağıtılmasını ve kendi mübârek eliyle bağladığı sancağın çözülmesini istediklerini de kabul ediyorsunuz. Şunu da teslim oluyorsunuz ki, o ordu da bizzat kendisinin sıraya koyup dizdiği bazı şahıslar, sonradan çekilmiş ve birlikte gitmemişlerdir. Oysa Peygamber (s.a.a) onları Üsâme’nin kumandası altında beraber gitmelerini emretmişti.

Bütün bunları, haber ehlinin nass ettikleri ve hadis sahiplerinin üzerinde birleştikleri gibi teslim etmişsiniz. Fakat: “Bu hususta mâzurdurlar” diyorsunuz. Ancak zikrettiğiniz mâzeretlerin tümünü İslam’ın menfaatini ön planda tuttuklarına, fakat bunu yaparken Nebevi nassların vâcip gördüğü gibi değil, kendi görüşlerinin iktiza ettiği gibi hareket ettiklerine bağlıyorsunuz. Zaten biz de bu konuda bundan fazlasını iddia etmedik. Başka bir deyişle, sözlerimizin aslı, bütün nasslara teabbütleri var mıydı yok muydu? Siz birincisini seçtiniz biz ise ikincisini. Ama şimdiki itiraflarınız bizim seçtiğimizi ispat etmektedir. Mâzur olup olmadıklarına gelince bu da mevzumuzun dışında kaldığı açıktır. Sonra mademki Üsâme’nin ordusuna katılma meselesinde, İslam’ın maslahatı kendi görüşlerinin nasslardan öne geçirilmiş olması sizce ispatlanmıştır. O halde neden Peygamber (s.a.a)’den sonra, hilâfet meselesinde de kendi görüşlerini Gadir nassları ve emsâline tercih ettiklerini söylemiyorsunuz? Üsâme’nin kumandanlığını yaşının genç olduğundan dolayı ayıplayanları: “Yaşlıların genç yaşta olanların emri altına girmeğe tabiatı ve cibilliyeti itibariyle tepki gösterebilir,” dediniz. Fakat neden aynısını Gadir nasları gereğince taabbüt etmeyenler için söylemiyorsunuz? Oysa Hz. Ali de yaşlı sahâbelerin başına genç yaşta olduğu halde emîr tayin edilmişti. Zira onlar zarûret hükmü gereğince haberlerinde Peygamber (s.a.a) vefat ettiği zaman, Üsâme’nin yaşını küçümsedikleri gibi, onun da yaşını küçümsemişlerdi. Tabii ki, hilâfetle ordu kumandanlığı arasında ne kadar fark olduğunu takdir edersiniz. Cibilliyetleri gereğince genç yaşında olan bir kumandana tepki gösterip bir kere dahi kumandanlığını kabul etmeyenler, genç yaşta saydıkları birini hayatları boyunca, dünya ve âhiret işlerinde emri altına girmeye elbette ki tepki gösterecekti. Halbuki bu durum sizin zikrettiğiniz gibi kabul edilmekten uzaktır. Zira imanları tam olan yaşlı müminlerin nefisleri, Allah ve Resulünün itâati yolunda ne gençlerin emri altına girmekten ne de başka diğer bütün hususlarda buna benzer işlerden nefret etmezler. Cenabı Allah müminlere şu tavsiyede bulunmuştur: “Peygamber size ne verirse alın ve emirlerini tutun. Size neyi yasak etti ise onu da almayın. Yapma dediğini yapmayın. Allah’tan korkun, çünkü Allah çok Ģiddetli azap sahibidir.” (872)

2- “Usâme’nin ordusuna katılmayanlarla ilgili ve Şehristâni’nin şüphesiz olarak ileri sürdüğü kelimeye
gelince. Bu kelime, Ebu Bekir, Ahmet b. Abdülaziz el-Cevheri’nin “Sakife” kitabında tahriç ettiği bir hadiste nakledilmiştir. Size bu hadisi kelimeleriyle aynen naklediyorum:
Bize, Ahmet b. İshâk, Ahmet b. Seyyâr’den Sait b. Kesir el-Ansari’den, adamlarından Abdullah b. Abdürrahman’dan şu hadisi nakletti: “Resulullâh (s.a.a) vefat ettiği hastalığında, Muhâcir’in ve Ensâr’ın bulunduğu, hatta aralarında Ebû Bekir, Ömer, Ebu Ubeyde b. el-Cerrâh, Abdurrahman b. Avf, Talha ve Zübeyr’in de olduğu bir orduya Usame’yi kumundan tâyin etti. Ve Mü’te denilen ve babası Zeyd’in şehit olduğu yere gidip Filistin vâdisinde savaşmayı emretti. Usâme ağır davrandığı için asker de ağır davranıyordu. Resulullah ise hastalığının bazen ağır, bazen de hafif devrelere girmesine rağmen devamlı Üsâmeye yola çıkması için tekitte bulunuyordu. Nihayet Usâme: “Babamla Annem sana feda olsun, bana bir kaç gün mühlet ver de Cenabı Allah sana şifa ihsan etsin, ondan sonra yola çıkayım” dedi Peygamber (s.a.a) ise ona: “Allah’ın bereketi üzerine çık ve yoluna devam et,” dedi. Usâme: Yâ Resulullah! Eğer sen bu durumda iken yola çıkarsam yüreğim yaralı olarak çıkacağım. Resulullah (s.a.a): “Zafer ve afiyete doğru git...” Usâme tekrar: Senin sıhhatini yolcu ve kervanlardan sormak istemiyorum. Resül (s.a.a): “Sana neyi emrediyorsam onu yap,” deyip bayıldı. Usâme ise kalkıp yola çıkmak için hazırlığa başladı. Peygamber (s.a.a) ayılınca, Usâme ve orduyu sorar, hazırlandıklarını söylerler. Ve şu sözleri tekrarlamaya başlar: “Üsâme’nin ordusunun seferini gerçekleştirin onun ordusundan çekilip geri kalana lânet olsun...” Usâme, başının üzerinde sancak, emrindeki sahabelerle çıkar, Cüruf denen yere kadar Ebu Bekir ve Ömer, muhacirlerin çoğu ve Ensar’dan Üseyd b. Hudayr, Beşir b. Sâd ve başkaları oldukları halde gelir. O esnada Ümmü Eymen’in elçisi gelir ve ona: “Resulullah ölüyor” der. (873) Derhal gidip Medine’ye girer, sancağı Peygamberin kapısının önüne dikip içeri girer. O âna kadar Peygamber vefât etmişti.” Hadis böylece aynı kelimelerle sona eriyor. Bu hadisi tarihçilerden bir cümle nakleder bunlardan biri Mü’tezili Allâme İbn-i Ebi’l Hadid’dir. Nehc’ül Belâğa’nın Şerhinde c. 2 s. 20 ve 21 de mevcuttur. (Ş)
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

93. MEKTUP – (32 Rebi’ül evvel 1330)
Nakledilen Diğer Hadisleri Rica Etmek

Üsâme’nin ordusuyla ilgili konuşmamızı epey uzattık, aynı Perşembe günü ile ilgili konuşmamız gibi. Ne var ki, bu konuşmalarımız çok faydalı oldu. Zira her şey gözleri olan herkes için gün gibi meydana çıkmış oldu. Şimdi gelin, nakledilen diğer hadislere yönelelim. Vesselam. (S)






94. MEKTUP – (25 Rebi’ül evvel 1330)
Peygamber (s.a.a)’in Dinden Çıkmış Adamın Öldürülmesini Emretmesi

Ümmetin bir miktar ulemâsı ve imamların rivayet ettikleri bazı hadisleri, istediklerinize cevap teşkil eder sanırım. Bu zikredeceğimiz hadisin sözleri İmam Ahmet b. Hanbel’e âittir. Müsned, c. 3 s. 15’te Ebu Said el-Hudri’nin hadisinden naklen diyor ki: Ebu Bekir Peygamber’in yanına gelip dedi ki: Ya Resulellah! Filan vâdiden geçiyordum, üstü başı temiz, huşû ile namaz kılan birini gördüm. Peygamber (s.a.a):’in “Git onu öldür de gel” der. Ebu Bekir gider onu aynı vaziyette görünce öldürmekten vazgeçip geri döner. Bu sefer Peygamber (s.a.a) Ömer’e: “Sen git öldür” der. Ömer gider, Ebu Bekir’in vasfettiği vaziyette görünce onu öldürmeyi uygun görmez, Peygamber’in yanına dönüp: Huşû içinde namaz kıldığını gördüm, canım onu öldürmek istemedi yâ Resûlullah! dedi. Peygamber (s.a.a) Ali’ye: “Sen git öldür,” der. Ali gider fakat onu görmez. Ali döner ve: Onu göremedim Yâ Resûlullah! der. O zaman Peygamber (s.a.a) der ki: “Bu ve bunun arkadaşları, Kur’an-ı okurlar ama okudukları köprücük kemiklerini aşmaz. Bunlar, okun av hayvanını delip çıktığı gibi dinden çıkarlar. Ve ok gez’ine dönünceye kadar dinlerine dönmezler. Onları öldürün, onlar yaratıkların en kötüleridir.” (874) Buna benzer bir hadisi de Ebu Ya’la Müsned’inde, İbn-i Hacer’in İsâbe’sinde olduğu gibi Enes’ten tahric eder. Hadis şöyle: Peygamber(s.a.a)’in zamanında, ibâdetini ve içtihadını beğendiğimiz bir adam vardı. Resulullah’a ondan bahsettik, tanımadı. Biz sözünü ederken adam tesadüfen oradan geçti. Peygamber(s.a.a)’e gösterip işte bu adam dedik. Peygamber (s.a.a) ona bakıp: “Bana öyle bir adamdan bahsediyorsunuz ki, yüzünde şeytan elinin eseri var.”dedi. Adam yanlarına kadar geldiği halde selam vermez. Peygamber (s.a.a) ona sorar: “Allah aşkına bu meclise geldiğinde içinden: “Bu cemâatin içinde benden üstün kimse yok” diye geçirmedin mi?” Adam; “Vallahi geçirdim,” deyip camiye girip namaz kılmaya başlar. Peygamber (s.a.a) yanındaki ashâba: “Bu adamı hanginiz gönüllü olarak öldürür?” diye sorar. Ebu Bekir: Ben deyip içeri girer, namaz kıldığını görür. “Allah Allah namaz kılan bir adamı nasıl öldürürüm, der ve dışarı çıkar. Peygamber: Ne yaptın? diye sorar. “Onu namaz kılarken öldürmekten çekindim” der. Peygamber tekrar: “Adamı kim öldürmek ister?” der. Ömer: Ben deyip içeri girer ve adamı secdedeyken görür. “Ebu Bekir benden daha mı faziletlidir” deyip ona dokunmadan dışarı çıkar. Peygamber: “Ne oldu?” diye sorunca: “Onu alnı Allah için yere değmiş, vaziyette gördüğüm için öldürmek istemedim” der. Peygamber üçüncü defa: “Adamı kim öldürmek ister?” der. Ali, Ben deyince ona: Evet sen, yerinde görürsen, der. Ali girer fakat adam gitmiş olur. Geri döner ve Peygambere görmediğini, gittiğini söyler. Peygamber (s.a.a): “Eğer bu adam öldürülseydi ümmetimde iki kişi dahi ihtilâfa düşmezdi...” diye buyuruyor. (875) Bu hadisi, Hâfız Muhammet b. Musa eş-Şirâzi, Yâkup b. Süfyan, Mukâtıl b. Süleyman, Yusuf el-Kattân, Kutâde ve Vaki gibi sağlam hadis sahiplerine istinaden kitabında tahric ettiği gibi, İbn-i Abdurabbih de İkd’ul Ferid kitabında şüphe götürmez olarak ve uzun bir şekilde tahric eder.

Buna yakın olarak, “Sünen” sahiplerinin Hz. Ali’ye isn-âden ihraç ettikleri bir hadiste şöyle: Kureyş kabilesine mensup bir cemâat Peygamberin yanına gelerek: Ya Muhammed! Biz senin komşuların ve müttefikiniz, kölelerimizden bazıları sana gelmişler. Onların ne dine ne de fıkıha karşı bir rağbetleri var. Onlar bizim malımız olup köylerimizden kaçmış insanlardır. Onları bize geri ver. Peygamber (s.a.a) Ebu Bekir’e: “Ne diyorsun?” diye sorar. “Doğru söylüyorlar, komşularınızdır” der. Peygamberin yüzü değişir. Ömer’e sorar: Sen ne diyorsun? O da, “Evet doğru söylüyorlar, onlar senin hem komşuların hem müttefiklerindir” der. Peygamber’in yine yüzü değişir ve şöyle der: “Ey Kureyş kavmi! Cenabı Allah, size kalbini imanla genişletip doldurduğu birini gönderecek ki, sizi din nâmına vuracak.” Ebû Bekir: “O benim herhalde” der. Peygamber (s.a.a): Hayır sen de değilsin, fakat pabucu diken kim ise odur,” (876) diye cevap verir. O anda Hz. Ali, Peygamberin kendisine verdiği pabucunu dikiyordu. Vesselamu aleyküm. (Ş)
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

95. MEKTUP – (26 Rebi’ül Evvel 1330)
Dinden Çıkmış Bir Adamı Öldürmemenin Mâzereti

İhtimalen onun öldürülmesi vâcip değil de, istihbâbtır; yani arzu ve isteğe kalmış olduğuna inanmış yahut böyle anlamışlardır. Veya öldürülmesini kendilerinden başkasına bırakmak istemişler, zira sahabelerin içinde onu öldürmeye kifâyetli kişilerin bulunduğundan emin idiler. Döndüklerinde de vaktin geçip, kaçacağından korkuları yoktu, çünkü gidip geri döndüklerini adama hissettirmemişlerdi. Vesselam. (S)






96. MEKTUP – (29 Rebi’ül evvel 1330)
Mâzeretin Reddi

Mesele tam mânâsıyla vücûbu gerektiren bir hakikattir. Başka türlüsü düşünülemez. Onu istihbâba hamletmek ancak delili varsa doğru olur. Halbuki ortada buna benzer birşey yok. Kaldı ki delil, hakiki mânanın kastedildiğini, yâni, vücubu tekit eder.
Oradaki hadisleri iyice incelerseniz meselenin aynen dediğimiz gibi olduğunu görürsünüz. Aslında Peygamberin (s.a.a)’in: “Bu ve bunun arkadaşlar.” diyerek başlattığı ve sonunda: “Öldürün, onlar yaratıkların en kötüleridir” hadisi. Ve ikinci hadiste: “Eğer bu adam öldürülseydi, ümmetimden iki kişi dahi birbiriyle ihtilafa düşmezdi.” demesi sizi tatmin edecek mahiyettedir. Çünkü bu sözler o adamın öldürülmesinin icâb ettiğini şiddetli bir şekilde tekit etmekten başka bir mâna ifâde etmez. İmâm Ahmed’in Müsnedindeki bu hadise tekrar bakıp incelerseniz öldürme emri ilkin, bilhassa Ebu Bekir’e, sonra Ömer’e mahsûsen verilmiştir. Hal böyle iken, vücûb, nasıl kifâyetle eş değer olur? Kaldı ki, onu öldürmekten çekinmelerinin sebebi sadece kerâhiyyetten kaynaklandığı hadislerin ifâdesinden açıkça anlaşılmıştır. Bunun sebebi ise namazda olduğundan ve Peygamberin (s.a.a)„in gönlünü hoş eden şeyin kendi gönüllerini hoş etmediğinden ileri gelmektedir. Dolayısıyla Peygamberin (s.a.a)’in emrini tercih etmemişlerdir. Olay, gördüğünüz gibi, kendi fikirleri ve görüşleri Peygamberin (s.a.a)’in nasslarıyla taabbüt etmeğe tercih ettiklerinin en büyük şâhitlerinden biridir. Vesselam. (Ş)
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

97. MEKTUP – (30 Rebi’ül Evvel 1330)
Gelen Bütün Haberleri Rica Etmek

Gelin lütfedip geri kalan haberleri uzun sürse bile, hiçbir kaynağını bir daha ki sefere bırakmadan takdim edin. Vesselam. (S)






98. MEKTUP – (2 Rebi’üs Sâni 1330)
1- Varit haberlerden bir cümle.
2- Diğer mevridlere işâret etmek.


1- Sizi tatmin etmeğe yetecek örneklerden bazıları: Hudeybiye barışı, Huneyn ganimetleri, Bedir esirlerinden fidye alma meselesi, Tebük gazvesi esnasında açlıkla karşı karşıya gelince Peygamberin (s.a.a) bazı develerin kesilmesini emretmesi, Uhud vakıasında bazı hareketleri, O mahut münafığın namaz kılma meselesi, Hums (beşte bir) ve zekat ayetlerini tevil etmek. Mut’a ve Talâk âyetlerini, keza tevil etmek. Yine, sünnetle vârid olan ramazan ayının nâfilelerini nicelik ve nitelik yönünden tevil etmek. Ezân keyfiyeti ve cenâze namazındaki tekbirlerin niceliği ve buna benzer buraya sığmayacak daha bir çok olay... Örneğin, Hâtib b. Beltea olayındaki muâraza. Ve Peygamber (s.a.a)’in Hz. İbrahim makamında yaptıklarına muârız olmak, Nasr b. Haccac-ı Sülemi’yi sürgün etmek. Cûde b. Selim’e verilen ceza. (1) Köylülere vergi koyma meselesi ve azınlıklardan, haraç vergi almayı tertip keyfiyeti ve herkesçe mâlum olan, hilafeti altı kişi arasında şûra’ya (danışmaya bağlı olarak tavsiye etme) bırakma keyfiyeti. Geceleri gezip suçlu aramak, gündüzleri de insanların kusurlarını araştırmak. (877) Neticede bunlara benzer olayları içeren, saymakla bitmeyen nakledilmiş haber ve hadisler. Hepsinde de satvet, kuvvet ve menfaati tercih etmişlerdir.

2- Kaldı ki hilafet nasslarından başka Hz. Ali ve mutahhar aşiretine mahsus başka nasslar da vardır ki, onlarla da hiç amel etmemişlerdir. Aksine onların tam zıttını yapmışlardır. Bunu araştırıcılar iyi bilmektedir. O halde hilafet nassını tevil etmeleri hiçte garip olmasa gerekir. Herhalde o tevil ettikleri ve onlarla amel etme yerine kendi görüşlerine göre taabbüt ettikleri nasslar herhangi birinden farklı değil. Vesselam. (Ş)

DİPNOT:
1- İbn-i Sâ’dın Tabakat’ında, Ömer’in hayat tercümesine bakın. Cü’de nasıl Şahitsiz ve delilsiz olarak zinayla itham edilip ukubete uğratılıyor.
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

99. MEKTUP – (5 Rebi’üs Sani 1330)
1- Nakledilen bu haberler, maslahatı tercih ettiklerini gösteriyor.
2- Bunlardan artakalanı rica etmek.


1- Hiçbir fikir sahibi iyi niyetlerinden ve umûmi maslahatı tercih ettiklerinden şüphe etmez. Bütün bu örnekler, onların ümmete en yararlısını araştırdıklarını gösteriyor. Demek ki, bütün bu yaptıklarında nasslarla taabbüt etseler de, onları tevil de etseler hiç bir günahları yoktur.

2- Size bütün örnekleri sonuna kadar zikretmenizi teklif etmiştik. Siz ise yalnız istediklerinizi irad etmişsiniz. Ayrıca imam ve aşireti hakkında, hilâfet naslarından mâda nasslar olduğunu ve seleflerimizin onlarla amel etmediklerini zikretmişsiniz. Keşke tafsilatlı olarak irad etseydiniz de, onları tekrar istemeye gerek duymasaydık. Vesselam. (S)






100. MEKTUP – (8 Rebi’ül Sani 1330)
1- Münâzaracının bahis konusundan sapması.
2- Talebine icâbet etmek.


1- Bu konulardaki haleften selefe intikal etmiş nassları tevil ettiklerini ve onları ileri geri, istedikleri gibi kullandıklarını teslim ediyorsunuz. Allah çok şükür. Fakat maksatlarının iyi oluşu, umûmi maslahatı tercih etmeleri ve daha iyiyi araştırmaları, siz de biliyorsunuz ki bahsimizin dışında kalıyor.

2- Son mektubunuzda, Hz. Ali’ye hilâfetten başka meselelerde konmuş olan nassları ve bunlarda taabbütleri olmadığı gibi önemsemediklerini de ihtiva eden sahihlerin tafsilatını istemiştiniz. Siz ki bu devirde sünnetin imamsınız, icmal ettiklerimizin tafsilatını bilmeyeceğinizi kim düşünebilir? Sünnet ilminde sizinle yarışa çıkmaya cesaret edecek kimse var mı? Fakat ne demişler? “Nice kimseler meseleyi bildikleri halde, sormayı yeğ tutarlar.”

Biliyorsunuz ki, sahabelerin çoğu Hz. Ali’ye kin ve düşmanlık gizlerlerdi. Ondan ayrılıp ona eziyette bulundular, ona sövdüler, onunla savaştılar. Onun, Ehl-i Beyti’nin ve onu sevenlerin yüzlerine kılıçlarıyla çarptılar. Oysa Resulullah (s.a.a)’in: “Bana itâat eden Allah’a itâat eder, bana isyan eden de Allah’a isyan eder. Ali’ye itâat eden bana itâat eder, ona isyan eden de bana isyan eder.” (878) demişti. Ve der ki, (s.a.a): “Benden ayrılan Allah’tan ayrılır, senden de ayrılan Yâ Ali benden ayrılmış olur...” (879)

Ve der ki (s.a.a): “Yâ Ali! Sen dünyada ve ahirette seyyidsin (efendi) senin habibin benim habibimdir, benim habibim de Allah’ın habibidir. Senin düşmanın benim düşmanımdır ve benden sonra sana buğz edenin vay hâline...” (880) Ve der ki (s.a.a): “Ali’ye söven bana söver, bana söven ise Allah’a sövmüş olur...” (881) Yine: “Ali’ye eziyet eden bana eziyet eder, bana eziyet eden de Allah’a eziyet etmiş olur. (882) Ali’yi seven beni sever, Ali’ye kin bağlayan bana kin bağlamış olur. (883) Ya Ali! Seni ancak mümin olan sever ve ancak münâfık olan sana buğz eder (kin bağlar)...(884) Ve: Allah’ım! Ona dost olana dost, düşman olana da düşman ol, ona yardım edene yardım et, onu terk edeni terk et...” (885) Bir gün Ali, Fâtıma ve Hasan’la Hüseyin’e bakarak der ki: “Sizinle savaşana karşı ben savaşırım, barışana karşı da barışırım.” (886) Onları abayla örttüğü zaman da şöyle der: “Bunlarla savaşana karşı ben savaşırım, barışana karşı da barışırım. Kendilerine düşmanlık yapana da ben düşmanım...” (887) Ve hiç biriyle sahabelerin çoğunun amel etmediği buna benzer daha birçok sünenler. Aksine kendi arzularını ön planda tutarak tersini yapmışlardır. Ve her basiret sahibi iyi bilir ki, Hz. Ali’nin faziletlerini içeren atalardan evlatlara intikal etmiş bütün sünenler, -ki bunlar yüzleri aşar- onun velâyeti ve dostluğunun vâcip olduğunu gâyet sahih nasslarla vurgulamıştır.

Zira geçen mektuplarımızda, bunlardan bir bölük irat ettiğimiz mâlum, îrâd etmediklerimiz ise bunlardan kat kat daha çoktur. (888) Siz de -Allah’a hamdolsun- Sünenleri çok iyi bilen kimselerdensiniz. O sünenler de ona karşı düşmanlık beslemekle, Müslüman minberlerinin üstünden ona sövmekle uygun düşecek olanı gördünüz mü? -Ki, ona cuma ve bayram namazlarında da sövmeyi sünnet haline getirmişlerdi- Hayır görmediniz.

Fakat bu günahı işleyenler hiç umursamadıkları gibi onlara mâni olacak herhangi biri de çıkmamıştır. Halbuki Peygamberin kardeşi ve velisi, vârisi ve sırdaşı, ümmetinin Hârûn’u ve zürriyetinin babası olduğunu biliyorlardı. Ve biliyorlardı ki, İslam’da hepsinin ilki, imanda en hâlisi, ilimde de en zengini, amelde en fazlasına sahip olanı, Resulullah’a en yakın olanı olduğunu da çok iyi biliyorlardı. Hatta siret, ahlak ve vakarda Peygambere en çok benzeyen, fiil, kavil ve sükunette onun yolundan en çok giden yine kendisi olduğu da meçhulleri değildi. Fakat şahsî menfaat ve maksatlar onlarca her hususta başta gelmiştir. Şu halde imâmet meselesinde kendi görüşlerini “Gadir” nassından daha üstün tutmakta hangi acayiplik vardır?

“Gadir” nassı, şahsi maslahatların tercih etme uğruna tevil ettikleri yüzlerce hadisin sadece bir tanesi değil midir? Halbuki Peygamber (s.a.a) demişti ki: “Size onlara tutunduğunuz takdirde asla dalâlete düşmeyeceğiniz iki şey bırakıyorum bunlar: Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beytimdir.” (889) Ve demişti ki: “Ehl-i Beyt’imin sizin aranızdaki misâli Hz. Nuh gemisi gibidir; ona binen kurtulur, binmeyen ise batıp boğulur.” Ve demişti ki: “Ehl-i Beytimin sizdeki misâli, İsrâil oğullarında “Hitta” kapısı gibidir. Cenabı Allah o kapıdan girenin günahlarını affedeceğini vaad etmişti.”(890) Ve uymadıkları bu çeşit daha bir çok sünenler. Vesselam. (Ş)
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

101. MEKTUP –(10 Rebi’üs Sani 1330)İmam (a.s) Sakife Günü Neden Hilafet Ve Vasiyet Nasslarıyla İhticâcda Bulunmadı

Allah’a şükürler olsun, hak özünü açığa vurdu. Ancak alâmetleri belirsiz tek bir mesele kaldı. Size zikredeyim de üzerindeki örtüyü kaldırasınız. O da şudur: İmam Sakife günü Sıddîk’a ve ona biat edenlere karşı sizin üzerine eğildiğiniz hilafet ve vasiyet nasslarının hiç biri ile ihticac etmemiştir. Acaba siz onların hakikatini kendisinden daha mı iyi biliyorsunuz? Vesselam. (S)





102. MEKTUP – (10 Rabi’üs Sani 1330)
1- İmamın Sakife günü ihticac ta bulunmasına mâni olan sebepler.
2- Mâni olan sebepler bulunduğu halde kendisinin ve ona sadık kalanların ihticacta bulunduklarına işârette bulunmak.



1- Herkes biliyor ki, İmam ve Hâşim oğulları ve başkalarından olan, bütün sâdık dostları, o gün ne Sakife’de bulundu ne de bîata şâhit oldular. Hepsi oradan ve orada olup bitenlerden uzakta, Peygamber’in (s.a.a)vefâtıyla başlarına gelmiş olan felaketin vahâmetine külliyeleriyle yönelmiş, onun teçhizinden başka bir şeye ehemmiyet vermiyorlardı. Zaten mukaddes kabrine onu yerleştirip tevdiye edinceye kadar, sakife kahramanları işlerini bitirmişti. İmam Sakife’nin neresinde bulunuyordu ki onlara karşı ihticacta bulunsun? Sonra biat akdedildikten sonra nasıl ihticâc edebilirdi ki. Bilhassa emir ve nehiy sahipleri, o mâlum şiddetlerini ilân ettikten sonra. Şimdi bu devirde dahi sulta sahiplerinin saltanatını kaldırmak veya devletlerini lağvetmek kimin haddine? O böyle bir girişimde bulunsa bile onu keyfine bırakırlar mı? Heyhat... Geçmişi şimdiki zamana kıyaslayın, insanlar her devirde insan, zaman da zamandır... Bununla birlikte Hz. Ali ihticacın fitneden başka hiçbir işe yaramayacağını anlamış ve hakkının kaybolmasını, onun yüzünden doğacak olan fitneye tercih etmiştir. Zira o günkü ortamda böyle bir fitneden İslam’ın bütünlüğünü zedelemesinden korkuyordu. Daha önce de söylediğimiz gibi o günlerde başına iki felaket gelmişti: Bir yanda hilâfet, nassları ve vasiyetleri ile yüreği kanatan şikayetle ve ciğeri parçalayan bir şefkatle onun yardımını ve himâyesini diliyor, diğer bir yanda azmış olan fitneler onu Bedevi Arapların dönmesinden sakınmaya çağırıyor. Kî böyle bir hareket onu İslam’ın mahvına sebep olmaktan korkutuyor. Bilhassa Medine’deki münâfıklar ve onların etrafındaki bir kısım Araplar, onu fazlasıyla ürkütüyordu. Zira onlar Kuran’ın da tasdikiyle nifaka alışmış ve onun üzerine yetişmişlerdi. Hatta “Onlar küfür ve nifak bakımından diğer Araplardan daha Şiddetlidirler. Ve Allah’ın Resûlüne indirdiği hükümlerin hududunu bilmemeye müstahaktırlar.”(*)

Nitekim Peygamberin (s.a.a) vefatı ile sultaları kuvvetlenmiş, hatta Museylimet’ul Kezzâb Tulayha b. Huveylid el-Effâk ve Secah bint el-Haras gibi peygamberlik iddia eden ve İslam’ın mahvını amaçlayan bazı sahtekârlar harekete geçmiş, Rumlar, Kaysarlar, Kisralar ise tetikte beklemekte idi. Hatta bunlara benzer daha nice unsurlar Hz. Muhammet ve akrâba ve ashâbına olan öfkelerinden, İslam kelimesine kin ve nefretlerinden dolayı Müslümanlığı temelinden yıkmak istiyorlar. Aynı zamanda bu hususta pek de gayretli idiler. Çünkü şimdi durum müsâitti. Bu karışıklıktan istifade edip fırsatı kullanmak lazımdı. Evet Hz. Ali bu iki tehlikenin arasında kalmıştı. Müslümanlığın ve Müslümanların yaşaması için kendi hakkını kurban etmesi gâyet tabii idi. (1) Ancak hilâfetteki hakkını, müslüman topluluğunu ayırmayacak bir şekilde muhafaza edip, kendisini dışlayanlara karşı ihticacda bulunmak istemiştir. Ama nasıl? Çekilip evinde oturarak. Tâ ki evini basıp onu dövüşsüz ama zorla evinden çıkarıncaya kadar. Eğer hemen onlara koşup dediklerini yapsaydı, kedisinin hiç bir kanıtı olmayacağı gibi Şia’sının da hiç bir kanıt ve delili olmayacaktı. Fakat yapmış olduğu hareketle hem dinin muhafazasını hem de hilafetteki hakkını korumuş oldu. Dini muhafaza etmekle din düşmanlarına karşı koymanın, o günlerde ancak başa geçmiş olanlarla barışmakla sağlanacağını görünce, ümmetin vahdeti, milletin selâmeti ve dinin korunması için şer’en ve aklen mühimden daha mühim olanı önde tutarak vâcip ne ise onu yapmıştır. Zira o günlerde şartlar ne kılıçla ne de hüccetle mukâvemette bulunmaya elverişliydi.
2- Bununla beraber kendisiyle birlikte çocukları, akraba ve dostlarından âlim olanlar, (araştırmacılarca bilindiği gibi) vasiyet tahsisinde ve açık nasların neşrinde, her zaman akıl ve hikmeti kullanmayı tercih ederlerdi. Vesselam. (Ş)


DİPNOT:
1- Bunu, Mısır’a vâli tayin ettiği Malik Eşter’le Mısırlılara gönderdiği mektupta çok açık bir şekilde dile getiriyor: “Daha sonra Allâh Teâla Muhammed (s.a.a)’i bütün insanlara doğru yolu göstermek için elçi olarak göndermiştir. O gidince Müslümanlar makam kavgasına düştüler. Allah’a yemin ederim ki, Arapların onun Ehl-i Beytinden şaşıp, bu görevi başkalarına verme ihtimalleri hiç hatırımdan geçmemişti. Hatta ondan sonra benden başkasına yöneleceklerini hiç düşünmemiştim. Ancak insanların Filana biat etmeğe koşuşması beni ürkütmüştü. Elimi tuttum, bir de baktım ki bir çok kimse İslam dininden dönüyor, Muhammed (s.a.a) dinini çökertmeğe kalkışıyor. O anda İslam’ı korumaya yardımcı olmazsam, onda herhangi bir, çöküntü görmekten korktum. O zaman karşılaşacağım musibet, vilayetinizin sağlayacağı bir kaç günlük faydanın kaybından çok daha ağır gelecek.

(*) Ayet: Tövbe Süresinin 97. ayeti.
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

103. MEKTUP – (12 Rebi’üs Sani 1330)
Kendi Ve Yakınlarının İhticâcından Bahsetmek

İmam ve yakınlarından ne zaman böyle bir şey görülmüş? Bize bazı örnekler sunun lütfen. Vesselam. (S)






104. MEKTUP – (15 Rebi’üs Sani 1330)

1- İmamın ihticaclarını içeren kaynaklardan bir demet.
2- Zehra’nın ihticacı.


1- İmam (a.s) kendisiyle ilgili nasları açıklarken dâima sekinet ve sükûneti seçer, İslam bütünlüğünün muhafazasını düşünerek o nasları hasımlarının başına çalmazdı.
Belki bazen bu sükûtuna ve hakkını istememesine mâzeret ileri sürdüğü olurdu, o zaman da şöyle derdi: “İnsan hakkını istemekte gecikmeden dolayı ayıplanmaz. Ayıplanması gereken, hakkı olmayan şeye sahip çıkan kimsedir.” (892) Ayrıca o nassları neşrederken öyle yöntemleri vardı ki, orada hikmet bütün berraklığı ile açığa çıkardı. O mâhut Saha’da ne yapmıştı, görmediniz mi? Halifeliği zamanında halkı Gadir gününü anma dolayısıyla
nasıl orada toplamış ve onlara: Cenabı Allah’ın hakkı için Gadir-u Hum günü Resulullah’ın söylediklerini duyan her müslüman ayağa kalksın ve duyduklarını açıkça söylesin, dediği zaman aralarında on ikisi Bedir vakıasında bulunan otuz kişi kalkıp duyduklarını ikrar edip şâhitlik yapmamışlar mıydı? (893) (1) Zaten o zamanki kritik durum karşısında ancak bu kadarını yapabilirdi. Zira Osman öldürülmüş, Basra ve Şam’da fitne alıp yürümüştü. Ve sünen sahiplerinin kendi hadisinde tahric ettikleri “Velime” hadisi de sizi tatmin edecek mahiyette. Hani Resulullah (s.a.a) amcası Ebu Talib’in evinde bir ziyâfet verip kendi aşiretlerinden en yakınlarını inzâr etmişti.” Hadis uzun ve muhteşemdir. (894) (2) halk onu hep Nübüvvet alâmetlerinden ve İslam’ın ibretlerinden saymış ve hâla saymaktadır. Çünkü kalabalık bir cemâati gâyet az bir yemekle doyurduğundan Nübüvvet mûcizelerinin tümünü kapsar. Sonunda kolunu Hz. Ali’nin boynuna dolayıp şöyle dediğini anlatırdı: “Sen benden sonra bütün müminlerin velisinin.” (895) Ve: “Sen benim yanımda, Harun Musa’nın yanında hangi derecede ise o derecedesin, ancak benden sonra peygamber yoktur.” (896)

Ve kaç defa Resulullah (s.a.a)’ın Gadir-u Hum’daki şu sözlerini tekrarlamıştır: “Ben müminlerin nefislerinin üzerinde kendilerinden daha çok yetkiye sahip değil miyim?” sorduğunda hepsi “evet” diye cevap vermişler ve kendisi şöyle devam etmişti: “Ben kimin velisi isem bu da (Ali) onun velisidir.” (897) Ve bunun gibi daha nice inkâr edilemeyecek nasslar... Daha önce de söylemiştik, o günlerde bundan daha fazlasını söyleyemezdi. Şûra günü, az mı inzâr ve ihtarda bulunmuştu? Kendisine ait, ileri sürüp onunla ihticac etmediği hususiyet ve menkıbe bırakmamıştı. (898) Ya hilafeti günlerinde, kaç kere zulme uğradığını dile getirdiği oldu, minberin üzerinden elemle kaç kez şikayette bulundu, şöyle diyordu: “Allah’a yemin ederim ki, filan onu elbise giyer gibi giyindiği halde, benim ondan yerimin, iğin değirmenden olan yeri gibi olduğunu gayet iyi bilmektedir. Ama ben, buna rağmen, onunla arama bir perde çekip ona sırt çevirdim. Gözümdeki çerçöpe boğazımdaki kılçığa rağmen sabrettim.”(899)

Ve “Şıkşıkiye” (3) ismiyle mâruf hutbesi buna benzer sözlerle devam ediyor. Kaç kez şöyle dediği de olmuştu: “Allah’ım, Kureyş ve onlara yardımcı olanlara karşı, senden yardım diliyorum, (4) onlar benimle akrabalık bağlarını kestiler, yüksek makamımı alçaltmaya çalıştılar. Bana ait olan bir hak üzerinde benimle münâzaaya giriştiler. Sonra dediler ki: “Hak’ta, onu almakta var, vermekte.” (900) Birisi ona der ki: “Bu meseleye (hilafete) çok düşkün ve hırslı görünüyorsun yâ Ebâ Tâlibin oğlu!” Ona şu cevabı verir: “Bilakis siz daha düşkün ve hırslısınız. Ben bana âit olan bir hakka tâlip oluyorum, siz ise benimle o hakkın arasına girmek istiyorsunuz.” (901) Ve buna benzer söylediği bir çok sözler. Bir kere de şöyle der: “Bir de baktım ki, etrafımda evimin halkından başka hiç bir yardımcım yok. Onları ölüme sürüklemeye kıyamadım. Sabrettim, tadı, “Ebu cehil karpuzu” kadar acı olan bir meselenin acısına sabrettim.” (905) Ve der ki: “Nerede bizden başka ilimde kökleşmiş olduklarını iddia edenler. Eğer bunu iddia edenler varsa onlar bize karşı yalan söyleyenler ve zulüm tasarlayanlardır. Zira Cenabı Allah bizi yüceltip onları alçaltmış, bize vermiş, onları
mahrum etmiş, bizi içeri geçirmiş, onları dışarı çıkarmıştır. Hidâyet bizimle elde edilir, kör gözler bizimle açılır. Kureyş’ten gelecek olan imamlar Haşim’den olan şu karın’a dikilmiştir. (907) Onlardan olmayan kimseler vâli olmaya salâhiyetli değildir...”(5)

2- Ayrıca Zehrâ (s.a)’nın gayet beliğ hüccetleri var bu hususta. Bunlardan çok yaygın iki hutbe var ki Ehl-i Beyt, onları çocuklarına öğretmeyi, Kur’an-ı öğretmek kadar gerekli görürlerdi. Der ki birincisinde: “Zavallılar, acınacak kimseler, onu Risâletinin pâyidarlığından, Nübüvvetin temelinden nasıl uzaklaştırdılar? (Halifeliği kastediyor) bu apaçık büyük bir hüsrandır. Abu’l Hasan’dan -Hz. Ali- neyin intikamını almak istediler? Allah yemin ederim ki, onların intikamına neden olan sadece onun hak meselelerindeki çabuk davranışı, şiddetli ve ağır basışı ve Cenabı Allah’ın zâtından yana şiddeti ve taassubudur. Vallahi Resulullah’ın ona bırakmış olduğu dizginde eşit bir şekilde idare edilmeyi kabul etselerdi, dizgini eline aldığı gibi, onları öyle akıllı ve yumuşak bir şekilde idare ederdi ki, kati surette ne burunları kanar, ne de ayakları tökezlerdi. Onları öyle bir kaynağa götürürdü ki, geniş, gayet bol olan suyu her iki kıyısından taşmaktadır. Onları geriye çevirdiği zaman tam kanmış olacaklardı. Onlara yerde ve gökte bereket yolları açılacaktı. Hangi sığınığa sığındılar, hangi tutunağa tutundular? Bu ne kötü hısımlık ve ne fena komşuluktur... Bu ancak zâlimlere layık olan kötü bir bedeldir. Vallâhi “Kanatlarının tüylerini” kuyruklarla değiştiler. Fakat çok iyi hareket ettiklerini zanneden kimselere rağmen, yine de müfsit olan kendilerdir. Ama onlar farkında değiller... Zavallılar, hak yoluna irşat eden mi peşinden gidilmeye layık, yoksa etmeyen mi, hangisine hükmediyorsunuz?” (911) Hutbe böyle devam ediyor... Ve bu hutbe tahir zürriyetin bu mevzudaki örnek kelâmından sayılır, diğerlerini de buna kıyas edebilirsiniz. Vesselam. (Ş)


DİPNOT:
1- Mektup 56’da zikrettiğimiz gibi.
2- Mektup 20’de irad etmiştik. 3- (Nehc’ul Belâğa, c. 1 s. 25, Hutbe:3) 4- Aynı kitap (c. 2 s. 103) 5- Yazar bunları Nehc’ül Belağa’daki hutbelerden aktarmıştır. Biz bu kadarlıkla yetinip, diğerlerini tercüme etmeğe lüzum görmüyoruz.
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

105. MEKTUP – (16 Rebi’üs Sani 1330)
İmam Ali ve Zehrâ’ya ait olmayan ihticacların naklini lütfetmenizi ve böylece fâidenin tamamlanmasını rica ediyorum. Fazilet yine sizindir.

Vesselam (S)




106. MEKTUP – (18 Rebi’üs Sani 1330)
1- İbn-i Abbas’ın ihticacı.
2- Hasan ve Hüseyin’in ihticacı.
3- Sahâbeden olan kahraman şia’ların ihticacı.
4- Vasiyetle ihticac ettiklerine dair işarette bulunmak.


1- Dikkatinizi, İbn-i Abbas ile Ömer’in arasında geçen mahâvereye çekmek isterim. Ömer demişti ki: (Aralarında geçen uzun bir konuşma esnasında) “Ey Abbas oğlu! Biliyor musun Muhammet’ten sonra kavminiz sizden neden çekindi?” İbn-i Abbas diyor ki: Sorusuna cevap vermek istemedim, dedim ki: “Ben bilmiyorsam Müminlerin Emir’i bilir, dedi ki: “Kureyş Nübüvvet ve hilâfeti sizde birleştirmek istemediler. Zira kavminize yukarıdan bakıp onlara taşıyamayacakları külfetler yükleyerek bundan sevinç duymanızdan çekindiler. Onun için Kureyşliler kendilerine en muvafık olanı seçip isâbet ettiler. “İbn-i Abbas diyor ki: O zaman, şöyle dedim:“Eğer bana öfkelenmeden konuşmama izin verirseniz konuşurum. “Konuş” deyince dedim ki: “Önce Kureyş kendine muvafık olanı seçip isâbet etti” demenize karşı derim ki: Şayet Kureyş, kendine Cenabı Allah’ın seçtiğini seçseydi, o zaman elde etmiş olduğu isabet reddedilmez ve hasede yer bırakmaz cinsten olurdu. Nübüvvet ve hilafetin bizde birleşmesini istemediler” demenize karşı ise diyeceğim şu: Cenabı Allah, bir kavmi kerâhet hususunda vasfeder şöyle der:

“Onlar Allah’ın indirdiği âyetlere karşı kerâhet duydukları için, amellerini boşa çıkardı.”

Ömer şöyle dedi: “Heyhat ya İbn-i Abbas! Bana senin hakkında bazı söylentiler iletiliyordu. Onların gerçek olduğunu kabul etmek istemiyorum. Aksi halde yanımdaki itibarın azalır” Dedim ki: “Nedir yâ Emir’ul Müminin! Benim hakkımda sana söylenen? Eğer, hak ve doğru ise nezdindeki itibarımın azalması gerekmez. Yok eğer bâtıl ve hakikat dışı ise, benim gibi olan biri kendini batıl bir iddiadan müdâfaa etmesini bilir herhalde...” Ömer bana: Hilâfeti bizden haset, fesat ve zulüme dayanarak uzaklaştırdılar, dediğini söylediler, dedi. İbn-i Abbas diyor, dedim ki: Ya Emir’ul Müminin! “Zulüm’e dayanarak” demişsem, bu gerek cahil, gerek akıllı herkesin göreceği bir şekilde meydana çıktı. “Hasetten dolayı” da demiş isem, Âdem dahi hasete maruz kaldı. Biz de onun hasede uğrayan evlatlarıyız... Ömer: “Heyhât heyhât, siz Haşim oğulları kalpleriniz “hiçbir zaman hasetten arınmayacaktır” deyince: “Yavaş, ağır ol, ey müminlerin emiri! Cenabı Allah, onlardan her türlü çirkin, günah, murdar ve benzerini uzaklaştırıp kendilerini tâhir, pak ve temiz kılan kimselerin kalplerini bu şekilde vasıflandırmayın.” (912) (1)

Kendisiyle, bir muhâvere daha yapmıştı, demişti ki ona: Amcanın oğlunu ne halde bıraktın? İbn-i Abbas diyor ki: Abdullah b. Câferi kast ediyor sandım; “Ondan ayrıldığımda yaşıtlarıyla beraberdi” dedim. “Onu kastetmiyorum, ben en büyüğünüzü kastediyorum” dedi. Dedim ki: Ondan ayrıldığımda kuyudan su çekerken Kur’an okuyordu. Dedi ki: Ya Abdullah! Üzerine kan bulaşsın, benden gizlersen. Hilafet üzerinde herhangi bir umudu ve arzusu kalmış mıdır? “Evet” dedim. Dedi ki: “Resulullah’ın üzerine nass koyduğunu mu iddia ediyor? İbn-i Abbas diyor ki ona: “Ve size dahasını anlatayım. Bu iddiasını babama sordum, babam: Evet doğru söylüyor, dedi” dediğim zaman, Ömer şöyle dedi: Resulullah (s.a.a) onu her zaman zirveye çıkarmak istediğini içeren sözler söylediyse de, bunlar hiç bir hücceti ispat etmemiştir. Ayrıca uzun bir zaman onu halka takdim ederken ona senâ edip halkın tepkisini anlamak istemiştir; hatta hastalığında onun adını açıklamak dahi istemiştir, fakat ben ona mani olmuştum.”(913) (2)

Aralarında geçen üçüncü muhâverede, Ömer der ki: Ey Abbas’ın oğlu! Bana kalırsa amcanın oğlu zulme uğramıştır. İbn Abbas diyor ki, ona şöyle dedim, “Ey Müminlerin Emiri! Öyleyse ona hakkını geri ver.” Dedi ki: Yâ Abbas’ın oğlu! Sanırım ki kavminin ona mâni olmasının yegâne sebebi, yaşını küçümsemeleridir. Diyor ki: Ben şöyle cevap verdim: Vallahi Allah ve Resûlü, onu “Beraat” -Tövbe- süresini senin dostundan almasını emrettikleri zaman hiçte yaşını küçümsemiş değillerdi. İbn-i Abbas: Ömer bu sözleri duyar duymaz kalkıp yanımdan uzaklaştı. (914) Ben de üzerine varmadım diyor. (3) Haşimi’lerin lisanı ve Peygamberin (s.a.a)’inamcasının oğlu olan İbn-i Abbas’ın ihticaclarını daha önceki mektuplarımızda zikretmiştik.

2- Haşim oğulları ileri gelenlerinden çoğunun o günlerde, bahsettiklerimize benzer kaç ihticacı olmuştur. Hatta bir defasında Ali oğlu Hasan, Ebu Bekir,* Resulullah’ın minberindeyken gelip ona; “İn babamın minberinden” (916) diye bağırır... Yine bir defasında Ömer minberde iken buna benzer bir tepkiyi kendisine karşı Hüseyin gösterir.(917) (4)

3- Haşimiler ve yandaşlarının bu hususta bir çok ihticacların var ki, İmâmiyye kitapları hepsini tespit eder.
Arzu eden onları yerlerinde mütâlaa etsin. Bunlardan İmam Tabersi’nin “İhticac” isimli kitabındakiler hepimizi tatmin etmeye yeterlidir. Burada Emevi Halid b. Said b. As, (5) Selmân el-Fârisi, Ebu Zer el-Gaffarı, Ammâr b. Yâsir, Mikdâd, Bureyde el-Eslemi, Ebu Heysem b. Teyhân, Huzeyme b. Sâbit, Ebu Eyyüb el-Ansari ve başkalarının sözlerine şahit olabilirsiniz. (918) Kaldı ki Ehl-i Beyt’in haberlerini izleyen herkes görecektir ki ihticacta bulunmalarına elveren hiç bir fırsatı kaçırmamışlardır. Bu fırsatları duruma göre tasrih, telmih, şiddet, yumuşaklık, hitâbe, yazı, şiir, nesir gibi muhtelif çeşitleriyle değerlendirmekten geri kalmıyorlardı.

4- Vasiyet üzerinde ısrarla durup onu fazlasıyla zikrettiklerini, haberlerini izleyenler iyi bilmektedir.

5- Bu muhavereyi siyer sahiplerinin çoğu nakletmişlerdir. Biz ise Mü’tezile Allâmesi İbn-i Ebi’l Hadid’in “Nehc’ul Belağa” şerhinden naklettik (c.3; s.105) bakabilirsiniz.

6- Bu her iki meseleyi İbn-i Hacer Savâik kitabında nakleder. (s.105) Ayrıca Darukutni, Hz. Hasan’ın Ebu
Bekir’le cereyan eden davayı ihraç ettiği gibi İbn Sa’d de Tabakat’ında Hüseyin’in Ömer’le olan davasını Ömer’in hayatın da belirtir.

7 - Halit b. Said, Ebu Bekir’in hilâfetini ilkin kabullenmeyenlerden biriydi. Ona ancak üç ay sonra biat etmişti. Bu haberin üzerine tarihçilerin çoğu nass koymuştur. Bunlardan biri İbn Sâ’d (Tabakat, c.4 s.70) Halit’in tercemesinde şöyle yazar: Ebu Bekir, Şam’a göndereceği ordunun başına onu tayin etmek istemiş, hatta sancağı eliyle evine kadar götürmüştü. Bunu haber alan Ömer Ebu Bekir’e: Onsun konuştuklarını bildiğin halde Halit’e nasıl böyle bir vazife veriyorsun? der ve Ebu Bekir’i caydırır. Ebu Bekir ona Ebu Ervâ b. Devsi’yi gönderir, Ebu Erva: Halife “bize sancağımızı geri ver” diyor, deyince Halid sancağı çıkarıp verir ve şöyle der: Bize verdiğiniz bu vazifeye sevinmediğimiz gibi, bizi azletmenize de hiç üzülmedik... Ve Ebu Bekir onun evine kadar gidip ondan özür diler, Ancak Ömer’in bu olayla ilgisinden hiç bahsetmemesini bilhassa rica eder. Vesselam. (Ş)


DİPNOT:
1- İbn-i Esir’in “Kâmil” isimli tarih’inden sözlerini aynen naklettik. (c.3 s. 24) Ayrıca Mütezili allâme “Nehc’ül Belâğa” şerhinin Ömer bahsinde irad etmiştir. (c.3 s.107)

2- İmam Ebu’l Fazl Ahmed b. Ebi Tâhir “Bağdat Tarihi” kitabında İbn-i Abbas’a isnat ederek tahric etmiştir. Ayrıca Mütezile Allamesi de irad eder.

3- Bu mahavereyi siyer sahiplerinin çoğu nakletmişlerdir. Biz ise Müstezile Allâmesinin “Nehcül-belağa” şerhinden naklettik (c.3; s.105) Bakabilirsiniz.

4- Bu her iki meseleyi İbn-i Hacer (Savâik) kitabında nakleder. (s.105 Ayrıca Dar’kıtni, Hasan’ın Ebu Bekir’le cereyan eden dava’yı ihrac ettiği gibi İbn Sa’d de “tabakat”ında Hüseyinin Ömer’le olan davasını Ömer’in tercemesinde tahric eder.

5- Halit b. Said, Ebu Bekir’in Hilâfetini ilkin kabüllenmeyenlerden biriydi Ona ancak üç ay sonra biat etmişti. Bu haberin üzerine tarihçilerin çoğu Nas koymuştur. Bunlardan biri İbn Sâd (Tabakat; c.4 s .70) Halit’in tercemesinde şöyle yazar: Ebu Bekir, Şama göndereceği ordunun başına onu tayin etmek istemiş, hatta sancağı eliyle evine kadar götürmüştü. Bunu haber alan Ömer Ebu Bekir’e: Halit’e nasıl böyle bir vazife veriyorsun? Onun konuştuklarını bildiğin halde der ve Ebu Bekir’i caydırır. Ebu Bekir ona Ebu-Ervâ b. Ed-Devsi’yi gönderir, Ebu-Erva: Halife; “bize sancağımızı geri ver” diyor, deyince Halid sancağı çıkarıp verir ve şöyle der: Bize verdiğiniz bu vazifeye sevinmediğimiz gibi, bizi azletmenize de hiç üzülmedik... Ve Ebu Bekir onun evine kadar gidip ondan özür diler, Ancak Ömer’in bu olayla ilgisinden hiç bahsetmemesini bilhassa rica eder.



****************************************
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Cevapla

“Kitaplar” sayfasına dön