Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

69. MEKTUP - (10 Sefer 1330)
Vasiyeti İnkâr Edenlerin Hücceti

Ehl-i Sünnet ve Cemâat vasiyeti inkâr ederler, bu husustaki hüccetleri ise Buhâri’nin Esved’den rivâyet ettiği şu hadistir: “Ayşe’nin huzurunda, Peygamber (s.a.a) Ali’ye vasiyette bulunduğu zikredilince Ayşe şöyle der: (1) Kim diyor onu? Peygamber (s.a.a)’i son nefesinde ben göğsüme dayamıştım. Leğen ve ibrik istedi ve o anda gevşeyip öldü; Ali’ye vasiyette bulunduysa ben nasıl hissetmedim.” (727) (2) Buhâri Sahihinde bir çok yoldan tahric ettiği bir hadiste, Ayşe’nin hep şöyle dediğini rivâyet ediyor:

“Resulullah (s.a.a) benim çenem ve boynum arasında öldü. (728) Çoğu zaman da: Göğsüm ve boynum arasında öldü. (729) Eğer vasiyete benzer bir şey söylemiş olsaydı haberim olurdu.” (730) Müslim’in Sahihi’nde ise Ayşe’den şöyle bir hadis var. Orada şöyle diyor: “Resulullah (s.a.a) ne bir dinar, ne bir dirhem, ne bir koyun, ne bir deve hiçbir şey bırakmadı, hiç bir vasiyette de bulunmadı...” (731) Yine her iki Sahih’te Musraf oğlu Talha’dan şu hadis önemli diyor ki: Abdullah b. Ebu Evfa’ya sordum: Peygamber (s.a.a) herhangi bir vasiyette bulunmuş muydu? “Hayır” dedi... “Peki nasıl daha önce halka vasiyette bulunuyor da daha sonra neden vazgeçiyor?” diye sorduğumda dedi ki: “Kur’an-ı tavsiye etti...” (732) Bu hadisler iki sahihte sabit olduğundan sizin yazdığınız hadislerden daha doğru olsa gerek, böyle olunca da elbette ki önce onun üzerinde durmak gerekiyor. Vesselam. (S)


DİPNOT:
1- Bu hadisi Buhâri, Sahih’inin Vasâya kitabında (c. 2 s. 73) ve yine Sahih’inin (c. 3 s. 564) Peygamber (s.a.a)’in hastalığı babında tahric etmiştir.

2- İmam Sendi, Nesâi Sünen’inde bu hadise şöyle bir yorum yapmıştır. “Bu demek değildir ki, daha önce hiç vasiyette bulunmamış veyahut bulunmadan âniden ölmüştür. Zira kendisi (s.a.a) henüz hastalanmadan ölümünün yaklaştığını biliyordu...” Bu sözlerin üzerinde durursanız, ne kadar yerinde olduğunu anlarsınız.







70. MEKTUP - (11 Sefer 1330)
1- Vasiyeti inkâr etmek mümkün değil.
2- Onu inkâr etmeğe çalışmalarının nedeni.
3- İnkârda bulunanların, rivâyet ettikleri hadisler hüccetsizdir.
4- Akıl ve vicdan, onun doğru odluğuna hükmeder.



1- Peygamber (s.a.a) Hz. Ali’ye yaptığı vasiyeti inkâr etmek mümkün değil, zira onu ilim ve hikmetinin vârisi yaptıktan sonra, cenazesinin yıkama, hazırlama ve defnetme işini (733) (1) kendisine tavsiye ettiği bilinmekte olup, borcunu ödemesini, (2) vaatlerini yerine getirmesini, (734) insanlara ihtilafa düştükleri meseleleri, (735) hüküm ve şeriat yoluyla kendilerine açıklamasını hep kendisine bırakmıştır. Ayrıca kendisinden sonra ümmetin velisi, (736) onun kardeşi olduğunu (737) ve yine çocuklarının babası, (738) (3) veziri, (739) (4) vasisi (742) ve ilim şehrinin kapısı, (743) hikmet evinin kapısı (744) ve bu ümmetin kurtuluş gemisi (746) onun olduğunu defalarca ilan etmiştir. Bundan başka, onu sevenin Allah’ı ve Resûlünü sevdiğini, ona buğz edenin de Allah ve Resûlüne buğz ettiğini, (751) ona sadakatte bulunan onlara, (752) eziyet eden, yine onlara eziyet etmiş (753) ve söven de onlara sövmüş olacağını (754) tekrar tekrar söylemedi mi? Bilhassa onun Kuran’ın derecesinde (759) ve (5) Harun’un Musa’ya yakınlığı menzilesinde olduğunu (760) açıkça söylediği malumdur.Hatta, başının bedeninden yakınlığı derecesinde kendisine yakın, (762) hatta ve hatta nefsi derecesinde olduğunu söylemiştir.(763) Arafat günü “Benim yerime ancak Ali tediye edebilir” demesi sizi tatmin etmesi gerekir sanırım... (765) Kısacası ancak bir vasiye yakışacak hatta ancak peygamberi temsil edecek bir şahsiyete mahsus söylenmiş bu sözlerin örnekleri çoktur. Şu halde nasıl, nereden ve ne zaman, akıllı olan bir kimse, bütün bunlardan sonra onun vasiyetini unutur ve ayrı bir maksat yoksa, nasıl bunu inatla inkâr etmeğe çalışır? Acaba vasiyet, şu bahsi geçen şeylerden başka bir şey midir?

2- Fakat dört mezhebe tabi olanlar bu vasiyetleri üç imamın hilafetiyle birleşmeyeceğini zannedip inkâr ettiler.

3- Buhâri’nin Talha b. Musraf’tan rivâyet ettiği hadiste bize karşı herhangi bir hüccetleri olduğunu kabul etmiyoruz. Buhâri, Talha b. Musraf’ın şöyle dediğini rivâyet etmiş: “Abdullah b. Ebi Evfa’ya sordum: Peygamber (s.a.a) vasiyette bulunmuş mu? “Hayır” dedi. Dedim ki: “Nasıl daha önce vasiyet eder de sonra terk eder?” dedi ki: “Allah’ın kitabını tavsiye etti.” (766) Bu hadis bizce sabit değildir. Zira onu, siyaset ve sultasının icaplarından sayıyoruz. Hal ne olursa olsun, Ehl-i Beyt’in Sahihleri vasiyet hadisleri ile mütevâtir vaziyettedir. Ona muârız olanları alıp duvara çalmak gerekir.

4- Nitekim vasiyet meselesi, akıl ve vicdan hükmü ile sabit olduktan sonra, herhangi bir kanıta ihtiyaç yoktur. Şâir ne demiş? “Bir şey uzayıp büyürse, başka bir şeye ihtiyaç duymadan kendine mahsus olan yeri doldurur ve belli eder. Güneş ışığına bu ışıktır deyip vasıflandırmak ise, bâtıl ve mânâsızdır.” Buhâri’nin, İbn-i Ebi Evfâ’dan. “Peygamber (s.a.a) Allah’ın Kitabını tavsiye etti” meâlindeki rivâyeti, doğru fakat eksiktir. Zira Peygamber (s.a.a) iki “Sakel’i” (iki değeri biçilemez şeyi) tavsiye etmişti. Hatta ümmetine, onlara tutunmazlarsa dalâlete düşeceklerini hatırlatmış ve onlar havuzun başında kendisiyle buluşuncaya dek birbirlerinden ayrılmayacaklarına dâir haber vermiştir. Sahihlerimiz, pak soy yolundan gelen hadislerle dolu ve mütevâtirdir. Ayrıca başkalarının yolundan da doğru olduğuna inanıp 8. ve 54. mektupta getirmiş olduğumuz hadisler sizi tatmin edecek mahiyettedir. Vesselam. (Ş)


DİPNOT:
1- İbn-i Sa’d Tabakat’ın c. 2 s. 61’de Hz. Ali’den şu hadisi tahric eder: Peygamber (s.a.a)’in cenazesini benden başka kimsenin yıkmamasını vasiyet etti. İbn-i Neccar da benzerini tahric eder, ayrıca Kenz’de de zikredilmiştir. Yine Hâkim Müstedrek’inde, Zehebi Telhis’inde, Ebu Dâvut, İbn-i Ebu Şeybe, Beyhaki, hepsi de aynı hadisi veya benzerini tahric etmişlerdir. İbn-i Abdülbirr İstiab’ında, Hâkim de Müstedrek’inde İbn-i Abbas’tan şu hadisi tahric eder: “Ali’nin dört fazileti vardı ki, bunlar başkasına nasip olmamıştır; birincisi: Peygamberle ilk namaz kılması, ikincisi: Her savaşta, sancağını ona vermesi, üçüncüsü: Başkaları Peygamberi bırakıp kaçtıkları zaman yanından ayrılmaması, dördüncüsü: Peygamber (s.a.a)’i yıkayıp defnetmesi: Peygamber (s.a.a) kerevetinin üzerine konulup namazını kılmak istediklerinde Hz. Ali dedi ki: O sağken imamınız olduğu gibi, ölüyken de imamınızdır... Bunun üzerine halk, bölük bölük girerek, sıra sıra, fakat imamsız namazını kılıp tekbir getirirken Ali başının ucunda şöyle diyordu: “ Selam sana ve Allah’ın rahmeti ve bereketi sana ey Nebi... Ey Cenabı Allah! Hepimiz şahâdet ediyoruz ki ona tenzil ettiklerini tebliğ etti, ümmetine nasihatte bulundu, Allah’ın yolunda onun dinini üstün ve azizi hale getirinceye kadar cihatta bulundu. Ey ulu Allah! Bizleri ona tenzil ettiklerine tâbi kıl. Ve bizleri onun üzerine sabit eyle... Ve sonunda bizi onunla birleştir yâ Rabbi...” O bunları söylerken halk bir ağızdan amin diyordu.

2-Bütün bu irad ettiklerimizi İbn-i Sa’d Tabakat’ında zikretmiş ve ayrıca demiştir ki: “Onun yanına ilk giren Hâşim oğulları, sonra Muhacirin, yan yana durup beş kere tekbir getirdiler.” Bu husustaki haberler oldukça mütevâtirdir. (Tabarani, İbn-i Medeveyh, Deylemi, Bezzaz, Ahmed b. Hanbel ve daha birçok inanılır şahsiyet.)

3- Çocuklarının babası olduğu vicdanen malumdur. Zira demiştir ki (s.a.a): “Yâ Ali! Sen benim kardeşim ve çocuklarımın babasısın.” Bu husustaki hadisi Ebu Yâ’la, Ahmed b. Hanbel, Kenz’de mevcut olduğu gibi tahric etmişlerdir. Tabarani, Hâkim ve daha bir çoğu rivayet ederler.

4- Veziri olduğuna dair hadisler de çoktur ve mütevâtirdir. İmam Busîri bu husustaki “Hamza” kafiyeli şiirinde açıkça beyan etmiştir.

5- Bu husustaki hadisler Mektup 26, 28, 30 ve 32’de zikredilmiştir.
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

71. MEKTUP - (10 Sefer 1330)
Müminlerin Anasının Hadisine Sırt Çevirmenizin Sebebi Nedir? Halbuki O Peygamberin (s.a.a) En Faziletli Zevcesi idi.

Neden -Allah sizi affetsin- Ümm’ül Müminin ve Peygamberin (s.a.a) en faziletli zevcesine sırt çevirip, onun hadislerini önemsemediniz. Oysa onun sözü hakikat ve hükmü adâlettir. Mamafih görüşünüz başka olabilir. Lütfen izâh edin, tetkik edelim.
Vesselam. (S)





72. MEKTUP – (12 Sefer 1330)
1- Peygamberin (s.a.a) en faziletli zevcesi değildir.
2- Onların en faziletlisi Hz. Hatice’dir.
3- Hadisinden yüz çevirmenin sebebine, kısaca işaret etmek.


1- Ümm’ül Müminin Ayşe’nin kendine göre fazileti ve derecesi vardır, fakat Peygamber (s.a.a) zevcelerinin en faziletlisi değildir. En faziletlileri olamaz, zira şu hadis bizzat kendisinden nakledilir. Diyor ki: “Bir gün Peygamber (s.a.a) Hatice’nin bahsini etmişti, ben hakkında konuşarak dedim ki: Allah sana daha iyisini verdi, o ihtiyar bir kadından başka neydi ki?

Cevabı şu idi: “Bana daha iyisini vermedi. Herkes beni küfürle karşılarken o iman etti, herkes beni yalanlarken o bana inandı ve herkes beni her şeyinden mahrum ederken, o beni malına ortak etti ve Allah bana kendisinden çocuk ihsan edip diğerlerinin çocuklarından mahrum etti.” (767) Ve Ayşe’nin şöyle dediği rivâyet edilir: “Resulullah (s.a.a) Hatice’yi zikretmeden hemen hemen evden çıktığı olmazdı. Bir gün yine zikredip onu methetmeye başladı. Bu sefer kıskançlığımı yenemeyip dedim ki: O, kocakarıdan başka ne idi ki? Cenabı Allah sana ondan daha iyi zevceler ihsan etti. Peygamber (s.a.a) bu sözlerime o kadar kızdı ki, başının ön kısmındaki saçlarının dahi titrediğini fark ettim. Ve dedi ki: “Yok vallahi, Cenabı Allah bana ondan daha iyisini vermedi. O, herkes küfre devam ederken bana iman etti, beni herkes yalanlarken o inandı, beni herkes her şeyden mahrum ederken, o beni malına ortak etti ve Cenabı Allah bana ondan verdiği çocukları, başka kadınlardan mahrum etti.” (768)

2- Peygamber (s.a.a) en faziletli hanımı, Hatice’tül Kübra’dır. O, bu ümmetin Sıddîkasıdır. Zira Allah’a ilk iman eden hanım olup, kitabına ilk inanan ve Peygamber’in dertlerine ilk ortak olan hanım yine kendisidir. Nitekim Cenab-ı Allah, kendisine cennette kargıdan bir ev bahşettiğini, Peygamber (s.a.a) ona müjdelemek için vahiy indirmiştir. (769) (2) Ve onun başkalarından üstün olduğunu şu nassıyla belirtmiştir: “Cennet kadınlarının en üstünü: Huveyled kızı Hatice, Muhammed kızı Fâtıma, Firavun’un karısı Âsiye ve İsa peygamber’in annesi Meryem’dir...” (770) Bu mânadaki nasslar çok olduğu gibi hepsi de doğru ve sabittir.

Ayrıca Ayşe, Müminlerin diğer annelerinden daha faziletli değildir. Zira belli başlı sünenler ve tarihi eserler onun daha üstün olduğunu kabul etmiyor. Ama belki o kendini daha üstün görüyordu. Fakat Resulullah (s.a.a) bu görüşünü onaylamıyordu. Bunun kanıtı, Ümm’ül Müminin Safiye binti Huveyled ile vuku bulan şu hâdisedir: Bir gün Resulullah (s.a.a) Saifye’nin yanına gittiğinde ağladığını görmüş, ona neden ağladığını sorunca: “Ayşe ve Hafsa’nın hakâret ettiklerini ve biz Sâfiye’den daha üstünüz dediklerini duydum” demiş. Resulullah (s.a.a) Ona: “Onlara, benim babam Harun, amcam Musa, kocam ise Muhammet’tir, siz hangi sıfatla benden üstün oluyorsunuz, diyemedim mi?” (773) diye buyurmuş. Ümm’ül Müminin Ayşe’nin, hareketlerini takip eden her şahıs, aynen bizim dediğimiz gibi olduğunu görür. (774) 3- Onun vasiyet hakkındaki hadisine sırt çevirmemizin nedeni ise, o hadisin hüccet olmayışıdır. Bu husustaki tafsilatı da benden istemeyin. Vesselam. (Ş)

DİPNOT:
1- Bu hadis ve sonraki, Sünenlerin mütevâtir hadislerindendir, İstiab kitabına bakın, aynen yazdığımız şekilde görürsünüz. Ayrıca Buhari ve Müslim yazdığımıza daha yakın bir ifadeyle tahric etmişlerdir.
2- Bu hadisi de Buhari Sahihinin (c. 3 s. 175) Kadınların kıskançlığı babında tahric etmiştir.
3- Tirmizi tahric ettiği gibi, İbn-iAbdulbirr İstiâb’ında, İbn-i Hacer el-İstiâb’da ve daha başkaları îrad etmişlerdir.
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

73. MEKTUP – (13 Sefer 1330)
Hadisine Sırt Çevirmenin Sebebi Hakkında Tafsilat istemek

Siz, aldatan veya kandıran yahut dışı başka iç başka kimselerden olmadığınız gibi başkalarına çamur atacak kimselerden asla değilsiniz. Bendeniz de Allah şükürler olsun, ayıpları açıklamayan, kimsenin hakkında bulunmayan ve hata arayıp, mahremiyetlerin peşine düşmeyenlerdenim. Ancak aradığım şeyin peşini bırakmadan takip ederim. Sizinden istediğim tafsilattan vazgeçmem mümkün değil. Şu halde bana mutlaka izahatta bulunmanız gerekir. Lütfen hiç çekinmeden açıklayın. Bu hususta size karşı vesilem ancak Cenabı Allah’ın, “indirdiğimiz apaçık ve doğru yolu gösteren ayetleri, gizleyenler...” (Bakara/159).
Vesselam. (S)






74. MEKTUP - (15 Sefer 1330)
1- Onun hadisine sırt çevirmenin nedeninin tafsilatı.
2- Vasiyetin gerçek olduğuna akıl hükmeder.
3- Peygamber (s.a.a)’in göğsünün üzerinde vefat ettiğini iddia etmesi çelişkilidir.


1- Hiç bir mazeret kabul etmeyip beni tafsilata mecbur ettiniz. Oysa her şeyin buradan kaynaklandığını bildiğiniz
için bundan vazgeçebilirdiniz. Evet her şey buradan kaynaklanıyor, vasiyetin ve açık nassların suikasta uğradığı yer de burasıdır. Aynı zamanda verâset, Hums (beşte bir) “Nihle” (karşılıksız verilen şey)’in de mahvolduğu yer, yine burasıdır ve fitne buradan kopmuştur, evet buradan, buradan. (775) (1) Zira Emir’ul Mû’minin Hz. Ali’nin harbine kalktığı zaman nice mesafeler kat etmiş ve onun mülkünü elinden alıp devletini lağvetmek gâyesini güderek nice askerî kuvvetleri arkasından sürüklemiştir. Şâir diyor ki: “Olanlar olmuştur, onları zikretmek istemiyorum. Siz yine iyimser olup, hayırlı olduğunu tahmin edin ve gerisini sormayın.” Hz. Ali’ye edilen vasiyeti, onun sözünü hüccet sayıp nefyetmeye kalkışmak herhangi bir insaf sahibinden beklenemez. Çünkü en büyük hasımlarından biriydi. Zira Hz. Ali’ye karşı duruşu, sadece bir defa değil ki... Vasiyeti inkâr etmek, “Küçük Cemel” ve “Büyük Cemel” (776) vakası kadar önemli değildir herhalde... Ki, bu ikisinde de onun neler gizleyip sakladığı açığa çıktığı gibi, Peygamber’in vasisine karşı çıkmadan evvel ve ondan sonra ölünceye kadar hangi haleti rûhiy’ye sahip olduğu belli olmuştu. Zira ölümünü duyduğu zaman Allah şükür etmek mahiyetinde secde edip, meâli şöyle olan bir beyt’i terennüm etmiştir: “Asa’sını yere bırakıp istikrara kavuştu. Seferden dönüp, huzur ve sevince kavuşan yolcu gibi.” (777)

İsterseniz size onun hadisinden bir örnek vereyim de gayesinin ve kadar uzaklarda olduğunu görün: (2) “Resûlullah (s.a.a)’in hastalığı ağırlaştığında, dışarıya çıkmak isteyince, kollarına iki kişi girdi; Amcası Abbas ve biri daha.” Bu hadisi anlatan, Ubeyd b. Abdullah b. Utbe b. Mes’ud, diyor ki: Ayşe’nin bu sözlerini, Abdullah b. Abbas’a anlattım bana: O ikinci şahsı kimdi biliyor musun? dedi. Ben: Hayır deyince O Ali idi, Ayşe’nin gönlü ondan hoşnut değil dedi. (778) (3) Size soruyorum: Hiç hoşlanmadığı halde Peygamber’in koltuğuna girenlerin birini bildiği halde adını söylemekten kaçınan bir kimsenin, Peygamber (s.a.a) ona vasiyet ettiğini nasıl söyleyebilir? İmam Ahmet Müsned’inde (c. 6 s. 113) Ayşe’nin hadisinden Ata b. Yesar’dan şöyle bir hadis tahric eder: Adamın biri Ayşe’nin yanında Ali ve Ammar’ın aleyhinde konuştu. Ayşe ona dedi ki: Ali için sana birşey diyemem ama Ammar için Resulullâh (s.a.a)’in şöyle dediğini duydum: “Ammar’dan iki yoldan birini seçmesi istendiği zaman mutlaka daha doğru olanını seçer.” (779)

Vay Vay... Müminlerin anası, Peygamber (s.a.a), Ammar hakkında böyle söylediği için, onun aleyhinde konuşulmaktan korkuyor da, peygamberin (s.a.a) kardeşi, Hârun’u, ilim şehrinin kapısı, Allah ve Resûlünün en çok sevdiği, insanların ilk müslüman olanı, en kıdemli mümin ve en âlimi olan Hz. Ali aleyhinde bulunmaktan korkmuyor... Vay, sanki Hz. Ali’nin Cenâbı Allah’ın yanındaki derecesini, peygamberin (s.a.a) kalbindeki yerini, İslam’daki cihâdını ve makamını hiç bilmiyor ve sanki Allah’ın Kitabı ve Peygamber’in sünnetinde, onu Ammar’ın derecesinde gösterecek hiçbir şey görmemiş ve duymamıştır. Vallahi doğrusu onun bu sözlerine benim aklım ermedi. Ne diyor? Peygamberi (s.a.a) son nefesinde ben göğsüme dayamıştım, leğen ve ibrik istedi ve o anda gevşeyip öldü. Ali’ye nasıl vasiyette bulundu da ben hissetmedim. Bu sözlerinin hangi yönü üzerinde konuşayım, ben de bilmiyorum, zira birçok yönden tahlili gerek. Keşke onun vasfettiği şekilde ölümünün, (Ona annem babam feda olsun) vasiyet edemeyeceğine bir delil teşkil edeceğini bir bilen olsa. Acaba o vasiyetin ancak ölüm esnasında olabileceğini mi zannediyor? Asla! Sadece bu kimin tarafından olursa olsun hakikate karşı durma inadıdır.

Cenâbı Allah Kitâbında buyuruyor ki:
“Sizden birinize ölüm alâmetleri belirdiği zaman geriye kıymetli bir şey bırakacaksa, vasiyet farz kılındı.”

Acaba Ümm’ül Müminin, Peygamber (s.a.a)’i Allah’ın kitabına muhalefet edecek bir kimse mi görüyordu? Haşa, maâzallah! Aksine onun, kitabının izinden yürüdüğünü, her süresini takip ettiğini, onun emirleri ve nehiyleriyle ibadet etmeğe kendini adadığını çok iyi biliyordu. Hatta onun şu sözlerini kulaklarıyla duyduğundan hiç şüphem yok: (4) “Hiç bir Müslüman yanında yazılı bir vasiyet bulundurmadan iki gece geçirmeye hakkı yoktur.” (780) Veya buna benzer sözlerini duymamış olmasına imkan yok, zira (s.a.a) vasiyeti şiddetle emretmiştir. Zira ne kendisine, ne kendisinden başka bir peygamber -hepsine salat ve selam olsun- her hangi bir şeyi emredip, onun aksini yapmak câiz değildir. Kaldı ki Cenabı Allah’da böyle peygamberleri insanlara mürşit olarak göndermekten de münezzehtir.

Müslim’in Ayşe’den rivâyet ettiği şu hadis ise: “Peygamber (s.a.a) geriye ne bir dinar, ne bir dirhem, ne bir koyun, ne bir deve bıraktı. Hiç bir vasiyette de bulunmadı.” Peygamber (s.a.a)’in kati surette hiç bir şey bırakmadığını veya onun geriye bırakılacak her şeyden
yoksun, vasiyet edeceği çok şeyler vardı. (5) Bir kere zimmetin de bir sürü borç, (781) kefâlet ve emânetler vardı. Aynı zamanda kendi borcunu ödeyecek hatta biraz da vârislerine artacak kadar mülkü vardı. Bunun delili Fatıma’nın (a.s) miras isteminde bulunması. (782) (6)

2- Ayrıca Resûlullah (s.a.a) vasiyeti icap ettirecek öyle şeyler bıraktı ki, onların emsalini kâinatta kimse bırakmamıştır. Bunların en önemlisi, henüz doğuşunun ilk yıllarında olan Allah Teâla’nın dinini bıraktı ki, bunun vasiyete, altın ve gümüşten, ev ve tarladan, ekin ve davardan daha çok ihtiyacı vardır. Öyle ki ümmet top yekün onun dul ve yetimleri sayılıp, kendilerine bir vasi bırakmasına zarûret halindedirler. Çünkü o vasinin, onların dini ve dünyevi işlerini sevk ve idare etmesi gerekir ki Resulullah (s.a.a)’in daha gelişme çağında olan Allah’ın dinini, esen yellere tevkil edip şeriatını koruyacak bir vasi tayin etmeden çeşitli fikir ve görüşlere emânet etmesi imkan ve ihtimal haricindedir. Bilhassa vasiyette bulunması için kendisine vahiy geldikten sonra, maazallah Allah’ın emirlerini ihmal edip yerine getirmemesi hiç bir şekilde beklenemez. Vasiyeti inkâr edenin şahitliğini akıl ve mantık kabul etmez, onu inkâr eden ne kadar yüce olursa olsun. Resulullah (s.a.a) daha İslam’a dâvetin başlangıcında Hz. Ali’ye vasiyette bulunmuştur.

Cenabı Allah: “Aşiretini ve yakınlarını herkesten önce islam’a davet et ve uyar” âyetini indirdiğinden beri. (Mektup 20’de beyan etmiştik.) Ondan sonra da vasiyetini ona tekrarlamaktan hiç geri kalmamıştır. Bu kitabın birçok yerinde işaret ettiğimiz gibi bunu defalarca te’kit etmiştir; hatta vefat edeceği saatte dahi vasiyetini yazılı olarak vurgulamak ve tevsik etmek için: “Bana kağıt kalem getirin, size bir belge yazayım ki hiç bir zaman dalâlete düşmemenizi sağlasın.” Fakat yanında bulunan sahabeler ihtilafa düşerler, oysa Peygamber’in yanında tartışma câiz değildir. Hatta dediler ki: “Peygamber sayıklıyor” (783) (7) O anda Resulullah (s.a.a) bu kelimeyi söyleyenlerin yanında, böyle bir belgenin fitneye sebep olmaktan başka hiç bir tesiri olmayacağını anlar ve onlara: “Hepiniz dışarı çıkın” der ve daha önce yapmış olduğu sözlü vasiyetlerle iktifa eder. Nitekim yine de vefatının vuku bulduğu gün onlara üç vasiyette bulundu: Hilafeti Ali’ye vermelerini, Müşriklerden gelen elçilere kendisinin yaptığı gibi izin verip karşılamalarını... Fakat o günkü sulta ve siyaset, birinci vasiyetin konuşulmasına müsaade etmedi. Hatta bazıları onu unuttuklarını iddia etti. Buhari “Peygamber sayıklıyor” hadisinin sonunda: “Resûlullah (s.a.a) vefatı anında üç şey tavsiye etti: Birincisi Müşriklerin Arap adasından ihraç edilmesini, ikincisi gelen elçi ve ziyaretçilere kendisini örnek alıp karşılamalarını, üçüncüsünü de unuttum” diye yazar. (8) Müslim de Sahihinde, diğer Sünen sahipleri de aynı bahaneye başvururlar. (784)

3- Ümm’ül Mümininin, Resulullah (s.a.a)’in göğsü üzerinde Allah’ına kavuştuğu iddiası ise, hakikate ters düşmektedir. Zira Resulullah (s.a.a), kardeşi Ali b. Ebi Talib’in göğsü üzerinde vefat ettiği, tahâret sembolü Ehl-i Beyt’in doğru hükümleri (785) ve Ehl-i Sünnetin bazı sihah hükümlerine göre sabittir. Vesselam. (Ş)


DİPNOT :
1- Ehli sünnet sahihlerinin hükümleri bunu içeriyor. Buhari’nin “Sahih”inde ki, “Peygamber’in hanımlarının evleri” babına bakın. (c. 2 s. 124)
2- Buhari’nin Sahihinde “Peygamber’in hastalığı ve vefatı” babında (c. 3 s. 62) tahric ettiklerinden.
3- Buhari “Ali’den gönlü hoş değil” cümlesini, her zamanki adeti gibi zikretmemiştir. Fakat Sünen sahiplerinin çoğu zikrederler. Bunların arasında İbn-iSâad da vardır. (Tabakat; c. 2 s. 29)
4- Buhari Sahihin “Vasaya” kitabında (c. 2 s. 10) tahric ettiği gibi Müslim de Sahihi’nin “Vasiyet” kitabında (c. 2 s. 10) tahric etmiştir.
5- Muammer Kutade’den şöyle rivâyet ediyor: “Hz. Ali, Peygamber’in (s.a.a) yerine, beş yüz bin dirhemi bulan bir miktar ödedi.” (Kenz’ul Ummal; c. 4 s. 60 h. 117)
6- Buhari, Hayber vakası babının sonunda tahric ettiği gibi (Sahih; c. 3 s. 37) Müslim’de Sahihi’nin Cihat kitabında tahric etmiştir. (c. 2 s. 22)
7- Aynı sözlerle Buhari Sahihinin Cihat kitabında tahric etmiştir. (c. 2 s. 118) Keza Müslim Sahihi’nde, Ahmed b. Hanbel de Müsned’inde ve daha birçok Sünen ve Müsnedler.
8- Sahih’in (c. 2 s. 117) Cevâiz-ul Vafd babına bakabilirsiniz.
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

75. MEKTUP – (17 Sefer 1330)
1- Ümm’ül Müminin, hadisinde hislerine kapılmaz.
2- Güzellik ve çirkinlik, akılla ilgisi yönünden menfidir.
3- Ümm’ül Müminin’in davasına ters düşenler hakkında konuşmak.


1- Ümm’ül Müminin’in, (Müminler anasının) vasiyeti yok sayan (nefyeden) hadisi ile ilgili sözlerinizin üzerinde döndüğü eksen iki hususa dayanıyor. Birincisi: İmamla arasının iyi olmaması -iddianıza göre- onu vasiyeti nefyetmekten başka bir şey yapamamaya sürüklemiştir. Buna cevabımız: Onun gidişatı, Resulullah (s.a.a)’den nakledeceği hadislerde, hislerine kapılmayacağını kanıtlar. Hatta bunlar, sevdiği biriyle ilgili olsun veya sevmediği biriyle, onun için aynıdır. Haşa, arzularına, mahkum olup Peygamber (s.a.a) hadislerini vâki olmadığı biçimde kendi isteğini hakikate tercih ederek nakletmiş olsun, bu imkansızdır.

2- İkincisi: Bu hadise inanmayı akıl reddeder. -Yine sizin iddianıza göre- Çünkü Resulullah (s.a.a)’in henüz gelişme çağında olan yüce Allah’ın dinini ve daha yeni fıtratlarında olan Allah Teâla’nın kullarını idare edecek bir vasi tayin etmeden bırakıp gitmesi imkansız. Buna da cevabımız: Bu aklın ayırt ettiği güzellik ve çirkinlik üzerine kurulmuş bir şeydir. Ancak Ehl-i Sünnet bunu benimsemez. Onlarca akıl hiç bir şeyin çirkinliğine hükmedemeyeceği gibi... Güzellik ve çirkinlik hakkında, her hususta hüküm verecek olan sadece şeriattır. Şeriatın güzelleştirdiği her şey güzeldir, çirkinleştirdiği her şey de mutlaka çirkindir. Aklın bu hususta katiyetle bir rolü tesiri yoktur.

3- 74. mektubun sonunda Ümm’ül Mümini’nin, (Müminler anasının) “Peygamber (s.a.a) kucağında vefat etti” dâvâsına muârız olan hususlara değinmenize gelince: Biz Ehl-i Sünnet yolundan buna muârız herhangi bir hadis tanımıyoruz, sizin bildiğiniz varsa onu takdim lütfunda bulunun. Vesselam. (S)






76. MEKTUP – (19 Sefer 1330)

1- Hislerine kapılması.
2- Güzellik ve çirkinliğin akılca da tespit edileceği.
3- Müminlerin anasının dâvâsına muârız olan sihahlar.
4- Ümmü Seleme’nin hadisinin onun hadisine tercih edileceği.


1- Birinci meseleye karşı cevabınızda: “Hatunun durum ve gidişatından bilinene göre, hislerine kapılması ve isteklerini tercih etmesi imkansız olduğunu gösteriyor” diyorsunuz. Sizden gelenek ve duygusallık bağlarından kurtulmanızı, sonra onun gidişatını gözden geçirip, onun sevdiği ve sevmediği şahıslara karşı davranışlarındaki vaziyetini iyice tetkik etmenizi rica edeceğim. Orada hislerinin galip geldiğini apaçık göreceksiniz. Osman’a karşı, sözleriyle ve fiilleriyle nasıl davrandığını unutmayın (786) (1) Ayrıca, Ali, Fâtıma, Hasan ve Hüseyin’le de yarattığı olayları, Müminlerin analarıyla ve bilhassa Resulullah (s.a.a) durumu ve sürdürdüğü hareket tarzını inceleyin. His ve arzu işte oradadır. (787) Ve bunu (hissin tesirini) size teyit etmek için vereceğim şu örnekle yetinin. Yalan ve habis niyet ehli, Müminler anası cenabı Mariye hakkında, bühtan ve zulümden kaynaklanan bir iftirada bulunmuşlardı. Allah Teâla onu, Hz. Ali’nin müdahalesiyle onların zulmünden tertemiz aklanmış olarak herkesin şâhit olduğu bir şekilde berâat ettirir, (788) (2) ve:

“Allah kâfirleri, kinleriyle birlikte reddeder, hiç bir hayra nâil olmadan...” (789) Dahasını isterseniz, Resulullah’a (s.a.a) karşı şu davranışını hatırlayın! Bir gün ona şöyle der: “Senden “Meğâfir” (tadı şirin, kokusu kötü bir meyve) kokusu geliyor” (790) maksadı, müminlerin anası Zeyneb’in (r.a) evinde bal yemekten onu vazgeçirmek...(3) Eğer bu kadar kıyametsiz bir arzu, Peygamber (s.a.a) karşı onun nefsini mevzubahis ederek bu şekilde konuşmaya izin veriyorsa, Hz. Ali’ye yapılan vasiyeti, yok sayması konusunda ona nasıl itimat edeceğiz?... Yine, Numan kızı Esma’nın Peygamber hazretlerine gelin geldiği ilk gün. hislerinin hükmüne uyarak nasıl davrandığını unutmayın. (4) Mesele şöyle cereyan etmişti: Esma geldiği gün, onun yanına sokulup: Peygamber gerdek akşamı, girer girmez zevcesinin kendisine: “Eûzü Billahi Minke” (791) (senden Allah’a sığınıyorum) derse, çok hoşuna gider, der. Tabi maksadı Peygamberi ondan nefret ettirmek. Sanki müminlerin anası, Resulullah karşı (s.a.a) bu kadar değersiz olduğu halde, hatta haram bile olsa, sırf geçerli kılmak için, böyle bir arzuyu gerçekleştirmeyi mubah görüyor.

Bir kere de Peygamber (s.a.a) onu, beğendiği ve zevceliğe almak istediği bir hanımı yakından görüp tetkik etmekle görevlendirir. Ama görüp geldikten sonra kendi arzu ve gayesine uyarak Peygambere (s.a.a) gördüğünün aksini söyler. (792) (5) Bir gün de Peygamber (s.a.a)’in hakkında, babasına şikayette bulunur, babasının önünde ona: “Âdil ol” (6) der. Babası ona sert bir tokat atar, ağzından akan kan giysilerine damlar. (793) Yine bir defa Peygamber (s.a.a)’e kızdığı bir anda söylediği bir takım sözler arasında: (7) “Sen, bir de Allah’ın Peygamberi olduğunu mu iddia ediyorsun?” (794) der. Ve buna benzer bir çok olay, hepsini zikretmeğe yerimiz müsâit değildir. Ama yine de şu zikrettiklerimiz maksadımızı ortaya koymuştur sanırım.

2- İkinci meseleye verdiğiniz cevapta demiştiniz ki: “Ehl-i Sünnet, güzellik ve çirkinlik ayrımında aklın hükmüyle hareket etmezler, vs...” Oysa ben sizi böyle bir görüşe sahip olmaktan tenzih ederim. Çünkü bu görüş, duygu ile ayırt edilen hakikatleri inkâr eden safsatacıların görüşüne benzemektedir. Halbuki güzelliğini tayin ettiğimiz bazı işler vardır ki, yapılmasına karşı övgü ve sevaplar düzenlenir. Çünkü onların her birini ayakta tutan kendine has bir sıfatı vardır. Örneğin ihsan ve adalet gibi... Bunlar ihsan ve adâlet oldukları için bu sıfatı haizdirler. Ayrıca bu fiillerin çirkinini de tanır ve onun işlenmesine karşı, kınama ve cezâlar tertip edildiğini de biliriz. Çünkü onu ayakta tutan bir sıfatı vardır. Örneğin kötülük ve zulüm gibi... Bunlar da kötülük ve zulümdür diye bu sıfata sahiptirler.
Tabi ki, bu hususta hüküm vermek için akla ihtiyaç olduğunu her akıllı bilir. Hatta bunda akıllı kimselerin kararı, ikinin yarısının bir olduğu üzerindeki kararlarından hiç bir farkı yoktur. Oysa ortada olan alâmetler, size iyilik yapanla kötülük yapanın arasındaki fark üzerinde her zaman hüküm vermektedirler. Eğer güzellik ve çirkinlik şer’i olsaydı, şeriatı inkâr edenler -zındık ve dehrî gibileri- bunların üzerinde hüküm yürütmezlerdi. Oysa şeriatleri inkâr ettikleri halde onlar da iyilik ve adaletin güzelliğine hüküm verir, övgü ve sevabı onların ameli üzerine tertip ederler. Kezâ zulüm ve düşmanlık üzerine de öyle... Buradaki yegâne dayanakları akıldan başkası değildir. Siz, bu akla ve vicdana karşı çıkarak aklın kendisine bütün öğrettiklerini inkâr edip, kendi yaratılışı hilafına hüküm verenin sözlerine kulak asmayın!... Cenabı Allah insanları, bir çok hakikati akıllarıyla idrâk edecek şekilde yaratmıştır. Yaratılışları itibarıyla balın tatlılığını, biberin acılığını tatma, esansın güzel, leşin pis kokusunu algılama, ince ve kalın cisimlere dokunma, güzel ve çirkin manzaraları ise görme duygularıyla nasıl idrâk ediyorlarsa, aynı şekilde zulmün çirkinliğini ve adaletin güzelliğini de akıllarıyla idrâk etmeleri icab eder. Aynı şekilde de kavalın sesiyle eşeğin sesini birbirinden işitmekle ayırt ettikleri gibi... Bu Allah’ın fıtratıdır:
“İnsanları onun üzerine yaratmıştır. Allah’ın yarattıklarını değiştirmeye kimsenin gücü yetmez, işte doğru din budur, fakat insanların çoğu bunu bilmez.” (795) (9)
Eş’ariler, şeriata aşırı derecede inanmayı ve onun hükmüne teslim olmayı yeğledikleri için, aklın hükmünü inkâr etmişlerdir. Böylece genel aklî kaideyi unutup (O da aklın, her hükmettiği şeye şeriatın da mutlak surette hükmedeceğidir.) geri dönüş yollarını bizzat kendileri kesmişlerdir. Bu şekilde şeriatı ispat edecek hiçbir delilleri kalmıyor. Zira şer’i delillerle herhangi bir davayı ispat etmek, ancak sırasında ve yerinde mümkün olabileceği için onunla gösterilen hüccet eksik sayılır. Aklın hükmü olmazsa, nakille gösterilen hüccet eksik sayılır. Aklın hükmü olmazsa, nakille aktarılmış hadisler delil olarak gösterilemezdi. Akıl olmasaydı Allah’a dahi kimse tapmaz, hiç bir yaratığı O’nu tanımazdı. Bu mevzûdaki tafsilat, tanınmış âlimlerimizin belirli eserlerinde vardır.

3- Müminlerin anasının, “Peygamber (s.a.a) kucağında vefat etti” davasına gelince: Buna birçok senetler muârızdır. Ehl-i Beyt cihetinden tevâtür halinde olan sihahlardan, (796) ya da başkalarının cihetinden gelen hadislerden İbn-i Sa’dın Ali’ye isnaden rivayet ettiği şu hadis yeterlidir: (8) Resulullah (s.a.a) hastalığında: “Bana kardeşimi çağırın, der ve beni çağırırlar, bana, yaklaş dedi, yaklaştım. Göğsüme dayandı ve benimle tâkatı elverdiği ölçüde konuşmaya başladı. Hatta konuşurken ağız suyunun bazı damlaları yüzüme değiyordu. Ve sonunda vefat etti.” Ebu Nuaym Hilyet’ul Evliya’da Ali’den (a.s) şu hadisi tahric eder: “Resulullah (s.a.a) hastalığında: Bana kardeşimi çağırın, der ve beni çağırırlar; bana, yaklaş dedi, yaklaştım. Göğsüme dayandı ve benimle tâkatı elverdiği nispette konuşmaya başladı. Hatta konuşurken ağız suyunun bazı damlaları yüzüme değiyordu. Ve sonunda vefat etti.” Ebu Nuaym Hilyetinde Ali’den (a.s) şu hadisi tahric eder: “Resulullah (s.a.a) bana bin kapı tarif etti ve bu kapıların her biri bin kapı açabilecek seviyededir.” (798) (9) Ve buna istinaden Ömer b. Hattab’a bu gibi şeylerle ilgili sorular sorulduğu zaman: “Ali’ye sorun” derdi. Câbir b. Abdullah el-Ansari anlatıyor; “Kâ’b, b. Ahbar Ömer’e sordu: Peygamber (s.a.a)’in konuştuğu son sözler ne idi? Ömer: Ali’ye sor, dedi. Kâ’b Ali’ye sordu. Ali şöyle dedi: “Peygamberi (s.a.a) göğsüme dayadım, başını omuzuma koydu ve son olarak: “Salat, salat (namaz, namaz) diye seslendi”. Kâ’b tekrar Ömer’den sordu: “Onu kim yıkadı yâ Emir’ul Müminin? Ömer yine: Ali’ye sor, dedi. Kâ’b tekrar Ali’ye sorar, Ali: “Onu ben yıkadım, yıkarken.” (799) İbn-i Abbas’a sorarlar: “Peygamber (s.a.a) vefat ettiği zaman Onu gördün mü, başı herhangi birinin kucağında mıydı? “Evet vefat ettiğinde Ali’nin kucağında idi.” Ona: “Ama Urve Ayşe’den kendisinin kucağında vefat ettiğini naklediyor” derler. İbn-i Abbas bunu söyleyene tepki göstererek: “Ne dediğini bilmiyor musun? Vallahi vefat ettiğinde Ali’nin kucağında idi. Onu yıkayan da odur.” (800) (10) İbni Sâ’d, Ali Zeyn’ul Abidin (a.s)’dan da bu mânâda bir hadis tahric eder. (801) Zaten bu hususta Ehl-i Beyt’ten nakledilen hadisler mütevâtirdir. Hatta İbn-i Sa’d, (11) Şâ’bi’ye isnat ettiği, şu hadisi de tahric eder: “Resulullah (s.a.a) vefat ettiği zaman başı Ali’nin kucağında idi. Onu yıkayan da odur.” (802)

Ayrıca Hz. Ali hutbelerinde, herkesin önünde bu olaya bir kaç kez değinmiştir. Bilhassa hutbesinin birinde söylediği şu sözler, sizi tatmin edecek mâhiyettedir: (12) “Peygamberin (s.a.a)’in ashabından hâfızası olanlar bilirler ki, hayatımda hiç bir zaman Allah ve Resûlüne ters düşecek bir kelimecik dahi konuşmamışımdır. Herhalükârda en cesur kimselerin geri çekildiği yerlerde dahi onu yalnız bırakmamış onun uğruna nefsimi feda edip, canımla kanımla onu savunmuşumdur. Vefat ettiği zaman başı göğsüme dayalı idi. O aziz ruhu benim avucuma aktı ve onu ben yüzüme sürdüm. Onu yıkamakla şereflenen de benim, (803) hatta onu yıkarken melekler dahi yardımcılarım idi ki o gün melekler cemâat halinde devamlı inip çıkıyorlardı, etrafımızdaki tüm avlular, onlarla dolup taşıyor, salavat ve anlaşılır anlaşılmaz sesleri bir türlü kulağımdan çıkmıyordu. Tâki mezarına yerleştirip defnetmemize kadar.... Hayatında ve ölümünde, kim onda benden daha çok hak sahibidir?” (804) Ümmü Seleme’den şu hadis de sabittir: “Allah’a yemin ederim ki, Ali Peygambere (s.a.a) herkesten fazla yakın idi. Hastalığının son günü ziyaretine gitmiştik ki devamlı: Ali geldi mi, Ali geldi mi diye soruyordu. Kızı Fatıma: Onu bir vazifeye göndermişe benzersiniz, dedi. Nihayet Ali geldi, biz de onunla gizli bir şey konuşacak sandık, çıkıp kapının dışında oturduk.” Ve Ümmü Seleme şöyle devam ediyor: “Ben kapının ağzına herkesten daha çok yakındım. Ali’yi yanına oturtup kulağına bir şeyler fısıldamaya başladı. Ve o gün akşam olmadan vefat etti. Ali, son saatlerinde dahi ona herkesten çok yakındı.” (805) (13)
Abdullah b. Amr’dan nakledilmiştir: (14) Resulullah (s.a.a) hasta iken: “Bana kardeşimi çağırın” dedi. Ebu Bekir geldi, Resul (s.a.a) yüzünü çevirip tekrar: Kardeşimi çağırın” dedi. Osman geldi, yine yüzünü çevirdi. Nihayet kendisine Ali’yi çağırdılar, giysisiyle onu örtüp onunla fısıldaşmaya başladı. Yanından çıkarken sordular: “Sana ne söyledi?” dedi ki: “Bana bin kapı târif etti ki her biri bin kapıya açılır.” (806) Siz de bilirsiniz ki, Peygamberlere yakışan davranış budur. O biri ise ancak kadınlarla konuşmayı seven erkekler yakışan bir harekettir. Ki, Peygamberi (s.a.a) ondan tenzih ederiz. Değil Peygamber gibi biri, bir koyun çobanı olsa, öleceği zaman ister başı zevcesinin göğsüne dayalı ister kucağında olsa, koyunlarına bakacak birini tavsiye etmezse, o çoban mutlaka sorumsuz ve vurdum duymazın biridir. Allah Müminlerin Anasının taksiratını affetsin... Keşke bu fazileti Hz. Ali’den uzaklaştırmaya çalışacağına babasına atfetseydi. Hiç olmazsa böylesi Peygamberin makamın daha çok yaraşırdı. Ama babası o gün Peygamberin (s.a.a) kendi mübârek eliyle daha önce Usâme b. Zeyd’in ordusunda dizdikleri askerlerin arasındaydı. Gerçek şudur ki, “kendisinden kucağında vefat ettiğini” ancak kendisi söylemiştir ve bu hadisin mesnedi sadece kendisidir. Halbuki Hz. Ali’nin kucağında vefat ettiği haberinin mesnedi: Ali, ibn-i Abbas, Ümmü Seleme, Abdullah b. Amr, Şa’bi, Ali b. Hüseyin ve Ehl-i Beyt’in bütün İmamları... Elbette ki bunlar daha ağır basan senetlerdir. Ve Peygambere (s.a.a) daha çok layıktır.

4- Aslında, Ayşe’nin hadisine karşı Ümmü Seleme’nin hadisinden başka muârız olmasa bile, zikretmediğimiz birçok sebep vardır ki, onlar dahi Ümmü Seleme’nin hadisini daha önde kılardı. Vesselam. (Ş)


DİPNOT:
1- Mutezile Allâmesi’nin, (Nehc’ül-Belağa) şerhi c. 2 s. 77 ve s. 457 ve 597’ye bakın Osman’a ve Ali ile Fatıma’ya karşı davranışlarını tetkik ederseniz orada hissin tesirini apaçık göreceksiniz.

2- Bu musibet hakkında daha çok bilgi edinmek isteyenler, Hâkimin Müstedrek, c. 4 s. 39 veya Zehebi’nin Telhis’ine bakabilirler.
3- Buhari’nin Sahih’inde “Tahrim” süresini tefsir ederken (c. 3 s. 136) Ömer’den tahric ettiklerine bakın. Bakın da, Hafsa’yla işbirliği yapıp Resûlüllah’a karşı neler yaptıklarını görün, nasıl hayret edeceksiniz.
4- Hâkim’in Müstedrek’inde (c. 4 s. 37) tahric ettiklerine bakın. Ayrıca İbn-i Sa’d Tabakat’ında (c. 8 s. 104) tahric etmiştir. Dava meşhurdur, “İstiab” ve İsâbe’de de zikredilmiştir.
5- Bu hâdisenin tafsilatı bir çok sünene ve haber kitaplarında zikredilmiştir. Bunlardan Kenz’ul Ummal (c. 6 s. 294) ve Tabakat (c. 8 s. 115) örnek verilebilir.
6- Bu olayı da bir çok sünen ve sened sahipleri tahric ederler. Bunların arasında Kenz’ul Ummal (c. 7 s. 116.)
7- Bunu da Gazali aynı yerlerde zikreder.
8- Tabakat (c. 2 s. 51) ve Kenz’ul Ummal (c. 4 s. 55.)
9- Kenz’ul Ummal; c. 6 s. 392.
10- İbn-i Sâ’d (c. 2 s. 51) ve Kenz (c. 4 s. 55.)
11- Tabakat daha önce adı geçen sayfada
12- İbn-i Ebi’l Hadid’in (Nehc’ül - Belağa; c. 2 s. 561) şerhinde bulabilirsiniz.
13- Bu hadisi Hâkim Sahih’i (Müstedrek; c. 3 s.1 39)’inde tahric etmiştir. Hatta demiş ki: Bu hadis doğrudur ama iki şeyh tahric etmemişlerdir... Başkaları da tahric eder.
14- Bu hadisleri, Ebu Ya’la, Abdullah b. Amr’a dayandırarak tahric ettiği gibi, Ebu Nuaym ve daha birçokları da tahric etmiştir. Ayrıca Tabarani, şöyle bir hadis tahric eder: “Taif savaşındaydılar, Peygamber (s.a.a) Ali ile bir tarafa çekilip uzun uzun sırdaşlık yaptılar. Ayrıldıktan sonra Ebu Bekir Resulullah (s.a.a)’e: Ya Resulullah bu günlerde Ali’yle çok sırdaşlık yapıyorsunuz der. Resül (s.a.a) şu cevabı verir: “Onun ben sırdaş yapmadım, Allah yaptı.”Peygamber (s.a.a), çoğu zaman Ali ile bir tarafa çekilir sırdaşlık yaparlardı. Bir gün Ayşe içeri girip onları bu şekilde görünce Ali’ye şöyle çıkışır: “Ya Ali! Biliyorsun ki, dokuz günde ancak bana bir gün düşüyor. Ey Ebu Talib’in oğlu! beni günümle baş başa rahat bıraksan olmaz mı?” Peygamber (s.a.a)’in kızgınlıktan yüzü kızarır. Bu hadisi, Nehc’ül Belağa, Hamidi şerhinde bulabilirsiniz (c. 2 s. 78)
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

77. MEKTUP – (20 Sefer 1330)
Muarıza Esnasında Ümmü Seleme’nin Hadisini Öne Almasının Sebebinden Bahsetmek

Allah selametinizi bağışlasın. Ümmü Seleme’nin hadisini, Ayşe’nin hadisinden önde tutmakla yetinmeyip bunu gerektirecek bahsi etmediğiniz gibi daha bir çok şeklin mevcut olduğunu iddia etmişsiniz. Bunlar çokta olsa, hepsini ifa etmekten çekinmeyin Allah aşkına, çünkü davamız bahis ve ifâde davasıdır. Vesselam. (S)





78. MEKTUP – (22 Sefer 1330)
“Ümmü Seleme’nin hadisini daha tercihli kılan sebepler.”

Ümmü Seleme Hatunun kalbi, Kur’an-ı Kerim’in nassıyla, kaymış gösterilmemiştir. Tövbe etmek için de, muhkem ayetlerle emredilmemiştir. (807) (1) Aynı zamanda Peygamber (s.a.a)’e karşı olduğuna dair hiç bir âyet inmediği gibi, Peygamber’den sonra vasisine de hiç bir zaman başkalarıyla sırt sırta verip karşı koymamıştır. (808) Cenabı Allah onu, talakla ve icab ederse Peygambere zevce olarak kendisinden daha hayırlı biriyle değiştirmekle tehdit etmemiştir. (809) Ve davranışı yüzünden ona, Hz. Nuh’un ve Hz. Lut’un karılarını örnek göstermemiştir. (810) Ve Peygamber (s.a.a) minberinde hutbe okurken üç defa: “Fitne buradadır... Çünkü şeytanın
ümmeti buradan çıkacaktır” diyerek onun evini göstermemiştir. (2) (812) Ve Peygamber (s.a.a) Kıbleye doğru namaz kılarken, oturduğu yerden ayağını Peygamber’in önün uzatacak kadar, terbiyesi ona müsaade etmemiştir. Bunu yapan Âyşe ise, ona göz kırpıncaya dek, secde edeceği yerden ayağını çekmemiş hatta secdeden kalktıktan sonra tekrar ayağını uzatmıştır. (813) (3) Böyle idi işte... Ayrıca Ümmü Seleme, Halife Osman’ı herkesin önünde kötülemekle kalmayıp “Na’sel’i öldürün, Na’sel kâfir oldu.” (814) (4) (Na’sel, uzun sakallı Yahudi, ahmak bir ihtiyardı) Diyerek bağırıp çağırmadı... Ama kendisi Cenabı Allah, evinde oturmasını emrettiği halde, evini terk edip, Asker (5) isimli genç bir deveye binerek, (815) dağ, vâdi dinlemeden, “ta ki onun arkasından “Hav’eb” köpekleri havlayıncaya kadar ki, Resulullah (s.a.a) onu uyarmıştı (816) (6) arkasına koca bir ordu katarak İmam Ali’ye karşı savaşmaya koşmuştu. “Peygamber göğsümün üzerinde vefat etti” hadisine gelince, bu da ancak onun benzeri hadislerine atfedilebilir. Örneğin demiştir ki: Peygamber (s.a.a), Mescidinde kalkan ve mızraklarıyla oynayan bir gurup Sûdanlı görmüş, ona sen de görmek ister misin? diye sormuş, “evet” deyince, diyor ki: “Yanağım yanağına değecek bir şekilde beni kaldırdı ve onlara: “Haydi, yallah... diye bağırmaya başladı. -Yani hatun eğlensin diye onları oyuna teşvik ediyor- Ancak benim usandığımı hissedince bana sordu: Yeter mi? Evet dedim ve bana “hadi artık git öyleyse,” (817) dedi. (7)

Ya da isterseniz onu şu hadisine atfedebilirsiniz: “Bir gün Peygamber (s.a.a) benim evime girdiğinde yanımda iki câriyenin şarkı söylediklerini gördü. Hiç bir şey söylemeden gidip yatağına uzandı. Arkasından babam (Ebu Bekir) girip bu manzarayı görünce: Bu ne? Peygamber’in yanında şeytan zurnası mı? diye çıkıştı... Ama Peygamber (s.a.a) “Bırak söylesinler dedi.” (818) Ve hadisin devamı (8)... Veya şu hadisine atfedin: (9) “Peygamber bir gün benimle koşma yarışı yaptı, onu geçtim. Ancak uzun bir müddetten sonra (ben şişmanlamıştım) yine yarıştık, bu sefer beni geçti.” (819) Veya şu hadisine: (10) “Önceleri bebeklerle oynardım, arkadaşlarım da bazen gelip benimle oynarlardı, bazen de Peygamber onları, benimle oynamaları için çağırır ve evime geçirirdi.” (820) Hadis devam ediyor... Veya (11) şu sözlerine: “Benim yedi tane faziletim vardır ki, Ümran kızı Meryem hariç hiç bir kadına nasip olmamıştır: Birincisi, melek gökten benim suretimle indi. İkincisi: Peygamber benimle bâkire olarak evlendi. Üçüncüsü: Onunla yorgan altında yattığım bir anda ona vahiy geldi. Dördüncüsü: Beni bütün karılarından daha çok severdi. Beşincisi: Benim hakkımda öyle ayetler indi ki, az kalsın ümmetin helâkına sebep olacaklardı. Altıncısı: Benden başka hanımlardan hiç biri Cebrâil’i görmedi, onu yalnız ben gördüm. Yedincisi: Evimde vefat etti, ve onun ölümüne benden ve melekten başka kimse şahit olmadı.” (821) (12) Ve buna benzer kendisine has bir çok hadis.

Ümmü Seleme ise, Peygamber efendisinin vasisine ve veli tayin ettiği velisine sadık kalması, faziletinin derecesini tayin etmeye yeterlidir. Ayrıca gayet akıllı, dindar ve isabetli görüşlere sahip olduğu herkesçe bilinirdi. Hudeybiye günü Peygamber (s.a.a)’e (822) arz ettiği görüş, onun ne derece akıllı ve fikir sahibi olduğunu
göstermişti. Allah’ın rahmeti ve bereketi onun üzerine olsun. Vesselam. (Ş)


DİPNOT:
1- “Tahrim” süresinde Ayşe ve Hafsa’ya “Eğer kalpleriniz doğru yola yönelirse” hitabına işarettir.”

2- Buhari Sahihinde “Cihad ve Siyer” kitabının “Büyût-ü Ezvâc’in-Nebi”, babında tahric eder. (c. 2 s. 503)’e bakın...

3- Sahih-i Buhari’nin “Namazda ne gibi ameller câizdir” babına bakın (c. 2 s. 143)

4- Halife Osman’ın aleyhinde başlattığı kötüleme faaliyetini, bütün hadis kitapları yazar. Bunların başında Taberi ve İbn-i Esir gelir. Zikrettikleri şu haber göre akrabalarından biri kendisine şiirle şöyle bir sitemde bulunuyor: “Başlatmak da senden, değiştirmekte. Fırtına da senden, yağmur da senden. İmam’ın öldürülmesini sen emrettin. Ve bize: Küfre düştü diyen de sensin. İsterseniz İbn-i Esir’in “Kâmil” kitabına (c. 3 s. 80) bakın.

5- Ayşe’nin Basra’ da bindiği devenin adı “Asker”di. Onu çok beğenmişti ama adının “Asker” olduğunu anlayınca ürkmüş ve götürün bunu, istemiyorum demişti. Deveyi götürüp semerini ve diğer eşyalarını değiştirmişler. Ve sonra getirip kendisine “sana daha kuvvetlisini getirdik” diyence razı olmuş. Bu olayı da birçok haber ve siyer kitapları zikretmiştir.

6- Bu hadis de çok meşhurdur. İbn-i Hanbel, Müsned’inde... Hâkim Müstedrek’inde ve daha niceleri zikreder.

7- Bu hadisin kendisinden eklenildiği sabittir, her iki şeyh Buhari ve Müslim, Sahihlerinde tahric etmişlerdir. Buhari, Sahihi’nin (c. 1 s. 116) ve Müslim Sahihinin (c. 1 s. 327) ve Ahmet Müsned’inin (c. 6 s. 57) sine bakın.

8- Buhari, Müslim ve İbn-i Hanbel, daha önce işaret ettiğimiz yerlerde tahric etmişlerdir.

9- İmam Ahmed’in Ayşe’den tahric ettiklerinden (Müsned, c. 5 s. 39).

10- Yine Ahmed’in Ayşe’den tahric ettikleri hadislerden (Müsned, c. 6 s. 75).

11- İbn-i Şeybe tahric eder, aynı zamanda Kenzil’ul Ummal’ın 1017. hadisidir.

12- Herkes tarafından ittifak edilmiştir ki, vefatında Hz. Ali hazır bulunmuştur. Hatta onun yanında hasta bakıcı gibiydi. “Benden ve melekten başka ölümüne kimse şahit olmadı, veya ölümünü takip edemedi” sözleri nasıl kabul edilir? Ali, Abbas, Fatıma Safiyye nerede idiler? Diğer zevceleri ve bütün Haşim oğulları nerede idi? Onun müstesna vücudunu hepsi de nasıl Ayşe’ye mi bırakırlar? Sonra bu bir gerçektir ki, zikrettiği yedi hasletten hiç birine, Meryem (a.s) sahip değildi. Onu kendisine benzetip, müstesna saymasının âlemi nedir?
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

79. MEKTUP – (23 Sefer 1330)
İcma, Sıddık’ın Hilafetini İspatlamıştır

Şayet aht ve vasiyet konusunda, bütün dedikleriniz vâki ise, Sıddık’ın hilafetini gerçekleştiren, ümmetin icması kesin bir hüccettir. Zira Peygamber (s.a.a) demiştir ki: “Benim ümmetim hata (yanlış) olan bir iş için içtima yapmaz.” (toplanıp karar vermez).” (823) Ve demiştir ki, (s.a.a): “Dalâlet üzerine içtima olmaz” ne dersiniz? (824) Vesselam. (S)






80. MEKTUP – (25 Sefer 1330)
İcma yoktur

Diyoruz ki: Peygamber’in (s.a.a) benim ümmetim hatalı bir davranış veya dalâlet üzerinde hemfikir olarak birlik olmaz” dediğine göre üzerinde istişare ederek, birleşip karar verdikleri dava ne olursa olsun, hata ve dalâletten uzak olduğunu gösterir. Bu bazı sünenlerin ilk bakışta arz ettiği bir görünümdür. Fakat ümmetin bir kısım neferleri kalkıp ona karşı çıkmışsa, onun doğru olduğuna hiç bir delil bulunmaz... Zira “Sakife” biati istişareyle tahakkuk etmemiştir. Onun gerçekleşmesini temin eden ikinci halife ile Ebu Ubeyde ve onlara yardımcı olan bir kaç kişi. Bunlara o günlerin olayları da yardım ettiğinden bir sürpriz teşkil eden bu anlaşmalarını aniden diğer söz sahibi kimselerin önüne getirdiler ve istediklerini bu şekilde elde ettiler. Oysa bizzat Ebu Bekir hilafetinin ilk günlerinde, milletten özür dileyerek demiştir ki: “Bana biat etme olayı, oldu bittiden ibâretti, Allah onun şerrinden korudu. Ben fitneden korkmuştum.” (825) (1) Ayrıca Ömer Cuma günü Peygamber’in minberinden hutbe okurken, aynı şeyi söylemiş ve bu sözleri her tarafa uçuşmuştu. (2) Bu hadisi Buhari de tahric etmiş, işte size şâhit olacak yerinin tam metni. Der ki Ömer bu hutbesinde: Duydum ki sizden bazıları: “Vallahi Ömer ölürse, filana biat ederim” diyormuş. Sakın kimse aldanıp da: Ebu Bekir’in biatı, “Felte” Emrivaki idi demesin. Evet Felte idi ama Allah müslümanları onun şerrinden korudu. Ve daha sonra şöyle der: Bizi bilenler iyi bilir ki, Peygamber (s.a.a) vefat ettiği zaman, Ensâr bize muhalif oldu. Ali ve Zübeyr de cemaatleri (826) ile muhâlefette bulundular. Hutbesinin sonunda da, Sakife’de cereyan eden münâzaraya ve fikir ayrılığına işâret eder ve Ebu Bekir’e bu ortamda biat ettiğini söyler.

Malum olan şudur ki, Nübüvvet evinin ehlinden hiç kimse biatte hazır bulunmamıştır. Hepsi Ali’nin evinde kalmayı tercih etmişlerdi. Onlarla birlikte Salman, Ebuzer, Mikdâd, Ammar, Zübeyr, Huzeyme b. Sibt, Übeyy b. Kâ’b, Berrâ b. Âzib, Halid b. Sait, İbn-i As ve emsalleri vardı. Bütün bu belirli şahıslar ki aralarında Hz. Muhammed’in Âl-i’de bulunduğu halde, biat etmediklerine göre nasıl içtima sağlanmış oluyor? “Hani Muhammed (s.a.a) Âl-i, ümmet vücudunun başı, yüzündeki gözleri idi... Allah’ın kitabının eşi, “Necat Gemisi” onlar değil miydi? (3) Ali’nin biat’a yanaşmadığını, Buhari ve Müslim Sahihlerinde (4) beyan ettikleri gibi, onlardan başka birçok belirli sünen sahipleri de biat etmediğini, hatta hanımı Fatıma hatun vefat edinceye kadar, bu işi yapanlarla barışmadığını ispat etmişlerdir. Bu da altı aylık bir zamandır ki, bu müddet zarfında durum çok değişmiş ve İslamiyet’in genel menfaati açısından barışmaya kendini mecbur görmüştür. Aişe, kendisine isnat edilen bir hadiste şu açıklamada bulunuyor: “Fatıma, ölünceye kadar Ebu Bekir’le konuşmadı. (828) Ali de onlarla barıştığı zaman onları zorbalıkla suçladı.” Bu hadiste, barıştığında Ebu Bekir’e hitâben söylediği şu iki beyit ne kadar beliğ: “Eğer akrabalıkla hasımlarıma galebe çaldım diyorsan, Peygambere (s.a.a) senden daha yakın olanlar var. Yok eğer meşveretle onların idaresine mâlik oldu isen, meşveret sahipleri hazır değilse, bu nasıl mümkün olabilir?”
Abbas da Ebu Bekir’e karşı ihticacını şöyle dile getirmişti: “Eğer bu hakkı, Resulullah’a yakınlığın ile istediysen, bize ait olan hakkı almış oldun. Yok müminlerin nâmına ise, biz onların başında geliriz. Yok şayet bu rivayet insana müminlerin rızasıyla verilmesi gerekiyorsa ve biz buna kerâhet duyuyorsak bunun gereği nereden kaynaklanıyor?” (829) Peygamberin (s.a.a) amcasından ve hem amcasının oğlu hem vasisi olan Hz. Ali’den, hatta bütün Ehl-i Beyt’i ve akrabalarından, bu açıklamalar yapıldıktan sonra, ittifak ve birlik bunun neresinde oluyor. Vesselam. (Ş)

DİPNOT :
1- Cevheri, “Sakife” kitabında tahric ettiği gibi, İbn-i Ebi’l Hadid de Nehc’in şerhinde nakleder. (c. 1 s. 132)
2- Buhari Sahihi’nin “Hudud” kitabı, “Zinâdan Hamile Olan Recm” babına bakın hutbeyi olduğu gibi görürsünüz. (c. 4 s. 119) Ayrıca Sünen ve haber sahiplerinin çoğu tahric ederler, örneğin Taberi tarihinin 11. yılın hâdisleri kısmında tahric ettiği gibi, İbn-i Ebi’l Hadid de nakleder. (Nehc şerhi, c. 1 s. 122)
3- (Mektup 6) ve ardından gelenlerin (Mektup 12)’ye kadar üzerinde durun. Ehl-i Beytin rütbesini daha iyi anlarsınız.
4- Buhari Sahihi, Hayber Gazvesi babına bakın. (c. 3 s. 39) Ayrıca Müslim Sahihinin Peygamber (s.a.a)’in: “Biz peygamberler miras bırakmayız, terk ettiklerimiz umumiyetle sadakadır” dediği babına da bakabilirsiniz. (c. 2 s. 72)
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

81. MEKTUP – (28 Sefer 1330)
Nizâ Sona Erdikten Sonra İttifakın Akdedilmesi

Ehl-i Sünnet, biatın meşveret yoluyla sağlanmadığını inkâr etmezler, buna karşı oldu bittiye getirilerek elde edildiğini teslim ederler. Hatta Ansar’ın muhalefetine ve Sa’d’a katılmalarına, aynı zamanda Haşim oğullarının muhalefeti ve Muhacirlerden onları destekleyenler de Hz. Ali’ye sığınmalarına şaşmazlar. Fakat onlara göre neticede hilafet meselesi Hz. Ebu Bekir’i herkesin kabul etmesiyle hallolmuş ve ortada nizâ namına birşey kalmamıştır. Herkes ona sırda ve aleniyette yardımcı olmuş, savaşta ve barışta yanında olmuştur. Böylece ittifak sağlanmış ve hilafet akdi tahakkuk etmiştir. “Dağınıklıktan sonra toplanmalarına, nefretten sonra yakınlaşmalarına” Allah’a hamd ve şükürler olsun. Vesselam. (S)






82. MEKTUP – (30 Sefer 1330)
İttifak Akdedilmemiş, Nizâ da Sona Ermemiştir

Herkesin Ebu Bekir’e sonradan muvafakatte bulunup yardımcı olması meselesi başka, bir şey olup onun hilafeti üzerine anlaşmak meselesinin sıhhati başka. Bu ikisi, aklen ve şer’en birbirlerinden ayrı şeylerdir. Hz. Ali, Mâsum çocukları ve torunlarının, İslamiyet’te sulta sahiplerine nasıl yardımcı olunacağı hususunda mâlum bir görüşleri vardır. Söylediklerinize cevap olsun diye size onu zikredeceğim, onun özü şudur: Onların görüşlerine göre, İslam ümmeti, kendisini bir bayrak altında toplayacak bir devleti olmadan, şeref ve izzet sahibi olmaz. O devlet mutlaka onun açıklarını kapatacak, düşman baskınına karşı zayıf cihetlerini koruyacak, kısacası onun bütün işlerini takip edecek. Ve bu devlet, elbette kendisine canlarıyla ve mallarıyla yardımcı olacak halk ve kamu olmazsa ayakta duramaz. Eğer devletin meşru sahibinin eline düşmesi mümkün olursa, -ki, Peygamberin (s.a.a) hakiki vekili odur- tayin edilmesi gereken zaten ondan başkası değildir.

Yok buna imkan olmaz ve Müslümanların başına başka biri gelirse, İslam’ın izzeti, himâye ve muhafazasını temin etmek için, ona yardımcı olmak yine ümmete vâciptir. Zira İslam’ın bölünmesine neden olmak hiçbir şekilde câiz değildir. Hatta o başa gelen, solgun bir köle bile olsa ona hakkıyla bir halife muamelesi yapmak gerekir. Ona arazi vergisini, davar zekâtını ödediği gibi hakiki halifeye karşı ne kadar mükellefiyetler varsa hepsini çekinmeden yerine getirir. Hz. Ali ve oğullarıyla torunlarından gelen pak İmamların mezhebi budur. (830) Bunu daha önce Peygamber de açıklarken şöyle demişti: (1) “Benden sonra başınıza gelecek bazı kimselerden size çok yabancı gelecek davranışlara şahit olacaksınız” Ona sorarlar: “Peki bizden o günde yaşayıp, o davranışları görenlere ne tavsiye edersin Yâ Resulullah?” der ki (s.a.a): “Üzerinize düşen hakkı yerine getirmenizi, size ait olanı da Allah’tan dilemenizi.” (831) Buna istinâden Ebuzer-i Gaffari (r.a) şöyle derdi: (2) “Bana habibim Resulullah (s.a.a) söz dinleyip itâat etmemi tavsiye etti. İsterse âmirin solgun bir köle olsun.” (832)

Seleme el-Cu’fi (3) soruyor: Ya Nebiyellah! Eğer başımıza, haklarını bizden isteyip hakkımızı meneden âmirler gelirse, ne yapmamızı emredersin?” Der ki (s.a.a): “Siz, size düşen ne ise ondan sorumlusunuz, onlar da kendilerine düşenden sorumludur.” (833) Ve Huzeyfe b. el-Yeman’in hadisinde diyor ki (s.a.a): “Benden sonra, benim yolumdan gitmeyen ve benim sünnetimi takip etmeyen imamlar türeyecek, onlardan başa geçecek bazıları var ki, vücutları insan vücudu, kalpleri ise şeytan kalbidir.” Huzeyfe (r.a) soruyor: Onların zamanına kadar yaşarsam, nasıl davranayım yâ Resulullah? Peygamber (s.a.a) şu tavsiyede bulunuyor: “Söz dinleyip itâat edeceksin hatta sırtına vurup malını alsalar bile.” (834) Ve hadisler bilhassa Ehl-i Beyt yolundan bu hususta mütevâtirdir. Onun için bağırlarına taş basarak sabrettiler. Bu mukaddes ve benzeri emirlere riâyet etmek için. Bilhassa Peygamber (s.a.a)’in, ümmetin selâmeti ve devletin sultası için her türlü eziyete tahammül etme tavsiyesine uyarak, baştakileri hep doğruyu yapmaya ve hakikati görmeye doğru yöneltmeye çalışmayı vazife edinmişlerdir. Kaldı ki onlar kendilerine ait olan makamı işgal etmiş ve kendilerini her türlü acıya maruz bırakmışlardır. Buna rağmen sırf vermiş oldukları vaadi, akdettikleri ahdi yetine getirmek ve vâcip olana şer’i ve akli yönden uymak ve daha mühim olanı, mühim olana tercih etmek için onlara yardımcı olmaktan geri kalmamışlardır. Bunun içindir ki, Emir’ul Müminin Hz. Ali, her üç halifeye de nasihatinin en hâlisini esirgememiş, onlarla meşveret ederek içtihatta bulunmuşlardır. (836) Onun, hayatını takip eden herkes bilir ki, hilafetteki hakkından ümidini kestikten sonra kendiliğinden mütareke yoluna girip, emir sahipleri ile barışmayı yeğ tutmuştur. Kendine tavsiye edilen tahtı, hep onların avucunda olduğunu görmüş, buna rağmen ne onlarla savaşmış, ne de onlarla kakışmıştır.

Aynı zamanda kendisini iki musibet arasında bulmuştur; bir tarafta hilâfet, ahitleriyle nasslarıyla, yüreği kanatan acıklı bir sesle ona sesleniyor, diğer tarafta, fitneyi körüklemeye hazırlanan münafıklar, Arapların dönmesine neden olması onu endişelendiriyordu. Zira Medine’de hâlâ nifak sokmaya alışmış, münafıklar mevcut olduğu gibi, şehrin etrafındaki yörelerde de bir sürü münâfık Araplar vardı. O Araplar ki, o kadar nifak ve küfür ehli idiler ki Kur’ân-ı Kerim onları bir kaç ayetle tarif etmiş ve ehli imana, onları tanıtmalarını tenbih etmiştir. Nitekim Peygamber (s.a.a)’in vefatından hemen sonra bir çoğunun baş kaldırıp dönmeye hazırlandığı görülmüştür. Hatta İslam’ı ortadan kaldırma hazırlığını tasarlayan Müseylime el-Kezzâb, Tulayha b. Hüveylid ve Secah bint-i el Haris gibi bazı yalancı peygamberler bile türemeye başlamıştır. Ayrıca Rum ve Fars hükümdarları da Peygamber (s.a.a)’in vefatını fırsat sayıp, İslam ve Müslümanlara karşı besledikleri kin ve nefretlerini artık gizlemeye lüzum kalmadığına kanaat getirmiş ve İslamiyeti temelinden yıkma teşebbüsüne girişmişlerdir. Yalnız onlar değil. Onlardan başka daha nice unsurlar Peygamberin (s.a.a)’in ruhu Refik-i Âlâ’ya yükseldikten sonra İslam âleminde karışıklık olacağını ve bu karışıklığın kendileri için büyük bir fırsat sayılacağına inanıyor ve bu fırsatı değerlendirmeye hazırlanıyorlardı. İşte Hz. Ali bu iki tehlike arasında kalmış ve hilafet hakkını İslam’ın yaşaması uğruna bir kurban gibi feda etmekten başka yapacağı bir şey kalmamıştı. Zaten onun gibi birinin böyle yapması doğaldı. Böyle yapmıştır ve nizâ bitmiş, ortalık durulmuş ve Ebu Bekir’le arasındaki ihtilaf kalkmıştır. Dinin korunması ve İslam’ın birliği için sabretmesi lazımdı, sabreder. Hem bütün Ehl-i Beyt’i ve Muhâcir ve Ensar’dan kendisine tâbi olanlarla beraber. Evet sabretmiştir. Gözündeki çöpe, boğazındaki kılçığa rağmen. (838) Fakat Ensar’ın efendisi Sâ’d b. Übâde, hiç bir zaman iki halife ile barışmamış ve ne bir Cuma’da, ne de bir bayramda onlarla buluşmamıştır. Hatta onların dediğini demez, emir ve yasaklarını zerre kadar dinlemezdi. (839) Nihayet ikinci halife devrinde, “Havran” denilen bir vadiden geçerken bir suikastla öldürülürse de onu cinler öldürdü derler. Sakife günü ve ondan sonraki günlerde bir çok sözleri vardır, burada zikretmeye lüzum görmüyoruz. (840) (4) Yine Onun Ensar’dan olan, (Hubâb b. Munzir ve benzeri) arkadaşları ise, zora ve kuvvete teslim olmaya mecbur kalmışlardır. (841) Hiç, kılıçtan ve ateşle yakılmaktan korkup (842) (5) biat etmek, inanca atfedilir mi? Ve Peygamberin (s.a.a): “Benim Ümmetim hata üzerine birleşmez” sözüne tasdik ve şâhit olacak mahiyette midir? Bunun fetvasını siz verin ve ecri size ait olsun. Vesselam. (Ş)


DİPNOT :
1- Müslim Sahihi (c. 2 s. 118) ve daha bir çok sihah ve sünenler.
2- Müslim Sahihi’nde tahric ettiği gibi bir çok sihah ve sünenlerde mevcuttur.
3- Müslim ve başkaları Seleme’den tahric etmişlerdir.

4- Sa’d b. Ubâde’nin künyesi Ebu Sabittir. Akabe biatı ehlinden olup Bedir Vakası ve başka vakalarda Peygamberin yanında bulunmuştur. Ayrıca Hazreç kabilesinin efendisi ve nakibi idi. Ensar’ın reisi ve en cömerti idi. Bahsini ettiğimiz sözleri siyer ve haber kitaplarında taşkın vaziyettedir. Bunlardan İbn-i Kuteybe’nin el İmame ve’s Siyase Tabarâni’nin Tarih’i, İbn-i Esir’in Kamil’i ve Cevheri’nin “Sakife” kitabı sizi tatmin etmeye yeterlidir.

5- Hz. Ali’yi, evini yakmakla tehdit etmeleri kesin olarak sabittir. Sizi tatmin etmeğe şu kaynaklar yeterlidir: İbn Kuteybe el İmâme ve’s Siyase, Taberi, Tarih, İbn-i Abdurabbih el İkd’ul Ferid, Cevheri “Sakife” kitabı, Nehc’ül Belâğa şerhi İbn-i Ebi’l Hadid, Muruc’uz Zeheb el Mesudi, Şehristani, el Milel ve’n Nihel. Bu olay o kadar meşhur ki, “Nil Şairi” lakabıyla tanınmış Hafız İbrahim’in “Ömeriye” kasidesiyle ne güzel dile getirilmiş. “Ömer’in Ali’ye söylemiş olduğu bir söz var ki onu işiten de söyleyen de ne mükerrem ve muazzamdır: Sana acımadan evini yakarım, eğer biat etmezsen, evinin dahilinde Hz. Mustafa’nın kızı olsa dahi. Bu sözü Ömer’den Başkası kimse söyleyemezdi elbet. Arapların hâmisi ve cengâveri önünde.” İmam’a karşı muameleleri budur işte. Bizce o fikrini açıklamadan önce yapılan biat icma ile yapılmamıştır dolaysısıyla da hüccet sayılmaz. Şu halde mahiyeti bundan ibâret olan icmânızla bizim aleyhimize nasıl ihticac’a kalkarsınız ey insaf sahipleri?
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

83. MEKTUP – (2 Rebi’ül evvel 1330)
Bu Nassın Sübutu İle Sahabelerin Doğruluğunu Bağdaştırmanın İmkânı Var mı?

Aklı başında herkes, sahâbeleri Peygambere (s.a.a) muhalefet etmekten tenzih eder. Ve onun emir ve yasaklarına taabbüt etmekten başka bir şey yapacaklarını câiz görmez. İmamın üzerine konan bu nassı duyup da onu üç kere terk etmeleri mümkün değil. Duydukları halde onu terk etmeleri, onların doğru davranmış olduklarını kabul etmek mümkün mü? Bunların ikisini birbiriyle bağdaştırabileceğinizi tahmin etmiyorum. Vesselam. (S)






84. MEKTUP – (5 Rebi’ül Evvel 1330)
1- Nassın sübûtu ile onların doğru davrandıklarına dair inanışları bağdaştırmak.
2- İmamın hakkından vazgeçmeye razı olmasının sebebi.



1- Sahâbelerin çoğunun, davranış ve inançlarından anladığımıza göre nasslarla, sadece o nasslar din ve âhiretle ilgili ise taabbüt ederlerdi. Örneğin Peygamberin (s.a.a) yalnız Ramazan ayında oruç tutulacağına, günlük namaz rekâtların kaç ve nasıl yerine getirileceğine, Kâbe’nin etrafında nasıl tavaf edileceğine ve buna benzer koyduğu nasslar gibi. Fakat siyaset, imâret ve devlet işleriyle alakalı olan meselelerle taabbüt etmeye ve Peygamber’in izinden gitmeye kendilerini zorunlu görmüyorlardı. Böylece kendi fikirlerini ve görüşlerini yürütmek için bir meydan bulmuş ve bu yolda içtihada koyulmuşlardır. Bu yolda, şahıslarına bir yükseklik, saltanatlarına bir menfaat söz konusu olduğu zaman, Peygambere muhalifte olsa yapmaktan geri kalmazlardı. Kim bilir belki böylece Peygamberin rızasını kazanacaklarını zannederlerdi. Nitekim Arapların Hz. Ali’ye itâat etmeyeceğine kanaat getirmişlerdi. Zira Hz. Ali onların çoğunun hak yolunda atalarını öldürmüştü. Allah’ın kelimesini yüceltmek için onlardan çok kan akıtmıştı. Onun için ona konan nassa ancak zor ve kuvvetle itâat edeceklerdi. Çünkü Araplar adet olarak kan dâvasında her zaman aşiretin büyüğünü sorumlu tutarlar. Peygamberden sonra da, onun aşireti olan Hâşimi’lerin en büyüğü ve ileri geleni elbette ki Hz. Ali idi. Onun için Arapların ona ve onun zürriyetine büyük kini vardı. Her fırsatta onlardan intikam almayı akıllarından çıkarmamışlar.
Ayrıca Araplar, bilhassa Kureyş Hz. Ali’yi Allah’ın düşmanlarına, ve haksızlara karşı çok sert olduğundan dolayı hoşlanmazlar, hatta bu huyundan dolayı ondan nefret ederlerdi. Onun her zaman iyiliği emredip kötülükten uzak durmayı tavsiye etmesinden korkarlardı. Ve halk arasında her dâvada, adalet ve eşitlikten şaşmamasından çekinirlerdi. Zira hiç kimse ondan ne hatır için bir iş yaptırmak, ne onunla herhangi bir menfaat için pazarlık yapabileceğini bekleyebilirdi. Onun yanında bir şahıs ne kadar kuvvetli olursa olsun, herkesin hakkını ondan almadığı müddetçe zayıf ve zelildir. Yine bir şahıs zayıf ve zelil de olsa, ona hakkını temin edemediği müddetçe aziz ve kuvvetlidir. Araplar onun gibisine hiç itâat etmek isterler mi? O

Araplar ki bir kısmı:
“Küfür ve nifakta herkesten fazla şiddetlidirler. Ve onlar Allah’ın, Resulüne indirdiği hükümlerin sınırını bilmemeye daha layıktırlar.” (843)
“Ve Medine halkından bir takım münâfıklar vardır ki, onlar nifak yapmaya alışmışlardır. Sen onları bilmezsin, onları biz biliriz.” (844) Kur’an-ı Kerim’in böyle tarif ettiği Araplar.

Aynı zamanda Kureyş ve bütün Araplar Hz. Ali’yi Cenabı Allah’ın kendisine bahşettiği faziletlerden dolayı kıskanırlardı. Zira o ilim ve amelde, Allah’ın, Resûlünün ve sağ duyulu akıl sahiplerinin yanında, öyle bir mertebeye varmıştı ki bütün akranlarını geride bırakmıştı. Sabıkaları ve hususiyetleriyle öyle bir dereceye yükselmişti ki ona erişmek imkansız olmuştur. Bunun için münafıkların yüreklerinde ona karşı haset akrepleri yürümeye başlamış ve böylece onun ahdini nakzetmeye bütün münafıklar Fâsık’ı, Nâkis’i, Kâsıt’ı ve Mârik’iyle birleşmişler ve o nassı sırtlarının arkasına atıp unutulmaya terk etmişlerdir. Şairin dediği gibi: “Ve olan olmuştur, söylemek istemediğim şekilde. Sen ancak iyimser ol ve gerisini sorma.”
Keza Kureyş ve bütün Araplar hilafetin kabileleri arasında el değiştirmesine göz dikmiş ve her biri bir gün gelir ona kavuşur diye ümitlenmişti. Bu nedenle onların ahdi yok sayıp onu unutturma yoluna gidip bir daha hiç sözünü etmeme gayreti anlaşmalarında büyük bir sebep yaratmıştır. Onun için nasstan vazgeçip seçim yoluna gitmeyi kendi menfaatleri açısından daha uygun görmüşlerdir. Öyle ya, nassı geçerli sayıp halifeti Hz.Ali’ye verselerdi, hep onun sülâlesinde kalacak ve onun torunları dışında hiç kimse ona ulaşamayacaktı. Araplar, hilafetin bir hâneye mahsus ve orada mahsur kalmasına sabredemezlerdi. Bilhassa her kabileden bir takım aç gözler ona yönelip tamah ettikten sonra. Ne demiş Şâir: “O kadar zayıfladı ki, zayıflığından böbrekleri bile görünmeye başladı. Ve hatta onun üzerinde bütün müflisler dahi pazarlık yapmaya başladı.” Keza Kureyş ve Arapların, İslamiyetin başlangıcında tarihlerini inceleyenler çok iyi bilir ki, Hâşim oğullarından olan Peygamber (s.a.a) ancak kırılıp müdâfaa edecek gücü kalmadıktan sonra boyun eğmişlerdir.Bunlar Nübüvvetle hilâfetin Hâşim oğullarında birleşmesine nasıl razı olurlardı? Ömer b. Hattâb, halife olduktan sonra bir gün İbn-i Abbas’a ne demişti? “Kureyş, Nübüvvetle hilâfetin sizde birleşmesini istemedi,onlara eziyet etmenizden korktular.(845) (1)

2- Selef-i Sâlih, o günkü durumu göz önünde tutarak onları nassa uymaya zorlamak istememiş. Zira ihtilafın büyümesinden ve âkıbetin kötülüğünden korkmuşlardır. Zaten Peygamber (s.a.a) vefat eder etmez, nifak baş göstermiş, kâfirler isyankârlaşmış, Müslümanları ise bir korku sarmıştı. Kış gecesinde nereye gideceğini şaşırıp saldırgan kurtların arasına düşen koyun sürüsüne dönmüşlerdi. 82. mektupta izah ettiğimiz gibi, bazı kabileler dönmüş, bazıları da dönmeye hazırlanıyor. Böyle bir ortamda Hz. Ali kalkıp da halkı idare etme arzusu göstermeye çekindi. Zira durum vasfettiğimiz şekilde iken Müslümanların ileri gelenleri birbirine düşeren netice çok vahim ve önüne geçilmez bir hale gelirdi. Zaten Ansâr, Muhâcirlere muhalif olmuş ve onlardan ayrılıp: “Sizden bir emir, bizden bir emir” (846) ve buna benzer laflar söylemeye başlamışlardır... Bunları görünce dini düşünerek hilâfet isteminden vazgeçmiştir. Çünkü biliyordu ki bu vaziyette onu istemek, ümmeti ve dini büyük tehlikelere maruz bırakmak demekti. İslam’ın selâmetini ve umumi menfaatini yeğ tutarak ahireti dünyaya tercih etmiştir. Ne var ki onu evinden zorla çıkarıncaya dek biat etmemiş (847) çekilip evinde oturmaya koyulmuştu. Böyle yapması da tabiiydi. Çünkü hakkını araması ve kendisinden şaşanları mutlaka protesto etmesi lazımdı. Bunu yapmayıp gidip hemen biat etseydi, onun için ne bir hüccet gerçekleşir, ne de bir kanıt belirgin olurdu. Fakat, bu hareketiyle, hem dini koruyor hem de hilâfetteki hakkını muhafaza ediyordu. Bu da muhakkak ki onun engin görüşüne, ağır başlılığına, çok sabırlı oluşuna ve âmme menfaatini tercih ettiğine delâlettir. Ve bu kadar yüce ve kadirli bir makamdan vazgeçip böyle davranan bir insan, Allah’ın yanında en üstün dînî dereceye ermesi doğaldır. Zaten onun da bu davranıştaki gâyesi, Allah yaklaştıran iki durumdan daha kârlı olanını seçmek değil miydi? Üç halife ve taraftarları ise, Hz. Ali’nin halifelik konusunda üzerine konan nassı, bahsini ettiğimiz nedenlerden dolayı kendilerince tevil ettiler. Bunu yadırgamanızı gerektirecek herhangi bir husus yoktur. Zira daha önce Peygamberin bütün naslarını kendilerinin tevil ve içtihat doğrultusunda kullanmakta bir sakınca görmediklerine dikkatinizi çekmiştik.

Herhalde bunları din ile ilgili naslar gibi önemli olmadığını kabul ettikleri için, tasarrufunda Peygamber (s.a.a)’e muhalif düşmelerinde sakınca görmemişlerdir. Bilhassa ortalık yatışıp karşılarında rakip kalmadıktan sonra bu nasların bahsini edenlere şiddet kullanılacağın ilah ettiler. Daha sonra idareyi tamamen ele alıp devlet nizamını korumakta, İslam dinini neşretmekte ülkeler fethedip servet ve kuvvet elde etmekle muvaffak olunca, şeref ve kadirleri yükselip itimat ve itibar kazandılar. Böyle olunca halk da nassı unutma konusunda ister istemez onların izini takip etmekte gecikmemiştir. Arkalarından gelen Ümeyye oğullarının ise, durumlarını korumak için Ehl-i Beyt’i kesip biçmekten başka bir dertleri yoktu. Bütün bunlara rağmen sarih nasslar ve sahih sünenlerden (Allah şükürler olsun) kâfi derecede elimize geçmiştir. Vesselam. (Ş)

DİPNOT:
1- Bu hadisi, İbn-i Ebi’l Hadid Nehc’in şerhinde tafsilatlı bir şekilde nakletmiştir (c. 3 s. 107) Ayrıca İbn-i Esir Kamilinde (c. 3 s. 24) iyrat etmiştir.
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

85. MEKTUP – (7 Rebi’ül evvel 1330)
Nassla Taabbüd Etmediklerini İçeren Kaynakları Rica Etmek

Size burhan ve kanıtların yanlarını yumuşatan, beyan ve ifâde anahtarlarını elinize veren o yüce Allah noksanlıktan ne kadar münezzeh, takdise ne kadar şayandır. Size bahşettiği bu meziyetlerle, derecelerin erişemediği yere erişmiş, umutların varamadığı rütbeyi elde etmiş buluyorsunuz. Biz zannediyorduk ki, isbat naslarıyla şâhit olarak göstermiş olduklarınız, başka sebeplerle alakası olmayacak, mesuliyetinden, sabit duran beyanlarla çıktığınız hususlar idrâk edilmeyecekti. Keşke sarih naslarla taabbüt etmediklerini zikreden kaynaklara işaret etseydiniz. Zira böylece doğruluğun yüzü görünmüş, hakkın yolu açıkça meydana çıkmış olurdu. Sizden, onların geçmişteki davranışlarına dayanarak, haber kitaplarında, haklarında yazılanları inceleyip, hal ve gidişlerinin tafsilatını rica edeceğim. Allah’ın selamı, rahmeti ve bereketi üzerinde olsun. (S)






86. MEKTUP – (8 Rebi’ül Evvel 1330)
1- Perşembe gününün musibeti.
2- Peygamber’in, kendilerine verdiği emirden vazgeçmesi.


1- Nass ile taabbüd etmedikleri yerler sayılmayacak kadar çoktur. Bunlardan sadece “Perşembe gününün musibeti” diye anılan hadiseyi zikretmek kâfidir, zira en meşhur dâvalardan biridir. Bütün sihah sahipleri ve Sünen ehli tahric eder. Bunlardan Buhâri’nin (1) tahric ettiği yeterlidir. Buhâri bu hadisi, Ubeydullah b. Abdullah b. Utbe’ye, ondan İbn-i Mes’ud’a, ondan İbn-i Abbas’a isnad eder. Hadis şöyle: “Resulullah (s.a.a) ölüm döşeğinde, yanında Ömer’inde aralarında bulunduğu bir kaç kişi olduğu bir anda der ki; “Bana mürekkeple kağıt getirin, size bir vasiyet yazayım ki, ondan sonra hiç bir dalâlete düşmeyesiniz.” Ömer itiraz edip şöyle der: “Peygamber acıların tesiri altında kalmıştır, sizin elinizde Kur’an vardır, Allah’ın kitabı bize yeter.” Ömer’e de itiraz edenler olur ve bir anda Peygamberin huzurunda bir kargaşa kopar, kimi kağıt kalem getirir, kimi de Ömer’in dediğini tekrarlar. Gürültü had safhaya gelince Peygamber: “Hepiniz dışarı çıkın” der. İbn-i Abbas, hep derdi: “Musibet, bütün musibet Peygamber (s.a.a)’in yazmak istediği vasiyete mani olmaktır.” (848) Bu hadisin sıhhati ve sudûrü üzerine hiç bir söz söylenemez. Buhâri, Sahihi’nin birkaç yerinde irâd ettiği gibi, Müslim de Sahihi’nin “Vasâyâ-vasiyetler” kitabının sonunda tahric eder. Ayrıca İmâm Ahmed Müsned’inde naklettiği gibi bütün Sünen sahipleri de rivâyet ederler. Aslında Ömer’in söylediği ibârede daha çok sertlik vardı. Onu yumuşak göstermek için bir çok yazar: “Peygamber acıların tesiri altında kalmıştır veya acılara mağlup düşmüştür” şeklinde değiştirirler. Oysa Ömer’in söylediği ibâredeki sert söz şöyle idi: “İnne’n Nebi yehcur” yehcur demek sayıklıyor, hezeyân ediyor, demektir. Ebû Bekir Cevheri’nin, “Sakife” kitabında bu hadisi tahric ederken söylediği sözler buna en büyük delildir. Bu hadisi İbn-i Abbas’a isnat ederken şöyle diyor: “Peygamber (s.a.a): “Bana mürekkeple kâğıt getirin size bir yazı yazayım ki ondan sonra hiç bir dalâlete düşmeyesiniz” dediği zaman Ömer: “Peygamber acılara mağlup düşmüştür” manasında bir kelime kullanır. Bundan apaçık anlaşılıyor ki, bu yazarlar, Ömer’in itirazını kelime olarak değil mânâ olarak nakletmişlerdir. Buhâri Sahihi’nin Cihad” kitabında şöyle eder: “Bize Kubaysa ve İbn Uyayne, Salman Ahvel’den, Sait b. Cübeyr’den, İbn-i Abbas’tan şöyle dediğini naklettiler: “Perşembe günü, ne demektir perşembe günü?” der ve yeri ıslatıncaya kadar ağlar sonra şöyle devam eder: O gün Resulullah (s.a.a)’in hastalığı ağırlaşmıştı, “Bana bir kağıt getirin, size bir yazı yazayım ki ondan sonra hiç dalâlete düşmeyesiniz.” buyurunca tartışmaya girişirler. Ki, Peygamberin huzurunda tartışma yapılmaz. “Peygamber, hecr sayıklıyor” derler. Peygamber ise: “Beni yalnız bırakın, içinde bulunduğum durum, hakkımda bana söylediklerinizden daha iyidir” der. Tam öleceği sırada ise üç şey tavsiye eder:
Birincisi: Müşrikleri Arap yarımadasından çıkarın.
İkincisi: Dışarıdan gelen heyetlere, benim yaptığım gibi ikramda bulunun ve hediyeler verin.
Üçüncüsü ise: Onu da unuttum” der,
Buhâri. (850) Bu hadisi, Müslim de “Sahihi’nin vasiyet kitabının” sonunda tahric eder. Müslim aynı kitapta Said b. Cübeyr vâsıtasiyle İbn Abbas’tan şöyle bir hadis daha ihraç eder: İbn Abbas: “Perşembe günü, nedir perşembe günü?” der ve gözyaşları yanaklarında inci taneleri gibi dökülünceye kadar ağlar ve şöyle devam eder: Peygamber (s.a.a): “Bana levhayı ve diviti getirin, size bir yazı yazayım ki, ondan sonra asla dalâlete düşmeyesiniz.” Fakat onlar, “Peygamber, sayıklıyor” dediler. (851) Bu musibeti, sahihlerde etraflıca inceleyenler, o gün “Peygamber hecr (sayıklamak) ediyor.” sözünü ilk söyleyen Ömer olduğunu anlarlar. O söyledikten sonra da hazır bulunanlardan kendisinin görüşünde olanlar aynı minval üzere sözlerini tekrarlarlar. İbn-i Abbas’ın dediklerini, birinci hadiste siz de duydunuz. Tabarâni’nin Ömer’den tahric ettiği bir rivayette ise Ömer şöyle diyor: “Peygamber (s.a.a) hastalandığı zaman: “Bana bir kağıtla divit getirin, siz bir yazı yazayım ki, ondan sonra asla dalâlete düşmeyesiniz” dedi. Bunu duyan kadınlar perdenin arkasından: “Peygamber’in dediğini duymuyor musunuz?” derler. Ömer diyor ki: Ben onlara: “Siz Yusuf Peygamber’in sâhabelerisiniz, Resulullah hastalanınca gözlerinizi sıkar, iyileşince sırtına çıkarsınız,” dedim. Resulullah (s.a.a) ise: “Bırakın, onlar sizden daha hayırlıdır” dedi. (852)

Sizde görüyorsunuz ki, burada Peygamberin nassıyla taabbüd etmemişlerdir. Ki, eğer etselerdi dalâletten korunmuş olacak ve bu yönden emniyet içinde yaşayacaklardı. Keşke onun dediğini yapmakla iktifa edip, ona red mahiyetinde şu karşılığı vermeselerdi: “Allah’ın kitabı bize yeter.” Sanki, Allah’ın kitabının yerini onlar kadar bilmiyormuş. Ve keşke bütün bunlarla da iktifâ edip, o hiç beklenmedik sözü yüzüne karşı söylemeselerdi: “Resulullah sayıklıyor.” Bunu söyledikleri zaman sanki şu âyeti hiç okumamışlardı:

“Muhakkak ki bu Kur’an (Allah katında) Kerim olan bir Elçinin getirdiği kelâmdır. Bir elçi ki (Cebrail aleyhisselam) pek kuvvetlidir. Arşın sahibi (Allah) katında yüksek bir mevki sahibidir. Arşın sahibi (Allah) katında yüksek bir mevki sahibidir. Melekler arasında itâat olunandır ve (vahye karşı) emindir. (Ey kureyş oğulları!) Sizin arkadaşınız (Hz. Peygamber, kafirlerin iddia ettiği gibi) mecnûn değildir.” (854)
Ve şu Allah’ın Celle Celâlühü dediğini de:
“Şüphesiz o Kur’an-ı Kerim bir Peygamberin (Allah’tan) getirdiği sözdür. O, bir şâir sözü değildir. Siz pek az düşünüyorsunuz. O, âlemlerin Rabbi’nden indirilmiştir.” (855)

Ve şu sözlerini Celle ve Alâ, sanki hiç okumamış ve duymamışlardı:
“Arkadaşınız Muhammed Peygamber hiç doğru yoldan sapmadı. Rüşd yolunu bulmakta da ümitsizliğe de kapılmadı, heybete uğramadı. O kendi nefsinin arzusuna göre konuşmuyor. Söyledikleri ancak vahiydir, kendisine Allah tarafından vahy olunuyor. Ona çok kuvvetli bir melek (Cebrâil) öğretti.” (856)

Ve buna benzer bir çok fasih ayetler. Hepsinde onun sayıklamak ve hecr gibi ârâz’dan münezzeh ve mâsum olduğuna dâir nass-ı kerim vardır. Hatta zatında soyut olarak akıl dahi böyle bir şeyi reddetmekle müstakildir. Ama ne var ki, onlar Peygamberin (s.a.a) hilâfet husûsundaki ahdi, Hz. Ali üzerinde teşvik ve hâssaten ona ve sülalesinden gelecek olan İmamlara yaptığı nassı tekit edeceğini anladılar ve böylece bu girişimini bertaraf etmiş oldular. Nitekim bunu daha sonra ikinci halife, İbn-i Abbas’la yaptığı bir konuşmada itiraf etmekten çekinmemiştir. (857) Ve siz Peygamberin (s.a.a) şu sözlerine: “Bana kağıt kelam getirin, size bir yazı yazayım ki ondan sonra asla dalâlete düşmeyesiniz” ve Sakaleyn hadisindeki şu sözlerine: “Size, onlara tutunduğunuz takdirde asla dalâlete düşmeyeceğiniz şeyler bırakıyorum, Bunlar; Allah’ın kitabı ve Ehl-i Beytim’dir.” Dikkatle bakarsanız, her iki hadisteki maksadın aynı olduğunu ve o hastalığında da, Sakaleyn hadisinde, kendilerine vacip kıldığının tafsilatını yazmak istediğini anlarsınız.

2- Ve yazmaktan vazgeçti, çünkü o ansızın ve beklemediği sözler onu vazgeçmeye mecbur etmiştir. Zira o kelimeyi söylediklerinden sonra yazılacak yazının, fitne ve ihtilafa sebep olmaktan başka hiçbir yararı olmayacaktı. Öyle ya. Acaba onu yazarken hezeyana -Allah korusun- uğramış mı, uğramamış mı diye ihtilafa düşmeyecekler miydi? Daha az önce, gözlerinin önünde birbirlerine düşüp, bağırıp çağırmıyorlar mıydı? Buna şâhit olduktan sonra, duyduğunuz gibi “Kalkın, çıkın” demekten başka yapacağı bir şey kalmamıştı. Eğer ısrar edip o yazıyı yazsaydı, mutlak surette onlar da yardımcılarıyla birlikte: “Sayıkladı” diye diretmekte inat edecekler ve -Allah korusun- o yazıya red olarak tomar tomar nice efsane ve rivayetler yazacaklardı.

İşte bunun için Peygamberin (s.a.a) beliğ hikmeti, bu kitaptan yüz çevirmeyi iktiza etmiştir. Ki, bu muârızlar ve yandaşları, Nübüvvet hakkında tâ’n etmeğe (Allah’a böylesinden sığınır ve medet bekleriz) sebep olacak bir kapı açamasınlar. Ve gördük ki, Hz. Ali ve taraftarları o yazı ne içerirse içersin râzılar. Hatta yazılıp yazılmaması onlar için farksız. Vasiyet bundan ibâret olduktan sonra hikmeti Nübüvvet onun terkini icâb ettirmiştir. Çünkü bu muârazadan sonra fitneye sebep olmaktan başka hiç bir tesiri olmayacaktı. Vesselam. (Ş)

DİPNOT :
1- Buhari Sahihinin, (c. 4 Hastalar Babının 5. Sayfası.)
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Bir sünni ve bir şîî alimin mektuplaşmaları: EL MÜRACAAT

Mesaj gönderen MERDAN »

87. MEKTUP – (9 Rebi’ül Evvel 1330)
Bu Musibetin Üzerinde Yapılabilecek Münakaşa Ve Ona Mâzeret Aramak

Olabilir ki, Peygamber (s.a.a) onları kağıt kelam getirmeye emir buyurmakla, hiç bir şey yazmayı kastetmemiştir. Bu sözleriyle sadece onları denemek istemiştir. Ve o anda Cenabı Allah diğer sahabelerin dışında Hz. Ömer’e bunu anlama ilhamını verir ve kağıt kalem getirmelerine mâni olur. Bununla birlikte bu davranışını, Allah’ına uyduğu hususların cümlesinden biri olarak saymak gerekir. Hatta bu onun kerâmetlerinden biri de sayılabilir. Bazı alimler buna böyle cevap veriyorlar. Oysa aleyhisselam: “Ondan sonra dalâlete düşmeyesiniz” demesi, insaf yönünden iddiayı reddeder. Zira emrin ikinci cevabıdır, manası şudur; “Eğer bana kağıt kalem getirirseniz, ve ben size o kağıdı yazarsam, hiç bir zaman dalâlete düşmezsiniz.” Şüphe yok ki sırf deneme gayesiyle böyle bir haberi vermek bir yalan çeşididir ki, Peygamberleri böylesinden tenzih etmek gerekir. Şu halde başka bir mazeret aramak lazım. Söylenecek bir şey varsa o da şu: Emir, mutlaka yapılması gereken kesin bir emir değildi. Ancak istişare bir emirdi. Öyle kabul etmek lazım ki, onu reddetmek câiz olmasın ve reddeden de âsi sayılmasın. Zaten bazı meselelerde onun emirlerini tekrar gözden geçirmesini hatırlatırlardı. Bilhassa Ömer, kendini doğruyu bulmakta başarılı sayardı. Zira o, Allah tarafından kendisine bahşedilmiş bir ilhama sahipti. Ve belki Peygamber (s.a.a)’in bu kağıdı yazmakla yorgun düşeceğine inanmış ve ona acıdığından böyle bir duruma mâruz kalmamasını daha uygun görmüştür. Yahut belki Peygamber (s.a.a)’in Halkın, altından kalkamayacağı şeyler -emirler- yazacağından korkmuş ki o zaman millet bu sebeple cezaya uğramayı hakkedecek. Zira nass edilmiş olduğu için onunla içtihat etmekten başka çare kalmayacak. Veya münâfıkların bu yazı hakkında yapacakları yerme ve olumsuz propagandadan korktu. Çünkü hastalık esnasında yazılmış olduğu için fitneye sebep olabilirdi. Onun için “Allah’ın kitabı bize yeter” dedi. Belki o anda Cenabı Allah’ın Kitabında şöyle dediğini hatırlamıştı: “Kitapta, hiçbir şey eksik bırakmadık.” “Bugün size dininizi ikmal ettim (tamamladım.)” Sanki Ümmetin, dalâletten korunduğuna emin olmuştu. Zira Cenabı Allah o ümmete, dinini ikmal ettiğini ve onun üzerine nimetini tam olarak indirdiğini müjdelemiştir.

Evet cevapları budur ve gördüğünüz gibidir. Muhtemelen bazı kişiler şu mazereti de ileri sürerler. Diyebilirler ki: Ömer o yazının, fertlerden her birinin dalal’dan korunmasına sebep olacağını anlamamış, ancak anlamış ki; “Bu yazı yazıldıktan sonra hepiniz top yekün birleşip dalâlete düşmeyesiniz ve dalâlet her ferdinize tek tek sirâyet etmesin.” Zaten o (r.a), dalâlet üzerinde hiçbir zaman birleşmeyeceklerini iyi biliyordu. şşte onun için bu kâğıdın yazılmasında hiç fayda görmemiş ve Peygamber (s.a.a)’in maksadını sadece ihtiyâti zannetmiş ve bu muâzarayı yapmıştır. Bu bâdirenin mazeretleri üzerinde en
çok söylenenler bunlardır. Bunları dikkatlice tetkik eden herkes hakikatten uzak odluğunu görür. Buna cevâben söylenecek en doğru söz şudur: Bu vâki olmuş bir olay ise de diğer davranış ve gidişatlarına terstir. Sâbık olmuş bir aşırılık, “istemeyerek aceleye gelmiş ender bir davranış” gibi birşey, ama tam sıhhatli olarak tafsilatını bilmiyoruz. Doğru yola sevk eden sâdece Cenabı Allah’tır. Vesselam. (S)






88. MEKTUP – (11 Rebi’ül Evvel 1330)
Bu Mâzeretlerdeki İddiâları Çürütmek

Hakla batılı birbirinden ayırma yeteneğine sahip olan kimseye elbette hakikati ikrâr etmek ve doğruyu konuşmak yakışır. Bu mâzeretlerinin reddedilecek bazı yönleri daha kalıyor. Onları da size arz etmek istiyorum ki, üzerinde hüküm verme salahiyeti size ait olsun. Birinci cevapta dediler ki: “Muhtemelen, divit getirmelerini emretmesi herhangi bir şeyi yazmak maksadını taşımayıp, sadece onları denemek istemişti, o kadar.” Sizin ifade ettiklerinize ilâveten ben de derim ki: Bu vâkıa, hadiste de apaçık olduğu gibi, Onun (s.a.a) ölümüne çok yakın olduğu bir anda olmuştur. Yâni zaman deneme zamanı değil, tavsiye ve nasihat zamanıdır. Aynı zamanda ölüme yakın olan kimse, mizah ve şakalaşmak bir yana, kendi nefsiyle olduğu gibi, yakınlarını ilgilendiren mühim meselelerle mühimmatla meşguldür. Bilhassa o kimse Peygamber ise. Sonra sıhhatli olarak bütün yaşadığı müddet onları denemeye yetmediyse, şu ölüme yakın olduğu zaman mı yetecek? Halbuki, (s.a.a)’in: “kalkın yanımdan” demesi, onların çıkardıkları gürültüden rahatsız olup gücendiği açıktır. Eğer mâni olmakta isâbetli olsalardı, onların yaptıklarını beğenir ve neşelenirdi.

Bu hadisi etraflıca inceleyen, bilhassa “Peygamber sayıklıyor” dediklerini göz önünde tutan herkes kesin olarak, onların hoşuna gitmeyecek bir şey açıklamak istediğini anlamışlardı ki, buna mâni olmak için âniden görültü çıkarmışlardı diye düşünür. Kaldı ki, daha sonra şbn-i Abbas’ın bu hâdiseyi hatırlayınca ağlaması ve bunu büyük bir musibet sayması da, onların cevabını iptal etmeye yeterli bir delildir. Mâzeret ileri sürenler diyorlar ki: Ömer, doğruyu ve daha faydalıyı seçmekte muvaffak ve başarılı olduğu gibi Cenabı Allah tarafından ilham sahibi idi. Bu da, bu bahsimizde üzerinde durulacak bir önem taşımaktadır, çünkü bu vâkıada doğrunun Peygamber (s.a.a)’in tarafında değil onun tarafında olduğuna ve o günkü ilhâm, sâdık ve emin olan Peygamber (s.a.a)’in vahyinden daha doğru sayılması gerekir ki biz bu iddiayı duymak bile istemiyoruz. Ve diyorlar ki: Peygamber (s.a.a)’e acıdığından yazı yazmakla maruz kalacağı yorgunluğu hafifletmek maksadıyla mâni olmak istedi.

Oysa siz de biliyorsunuz, esasen Peygamber rahatı ve huzuru o yazıyı yazmakla gerçekleşecekti. Halbuki ona muhâlefet edip, huzurunda kargaşa çıkarmaları, kendisine o yazıyı yazmaktan daha ağır ve daha meşakkatli olmuştur. Sonra, ona bir yazıyı yazmakla yorulacağını düşünüp şefkat gösteren şahıs, nasıl olur da ona muârız olur ve âniden “sayıklıyor” demekle karşısında çıkar?!.. Bu garâbetlerin en garibi, acâyiplerin en acâyibi değil midir? Peygamber getirilmesini istediği halde, terk edilmesi nasıl daha uygun oluyor? Acaba Ömer Peygamberi, terk edilmesi daha uygun olan şeyleri emreden biri olarak mı görüyordu?

Ve daha garibi diyorlar ki: “Belki Ömer, Peygamberi halkın tatbik etmekten âciz kalacağı şeyler yazarak ve onu terk ettikleri için cezalandırılmayı hakkederler diye korktu.” Peygamber, “Ondan sonra dalâlete düşmeyeceksiniz” dediği halde nasıl korkar? Yoksa Ömer’in, akıbetleri Peygamberden daha iyi bilir, ümmetine daha şefkatli olduğuna mı inanıyorlar? Ve dediler ki: “şhtimal, Ömer münâfıkların o yazının sıhhati hakkında yerme ve tâ’n kampanyası açmalarından, dolayısıyla fitneye sebep olmasından korktu.” Siz de, Allah sizi hak yolundan ayırmasın biliyorsunuz ki, Peygamberin (s.a.a) “Dalâlete düşmezsiniz” demesinin mevcudiyeti, bu ihtimali muhâl kılmaktadır. Zira bu söz, o yazının emniyete neden olacağına bir nastır. Münafıkların yermesiyle, nasıl fitneye neden olabilir? Sonra, münâfıkların yermesinden korkan bir insan, neden Peygamber (s.a.a)’e muârız olup “sayıklıyor” diyerek, onlara asıl yerme tohumunu bizzat kendisi ekiyor? Ve; “Allah’ın kitabı bize yeter, zira Cenabı Allah şöyle diyor:
“Kitapta hiç bir şey eksik bırakmadık” ve diyor ki:
“Bugün size dininizi ikmâl ettim…”

Dediğini tefsir ederken dedikleri ise, hiç doğru değil. Çünkü her iki âyet, dalâletten dolayı emniyeti ifâde etmediği gibi, insanlara da hidâyeti garanti etmiyor. Şu halde bu ayetlere güvenerek o yazıyı yazma girişimini terk etmek nasıl câiz olur? Eğer Kur’ân-ı Kerim’in mevcudiyeti dalâletten korumaya sebep oluyorsa neden bu ümmette dalâletten dolayı bertaraf edilmesi imkânsız bir parçalanma vukû buldu?

Son cevaplarında dediler ki: “Ömer bu hadisten, o yazının ümmetin her ferdini korumaya sebep olacağını anlamadı. Ancak bütün ümmetin dalâlet üzerinde toplanmasına neden olacağını anladı. Zaten bu kağıt yazılsa da yazılmasa da ümmetin hiç bir zaman dalâl üzerinde toplanmayacağını biliyordu. Onun için, o gün bu muârazayı yaptı.” Sizin işâret ettiklerinize izâfeten diyoruz ki: Ömer, anlayıştan bu kadar uzak değildi. Ve bu hadisten çıkan mânâ herkes için açık olup, kendisine göre gizli değildi. Zira köylüsü de, bedevi’si de anlamıştır ki o kağıt yazılsaydı, her ferdi ayrı ayrı dalâletten koruyan tam bir sebep (hazırlayıcı hal) olacaktı. Hz. Ömer Peygamber (s.a.a) ümmetinin dalâl üzerinde birleşmeyeceğini ve böyle bir korkusu olmadığını yakinen biliyordu. Çünkü: “Ümmetim, hiç bir dalâlet üzerinde birleşmez” dediğini defalarca duymuştur. Muhakkak şu söylerini de duymuştur: “Ümmetimden en az bir fırka, devamlı halka beraber olup hakka arka çıkacaktır.”

Mutlaka şu âyeti kerimeyi de okumuştur:
“Sizden imam edip sâhih amel işeyenleri, kendilerinden evvel gelenleri (İsrail oğullarını) bu dünyada halife kıldığı gibi onları da halife kılacaktır. Onlara, kendileri için seçtiği dini pekiştirip, korkudan onları emniyete kavuşturacaktır.” (861)

Buna benzer kitap ve sünnetten bir çok sarih nasslar, ümmetin top yekün dalâlet üzerinde toplanması imkansız olduğunu açıklamaktadır.

Ömer’e yakışan, bu hadisi zihinlere intikal ettiği gibi anlamak, Sünnet sahihlerinin ve Kitap muhkemlerinin menfi kıldığı şekilde değil. şnsaflı konuşmak gerekiyorsa, bu musibet özrün hiç bir kalıbına sığmayacak kadar büyük. Eğer dediğiniz gibi vukû bulan birolay, sâbık bir aşırılık veya istemeyerek aceleye gelmiş ender bir davranış olsaydı, sorun daha kolay olacaktı. Hatta zamanın en büyük gâilesi, bel kıranı olduğu halde. İnnâ lillah ve innâ ileyhi raciûn... Ve lâ havle ve lâ kuvvete illâ billâh’il-aliyyil azim. (Ş)
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Cevapla

“Kitaplar” sayfasına dön