Ehli Beyt Kimdir ?

KARAPAPAK MURAT
Mesajlar: 325
Kayıt: 20 Ara 2007, 17:22

Mesaj gönderen KARAPAPAK MURAT »

mirzahan kardeş bak sünni olabilirsin ama gerçek BEKTAŞİLİĞİ buradan öğrenebilirsin. aşağıdaki bilgiler bektaşiliğin esasını oluşturuyor ve geçirdiği evrler anlatılıyor:

Bismillahirrahmanirrahim

1- Bektaşilik insanı eğitmeyi amaçlayan bir tarikat kuralları bütünüdür.
2- Bektaşilik 13.yyda Hacı bektaş veli hakka yürüdükten sonra halifeleri aracılığıyla kurulmuş feyz-i ilahi ve feyz-i ereni bir bir tarikattır.
3- Bektaşilik din olarak İSLAM mezheb olarak CAFERİ dir.
4- Bektaşiliğin piri gavzul azam kutbul abdar Hz.Pir-i Hünkar Hacı bektaş veli'dir.
5- Bektaşilik Hz.Pir'in yolu 4 kapı 40 makam erkanı ile insan-ı kamil olmayı hedefler
6- Bektaşilik; Hz.Peygamberin emaneti Kur'an ve ehlibeyti, 12 imamı ve evvelden yaşamış peygamberleri şeriatta rehber bilir.
7- Bektaşiikte SIR kavramı vardır her can sırra eremez sırra ermek için kamil insan olmak gerekir. inancına sahiptir
8- Bektaşilikte içki haramdır. bütün ibadetler caferi fıkhına göre yapılır.
9- Bektaşilik herhangi bir milletin resmi tarikatı değildir. tüm canlara açıktır, bektaşi düsturu bilinmeden bektaşi olunamaz.
10- Bektaşilerde bütün Şialar gibi Mehdi inancı vardır ve mehdi(a.f) gelene kadar devam edecektir.
BEKTAŞİLİĞİN TAHRİBATI

Bektaşilik 1501 yılında 2.bayezidin tarikatın başına balım sultanın getirilmesiyle bozulmaya başlamıştır. Şii tasavvuf erkanından hayli uzaklaşarak osmanlının kızılbaş kitleleri kontrol altına alma mekanizması olarak kullanıla gelmiştir. ancak abdal musa, kaygusuz abdal,sarı saltuk, baba mansur,karacaahmet,pir sultan,kul himmet gibi birçok bektaşi dervişi ayrıca ırak suriye ve irandaki bektaşiler tarikatın temel düsturlarını muhafaza etmeye devam etmişlerdir.

1551 yılına kadar, yani Sersem Ali Baba okulun başına atanıncaya dek, bu okul ile Şah İsmail Hatayi Okulu arasındaki sıcak ilişkiler ve dayanışma ruhu bütün canlılığı ile devam etmiştir. Bu iki okul, adeta bir baştaki iki göz gibiydiler. Nitekim Safevi Devletinin kuruluşunda Hacı Bektaş-ı Veli’nin müritleri temel görevleri üstlenmişler; Kalender Çelebi, Baba Zunnun ile ayaklanmış; Şah İsmail, “Hatayi” mahlası ile yazdığı şiirlerinde Hacı Bektaş-ı Veli’yi överek, Ona olan bağlılığını bildirmiştir

1551 yılından sonra bu durum değişti. Anadolu’da kalan Şiîler ile İran’daki Şiîler arasındaki bağlar gün geçtikçe azaldı ve bir noktadan sonra koptu. Hacı Bektaş-ı Veli Okulu özünden koparak Balım Sultan ve öğrencisi Sersem Ali Baba’nın icraatları ile zaman içersinde bozuldu Bektaşî tarikatına bağlı çok değerli zatlar yetişmekle beraber, tarikat genel olarak bozuldu. Bugün dahi tartışması yapılan dedebabalık-çelebilik tartışması gibi birçok ihtilaf o günlerde başladı.

, bir hamle ile Hacı Bektaş-ı Veli tekkesi başta olmak üzere bütün önemli Kızılbaş tekkelerine kendi adamlarını atadı. Bektaşî tarikatını kurdurttu. Bu tarikatı başta Sünnîlik olmak üzere, masonluk, Hıristiyanlık, Hurufilik gibi birçok yabancı düşünceye açtı. Kızılbaş kitleler adalet ve hak arama ruhunu aşılayan Ehl-i Beyt öğretilerinden uzaklaştırılmaya çalışıldı. Yapılan iş, Mısır’dan Arnavutluğa kadar bütün tekkelere sirayet etti.

Anadolu’daki bütün Kızılbaş kitleleri ve tekkeleri üzerinde etkili olan ve Hacı Bektaş-ı Veli Tekkesinin başına Sersem Ali Baba getirilince, diğer tekkelerde de ciddi değişiklikler yapılmaya başlandı. Bu tekkelerdeki Kızılbaş-Şiî âlimler bu tekkelerden alınarak, yerlerine Osmanlı’nın seçtiği kişiler getirildi. Hatta daha sonraki zamanlarda tekkelerin başına Nakşibendî şeyhler atandı. Ehl-i Beyt ilmini, Caferî mezhebini ve fıkhını anlatan bütün kitaplar yasaklandı.

Müteakip zamanlarda “Bektaşî şairi” adı altında birçok Hurufi şair baş gösterdi. Bunlardan bir kısmı Fazlullah’a açıkça methiyeler yazdılar. Kelami, Fazıli, Vahdeti, Hayreti, Kalender, Fazli, Nemayi vb. bunlardan sadece bir kaçıdır

Bektaşi tarikatı üzerinde etkili olan bir başka sapkın düşünce Masonluktur. Kimi zaman Masonlar dolaylı yollardan tarikata sızıyorlar, kimi zaman da Bektaşî şeyhleri mason oluyordu. Örneğin Mason Misyoner Mr. Wayt “Ali” adını alarak Bektaşî tarikatına sızmış, Tevfik Beybaba, Ali Baba gibi kimi Bektaşî şeyhleri Mason olmuş ve aynı zamanda tarikat içinde kalmışlardır
ali muhsin
Mesajlar: 3121
Kayıt: 24 Nis 2007, 18:41

Mesaj gönderen ali muhsin »

Mirzahan can öncelikle Hos geldiniz

Bizim Temel inancimiz Kuran ve Ehli Beyttir ve Kurani kerimde Azhap Suresinin 33 aytinde Allah, Ehli Beytin Pak ve Temiz oldugunu söylüyor ve diger Ehli Beyt sözü gecen ayet ise Hud Suresinin 73 ayetidirki Allah, Ehli Beyti Rahmetle andigini söylüyor ..Gerek Sii Alevi kaynaklarinda gerekse Ehli Sünnet kaynaklarinda Ehli Beyt hakkinda Bircok Hadis mevcuttur ! Size en cok tavisey ettigim kitablardan biri Muahmmed Ticaninin "Nasil hidayete kavustum " ve Pesaver gecelerdir .Sitemizin Download bölümünde indirebilirsiniz ..bu konu hakkinda Daha Tecrübeli Hocalarimiz size aciklik getirecekerdir insallah...Bazi kisilerin Carpik görüsleri sizleri yaniltmasinki Sunduklar deliller cürütüldügü halde halen israr edip Beyin bulandirmaya calisiyorlar ...Bektasilik konusunda gerek anasayfamizda gerekse Forumumuzda Yeterki kadar ispat ve Deliller mevcuttur bakminizi okumanizi tavsiye ediyorum ...

Ayrica Murat adini kulanip diger taraftan Sevil adini gizleyen sahis ikili oynamayi birak ,Seninle Ziyaretci defterinde eskiden beri tartistik Sah hayranligni halen gizleyip Sebatayistleri korumaya devam etmekle kalmayip Delil dedigin birakc kulaktan dolma ve Ehli Beytle alakalari olmayan kisileri israrla öne cikarmak icin halen cirpiniyorsun ,bunuda Ehli Beyt adini kulanarak ..oysaki biz burda Ehli Beyt hakkinda Aciklik Getirmeye calisirken Sen ve Senin gibiler ortaya kara cali gibi girip olaylari Carpitmayi bir görev bilmisler ...Haktan Yararlanip Batili savunmanda ayri bir mesele ! biz Bektasiligi degil, Kuran ve Ehli Beyti savunuyoruz ..her Laf arasina girip Polemik cikarman senin kisiligini gösteriyor.. onun icin Bazi kelime oyunlari ile sirin görünmeye calisma ,yazini okuyucularimiz okursa senin hangi kisiliye sahip oldugunu anlarlar !!
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Re: SELAMIN ALEYKÜM

Mesaj gönderen f_altan »

mirzahan2626 yazdı:Merhaba arkadaşlar. ben sünni bir müslümanı. Sitenizi tesadüfen gördüm ve çok ilgimi çekti. İnceledikçe gördüm ki şimdiye dek bize anlatılan alevi(tenzih ederek yazıyorum bektaşi) tanımından çok uzak olduğunuzu gördüm. Aslında inanç konusunda birbirimizden pek bir farkımız yok. Ancak size sormak istediğim bir kaç soru var.
1-Tesettür konusundaki düşünceniz nedir. Sizce tesettür dinin bir emri mi? Peygamber Efendimiz (SAV) ve onun temiz ehli beytinin bu konudaki uygulaması sizce nasıldı.
2-Yaşarken cennetle müjdelenen, en yakın arkadaşı olan, Peygamberizim tarafından SIDDIK olarak taltif edilen Hz. Ebu BEKİR ile, "benden sonra peygamber gelseydi o Ömer olurdu" iltifatına mazhar olan Hz. Ömer gerçekten Hz. Ali Efendimizin hilafet sırasını çalacak kadar haşa mevki budalası düşkün insanlar mıydı?
Peygamber Efendimizin (SAV) iki kızı ile evlenerek zinnureyn lakabını alan Hz. Osman haşa koltuk budalası mıydı.
Cevap verirseniz çok sevinirim. Saygılar
Cevap1:
Muhterem kardeşim, arkadaşlar birkaç konuda kısa olarak cevap vermişler, ben de biraz geniş bir şekilde cevap vermeye çalışacağım inş.
Tesettür İslam dininin kesin hükümlerinden biridir. Bu hükmün İslam'a ait olduğunda hiçbir şüphe yoktur. Kuran-ı Kerim'in ayetlerinde, Peygamber ve Ehl-i Beyt İmamlarının hadislerinde kadının örtünmesinin farz oluşu ve niteliği açıkça bildirilmiştir.
Tüm ilahi dinler, insanın derununda yerleştirilmiş eğilimi esas alarak kadına örtünmeyi farz bilmişlerdir.
İlahi dinlerin sonuncusu ve en mükemmeli olan İslam dini, Allah tarafından insanlığa gönderilen son din olarak giysiyi insanlığa verilen ilahi bir hediye olarak nitelemiş, kadına farz olan örtünmenin ölçülerini tam olarak belirlemiş ve bu vesileyle kadının örtünmesi hususundaki aşırılık ve ihmalkarlıkları dengelemeye çalışmıştır.
Batıda yapılan propagandanın aksine kadının örtünmesi toplumsal rolünü yitirmesi, pasif ve uyuşuk bir varlık haline gelmesi anlamında değildir. İslam'da örtü kadının yabancı (mahremi olmayan) erkeklerle muaşeretinde saçlarını ve bedeninin örterek diğerlerine karşı kendisini çekici hale getirmekten sakınması anlamındadır.
İnsandaki cinsel duygunun aşırı derecede güçlü ve hararetli oluşu yüzünden İslam dini örtünme gibi bir takım hükümlerle bu duyguyu dizginlemek ve onun doğru bir şekilde tatmin olmasını sağlamak istemiştir.
Hevesli bakışlardan kaçınmak ve namahreme bakmamak hükmü kadınla erkeğin her ikisine eşit şekilde farzdır. Ancak örtünmenin erkeğe değil kadına farz oluşunun sebebi, genelde kadınların kendilerinin süslemeye ve gösterişe meraklı oldukları içindir. Dünyanın hiçbir bölgesinde erkeklerde doğal olarak böyle bir özenti görülmemiştir. Vücudu teşhir eden ince elbiseler giymek, tahrik edici makyaj kullanmak vb. aşırılıklar hep kadınlarda görülmektedir. Bu yüzden de örtünme emri de yalnız kadınlar için koyulmuştur.
Kur'an-ı Kerim'de Hicap
Kur'an'da hicabın farz oluşu ve onun sınır ve niteliği hakkında bir çok ayet nazil olmuştur.
1. Ayet:
"Mümin kadınlara da söyle: gözlerini (haramdan) çevirsinler; namus ve iffetlerini korusunlar. Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler. Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler. Kocaları, babaları, kocalarının babaları, (kendi) oğulları, kocalarının oğulları, erkek kardeşleri, erkek kardeşlerinin oğulları, kız kardeşlerinin oğulları, kendi kadınları (mümin kadınlar), ellerinin altında bululanlar (cariyeleri), erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan beyinsiz vb. tabi kimseler, yahut henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler. Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler). Ey müminler! Hep birden Allah'a tövbe ediniz ki kurtuluşa eresiniz."(Nur suresinde 31)
Bu ayette Allah Teala, ilk önce kadınların erkeklere benzer görevlerini açıklayarak şöyle buyuruyor:
"Mümin kadınlara da söyle: gözlerini (haramdan) çevirsinler; namus ve iffetlerini korusunlar...”
Bundan sonra kadınlara has olan örtünme hükmüne üç cümlede beyan ediyor:
A: "Görünen kısımları müstesna olmak üzere, ziynetlerini teşhir etmesinler...”
Bu cümlede geçen örtülmesi gereken ziynetten maksat nedir? Sözü geçen örtülmesi farz olmayan açık ziynetler nelerdir? Bu konuda Kur'an müfessirlerinin çeşitli açıklama ve yorumları vardır.
Bazı müfessirler yüzük, bilezik ve gerdanlık gibi ziynetlerin metal vb. şeylerden yapıldığını göz önüne alarak bunların gösterilmesinin bir sakıncasının olmadığına dikkat çekerek, maksadın bu ziynetlerin takılı olduğu uzuvlar olduğunu söylemişlerdir. Bazıları da, maksat bizzat bu ziynetlerin kendisi olduğunu ileri sürerek bunların takılı olduğu zaman gösterilmesinin haram olduğunu vurgulamışlardır. Çünkü genelde takılı olan ziynetleri göstermek kadının kendi gövdesinin bazı yerlerini göstermesini de gerektirir demişlerdir.
Bazıları da esasen Kur'an'da "ziynet" kelimesinin takılı süs eşyaları anlamına değil, tabii süsler yani vücudun güzellikleri anlamına geldiğini ve Kur'an'da, takılı süsleri ifade etmek için hülye kelimesinin kullanıldığını savunmuşlardır.
Elbette şunu bilmek gerekir ki bu tefsirler sonuç bakımından bir birinden farklı değillerdir; çünkü bu tefsirlerden hepsine göre kadının örtünmesinin bir farz olduğu bu ayette açıkça belirtilmiştir.
Ehl-i Beyt İmamlarından gelen bazı hadislere göre örtünmesi gereken iç ziynetinden maksat gerdanlık, bilezik ve halhal olduğu ifade edilmiştir.
Yine bu rivayetlere göre örtülmesi farz olmayan ve genelde açık olan ziynetlerden maksat yüzük ve göze sürülen sürme olduğu bildirilmiştir.
B. Ayette yer alan diğer bir hüküm de, "Baş örtülerini, yakalarının üzerine (kadar) örtsünler"hükmüdür.
"Khimar" asıl anlamı itibarıyla her örtü anlamına gelir ama genelde baş örtüsü eşarp anlamında kullanılır.
"Cuyup"Ceyb kelimesinin çoğuludur ve Arapça yaka anlamını ifade eder. Bazen de göğüsün üst kısımlarına, yani yakanın yer aldığı kısımlara denir.
Bu emirden anlaşılıyor ki Arap kadınlar, bu ayet inmeden önce, başörtülerinin uçlarını arkadan bağlıyorlardı ve bu da onların boyun ve göğüslerinden bir kısmının görülmesine sebep oluyordu. Bu yüzden Kur'an-ı Kerim, açık bir şekilde kadının boğaz ve boynunu örtecek şekilde baş örtülerini örtmelerini emrediyor. Bu ayetin nüzul sebebi ile ilgili hadis de yukarıdaki açıklamayı teyit etmektedir.
C. Kadının örtüsünü çıkarabileceği gizli ziynetlerini gösterebileceği kimseler açıklanmış ve bunların 12 gurup olduğu ifade edilmiştir:
"Kocaları,
babaları,
kocalarının babaları,
oğulları,
kocalarının oğulları,
erkek kardeşleri,
erkek kardeşlerinin oğulları,
kız kardeşlerinin oğulları,
kendi kadınları (mümin kadınlar),
ellerinin altında bululanlar (cariyeleri),
erkeklerden, ailenin kadınına şehvet duymayan beyinsiz vb. tabi kimseler,
Henüz kadınların gizli kadınlık hususiyetlerinin farkında olmayan çocuklardan başkasına ziynetlerini göstermesinler.”
D. Ayetin açıkladığı dördüncü hüküm ise şudur: "Gizlemekte oldukları ziynetleri anlaşılsın diye ayaklarını yere vurmasınlar (Dikkatleri üzerine çekecek tarzda yürümesinler. Hatta ayaklarındaki halhal sesinin, namahrem erkekler tarafından duyulmamasına bile dikkat etsinler.)"
Görüldüğü gibi bu ayette kadınlardan, iffet ölçülerine riayet etme hususunda hatta yabancı bir erkeğe ayaklarındaki halhalın sesini duyurmayacak derecede titiz ve ciddi olmaları istenmiştir.
2. Ayet:
Ahzap suresinde şöyle buyuruyor:
"Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) "cilbablarını"(dış örtülerini) üstlerine almalarını söyle. Onların tanınmaması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur. Allah bağışlayandır, esirgeyendir."(Ahzab suresi: 59)
Bu ayette imanlı kadınlara, adi ve ahlaksız kişilerin elinden her türlü bahaneyi almak için nasıl örtünmeleri gerektiği açıklanmıştır ve sonraki ayetlerde ise en ağır ve şiddetli bir dille münafıklar, şayiacılar ve iftiracılar tehdit edilmiştir.
Ayette şöyle deniyor:
"Ey peygamber! Hanımlarına, kızlarına ve müminlerin kadınlarına (bir ihtiyaç için dışarı çıktıkları zaman) cilbablarını / dış örtülerini üstlerine almalarını söyle. Onların tanınmaması ve incitilmemesi için en elverişli olan budur.”
Bu ayette "tanınmaktan"ne kastedildiği konusunda iki görüş söz konusu edilmiştir:
1- O dönemde var olan cariyeler genelde başları açık olarak evden dışarı çıkıyorlardı ve bazen ahlak kurallarını da riayet etmedikleri için başıboş kimseler onların yolunun üzerinde durarak sarkıntılık ediyorlardı.
Bu ayette hür Müslüman kadınların cariyelerden ayırt edilmeleri için tam anlamda örtülerine riayet etmeleri emir olunmuştur
Açıktır ki bu sözün anlamı, başıboş ve azgın insanların cariyelere karşı sarkıntılık yapmalarının meşru olduğu değil, sadece, kötü insanların elinden her türlü bahanenin alınmasının gerektiğidir.
2- Müslüman kadınların örtünme konusuna önem vermelerinin gerekli olduğu vurgulanmak istenmiştir. Yani Müslüman kadın gelişi güzel bir şekilde örtünen ve örtünmesine fazla riayet etmeyen kadınlardan olmamalı, özenle iffet ve tesettürüne önem vermeli ve bu özelliği ile tanınmalıdır.
Ayette geçen "cilbab”tan maksat nedir? Lügat bilginleri cilbab kelimesi için üç anlam zikretmiştir:
1. Baş, boyun ve göğsü iyice örten geniş bir örtü; çadır.
2. Başörtüsü.
3. Geniş elbise.
Bu anlamların birbirinden farklı olmasına rağmen ortak nokta İslam dini gereğince kadının baş ve vücudunun tesettürlü olmasının açıkça ifade edilmesidir.
Meşhur Lügat kitabı Lisan'ul Arap'ta kaydedildiği üzere cilbab'ın başörtüsünden büyük ama çarşaftan biraz küçük bir atkı anlamına geldiği daha güçlü ihtimaldir.
Bu ayette "yudnine"(yakınlaştırsınlar) kelimesiyle, tesettürleriyle kendilerini iyice örtmeleri beyan edilmiştir. Yani kadınlar tesettürlerini boş bırakarak ara sıra vücutlarının görülmesine yol açmamalıdırlar.
Bazıları, bu ayetten, kadınların yüzlerini örtmeleri gerektiğinin de emredildiğini söylemişlerdir. Ancak bize göre bu görüş doğru değildir.
Bu ayetten anlaşılıyor ki tesettür hükmü önceden inmişti, ama bazıları bu hükmü basite alıp ona gereken önemi vermedikleri için bu ayet inerek bu hükme önem verilmesi gerektiğini vurgulamıştır.
Buna binaen bu ayette mümin kadınlardan bazıları, geçmiş tutumlarından dolaylı eleştirildikleri için ve bu onlar için ağır ve üzücü olduğundan ayetin hemen sonunda "Allah bağışlayan ve rahmeti süreklidir"diye buyurmaktadır. Yani eğer sizlerden bazılarınız cahillik ve bilgisizliğiniz yüzünden bu işte ihmalkar davrandıysanız Allah'ın sizi bağışlaması için tövbe ederek bundan sonra, tesettürünüzü iyice korumaya çalışın.
Kur'an'da kadınların iffetli olmaları ve yabancı erkeklere karşı tesettürlerini korumalarının gerekliliğini bildiren başka ayetler de Kur'an'da vardır. Biz konunun uzamaması için bu ayetleri nakletmiyoruz. Araştırmak isteyenler Kur'an açısından üstün ve örnek kadınların kıssalarını anlatan ayetlere ve keza Peygamber (s.a.a.)'in hanımlarına verilen emirleri açıklayan ayetlere bakabilirler.
Hadislerde Tesettür
İslam Peygamberi (s.a.a.) ve Ehl-i Beyt İmamları- tesettüre uyulmasıyla ilgili açık emirlerinin yanı sıra,- bizzat oluşturdukları İslami toplum ve aile yapısıyla da bunun pratikteki uygulamasını göstermişlerdi.
Tam Örtünme
Bir gün Aişe'nın kız kardeşi olan Esma, vücudunun gösteren ince bir elbiseyle Peygamberin evine geldi. Peygamber (s.a.a.) ona şöyle buyurdular:
"Ey Esma kadınlar adet olma vakitlerine ulaştıklarında (buluğa erdiklerinde) yüz ve elleri hariç vücutlarının hiçbir yerlerini göstermemelidirler.”[1]
Yine rivayet edilmiştir ki peygamber (s.a.a.)"Kadının kocasından başkası için kendisini süslemesini yasakladı ve şöyle buyurdu:
Eğer kadın kocasından başka erkekler için kendini süslerse, Allah'ın onu ateşle yakması gerekli olur.”[2]
Yine Hz. Peygamber (s.a.a.)'in şöyle buyurduğu nakledilir:
"Kim kadınlarla oturup- kalkarsa sonunda zinaya duçar olur. Ve zina eden kimsenin de sonu cehennem ateşine yakalanmak olur.”[3]
Bu hadise göre de Resulullah (s.a.a.):
"Kendisine haram olan bir kadına el veren kimse kıyamet günü zincirle bağlanmış olarak getirilir ve sonra ateşe atılmasına emredilir"buyurmuştur.[4]
Kadınların Kendilerini Erkeklere Benzetmeleri
İmam Muhammed Bakır (s.a.) şöyle buyuruyor: "Kadının kendisini erkeğe benzetmesi caiz değildir. Çünkü Allah'ın Resulu, kendini kadına benzeten erkekleri ve kendini erkeğe benzeten kadınları lanetlemiştir.”[5]
Tesettüre Uymayanların Ahiret Azabı
Hz. Ali (a.s) şöyle buyuruyor:
Bir gün Hz .Fatıma (a.s) ile Hz. Peygamber (s.a.a)'in huzuruna gittik. Resululah'ın şiddetle ağladığını gördüm:
Babam ve annem sana feda olsun neden ağlıyorsunuz? dedim. Peygamber "miraca gittiğim gece ümmetimden bazı hanımların şiddetli azaba uğradıklarına şahit oldum; onların şiddetli azaba duçar oldukları için ağlıyorum. Sonra onlardan her birinin azabını açıkladı. Hz. Fatıma: "Ey benim gözlerimin nuru bunların işledikleri günahları bana açıkla"dedi:
Resulullah (s.a.a) şöyle buyurdu:
"Saçlarından asılan kadın saçını namahrem erkeklere karşı örtmeyen kadındır.
Kendi vücudunun etini yiyen kadın ise vücudunu başkaları için süsleyen kimsedir. Ama vücudunun eti, makas ile kopartılan kadın ise kendisini başkalarına sunan kadındı. Sonra şöyle buyurdu:
"Kocası kendisinden razı olan kadına ne mutlu!"[6]
Son olarak kadın ile erkek arasında ortak olan bir hükme dikkat çekelim. İmam Caferi Sadık aleyhisselam şöyle buyuruyor :
"(Mahrem olmayan kadın veya erkeğe) Bakışı şeytanın zehirli oklarından bir oktur. Nice bakış var ki uzun hasrete yol açar.”
Ulemanın Görüşü
Kadının elleri ve yüzü hariç tüm vücudunu örtmesi gerektiği hususunda hem Şia hem Sünni, tüm İslam mezheplerinin uleması arasında görüş birliği vardır.
İslam uleması tesettürün farz olduğunu ispatlamak için Kur'an, sünnet, icma ve akla istinat etmişlerdir.
Değerli Fakıh şeyh Muhammed Huseyn Necefi Cevahru'l-Kelam'ın kitabında Şia mektebine göre eller ve yüz hariç kadının tüm vücudunun örtülmesi gerektiğini açıklamıştır. Ayakların (topuklardan aşağı kısmının) örtülmesi gereken yerlerden olup olmadığı hususunda Şia uleması arasında ihtilaf vardır.
Şunu da eklemek gerekir ki bazı Şia uleması kadının yüzünü de örtmesini farz olduğunu söylemişlerdir.
Ehl-i Sünnet ulemasının bu husustaki görüşlerine vakıf olmak için El-Ciziri'nin el fikhu ale Mezahib'ul Arbaa'y müracaat edilebilir.
Bu makalenin sonunda Ayetullah Uzma Hümeyni(r.a)'den kadının tesettürü ile ilgili bir fetvayı nakledelim:
Sual: Acaba tesettür (kadının örtünmesi) İslam dininin zaruri hükümlerinden sayılır mı? Onu inkar edenin ve bu hükme özellikle İslam toplumunda saygısızlık gösterenin hükmü nedir?
Cevap: Tesettür hükmünün aslı (ayrıntıları değil ) İslam dininin zaruri (apaçık) hükümlerindendir; ve dinin zaruri bir hükmünü inkar edenin kafir olduğuna hüküm edilir; ancak Allah ve Peygamberi inkar etmediği bilinirse bu hariç.
Sual: İslam'da tesettürün kadınlar için sınırları nedir? Acaba tesettür için başörtüsünü takarak geniş uzun elbise ile pantolon giymek yeterli mi? Ve genel olarak kadının namahrem olan kişilere karşı uyması gereken nitelik nedir?
Cevap: Kadının bileklere kadar eller ve yüzün yuvarlağı hariç tüm gövdesi örtülü olmalıdır. Söz konusu elbise farz olan miktarı örterse sakıncasızdır. Ancak "çarşaf"giymeleri daha iyidir. Namahremin dikkatini çeken elbiseler giymekten sakınılmalıdır.
________________
[1] Sunen-i Ebi Davud c. 2 s. 383
[2] Biharu'l – Envar c. 103 5. 243
[3] Nasihu't Tevarih c.2
[4] Vesailu'ş –Şia c. 14 s. 143
[5] Biharu'l – Envar c. 103, s. 258
[6] Vesailu'ş- Şia c. 14 s. 156.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Re: SELAMIN ALEYKÜM

Mesaj gönderen f_altan »

mirzahan2626 yazdı:2-Yaşarken cennetle müjdelenen, en yakın arkadaşı olan, Peygamberizim tarafından SIDDIK olarak taltif edilen Hz. Ebu BEKİR ile, "benden sonra peygamber gelseydi o Ömer olurdu" iltifatına mazhar olan Hz. Ömer gerçekten Hz. Ali Efendimizin hilafet sırasını çalacak kadar haşa mevki budalası düşkün insanlar mıydı?
Cevap2:
Muhterem kardeşim, tassuptan uzak bir şekilde tarihi okuyacak olursanız her şey aydınlığa kavuşacaktır. Ben kısa olarak hilafetle ilgili sakife olayına ve halifelerin nasıl seçildiğine vs. konulara mümkün olduğu kadar değinmeğe çalışacağım. Tarihi iyi öğrenmiş olursanız birçok sorunlar da kendiliğinden çözülmüş olacatır. Eğer anlaşılmayan bir konu olursa yine hizmetinizde olurum inş.

Sakife Konferansı

İslam dünyasında Müslümanlar, Sakife olayı gibi şiddetli ve helak edici bir bela ve musibetle imtihana tabi tutulmamışlardır. Sakife olayı Müslümanlar arasında fitne ateşini alevlendirdi ve felâket pencerelerini onların yüzüne açtı.
Ensar, konferanslarını, Hz. Peygamber'in (s.a.a) vefat ettiği gün Beni Saide Sakife'sinde kurdular. Konferansları iki cenahtan yani Evs ve Hazreç'ten oluşuyordu. Orada hilafet meselesi, onun kendi aralarından çıkmaması ve Kureyiş'ten olan Muhacirlerin otoritesine tabi olmayacakları hakkında konuşuyorlardı. Çünkü Kureyiş'ten olan Muhacirler, Hz. Peygamber'in hilafete seçtiği ve Gadir-i Hum'da ümmetine âlem (nişane) olarak atadığı İmam Ali'ye (a.s) olan biatlerini açık bir şekilde terk ettiler ve nübüvvetle hilafetin bir evde olmasını istemediler. Nitekim onların büyüklerinden bazılarının, Hz. Peygamber'le yazacağı vasiyeti arasındaki durumu da böyle idi. Hz. Peygamber'i sayıklamak iftirasıyla incittiler ve dilediği şeyi yerine getirmediler.
Velhasıl, Ensar, Hz. Peygamber'in ordusunda silahlı güçler için omurga kemiği hükmünde idi. Şüphesiz onlar, Hz. Peygamber'in savaşına süratle gelen Kureyişlilerin evlerine hüzün ve yas sokmuşlardı. Bundan dolayı Kurayişliler, Ensar'a şiddetle kin güdüyorlardı. İşte bundan dolayı Muhacirlerin korkusundan hemen bir konferans düzenlemeye koyuldular.
Habbab b. Munzir şöyle diyordu: "Fakat biz, sizden sonra bizi öldürecek oğullarının, babalarının ve kardeşlerinin onu (hilafeti) sahipleneceğinden korkuyoruz."[1]
Habbabın tahmini tahakkuk buldu. Zira hilafet çok kısa bir zamanda Emevilerin eline geçti. Onlar Medinelileri zelil kılmaya ve onları cezalandırmaya çalıştılar. Şüphesiz Muaviye, onlara aşırı derecede zulüm ve haksızlık yaptı, onları perişan ve zelil etti. Oğlu Yezid'i Müslümanların başına getirdiğinde O, Medinelilere elinden geldiği kadar zulüm yapmaya, saygınlıklarını yok etmeye ve onları elemli bir şekilde cezalandırmaya çalıştı. Sonra, çirkinliğinde tarihte eşi görülmemiş Hıra olayında onların mal, kan ve ırzlarını helal kıldı.
Velhasıl, Ensar'dan bir grup, Sa'd'ı hilafete ön gördü. Ancak Avs kabilesi lideri Huzeyr b. Uzeyd, Avs kabilesiyle Sad'ın kabilesi olan Hazreç kabilesi arasındaki var olan kin ve husumetten dolayı Sa'd'a biat etmekten hoşlanmadı. Eskilerde onların arasındaki husumet oldukça şiddetli idi. Derken Avim b. Saide ve Ensar'ın müttefiki Muin b. Adiy, Ebubekir'le Ömer'in yanına koşarak onları, Sakife'de cereyan eden olaydan haberdar ettiler. Ebu Bekir ve Ömer, korkuya kapılarak hemen Sakife'ye gittiler. Ensar yenilgiye uğradı, ellerinde olan düştü ve Sa'd'ın rengi kaçtı. Ebubekir'le Ensar arasındaki şiddetli tartışmadan sonra, Ebubekir'in hizbi kalkarak ona biat ettiler. Bu biatte Ömer, meydan kahramanı idi. Kırbaçı meydanda oynamaya başladı ve halkı arkadaşının (Ebubekr'in) biatine sevk ediyordu. Ebubekir Sakife'den çıkarak hizbini, tekbir ve tehlil (lâ ilâhe illellah demek) le Resulullah'ın mescidine götürüyordu. Şüphesiz bu biatte, Peygamber ailesi, Ammar b. Yasir, Ebuzer, Mikdad vb. gibi sahabenin büyüklerinin görüşleri alınmamıştı…

İmam Ali'nin (a.s) Ebubekr'in Biatine Karşı Tavrı

Tarihçiler ve raviler, İmam Ali'nin, Ebubekr'in biatine karşı tavrı hoşnutsuzluk ve rızayetsizlikti. İmam Ali (a.s) hilafete daha layıktı. Çünkü İmam Ali, Hz. Peygamber'e herkesten daha yakındı. Peygamber'e oranla Harun'un Musa'ya olan konumunda idi. İslam O'nun cihat ve çabasıyla ayakta durdu. O, İslam'a karşı güzel imtihan verdi. Peygamber (s.a.a) O'nu kardeş olarak çağırırdı ve Müslümanlara; "Ben kimin mevlası isem Ali de onun mevlasıdır" buyuruyordu. İşte bu özelliklerinden dolayı Ebubekr'e biat etmekten kaçındı. Ama Ebubekir ve Ömer, O'nu biate zorlamak istediler. Bundan dolayı Ömer b. Hattap bir grup adamlarıyla birlikte İmam'ın evini kuşattılar. Ömer, gürlüyor, parlıyor, tehdit ediyor ve korkutuyordu. Elindeki ateşle vahiy evini yakmak istiyordu. Derken Hz. Peygamber'in bedeninin bir parçası ve bütün kadınların hanım efendisi olan Hz. Fatıma (a.s) dışarı çıkarak yüksek bir sesle; "Ey Hattab'ın oğlu, getirdiğin bu şey (ateş) nedir?" dedi.
Ömer sert bir şekilde; "Getirdiğim şey, babanın getirdiği şeyden daha güçlüdür!" dedi.[2]
Her Müslüman'ın kalbini inciten çok üzücü olaylardan biri de bazılarının, Allah Teala'nın, onun rızasıyla razı olduğu ve gazabıyla da gazaplandığı Hz. Fatıma'ya (s.a) karşı takındıkları tavır idi. Bizim, inna lillah ve inna ileyhi raciun demekten başka bir çaremiz yoktur.
Her halükârda, İmam'ı (a.s) zorla evinden çıkardılar ve O'nu kılıcının bağıyla bağlayarak Ebubekir'in yanına götürdüler. Ebubekir'in adamları İmam'a; "Ebubekir'e biat et! Ebubekir'e biat et!" diye bağırdılar.
İmam (a.s) onlara, onların taşkınlık ve zorbalıklarına değinmeksizin keskin deliliyle şöyle cevap verdi: "Ben bu işe (hilafete) sizden daha layığım, size biat etmem, sizin bana biat etmeniz gerekir. Siz bunu (yöneticilik makamını) Ensar'ın elinden aldınız ve Hz. Peygamber'e yakınlıkla onlara ihticaçta bulundunuz, şimdi de gaspla biz Ehl-i Beyt'ten alıyorsunuz. Siz Peygamber'in (s.a.a), sizden olması hasebiyle bu makama Ensar'dan daha lâyık olduğunuzu zannederek oları alt ettiniz. Onlar da size boyun eğdi ve imareti (emirlik makamını) size teslim ettiler! Ben de sizin Ensar'a getirdiğiniz delilin aynısıyla size delil getiriyorum. Biz Resulullah'a, ister hayatında olsun ister öldüğünde, sizden daha yakınız. Eğer mümin iseniz, bizimle insafla konuşun; aksi takdirde, bildiğiniz halde zulümle (Allah'ın huzuruna) dönün."
Ne de ilginç bir hüccet ve delildir! Şüphesiz, Kureyiş'ten olan Muhacirler, bu delille yani Peygamber'e daha yakın olmalarıyla Ensar'a galip oldular. Çünkü Kureyiş'in çeşitli boyları olmasına rağmen onları Peygamber'le bir araya getiriyordu; yoksa onlar Hz. Peygamber'in ne amca ve ne de dayıoğulları idi. Ama Hz. Peygamber'le İmam Ali arasındaki akrabalık bağı en güzel şekillerde idi. İmam Ali, Hz. Peygamber'in amcası oğlu, iki torunlarının babası ve yegâne kızının kocası idi.
Velhasıl, Ömer İmam'a taraf gelerek, sert bir şekilde; "Biat et" dedi.
İmam (a.s): "Peki biat etmezsem?"
Ömer: "Ondan başka tanrı olmayan Allah'a and olsun ki boynunu vururuz."
İmam (a.s) biraz sustuktan sonra, oradakilere bir göz attı; -şüphesiz heva ve heves onları saptırmıştı, mülk ve saltanat sevgisi onları kör etmişti- onların arasında kendisine yardımda bulunacak, onların şerrinden kendisini himaye edecek birini göremeyince hüzünlü bir sesle; "Bu durumda Allah'ın kulunu ve Resulünün kardeşini öldürmüş olacaksınız" buyurdu.
Ömer b. Hattap kötü huylulukla; "Allah'ın kulunu öldürmüş oluruz, evet doğrudur; ama Resulullah'ın kardeşini hayır."
Ömer, (herhalde) Hz. Peygamber'in, İmam Ali'yi kendisine kardeş olarak seçtiğini, ilim şehrinin kapısı ve onun İslam'da ilk mücahit olduğunu unuttu ve bunları bilmezlikten geldi! Ömer, Ebubekir'e dönerek; "Emrini onun hakkında açıklamıyor musun?" diyerek onu İmam'ı cezalandırmak için kışkırtıyordu. Ama Ebubekir, fitne ve olaylar çıkmasından korkarak şöyle dedi: "Fatıma O'nun yanında olduğu halde O'nu bir şeye zorlamam."
Nihayet İmam'ı serbest bıraktılar. İmam (a.s), kardeşi Resulullah'ın kabrinin bulunduğu eve giderek gördüğü mihnet ve zulümleri Peygamber'e şikâyet etti ve ağladığı halde Peygamber'e hitaben şu ayeti okudu: "Anam oğlu! Bu kavim beni cidden zayıf gördüler ve nerede ise beni öldüreceklerdi…"[3]
Gerçekten söz konusu kimseler İmam'ı zayıf görerek onu ezmeye yeltendiler ve Hz. Peygamber'in O'nun hakkındaki vasiyetlerini görmezlikten geldiler ve onları inkar etmeye kalkıştılar. İmam (a.s), üzüntülü ve kederli bir şekilde evine döndü ve Allah Teala'nın, ümmetin peygamberlerini kaybettikten sonra gerisin geriye dönecekleriyle ilgili verdiği haberin tahakkuk ettiğini açıkça gördü. Allah Teala şöyle buyurmuştu: "Muhammed ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür ya da öldürülürse, gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim (böyle) geri dönerse, Allah'a hiçbir şekilde zarar vermiş olmayacaktır. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır."[4]
Bu, onların iman ve akıllarını mahveden helak edici bir inkılâp ve şiddetli bir depremdi. İnna lillah ve inna ileyhi raciun.

Ömer'in Hükümeti

Ebubekir'in saltanatı çok uzun sürmedi. Hükümetinden iki yıl geçtikten sonra hastalıklar ona saldırdı. Hayatının son anlarına yaklaştığında hilafeti arkadaşı Ömer'e devredilmesini vasiyet etti. Ashaptan ileri gelenler, buna şiddetli bir şekilde karşı çıktılar. Ama Ebubekir, onlara teveccüh etmeyip kendi görüşünde ısrar etti.[6]
Ebubekir'in, Ömer'in hilafetiyle ilgili vasiyetini yazmayı Osman b. Affan üstlendi. Derken Osman, Ömer'i övmeye, halk arasında onun propagandasını yapmaya ve halkı onun biatine davet etmeye başladı.
Her halükârda Ömer çok rahat ve kolaylıkla ve hiçbir zorlukla karşılaşmaksızın hilafet makamını üstlendi. Ömer, demir bir pençeyle hükmü (hilafeti) zapt etti; şiddet ve zorbalığa dayanan bir siyasetle ümmete hâkim oldu. Öyle ki ashabın büyükleri bile ondan çekiniyorlardı. Tarihçilerin yazdığına göre, Ömer'in kırbaçı, Haccac'ın kılıcından daha korkunç ve daha şiddetli idi. Kendisine güvenen herkes, katılık ve şiddetle karşılaşıyordu. Bütün şehirlere tam bir şekilde hâkim oldu. Onun, hükümet işlerinde kendine has bir siyaseti vardı. Biz onun iç, dış ve ekonomi siyasetine, "Mevsuat'ul-İmam Emir'il-Muminin –a.s-" kitabının ikinci cildinde detaylı bir şekilde değindik.

Ömer'in Öldürülmesi

Ömer'in Farslara karşı özel bir siyaseti vardı. O, Farsları sevmez, Farslar da onu sevmezlerdi. Ebu Loloe de Farslardandı, Ömer'e kin güdüyor ve ona dokunmayı planlamıştı. Ömer, onun yanından geçerken alaycasına şöyle dedi: "Bana ulaştığına göre sen şöyle diyorsunmuş: "Rüzgârla un öğüten bir değirmen yapmak istesem elbette yaparım!" Ömer'in bu alaylı sözü onu çok rahatsız etti. Ebu Loloe, sinirli bir şekilde giderek şöyle diyordu: "Sana öyle bir değirmen yapacağım ki, herkes onu konuşacaktır…"
İkinci günü tehdidini ameli etmeye kalkışarak[7] ona üç kama sapladı. Onlardan biri onun göbeğinin altına isabet etti. Daha sonra Ebu Loloe, cami ehline saldırdı ve onlardan on bir kişiyi yaraladı ve sonra kendi canına kıyarak intihar etti. Daha sonra Ömer'i yaralarından kan aktığı halde evine götürdüler. Çevresinde olanlara; "Kim beni vurdu?" diye sordu.
— Yanındakiler: "Müğayre'nin kölesi."
— Ömer: "Ben size; yabani eşeklerden (veya (kâfirlerden) kimseyi bize getirmeyin demedim mi? Sonunda onları bize galip ettiniz."[8]
Ömer'in ailesi, onun için bir tabip getirdiler.
— Tabip: "İçileceklerden daha çok neyi seviyorsun?"
— Ömer: "Nebizi" (üzüm veya hurmadan yapılan şarabı!)"
Nebizden bir miktar ona içirdiler, içtiği şet aldığı yayaların bazısından dışarı çıktı. Oradakiler; "Sarı su çıktı" dediler. Daha sonra ona süt içirdiler. Yine bazı yaralarından dışarı çıktı. Artık tabip ümitsizliğe kapılarak; "Akşamlayacağını sanmıyorum."[9] dedi.

Şura Nizamı

Ömer, hastalığının şiddetlendiğini gördüğünde, ümmetin yularını kimin eline vereciği hakkında derin düşündü. Sonra, hilafeti nübüvvet ailesinden çıkarmakta kendisine yardımcı olan hizbinin ileri gelenlerini hatırladı. Ah çekip üzüntüsünü açığa vurarak şöyle dedi: "Eğer Ebu Ubeyde hayatta olsaydı, mutlaka onu kendi yerime atardım. Çünkü o, bu ümmetin emini idi. Veya Ebu Huzeyfe'nin kölesi Salim hayatta olsaydı, onu kendi yerime bırakırdım. Zira o, Allah'ı çok seviyordu."
Biz, İslam tarihini gözden geçirdiğimizde, Ebu Ubeyde'nin, cihat alanlarında her hangi bir katkısının veya İslam âlemi için her hangi bir hizmetinin olduğunu göremiyoruz.
Ebu Huzeyfe'nin kölesi Salim'e gelince; adı sanı ve yok düşük bir kimse idi. Evet, Hz. Ali'nin evine saldırmakta onun bir rolü vardı… Bu olaylar, Müslümanların bilgilenmeleri için grupsal ve taklitsel çekişme ve kavgalardan uzak durarak dikkatle tedris edilmelidir.
Her halükârda Ömer, şura nizamını kurdu. Öyle bir şura nizamı ki, onun kurulmasından amaç, İmam Ali'yi (a.s) hilafetten uzaklaştırmaktı. Belli bir amaç üzere kurulan bu şura, hilafeti, Emir'ul-Muminin Ali'ye kin güden Kureyişlilerin duygularını rahatlatmak için Emevi ailesinin sütunu olan Osman b. Affan'a hibe etti.
Derken Osman b. Affan, Müslümanları daimi bir fitne, şer, sıkıntı ve zorluğa sokan şura nizamının kararıyla ümmetin yöneticiliğini ele aldı. Biz burada bu olaylara, onların tefsir ve tahliline geçmeden kısa bir şekilde değinmek istiyoruz.

Osman'ın Hükümeti

Müslümanların çoğu, Osman'ın hilafetini, ıstırap, üzüntü ve kederle karşıladılar. Onun hüküm ve hilafet hakkındaki zaferini, İslam'ın aleyhinde çalışabildiği kadar çalışan ve hilelere başvuran ailesi için bir zafer olarak değerlendirdiler. Devzî şöyle der: "Şüphesiz Emevilerin zaferi, kalplerinde İslam'a düşmanlık besleyen kimselerin zaferi idi."[10]
Velhasıl; Osman, devlet mal ve araçlarının tümünü Emevilere vermeyi kastetti. Derken genel iktisadı, kendi maslahatları için teshir ettiler. Şüphesiz Osman'ın şahsiyetinin zaafını ve onun kendilerini şiddetle sevmesini ganimet bilip, İmam'ın tabiriyle: "Devenin, baharın taze yeşil otunu yediği gibi Allah'ın malını yemeğe koyuldular."
Bu hareketleriyle halk arasında fakirlik ve yoksulluğu yaygınlaştırdılar. Öyle ki halk onun hükümetinden nefret etmeye ve ona karşı öfkelenmeye başladılar. Osman'ın hükümetinin yok olmasında çok etkili olan diğer bir şey de, İslam bölgelerinin velayetini Beni Ümeyye ve Âl-i Ebî Muit'e vermesi idi. Oysa onların, hükümet ve yöneticilik işlerinde hiçbir bilgi ve uzmanlıkları yoktu. Onlardan bazıları büyük makamları atandılar. Derken Velid b. Ukbe Kufe valisi oldu. Velid, gecelerini sabaha kadar sarhoş bir halde şarkıcılarla geçiriyordu. Sabah namazını cemaatle, sarhoş olduğu bir halde dört rekât olarak kıldı; secde ve rükularında şöyle diyordu: "İçiyorum, bana içirin." Sonra mihrapta kustu ve selam verip namazı tamamladı. Namaz kılanlara yönelerek; "Daha fazla kılayım mı?" dedi. İbn-i Mes'ud cevabında; "Allah sana ve seni bize gönderene hayır vermesin" diyip ayakkabısının derisini alarak onunla onun yüzüne vurdu ve halk da çakıl taşlarıyla onu taşlamaya başladı. Taşlar ona vurulduğu halde sarayına girdi. Oysa o, rezillik ve dinden çıkmasında sarhoştu.[11]

Hutia şöyle diyor:
Hutiya (şairin kendisi) Rabbine kavuştuğu gün şahadet edecek ki,
Velid hiyanete daha layıktır
Namazları tamamlandığında seslendi ki,
Daha fazla kılayım mı? Oysa sarhoştu ve ne dediğinin farkında değildi
Kabul ederlerse onlara daha fazla hayır artırsın diye
O, kesinlikle on rekât onların namazlarına artırırdı.
Ama ey Ebu Vehb (Velid'in künyesi) kabul etmediler,
Kabul etselerdi, şef' ve Vetr namazını birleştirirdin
Namazın rükûlarını artırdığında senin yularını sıkıca tuttular
Eğer yularını serbest bıraksalardı, sürekli bu işine devam ederdin"
Pervasız ve fasit olan Velid'e bu istihza ve alayı görüyor musunuz? Hatime yine onu şöyle hiciv ediyor:
Namazda konuştu, açıkça onun rekâtlarını artırdı,
O da nifakını aşikâr etti.
Şarabı kustu güya bu işi namaz kılanın sünnetlerindendi.
Bağırdı, namaz kılan halk da dağılıp gitti
Beni övmeniz için namazlarınızın rekâtlarını artıralım mı?
O halde ne bizim ve ne de sizin için (hayırdan) bir nasip olmaz.[12]

Kufelilerden bir grup kimse, Velid'i Osman'a şikâyet etmek için süratle Medine'ye doğru hareket ettiler. Velid'in sarhoş halinde parmağından çıkardıkları yüzüğü de kendileriyle birlikte götürüp Osman'a gösterdiler ve Velid'in şarap içtiğini ona bildirdiler. Ama Osman'dan bekledikleri cevabı alamadılar. Ancak onlara; "Onun şarap içtiğini nerden biliyorsunuz?" diye sert bir şekle cevap verdi.
Osman'ın yanına gidenler; "Onun içtiği şarap, bizim cahiliye döneminde içtiğimiz şarabın aynısı idi" dediler. Osman sinirlenerek sert bir şekilde onları azarladı. Şikâyet için Osman'ın yanına gidenler, öfkeyle onun yanından dışarı çıktılar. Sonra süratle İmam Ali'nin (a.s) yanına varıp Osman'la aralarındaki geçen sözleri İmam'a anlattılar. Derken İmam (a.s), Osman'ın yanına giderek ona; "Şahitleri def, hadleri ise iptal ettin" dedi.
Osman işin sonucundan korkarak İmam'a; "Senin görüşün nedir?" diye sordu.
İmam (a.s) şöyle buyurdu: "Benim görüşüm şu ki, birisini arkadaşın Velid'in yanına gönder, eğer onun yanında, onun şarap içtiğine dair iki kişi tanıklık ederlerse, (ikna edici) bir delil ileri süremediği takdirde ona had uygula…"
Osman İmam'ın görüşünü kabul ederek Velid'in yanına gelmesi için peşice adam gönderdi. Velid, Osman'ın karşısına çıktığında, Osman, onun şarap içtiğine dair şahitler istedi. Şahitler Velid'in aleyhinde şahitlik ettiler. Velid de susarak, kendisini savunacak bir delil ileri sürmedi ve haddin kendisine uygulanması için ona boyun eğdi. Fakat kimse, Osman'ın korkusundan ona had uygulamaya cesaret edemedi. Derken İmam (a.s) ayağa kalktı. Velid İmam'a hakarette bulundu ve İmam'a; "Ey haraç alan!" dedi. İmam'ın kardeşi Akil ona yaklaşarak hakaretinin cevabını verdi. İmam (a.s) Velid'i yakalayarak onu kırbaçla dövdü. Osman öfkesinden âdeta organları birbirinden kopacaktı. Hakkın uygulanmasına sabredemeyip İmam'a bağırarak; "Senin ona böyle davranmaya hakkın yoktur…" dedi.
İmam (a.s) onun cevabında şöyle buyurdu: "Evet, hakkım vardır; fasıklık yaptığında ve Allah'ın hakkının kendisinden alınmasına mani olduğunda bundan daha kötüsü de yapılmalıdır."
Osman'ın bu acelecilik ve tutumu, onun, Allah'ın hadlerini uygulamakta ne kadar gevşek davrandığını ve Allah'tan korkmayan ailesine karşı ne kadar şefkatli ve duygusal olduğunu göstermektedir.

Osman'a Muhalif Cephe

Müslümanların iyileri, salihleri, Osman'ı ve valilerini kınıyor ve her taraftan ona saldırıyor ve kahredici sözlerle onu tenkit ediyorlardı. Ona karşı olan cephe de, sağ ve sol arasında çeşitli yönlü bir gruptu. Talha, Zübeyr, Aişe ve Amr b. As, özel hedeflerine ulaşmak istiyorlardı. Diğer grup ise, Ammar b. Yasır (Tayyib b. Tayyib), büyük mücahit Ebuzer-i Ğifari, Kur'an karisi Abdullah b. Mes'ud ve Allah yolunda güzel imtihan veren İslam'ın büyük şahsiyetlerinden oluşuyordu. Şüphesiz bunlar, sünnetin öldürüldüğünü, bidatin diriltildiğini, doğru konuşanın tekzip edildiğini, haksız yere övünülmeyi ve bencilliği görüyorlardı. Derken bunlar, Osman'ın üzerine yüklendiler ve tutturduğu siyasetinden dolayı onu kınadılar. Tavrının değişmesini ve Emevileri hükümet sisteminden uzaklaştırmasını istediler. Onların Osman'ı tenkit etmede, İslam'a hizmetten başka hiçbir hedefleri yoktu. Ama Osman, onların nasihat ve sözlerini dinlemedi.

Osman'a Saldırı

Osman'a sunulan bütün öneriler tükendiğinde ve onlardan hiçbir şey netice elde edilmeyince, inkılâp ateşi onun üzerine alevlendi ve inkılâpçılar onun bulunduğu evi kuşatarak hilafetten istifa etmesini istediler. Fakat o, onların sözünü kabul etmedi. Mervan'ı ve Beni ümeyyeyi hükümetten uzaklaştırmasını istediler. Osman yine onların bu sözünü kabul etmeyerek onlardan yüz çevirdi. Derken Emeviler hezimete uğrayıp onu yalnız bıraktılar. Bu esnada Müslümanlardan bir grup, Muhammed b. Ebubekir de öncülerinden olmak üzere ona saldırdılar. Muhammed b. Ebubekir, Osman'ın sakalından tutarak; "Ey na'sel (ahmak ihtiyar veya sırtlan)! Allah seni hor-hakir etsin" dedi.
Osman cevabında; "Ben na'sel değilim; ben Allah'ın kulu ve müminlerin emiriyim" dedi.
Muhammed b. Ebubekir de; "Muaviye seni korumadı…" dedi ve onu saran Ümeyyelileri saymaya başladı.
Osman, Muhammed b. Ebubekir'e yalvararak şöyle dedi: "Ey kardeşimin oğlu! Sakalımı bırak; senin tuttuğundan baban (bile) tutmuyordu."
Muhammed cevabında; "Sakalını tutmaktan daha şiddetli sana davranmak istemiyorum" dedi. Sonra Muhammed elindeki okla onu dürttü. Derken inkılâpçıların kılıçları onun cismini kapıştılar ve cansız bir şekilde yere serilip helâk oldu.
Beni Ümeyye ve Âl-i Ebî Muit'ten kimse onun imdadına koşmadı. İnkılâpçılar ona ihanette aşırı gittiler. Öyle ki onun cenazesini kötü bir yere attılar. Onun üzerinin kapatılmasına izin bile vermediler. Nihayet İmam Ali (a.s), onun gömülmesiyle ilgili, inkılâpçılarla konuştu. Bu konuşma neticesinde onun gömülmesine izin verdiler. Böylece Osman'ın hayatı, korkunç bir şekilde sona erdi. Müslümanlar onun katliyle şiddetli bir mihnet ve sıkıntıya duçar oldular. Emeviler, onun katledilmesiyle kâr elde ettiler. Zira onun kanını istediler. Nitekim Talha, Zübeyr ve Aişe gibi güçlü menfaatçiler onun kanını talep etmeye başladılar. Onun öldürülmesini kendileri için değerli bir mal olarak ittihaz ettiler. Oysa onların kendileri Osman'a saldırmışlardı.

İmam Ali'nin (a.s) Hilafeti

İmam (a.s), Osman'ın katledilmesini ıstırap ve hoşnutsuzlukla karşıladı. Çünkü vuku bulacak olayları biliyordu. Emevi ve dünya malı peşinde olanların, hükümet işlerini üslendiğinde, isyancıların Osman'ın kanını şiar edineceklerini tahmin etmişti. İmam'ın ıstırabına yol açan diğer bir konu da, kendisinin ümmetin liderliğine aday oluşu ve hükümeti ele geçirdiğinde ümmeti, halis hak ve halis adalet üzere dayalı olan bir siyasetle yönettiğinden ve bir şey umanları ve hırsızları devlet makamından uzaklaştırdığından dolayı, onların kendisine karşı isyan edeceklerini çok iyi bildiği içindi. Doğal olarak hâkim olan güç, siyasi çizgileri karşısında bir engel dikecek ve isyancılara karşı da savaş ilan edecekti.
Her halükârda İmam (a.s), hilafeti kabul etmekten kaçındı. Ama halk İmam'ın etrafını sararak onu kabullenmesini istediler. İmam (a.s) onların isteği karşısında şöyle buyurdular: "Size emirlik yapmaya ihtiyacım yoktur. O halde kimi seçerseniz ona razı olacağım…" [13]
Halk, İmam'ın sözünü kabul etmeyerek yüksek sesle; "Bizim senden başka imamımız yoktur…" demeye başladılar. Tekrar yüksek bir sesle; "Senden başka kimseyi seçmiyoruz…" diye slogan attılar.
İmam (a.s), onlara olumlu cevap vermekten ısrarla kaçıyordu. Çünkü karşılaşacağı sıkıntı ve belâlardan haberdar idi. İmam (a.s), hilafeti kabullenmekten ısrarla kaçındıktan sonra silahlı güç (devrimciler) bir kongre düzenlediler. O kongrede, Medineli ve otoriteli kişilerin ihzar edilmelerini kararlaştırdılar. Müslümanlara bir hakim atamadıkları takdirde İmam Ali'yi, Zübeyr'i ve Talha'yı öldüreceklerini ilan ettiler.[14]
Medineliler, perişan bir hal ve korku çerisinde İmam'ın yanına giderek yüksek bir sesle; "Biat, biat… İslam'a inen belayı ve duçar olduğumuz bu musibeti görmüyor musun?" demeye başladılar.
İmam (a.s) yine onları reddederek öyle buyurdular: "Beni bırakın; benden başkasını bulun."
İmam (a.s) onları, karşılaşacakları olaylar hakkında bilgilendirekek şöyle buyurdular: "Ey millet! Biz öyle bir işle karşı karşıyayız ki, çeşitli yönleri ve renkleri vardır. Böyle bir işe kalpler duramaz, akıllar sabit kalamaz." [15]
Halk, İmam'ın sözünü kabul etmeyerek yüksek bir sesle şöyle dediler: "Emir'ul-Muminin sensin, Emir'ul-Muminin senin."
İmam (a.s), hükümetindeki takip edeceği programı onlara açıklayarak şöyle buyurdular: "Bilin ki, eğer kabul edersem, size bildiğim gibi davranırım. Söyleyenin söylemesine ve kınayanın kınamasına kulak asmam. Eğer benden vazgeçerseniz, o zaman içinizden biri gibiyim. Buyruk sahibi yapacağınız kişinin emrini, sizden daha fazla dinleyip itaat edeceğimi umuyordum. Benim size vezir (yardımcı) olmam, emir olmamdan daha hayırlıdır." [16]
İmam (a.s), kendisi üzere hareket edeceği yol ve programı onların önüne bıraktı… O yol, hak ve adalet yolu idi. Halk, İmam'ın sözünü kabullenerek şöyle dediler: "Biz sana biat etmedikçe senden ayrılmayacağız."
Bu esnada halk her taraftan İmam'a doğru üşüştüler. İmam'ın (a.s) kendisi, onların biate ısrarlarını şöyle vasfediyor: "Derken halk, sırtlanın boynundaki kıllar gibi (yoğun bir şekilde) her taraftan üzerime üşüştüler, Hasan ve Hüseyin bile ayaklar altında kaldılar. Elbisemin iki tarafı yırtıldı. Koyunun ağıldaki sürüsü gibi çevreme toplandılar." [17]

İmam'ın (a.s) Hilafeti Kabul Etmesi

İmam (a.s), hilafeti kabul etmekten başka bir çere bulamadı. Bunun sebebi de, Beni Ümeyye'den fasık birisinin hükmü (hilafet makamını) üstleneceği korkusu olduğundan dolayı idi. Bu konuda şöyle buyurmuştur: "Allah'a and olsun ki, Beni Ümeyye'den bir tekenin ümmete sıçraması ve Allah'ın (c.c) kitabıyla oynaması korkusu olamasaydı, hilafeti kabullenmezdim." [18]
Halk ulu camiye doğru hareket etti, İmam (a.s) da tekbir ve tehlil (lâ ilâhe illellâh) sloganlarıyla öne geçti. Derken Talha gelerek çolak eliyle İmam'a biat etti. Ne de çabuk bu eliyle Allah'ın ahdini bozdu. İmam (a.s) onun bu biatini uğursuz sayarak şöyle buyurdu: "Ahdi bozmaya ne kadar da münasip!"
Halk İmam'la biat etti; öyle bir biat ki, o biat, Allah ve peygamberiyle biat etmekti. Genel biat tamamlandı. Öyle genel bir biat ki, halifelerden hiçbirisi bunun gibi bir biat elde edememişti. Müslümanlar, bu biatle çok hoşnut olup sevindiler. İmam (a.s) bu konuyla ilgili şöyle buyuruyor: "Halkın bana biat etmekle sevinmesi, öyle bir düzeye vardı ki, küçükler ondan dolayı şenlik yaptı, yaşlılar titrek bir yürüyüşle, hastalar büyük bir meşakkatle ve kızlar açık bir yüzle (aceleyle) biate doğru geldiler." [19]
İşte ebedileşen bugünde, İslam dünyasında adalet ve hak bayrağı dalgalandı ve İslam tazeliğine ve aslına döndü.

Keskin Kararlar

İmam (a.s), hilafeti (yöneticilik makamını) üstlenir üstlenmez, aşağıdaki kararları çıkardı:
1- Osman'ın Beni Ümeyye'ye verdiği arazilerin alınması.
2- Osman'ın Beni Ümeyye ve Âl-i Ebî Muit'e bağışladığı büyük malların geri çevrilmesi.
3- Osman'ın mallarının, hatta kılıç ve kalkanının bile beyt'ul-mala döndürülmesi.
4- Bütün valilerin azledilmesi. Çünkü onlar, bulundukları bölgelerde zulüm ve bozgunculuk yapmışlardı.
5- Müslümanlarla, İslamî hüviyeti taşımayan hemşerileri arasında eşitlik.
Eşitlik şunları kapsamaktadır:
a) Bağışta eşitlik.
b) Kanun karşısında eşitlik.
c) Hukuk ve farzlarda eşitlik.
Bu icraatlardan dolayı Kureyşliler rahatsız oldular ve beyt'ul-maldan kapmış oldukları ellerindeki mallardan korktular. Bundan dolayı İmam'a muhalefet etmeye kalkıştılar ve İmam'ın halk arasında, toplumsal ve siyasi adaletin yayılması için bıraktığı siyasi çizgilerine mani olacak set ve barajlar koydular.
Velhasıl, menfaatçi güçler, İmam'ın hükümetini yıkmak için hazrete karşı savaş ateşini körüklemeye yeltendiler. İslam'da adalet önderi, beyan emiri ve mahrumlar dostu olan İmam Ali'ye (a.s) tahmil edilen savaşlara çok kısa bir şekilde değinmek istiyorum:

Cemel Savaşı

Cemel Savaşı, siyasi arzuların doğurduğu çocuk idi. Muaviye Zübeyr'le Talha'yı aldattı; onları, İmam'ın hükümetini yıktıktan sonra, hilafet ve kendilerine biatle ümitlendirdi. Aişe'ye gelince; İmam'a karşı, onun kalbi kin ve düşmanlıkla dolu idi. Mekke'de İmam'a karşı, bu üç kişiden muhalif bir cephe teşekkül etti. Dünya malına göz dikenler, onlarla aldananlar ve saf ve sade insanlar onların davetine olumlu cevap vererek bir ordu oluşturdular. Emevilerin silah ve savaş araçlarıyla onlara yardımda bulundular. Osman'ın zamanında vali olduklarında, Müslümanların beyt'ul-malından elde ettikleri malları onlara bağışladılar.
Aişe, Talha ve Zübeyr'in komutanlığındaki ordu, Basra'nın üzerine yürüdü. İki grup arasında çıkan şiddetli çatışmadan sonra Basra'ya girdiler. İmam (a.s) bu serkeş grubun zorla Basra'ya girdini öğrenince, onları yok etmek için ordusuyla onlara doğru hareket etti. Nihayet iki ordu arasında savaş çıktı. Derken Talha ve Zübeyr katledildi ve Aişe ordunun komutanlığını üstlendi. Onun devesini büyük bir güç sardı. Onu savunurken eller kesildi, insanlar öldü. Bir müddet vuruştuktan sonra Aişe'nin devesinin ayağını keserek yere serdiler. Derken onu saran ordu hezimete uğradı. Bu savaş büyük zarar ve ziyanlara yol açtı. Müslümanlar arasında büyük hasarlar meydana getirdi. Onların arasında, tefrika ve düşmanlık yaygınlaştırdı. Basra evleri, matem, hüzün ve yasa büründü.

Siffîn Savaşı

İmam Ali (a.s), Cemel Savaşından henüz rahatlamamışken bütün insanî değerlerden yoksun olan hilekâr bir düşmanla zor bir imtihana tabi tutuldu. Bu düşman, nifak, hile ve aldatmayla silahlanmıştı. Kuskusuz bu sıfatlarda mahir olmuştu. Bu düşman "Arap Kesrası" diye lakap alan Muaviye b. Ebî Süfyan'dı. Şam vilayetini ona bağışlamışlardı ve onun yaptığı işlere hiç bakılmamıştı. O, Kur'an'da geçen lanetli ağaçtandır. Acaba Ebu Süfyan ve Beni Ümeyye'nin Hz. Peygamber'in aleyhinde düzenledikleri mahvedici savaşlar Müslümanlara saklı mı kalmıştı? Oysa bunların üzerinden uzun bir zaman geçmemişti. Bu cahiliye kurdunun, İslam bölgelerinin en önemlisi olan Şam'a hâkim olmasında Müslümanlar için ne gibi bir maslahat vardı? Neden bu önemli makamı, Hz. Peygamber (s.a.a) ailesinin oğullarından birine veya İslam binasını dikmede güzel bir imtihan veren Evs ve Hazreç çocuklarından birisine vermediler?
Her halükârda, Muaviye ordusuyla birlikte, Resulullah'ın kardeşi ve ilminin şehrinin kapısı olan Hz. Ali'yle savaşmak için Sıffîn'e doğru hareket etti. Muaviye'nin ordusu, İmam'ın ordusunun su almasına mani olmak için Fırat nehrini kuşattı. Bu işi, zafer fatihi olarak değerlendirdi. İmam (a.s), hilekâr ve fitneci bu düşmanın bu tutumuyla ordusunun susuzluktan helâk olacağından korktu. İmam'ın ordusu, kendi işlerinde bir güven ve basiret üzereydi. Allah ve Resulüyle düşmanlık yapan birisiyle savaşacaklarını çok iyi biliyorlardı. İmam'ın ordusu Sıffîn'e varınca, Fırat'tan su alınacak yolların hepsinin Muaviye'nin ordusuyla kuşatıldığını gördüler. İmam'ın ordusu, Fırat'tan su alacak bir yol bulamadılar. Muaviye'nin ordusu ise onları sudan mahrum bırakmakta ısrarlıydı. İmam'ın ordusundaki bölük komutanları, onlara saldırmayı ve böylece hisarı parçalamayı kararlaştırdılar. Derken İmam'ın ordusu, Muaviye'nin ordusuna saldırarak onları Fırat'tan uzaklaştırarak onlara büyük darbe vurdular. İmam'ın ordusundaki bölük komutanlarından bazıları, Muaviye'nin ordusuna karşı aynı muameleyi yapmayı ve onları sudan menetmeyi önerdiler. Ama İmam (a.s), onların bu önerisini kabul etmedi. Çünkü Allah'ın şeraiti, buna müsaade etmiyordu. Şüphesiz su, köpek ve domuzlara bile mubahtır.
İmam (a.s), Muaviye'ye barış elçileri gönderdi. Bunlar Muaviye'yi sulha ve kan dökmemeye teşvik ediyorlardı. Ama Muaviye onların sözünü kabul etmedi; azgınlık ve zulme ısrar etti. Nihayet, iki fırka arasında savaş ateşi alevlendi. Bu savaş hemen hemen iki yıl sürdü. Korkunçluk açısından onun en şiddetli ve katısı, Herir gecesi idi. Zira bu gecede iki taraftan, yaklaşık 70 bin asker ve komutan katledildi. Muaviye'nin ordusunda bozgunluk ortaya çıktı, bütün sütunları gevşedi ve kendisi de kaçmak istedi. Fakat İbn-i İtnabe'nin şiirini hatırlayınca bu karardan vazgeçti.

Kur'an'ları Yükseltme Hilesi

İmam'ın (a.s) ordusu, Malik Eşter'in komutanlığında harekete geçti, zaferi kazanmak üzereydi ve onunla Muaviye'ye istilâ etmek arasında koyun kuyruğu kadar bir mesafe kalmamıştı. Hilekâr Amr b. As, İmam'ın ordusunu bozguna uğratmak ve hükümet düzenini değiştirmek için İmam'ın ordusundan bazılarıyla müzakere etmeyi planladı. Bu karar üzere, Eş'as b. Kays ve İmam'ın ordu komutanlarının bazılarıyla gizli görüşmeler yaptı. Bu görüşmede onları aldattı, ümitlendirdi ve onlara rüşvet verdi. İhtilaf ettikleri şey hususunda, onlarla, Kur'an'ları kaldıracakları ve onun hükmüne davet edecekleri üzere onlarla ittifak etti. Şimdilik Kur'an (mızraklara vurularak) kaldırıldı ve Muaviye ordusundan, Kur'ân'ın hükmedeceğine dair sesler yükseldi. Amr b. As'ın bu aldatma ve hilesi, İmam'ın ordusuna bir yıldırım gibi çarptı. Yirmi bin civarında olan bir topluluk, İmam'ın etrafını sarıp onu, Kur'an'ın hükmünü kabul etmeye davet ettiler. İmam (a.s) onları (bu işten) sakındırdı ve onlara nasihatte bulundu ve bunun Muaviye tarafından bir düzen ve hile olduğunu anlattı. Ama onlar, ordunun çökmesi ve direnmeye bir gücünün kalmaması için sözlerinde ısrar etmeye başladılar. Kabul etmediği takdirde İmam'la savaşmaya karar verdiler. İmam (a.s) durumu böyle görünce, onların sözünü kabul etmek zorunda kaldı. İşte bu korkunç saatlerde İmam'ın hükümeti sona erdi ve yıldızı üful etti.

Eş'arî'nin Seçimi

Bu savaştan sonra İmam'a çok büyük olaylar tahmil edildi. Onlardan biri, Eş'arî'nin Iraklılardan taraf temsilci gösterilmesi idi. İmam (a.s) onu temsilci olarak kabul etmedi. Ama onlar İmam'ı, onu kendilerinden taraf temsilci olarak seçmeye zorladılar. Şam halkı da Amr b. As'ı temsilci olarak seçti. Amr b. As, Musa Eş'arî'yi tuzağa düşürdü; şöyle ki, Hz. Ali'yi ve Muaviye'yi yöneticilik makamından azletmek ve Abdullah b. Ömer'i de Müslümanlara hâkim kılmakla onu aldattı. Eş'arî, aldıkları bu karardan dolayı sevinmişti. İki ordu arasında hükmetme zamanı gelince, Eş'ârî, İmam Ali'yi kendi makamından azletti, ama Amr b. As, Muaviye'yi, yöneticilik makamına atayarak onu o makamda sabitleştirdi.

Havariç (İmam'ın biatinden çıkıp O'na baş kaldıranlar)

Bu olaydan sonra İmam'ın (a.s) ordusunda fitne çıktı, onlardan bir grup silahlı bir şekilde isyan etmeye başladı, İmam'ı, onların hakemlik olayını kabul ettiğinden dolayı küfürle yargıladılar. İlginç olan şu ki, onların kendileri İmam'ı buna mecbur etmişlerdi. "Lâ hükme illa lillah (hüküm ancak Allah'ındır)" diyerek slogan atmaya başlamışlardı.
Bu slogan ne de çabuk kesmeye ve kılıca döndü. İmam (a.s) onlara istidlalde bulundu, yanıldıklarını hatırlattı, düşündüklerini yalanladı. Onlardan bazıları İmam'ın sözlerini kabul etti, bazıları da yanlışlık ve cehaletlerine ısrar etti, yeryüzünde fesat çıkarmaya başladı, suçsuz insanları öldürdü ve halk arasında korku ve dehşet yarattılar. İmam (a.s) onlarla savaşmak zorunda kaldı. Böylece Nehre'van Savaşı vuku buldu. Onların çoğu şu savaşta helâk oldu. Bu savaş daha sona ermemişken İmam'ın ordusunda, daha değişik ve büyük bir şekilde İmam'a karşı çıkmak ve emirlerine uymamak kendini gösterdi. İmam (a.s) onları Muaviye'yle savaşmak için çağırıyordu, ama İmam'ın bu çağrısına kimse olumlu cevap vermiyordu. Muaviye'nin güçleri, siyaset sahnesine daha güçlü bir şekilde galip oldular. İslamî bölgeleri işgal edip, İmam'ın hükmüne boyun emiş olan mıntıkalara saldırıyor ve Ali onları savunacak güçte değildir, diyorlardı. İmam'ın ışığı sönmeye başladı, mihnetler onunla birbirini takip etti. Muaviye'nin şeytanı, kendini daha güçlü gördü. İmam'ın umut yaprakları (günleri) sona ermeye başladı, artık hakkı sabit kılacak ve batılı yok edecek bir gücü kalmamıştı.

İmam'ın (a.s) Şahadeti

İmam Ali (a.s), Allah'a yalvarıp yakarmaya başladı. Allah'tan, huzu ve huşuyla, bu sapık toplumun elinden kendisini kurtarmasını ve çektiği üzüntü ve kederleri amcası oğluna (Peygamber'e) şikâyet etmesi için Dar'ul-Hakk'a (hak yurduna) götürmesini istiyordu. Allah Teala İmam Ali'nin duasını kabul etti. İmam Ali (a.s), ibadet evlerinin birinde mihrapta namaz kılmakla meşgul olduğu bir sırada, azgın ve günahkâr birisi olan Abdurrahman, b. Mulcem'in darbesiyle, kılıcın acılık ve yakıcılığını hisseder etmez şöyle dedi: "Fuztu ve Rabb'il-Ka'be." (Ka'be'nin Rabbine andolsun ki, kurtuluşa erdim.) Şüphesiz muttakilerin İmam'ı kurtuluşa erdi. Kuşkusuz, İmam'ın hayatı, Allah yolunda cihat etmek ve Hak kelimesini yüceltmek uğrunda sona erdi. Allah'ın selamı, Ka'be'de doğduğu gün ve Allah Teala'nın evinde şahadete erdiği gün O'nun üzerine olsun. İşte İmam'ın (a.s) şahadetiyle, artık hak ve adalet bayrağı dürülmüş oldu, hidayet kandilleri ve İslam dünyasına nur saçan meşaleleri sönmüş oldu.
_________________
Kaynakça:
[1] - Hayat'ul- İmam'il- Hüseyin (a.s), c.1, s.235
[2] - Ensab'ul- Eşraf, Belazurî. Tarihçiler, Ömer'in İmam'ı, evini yakmak tehdit ettiğini ittifakla kabul etmişlerdir. Bkz. Tarih-i Taberi, c.3, 202; Tarih'ul- Ebî'l- Fida, c.1, s.156; Tarih-i Yakubî, c.2, s.105; Müruc'uz- Zeheb, c.1, s.414; el-İmamet'u ve's- Siyase, c.1, s.12; Şerh-i Nehc'ul- Belağa (İbn-i Ebî'l- Hadid), c.1, s.34; el-Emval (Ebu Ubeyde), s.131; A'lam'un- Nisa, c.3, s.205; el-İmam Ali (Abd'ul- Fettah Maksud), c.1, s.213. Hafız İbrahim bu olayı şiire dökerek şöyle demiştir:
Ömer Ali'ye bir söz söyledi,
Onu dinleyene ikram et, onu söyleyeni ulula!
Evini yakarım, onu sana bırakmam ,
Biat etmezsen, Mustafa'nın kızı orada olsa bile.
Ebu Hafs (Ömer)'dan başka kimse bu sözü söyleyemez,
Adnan kahramanı ve himayecileri karşısında.
[3] - El-İmamet'u ve's- Siyase, s.28-31
[4] - Âl-i İmran/144
[6] - Ebubekir'in, Ömer'i hilafet makamına getirmesini tenkit edenlerden biri de Talha idi. Bkz. Şerh-i Nehc'ul- Belağa, İbn-i Ebî'l-Hdid, c.9, s.343
[7] - Müruc'uz- Zeheb, c.2, s.212
[8] - Şerh-i Nehc'ul- Belağa, İbn-i Ebî'l-Hadid, c.2, s.185
[9] - İsabe'nin heşiyesinde basılan el-İstîab, c.2, s.461; el-İmametu ve's- Siyase, c.1, s.21
[10] - Tarih'uş- Şi'r-i Arabî, s.26
[11] - Siret'ul- Halebiye, c.2, s.314
[12] - el-Eğanî, c.4, s.178
[13] - Hayat'ul- İmam Emir'il-Müminin (a.s), c.2, s.215
[14] - Tarih-i İbn-i Esir, c.3, s.80
[15] - Nehc'ul- Belağa, hutbe: 92
[16] - a.g.e
[17] - Nehc'ul- Belağa, Hutbe: 3
[18] - İkd'ul- Ferid, c.2, s.92
[19] - Nehc'ul- Belağa, hutbe: 229 (Bazı Nehc'ul- Belağa'lara göre: 220)
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Kullanıcı avatarı
f_altan
Mesajlar: 2376
Kayıt: 22 Oca 2007, 20:49

Mesaj gönderen f_altan »

mirzahan2626 yazdı:Peygamber Efendimizin (SAV) iki kızı ile evlenerek zinnureyn lakabını alan Hz. Osman haşa koltuk budalası mıydı.
Cevap verirseniz çok sevinirim. Saygılar
Muhterem kardeşim, Osman, Hz. Peygamber'in (s.a.a) kendi kızlarıyla evlenmemiştir. Tarih kitaplarını iyice araştıracak olursanız bunun doğru olmadığını görürsünüz. Müslümanların birçok sorunları tarihi iyi bilmediklerinden, Ehlibeyti iyi tanımadıklarından ve birçok uyduruk hadislerin etkisinde kaldıklarından kaynaklanıyor. Konunun aydınlığa kavuşması için bu konuda yazılmış olan bir yazıyı sizlerle paylaşmak istiyorum, inş faydalı olur.

HZ. RESULULLAH'IN (S.A.A) KIZLARI

Eb-ul As b.Rabi' ve Osman b. Affân ile evlendikleri söylenen Zeynep, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm isimli kızlara gelince: bunların da yine birçokları tarafından Resulullah'ın Hz. Hatice'den dünyaya gelen kızları olduğunu, birisinin Ebul'âs b. Rabi' ile diğerlerinin de Osman b. Affân ile evlendikleri iddia edilmiş ve daha çok bu görüş şöhret kazanmıştır. Fakat bize göre bu iddia da doğru değil ve söz konusu kızlar Resulullah'ın gerçek kızları değillerdir.
Bu görüşümüzün delillerini de aşağıda kısaca açıklamaya çalışacağız:
Evvela; bu görüşü reddeden ve başka bir görüş ileri süren tarihçiler de vardır. Ebulkâsım Kûfî ve diğer bazıları şöyle kaydetmişlerdir: "Hatice'nin "Hâle" isminde bir kız kardeşi vardı. Benî Mahzûm kabilesinden birisi onunla evlenince onun için "Hâle" isminde bir kız çocuğu doğurdu. Hatice'nin bacısı bu adamdan ayrıldıktan sonra bu sefer Benî Temim kabilesinden Ebu Hind isminde birisiyle evlendi; onun için de "Hind" isminde bir çocuk doğurdu. Beni Temim'den olan bu adamın Hâle'den başka bir eşi daha vardı ki ondan da Zeynep ve Rukayye isminde iki kız çocuğu oldu; sonra Zeynep ve Rukayye'nin anneleri, ardından da babaları vefat etti; bunun üzerine Hâle'nin o adamdan olan Hind isimli çocuğu babasının kabilesine döndü. Ortada kalan "Hâle" ve kocasının iki çocuğu Zeynep ve Rukayye'yi de Hz. Hatice kendi yanına aldı. Sonradan Hz. Hatice Resulullah'la evlenip, Hâle de vefat edince Zeynep ve Rukayye isimli çocuklar Hz. Hatice ve Resulullah'ın kefâleti altına girdiler... Öte yandan Araplar, üvey evladı da gerçek evlat telakki ettikleri için bu iki kız da Resulullah'ın kızları olarak anılmaya başlandı. Halbuki bunlar Peygamber'in değil, Hâle'nin kocası Ebu Hind'in kızları idiler..."[1]
Görüldüğü gibi Hz. Hatice'ye isnad edilenler, bacısı hakkında söylenenlere birçok açıdan benzerlik arz etmektedir. Belki de Hz. Hatice hakkında (kasıtlı veya kasıtsız) yapılan yanlışların bir çoğu da buradan kaynaklanmaktadır.
Saniyen, söz konusu kızların Peygamber'in (s.a.a) kızları olduğunu iddia edenlerin kendilerinin naklettikleri rivâyetler arasında akıl almaz çelişkiler mevcuttur; mesela bir taraftan şöyle rivâyet ediyorlar: "Rukayye ve Ümmü Külsüm cahiliyyet zamanında "Ebu Leheb'in iki eli kurusun; kurudu da" âyeti nazil olduğunda, Ebu Leheb ve eşi, babalarının dinine girdiklerini gerekçe göstererek çocuklarına Resulullah'ın kızlarını boşamalarını emrettiler; onlar da henüz cinsel bir ilişkide bulunmadan eşlerini boşadılar. Ardından Osman b. Affân Rukayye ile evlenip onunla birlikte Bi'setin beşinci yılında Habeşe'ye hicret etti. O sırada hamile olan Rukayye, geminin içerisinde çocuğunu bir kan pıhtısı halinde düşürdü. Daha sonra Habeşe'den döndüklerinde Medine'de vefat etti. [2]
Diğer taraftan aynı adamlar yine şöyle rivâyet ediyorlar; mesela Makdisî diyor ki: "Hatice cahiliyyet zamanında, Abd-û Menaf isminde bir erkek çocuk, İslam'dan sonra ise iki erkek ve dört kız çocuğu olmak üzere şu isimdeki çocukları doğurmuştur: Kâsım; (ki bu çocuğa atfen Allah Resulü'ne "Ebul Kâsım" deniyordu), bu çocuk büyüyünceye kadar yaşadı, sonra vefat etti.
Küçük yaşta vefat eden Abdullah, Ümm-ü Külsüm, Zeyneb, Rukayye ve Fâtıma."[3]
Veya Kastalânî ve Diyarbekrî şöyle diyorlar: "Allah Resulü'nün bi'setten önce Abd-û Menâf isminde bir çocuğu oldu ve bununla birlikte Resullah'ın çocuklarının sayısı on ikidir; Abd-û Menâf hariç hepsi İslâm'dan sonra dünyaya gelmişlerdir." [4]
Zübeyr b. Bekkâr ve diğer bir çoğundan ise şu bilgiler rivâyet edilmiştir: "Abdullah, sonra Ümm-ü Külsüm, sonra Fâtıma, daha sonra da Rukayye, hepsi sırayla İslam'dan sonra dünyaya gelmişlerdir." [5]
Tarihçi Süheylî de Resulullah'ın bütün çocuklarının İslâm zamanında doğduğunu kaydetmektedir." [6]
Yine bazıları, Rukayye'nin hepsinden, hatta Hz. Fâtıma'dan küçük olduğunu söylemişlerdir." [7]
Şimdi bütün bunlardan sonra, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün cahiliyyet zamanında Ebu Leheb'in çocuklarıyla evlendiğini nasıl iddia edebiliyor ve bu açık çelişkiyi göremiyorlar?!
Yine İslam'dan sonra dünyaya gelen Rukayye'yi hemen Osman'la evlendirebiliyorlar; halbuki bütün tarihlerin yazdığına göre Habeşe'ye birinci hicret, bi'setin 5. yılında gerçekleşmiştir. Hatta eğer İslam'ın ilk yılında dünyaya geldiğini kabul etsek dahi beş yaşındaki bir çocuğun nasıl evlendiğini ve hemen hamile kalıp gemide çocuk düşürdüğünü söyleyebiliriz?! Kaldı ki onlar daha da ileriye gidip önce Ebu Leheb'in çocuklarıyla evlendiriyor; sonra da boşatıp, Osman b. Affan'la evlendiriyorlar!!
Yine diyorlar ki: "Ebu Leheb ve eşi, "Mesed" suresi indiğinde, çocuklarına, Resulullah'ın kızlarını boşamalarını emrettiler. Onlar da boşadıktan sonra, Osman b. Affan Rukayye ile evlendi." [8]
Bu da yine birçok rivayetleriyle çelişmektedir; zira:
a)-Birçok rivâyete göre (ki doğrudur da) bu sure, Müslümanlar Şi'b-i Ebi Tâlib'de muhasara altında tutuldukları sırada inmiştir. [9] Bu ise önceki söyledikleriyle çelişmektedir. Zira söz konusu muhasara bi'setin altıncı yılında gerçekleşmiştir. Yani Habeşe hicretinden bir yıl sonra. Gördüğünüz gibi iki rivâyet arasında yılların fasılasını gerektiren bir çelişki söz konusudur.
Bazıları bu surenin "Yakın akrabalarını korkut" (Şuarâ, 214) âyeti indikten sonra gerçekleştirilen toplantıda, Ebu Leheb'in Resulullah'a hakaret etmesinin ardından nazil olduğunu söylemişlerse de bu doğru değildir. Zira hem ayetlerin siyâkı, hem de bu konudaki rivâyetler [10] bu surenin âyetlerinin toplu bir şekilde nâzil olduğunu göstermektedir. Bu surenin son âyetlerinde Ebu Leheb'in eşi Ümm-ü Cemil'in Allah Resulü'ne ettiği eziyet dile getirilerek şiddetli bir şekilde kınanmıştır.

Açıktır ki Kureyşlilerin Resulullah'a eziyetleri biraz önce verdiğimiz İnzar âyeti indikten sonra, Resulullah'ın onların ilahlarına ve düşüncelerine açıkça karşı çıkmasının ardından başlamıştır.
Bu sure (Mesed) hakkında nakledilen diğer bir rivâyet de bizim bu sözümüzü te'yid etmektedir; şöyle ki: "Allah Resulü'nü görmek için gelen elçi heyetler, Resulullah'ı amcası Ebu Leheb'e sorar ve "Sen onu daha iyi bilirsin" diye Peygamber (s.a.a) hakkındaki görüşlerini almak isterlerdi. O da onlara, "Bu adam sihirbazdır" cevabını verir; onlar da Resulullah ile görüşmeden geri dönerlerdi. Yine bir gün gelen bir heyete aynı cevabı verdi; fakat ne hikmetse bunlar, öncekilerin aksine "Şu adamı görmeden geri dönmeyeceğiz" dediler. Ebu Leheb bu sefer şöyle dedi: "Biz uzun zamandır, hala onu, delilikten kurtarmaya çalışıyoruz; kahrolası adam!"
Ebu Leheb'in bu sözleri Resulullah'a ulaşınca Hazret buna üzüldü ve (Allah Resulü'ne teselli amacıyla) bu sure nazil oldu. Öte yandan biliyoruz ki çeşitli temsilci heyetlerin Mekke'ye gelerek Resulullah ile görüşmeleri, İnzar âyetinin inmesinden yıllar sonra gerçekleşmeye başlamıştır. Bu da gösteriyor ki "Mesed" suresinin İnzar âyetiyle ilintili olarak inmesi yersiz bir iddiadan ibarettir.
Burada üzerinde durulması gereken bir diğer husus ise şudur: "Eğer Rukayye ve Ümmü Külsüm'ün "Mesed" suresinin inmesi ve müşriklerin eziyetlerinin başlamasının ardından boşanmalarının gerçekleştiğini söylersek, o zaman şu sorunun cevabını vermemiz gerekecektir ki, neden o uzun zamana kadar, Ebu Leheb'in çocukları hiçbir mazeret ve engel bulunmadığı halde eşleriyle cinsel ilişkide bulunmamışlardı? Halbuki yine aynı rivâyetlerin açık iddiasına göre Osman onlardan birisiyle evlenir evlenmez cinsel ilişkiye girerek hemen hamile bırakmış ve eşi Habeşe'ye giderken gemide çocuk düşürmüştü!!
Öte yandan Mısırlı büyük yazar Tevfik Ebu İlim'in "Tarih-u Ehl-il Beyt" isimli kitabında naklettiği bir rivayet de dikkatimizi çekmiş ve yukarıda bahsettiğimiz görüşlere daha bir şüpheli bakmamıza vesile olmuştur. O şöyle diyor: "...Rukayye'ye gelince, o Utbe b. Ebî Leheb ile evlenmiş ve henüz onun eşiyken vefat etmiştir." [11]

Bu rivâyet gereği Ebu Leheb'in oğlunun Rukeyye'yi boşadığı iddiası da şüpheli duruma düşmekle birlikte, buna gösterdikleri sebep (Mesed suresinin inişi ve kızların Müslüman oluşu) de itibarını kaybeder ve surenin Şi'b-i Ebi Tâlip muhasarası zamanında nâzil olduğu iddiası daha da güçlenmiş olur.

Bir Başka Çelişki:

Zübeyr b. Bekâr ve ibn-i Esâkir, Cafer b. Muhammed'den, o da babasından şöyle rivâyet etmektedir: "Resulullah'ın oğlu Kâsım Mekke'de vefat etti; Allah Resulü oğlunun defin merasiminden dönüşünde, Âs. b. Vâil ve oğlu Amr b. Âs'ın yanından geçerken, Âs Resulullah'ı gördüğünde "Şimdi ben şunu kızdıracağım" dedi ve şöyle devam etti: "Hiç şüphesiz bu adam artık soyu kesik, ocağı sönük duruma düştü." Bunun üzerine Allah'u Teala "Hiç şüphesiz soyu kesilen sana kin ve buğz besleyen düşmanındır." [12] ayetini indirdi.
Bir diğer rivâyette ise şöyle diyor: "Önce Resulullah'ın oğlu Kâsım dünyaya geldi, sonra Zeynep, sonra Abdullah, sonra Ümm-ü Külsüm, Fâtıma, daha sonra da Rukayye. Sonra önce Kâsım, daha sonra da Abdullah vefat edince Âs b. Vâil "Onun nesli kesildi; o ebterdir" deyince söz konusu ayet nâzil oldu."[13] Bazıları âyetin, Âs b. Vâil değil, oğlu Amr b. Âs hakkında nâzil olduğunu rivâyet etmişlerdir.[14] Süddî ve İbn-i Abbâs'ın rivâyetinde, Resulullah'ın bir oğlunu, bir diğer rivâyette ise bir evladının vefatının ardından Âs b. Vâil'in söz konusu sözü söylemesi üzerine indiği nakledilmektedir.[15] Meşhur sözü söyleyenin, Âs. B. Vâil değil, Akabe b. Ebi Muayt[16] veya Ebu Leheb[17] veya Kureyş[18] olduğu da söylenmiştir.
Hatta bir rivâyette Resulullah'ın oğlu İbrahim'in vefatı münasebetiyle Ebu Cehl'in Resulullah hakkında söylediği sözler üzerine söz konusu âyetin nâzil olduğu söylenmektedir.[19] Öte yandan tarihçiler arasında; Kasım'ın Resulullah'ın (s.a.a) en büyük evladı olduğu meşhurdur.[20] Önceden verdiğimiz rivâyet ise Kâsım'ın bi'setten sonra vefat ettiğini, Abdullah'ın ise Kâsım'dan bir ay sonra vefat ettiğini söylüyordu. Buna bir de kesinlik kazanan Abdullah'ın bi'set sonrası doğup vefat ettiği gerçeğini eklersek olay daha bir netlik kazanmış olacaktır.
Aşağıdaki rivâyetleri de göz ardı etmemeliyiz; diyorlar ki:
"Kâsım vefat ettiği zaman iki yaşındaydı."[21]
"Kâsım yürüme çağına gelinceye kadar yaşadı."[22]
Belazurî ise ikisinin arasını toplanmış ve şöyle demiştir: "Kâsım iki yaşına geldiği ve yürüdüğü bir sırada vefat etmiştir."[23]
Bazı diğer rivâyetler, Resulullah'ın evlatlarının süt emdikleri bir çağda vefat ettiklerini kaydetmiş, bazısı "Bi'set sonrası" tabirini eklemiş,[24] bazısı ise şu ifadeyi kullanmıştır: "Çocuklarının hepsi de çok küçük yaşta vefat etmişlerdir."[25] Mücâhid'in Kâsım hakkındaki görüşü ise şudur: "O yedi gün (veya yedi gece) yaşadı."[26] diğer bir rivâyetde "On yedi ay yaşadı" tabiri kullanılmıştır.[27] Tarihçi Süheylî ise şöyle diyor konu hakkında: "Kâsım yürüme çağına varmıştı, ancak henüz sütten kesilmemişti."[28]
Bu konuda üç ayrı rivâyet ise şu şekildedir:
"Kâsım ve Tayyib, henüz küçük yaşta iken Mekke'de vefat ettiler."[29]
"Kâsım hayvana binecek ve at sürecek kadar büyüdü."[30]
"Kâsım vefat ettiği sırada dört yaşında idi."[31]
Buraya kadar Kâsım'ın küçük yaşta öldüğünü değişik rivâyetlerin diliyle cûz'î farklarla aktardık. Şimdi Kâsım'ın ne zaman dünyaya geldiğine bakalım:
Müsned-i Feryâbi'de Kâsım'ın İslam'dan sonra dünyaya geldiğini içeren bilgilere ilaveten, aşağıdaki iki rivâyet de bunu te'yid etmektedir:
a)-Kâsım vefat ettiğinde dört yaşındaydı. Ondan bir ay sonra da Abdullah, henüz sütten kesilmemişken vefat etti. Hz. Hatice: "Ya Resulallah, keşke yaşasaydı da sütten kesseydim" dediğinde, Allah Resulü: "Onun süte doyup kesilmesi cennette gerçekleşecektir" buyurdu.[32]
b)-Müsned-i Feryâbî'de şöyle kaydedilmiştir: "Resulullah (s.a.a), Kâsım'ın vefatından sonra Hatice'nin yanına geldiğinde onu ağlar şekilde buldu. Hz. Hatice, ya Resulallah dedi, (göğsümde) Kâsım'ın sütü çoğaldı; eğer yaşayıp da süt emme süresini tamamlasaydı, (ayrılığının) tahammülü daha kolay olurdu benim için. Cevabında Allah Resulü şöyle buyurdu: "Onun için cennette, süt emme süresini tamamlatacak süt annesi tahsis edilmiştir." Hz. Hatice "Böyle olduğunu bilince daha kolay olur benim için" deyince, Allah Resulü "İstersen cennetten sesini sana duyurabilirim" buyurdu. Hz. Hatice ise "Ben Allah'ı ve Resulü'nü tasdik ediyorum" cevabını verdi.[33]
Süheylî bu hadisi naklettikten sonra şöyle diyor: "Bu hadis Kâsım'ın cahiliyyet zamanında ölmediğini gösteriyor."[34]
Bu iki rivâyet, hem Kâsım vefat ettiği sırada Allah Resulü'nün peygamberliğe eriştiğini, hem de henüz süt emdiği sırada vefat ettiğini, dolayısıyla da büyük ölçüde bi'setten sonra dünyaya geldiğini gösteriyor.
Kısacası bir yandan, Kevser suresinin Kâsım'ın vefatı üzerine bi'setten kaç yıl sonra nâzil olduğunu, yine Kâsım'ın doğumu ve vefatıyla ilgili verdiğimiz diğer rivâyetleri, diğer taraftan Ümm-ü Külsüm ve Rukayye'nin Kâsım ve Abdullah'ın vefatından sonra dünyaya geldiklerini dikkate aldığımızda, bu iki kızın kesinlikle bi'setten kaç yıl sonra dünyaya geldiğini anlamış oluyoruz. Hal böyle iken, onların cahiliyyet zamanında Ebu Leheb'in iki oğlu ile evlenmeleri, onlardan boşandıktan sonra ise Rukayye'nin Osmân b. Affân ile evlenip bi'setin beşinci yılında Habeşistan'a hicret ederken gemide çocuk düşürmesi nasıl düşünebilir?!.
Gerçi bu konuda Ebu Hilâl-il Askerî aykırı bir rivâyet de nakletmiştir; ancak rivâyetin içerisinde açık çelişki bulunmaktadır. O şöyle diyor: "Kâsım ve Tâhir, nübüvvetten önce vefat ettiler. Resulullah (s.a.a) Kâsım'ın cenazesinden döndüğünde Âs b.Vâil ve oğlu Amr'ın yanından geçerken Amr "Şimdi ben ona karşı düşmanlığımı sergileyeceğim" dedi. Bunun üzerine Âs şöyle dedi: "Hiç şüphesiz o ebter (soyu kesik) oldu." Ardından Allah-u Teâlâ "Şüphesiz sana düşmanlık besleyen var ya, işte odur asıl ebter olan"[35] âyetini indirdi.
Görüldüğü gibi bu rivâyet, önce Kâsım'ın nübüvvetten önce öldüğünü, ardından bu münasebetle Kevser suresindeki âyetin indiğini söylüyor. Oysa hepimiz bilmekteyiz ki Allah Resulü'ne âyetler nübüvvetten sonra nâzil olmaya başlamıştır. Bazıları âyetin olayın hemen ardından değil, birkaç yıl sonra nazil olup, önce yaşanan bir olaya değindiğini ileri sürebilir belki; ancak bu oldukça uzak bir ihtimaldir ve bildiğimiz gibi genellikle âyetler olayların yaşandığı sırada inmiştir.
Elbette bu yanlışlığın bir kalem hatasından kaynaklanarak "Nübüvvetten sonra" yerine "Nübüvvetten önce" yazılmış olması mümkündür.

RESULLAH'IN EN KÜÇÜK KIZI KİMDİR?

Cürcânî diyor ki: "Benim yanımda sahih olan görüş şudur ki Rukayye Resulullah'ın en küçük kızı idi; hatta Fâtıma'dan (a.s) da küçüktü."[36]
Bazıları ise Ümm-ü Külsüm'ün hepsinden küçük olduğunu söylemişlerdir.[37]
Ebu Ömer de şöyle demiştir: "Fâtıma ve bacısı Ümm-ü Külsüm, Resullah'ın en küçük kızlarıdır; ancak bu ikisinden hangisinin daha küçük olduğunda ihtilaf edilmiştir. İbn-i Serrâc demiştir ki: "Ben Ubeydullah-il Haşimi'nin şöyle dediğini duydum: "Fâtıma, Resulullah kırk bir yaşındayken dünyaya gelmiştir."[38]
El-İstiâb kitabında bu rivâyete "Rukayye'nin Fâtıma'dan daha küçük olduğu söylenmiştir" cümlesi de ilave edilmiştir.[39]
Bazıları ise Hz. Fâtıma'nın, kızların en küçükleri olduğunu ileri sürmüş ve bu görüşü sahih bilmişlerdir.[40]
Her halükârda eğer biz Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün Hz. Fâtıma'dan küçük olduğunu kabul edersek, sonuca varabilmemiz için bu sefer Hz. Fatıma'nın doğum tarihine bakmamız gerekecek.
Yine kaynaklara baktığımızda, bazıları Hz. Fâtıma'nın bi'setten önce, bazıları bi'set yılında,[41] bazıları Resulullah kırk bir yaşında iken,[42] bazıları ise bi'setin ikinci yılında[43] doğduğunu iddia etmişlerdir. Biz ise sonradan vereceğimiz delillere dayanarak Hz. Fâtıma'nın bi'setin beşinci yılında dünyaya geldiğine inanıyoruz.
Şimdi bu görüşlerin hangisini alırsanız alın, bi'setten biraz önce veya bi'setten sonra dünyaya gelen Hz. Fâtıma'dan daha küçük kızların Ebu Leheb'in iki oğluyla evlenmeleri, boşandıktan sonra da Rukayye'nin Osman b. Affân ile evlenip bi'setin 5. yılında Habeşistan'a hicret ederken yolda çocuk düşürmesi makul bir ihtimal olabilir mi?!
Şimdi Hz. Fâtıma'nın bi'setin 5. yılında dünyaya geldiğini gösteren delillerimizi vermeye çalışalım:
Bizimle aynı görüşü (hicretin 5. yılında doğduğunu) paylaştıklarını açıkça ortaya koyanların[44] yanı sıra şu delilleri zikredebiliriz:
a)-Hatırlayacağınız gibi bahsimizin başlarında birçok râvi ve tarihçiden[45] nakletmiştik ki, Resulullah'ın bütün çocuklarının (bazıları sadece Abd-u Menaf'ı istisna etmişti) bi'setten sonra dünyaya geldiklerini ileri sürmüşlerdi. Bu da Hz. Fâtıma'nın bi'setten sonra dünyaya geldiğini gösteriyor.
b)-Çeşitli mezheplere mensup hadisçi ve tarihçilerin naklettiği birçok rivâyete göre Hz. Fâtıma'nın nütfesi, Cebrail'in (a.s) miraç gecesinde Resulullah'a (s.a.a) cennetten getirdiği meyveden bağlanmıştır. Miraç olayı ise en doğru görüşe göre bi'setin ikinci veya üçüncü yılında gerçekleşmiştir.[46]
Bu rivâyetler, Sa'd b. Vakkas, Ümm-ül Mu'minin Âişe, Ömer b. Hattâb, Sa'd b. Mâlik ve diğer bazı meşhur şahsiyetlerden, aynı şekilde İmam Cafer-i Sâdık'tan nakledilmiştir.[47] Bu rivâyetlerin bazısı üzerinde tartışılabilir belki; ancak bunlardan bir çoğu tartışma götürmez derecede sahihtirler. Zikrettiğimiz kaynaklara başvurup dikkat eden herkes bunu görebilir.
c)-Yine Hz. Fâtıma'nın bi'setten sonra dünyaya geldiğini gösteren bir diğer delil şudur ki, önceden de değindiğimiz gibi, Hz. Hatice Resulullah ile evlendikten sonra Kureyş kadınları onu kınamış ve ona küsmüşlerdi. Sonradan Hz. Hatice Hz. Fâtıma'ya hamile kalınca, henüz annesinin karnındayken onunla konuşuyor ve ona teselli veriyordu. Hz. Hatice bunu Peygamber'den saklıyordu. Bir gün Resulullah (s.a.a) içeri girdiğinde Hatice'nin (karnındaki bebeği) Fâtımay'la konuştuğunu gördü ve "Ey Hatice kiminle konuşuyorsun?" diye sordu. Hatice "Karnımdaki bebekle; o benimle konuşuyor ve beni yalnızlıktan çıkarıyor" dedi. Bunun üzerine Allah Resulü şöyle buyurdu: "Ey Hatice, işte Cebrail bana onun kız çocuğu olduğunu haber veriyor..."[48]
Bu hadisten anlaşılan şu ki, Hz. Hatice'nin Hz. Fâtıma'ya hamile kalması, Hz. Resulullah'ın Cebrail (a.s) ile görüştüğü sıralarda gerçekleşmiştir; bu ise Resulullah peygamberliğe seçildikten sonra başlamıştır. Yine aynı hadis bu hamileliğin bi'setten kaç yıl sonra gerçekleştiğini gösteriyor; zira rivâyetten bu hamileliğin Kureyş'in Resulullah'a karşı eziyetlerinin başladığı ve Kureyşli kadınların Hz. Hatice'ye küstükleri sırada olduğu anlaşılmaktadır. Bu ise bi'setten kaç yıl sonra, yani gizli davet süresi sona erdiğinde açık davetin başlamasıyla başlamıştır.
d)-Hz. Fâtıma'nın bi'setten kaç yıl sonra dünyaya geldiğini gösteren bir delilimiz de şudur: Ebu Bekir Hz. Fâtıma'ya talib olduğunda, Allah Resulü onu reddetmiş, ardından aynı talepte bulunan Ömer'e de red cevabı vermiş ve gerekçe olarak da Hz. Fatıma'nın küçüklüğünü göstermişti. Sonra Hz. Ali (a.s) tâlip olunca Hz. Fâtıma'yı ona nikahlamıştı.[49] Buna gücenenlere de Allah Resulü şu cevabı vermişti: "Allah'a andolsun ki size engel olup da ona nikahlayan ben değilim, Allah'tır."[50]
Öte yandan şunu da kesin bir şekilde biliyoruz ki Hz. Fatıma'nın nikahlanması hicretin ikinci yılında gerçekleşmiştir. Buradan da anlaşılıyor ki Hz. Fâtıma bi'setten önce (Mesela bazılarının iddia ettiği gibi 5 yıl önce) dünyaya gelmiş olsa o zaman Hz. Fâtıma, söz konusu şahıslar talip olduklarında takriben 20 yaşlarında olması gerekirdi. O zaman da 20 yaşındaki birisine Allah Resulü'nün henüz küçüktür deyip gelenleri reddetmesi makul ve mantıklı olabilir mi?!

HZ. HATİCE, RESULULLAH (S.A.A) İLE NE ZAMAN EVLENDİ?

Üzerinde durulması gereken bir diğer husus ise şudur ki, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün Ebu Leheb'in iki oğlu ile evlenmeleri iddiası ancak Resulullah ile Hz. Hatice'nin, bi'setten bir hayli önce evlenmiş olmaları halinde mantıklı olabilir. Şimdi bu evliliğin geçekleşme tarihine bir bakalım:
Rivayetlere baktığımızda gerçi bu evliliğin bi'setten 15, 16, hatta 20 yıl önce gerçekleştiğini iddia eden nadir görüşler de vardır;[51] ancak bunlara karşılık bu evliliğin bi'setten on yıl önce,[52] beş yıl önce[53] ve üç yıl önce[54] gerçekleştiğini ileri süren rivâyetler de vardır.
Özellikle son görüşü te'yid eden nakiller ve karineler de vardır; mesela Beyhâki Hz. Hatice'nin 50 yaşında vefat ettiğini ileri sürüyor.[55]
Hz. Hatice'nin Resulullah'la evlendiği zamandaki yaşını, vefat ettiği sıradaki yaşı ile kıyaslarsak o zaman son görüşün daha mantıklı olduğunu görürüz.
Yine önceden de naklettiğimiz gibi, rivâyetler Hz. Hatice'nin cahiliyet zamanında Abd-ü Menaf'tan başka bi çocuk doğurmadığını ileri sürüyorlardı. Bu da Hz. Hatice'nin Resulullah'la bi'setten bir hayli önce evlendiği görüşü ile örtüşmemektedir. Zira çok önceden evlendikleri ve zâhiren bir mazeret de gözükmediği halde onca yıl çocuklarının olmaması çok uzak bir ihtimaldir; bu da bi'sete yakın bir zamanda evlendikleri görüşünü güçlendirmektedir.
Böylece bu delil de, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün cahiliyet zamanında doğup büyüdüklerini, önce Ebu Leheb'in çocuklarıyla evlenip, boşandıktan sonra da Rukayye'nin Osman b. Affân'la evlenmeleri görüşünün tutarsızlığını, verdiğimiz vereceğimiz diğer delillerle de yan yana konulduğunda bu görüşün asılsız olduğu kesin bir şekilde ortaya çıkmaktadır.
Öte yandan Ehl-i Sünnet Alimlerinden Dûlâbî ve Diyarbekri'nin görüşlerine bakılırsa, Osman b. Affân Rukayye ile cahiliyet zamanında evlenmiştir.[56]
Bu ise iddia edilen Peygamber kızlarının Ebu Leheb'in oğlanlarıyla evlendiğinin doğru olmadığı demektir; zira söz konu rivayetler, Ebu Leheb'in kızları boşattırmasının sebebi olarak onların Müslüman olduğunu ileri sürüyorlardı; oysa bu rivâyet Ebu Leheb'in oğlundan sonra Rukayy'le evlendiği söyleyen Osman'ın dahî onunla cahiliyet zamanında evlendiğini ileri sürmektedir!

ÜMMÜ KÜLSÜM HİCRET SIRASINDA NEREDEYDİ?

İşlediğimiz konuda bize yardımcı olacak bir diğer husus Müslümanların Medine'ye hicreti sırasında Ümm-ü Külsüm'ün muammalı durumudur. Cahiliyet zamanında Ebu Leheb'in oğluyla Mekke'de evlenip de sonra ayrılan ve yıllar sonra Medine'de Osman'la evlenen Ümm-ü Külsüm'ün, Medine'ye hicret sırasında ortada adı bile yok. Tarihçiler müslümanların ardından Hz. Ali'nin Resulullah'ın kızı Hz. Fâtıma da dâhil, Fatıma isimli birkaç kadını, Ümm-ü Eymen'i ve güçsüz mu'minleri alıp kendisiyle birlikte Medineye getirdi. Ancak hiçbir kaynakta Ümm-ü Külsüm'ün adından bahsedilmemektedir. Acaba önceden mi hicret etmişti? Sonraya mı kaldı? Kiminle birlikte ve neden?! Güçsüz mu'minlerin içerisinde miydi? O zaman, neden bacısı Fâtıma ve Ümm-ü Eymen'den ayrılıp onların içerisine yerleştirildi?!
Bütün bunlar cevap bekleyen muammalı sorulardır. Görüldüğü gibi bazen çok meşhur şeyler dahi araştırldığında, en azından öyle zannedildiği kadar da olmadığı ortaya çıkmış oluyor.

ZEYNEP HAKKINDA BİR KAÇ NÜKTE

a)-Yazımızın başlarında da değindiğimiz gibi Ebulkâsım Kufi, Zeyneb'in, Resulullah'ın değil Hz. Hatice'nin bacısının kocasının kızı olduğunu nakletmektedir.
b)-Bazı rivâyetlerde şöyle nakledilmiştir: "Hatice Nabbâş b. Zurâre (Ebu Hâle) için üç evlat doğurdu; bunlar Hind, Hâris ve Zeynep'ti."[57]
Bu rivâyet iki şeyi teyid etmektedir; biri Zeyneb'in Resulullah'ın üvey kızı olduğunu, Hz. Hatice'yle ilgili tarafına gelince, biz Hz. Hatice'nin Resulullah'tan önce evlenmediğine inanıyoruz. Bunun delillerini de önceden aktardık; ancak bu rivâyette muhtemelen, Hz. Hatice'nin isminin verilmesi Zeyneb'in Hz. Hatice'nin kefaleti altında olmasından veya Hz. Hatice'nin bacısıyla karıştırıldığından kaynaklanabilir. Kısacası işin bu yanı bizi fazla ilgilendirmiyor; bizi ilgilendiren yanı şudur ki bu rivâyet Zeyneb'in Ebu Hale'nin kızı olduğunun öteden beri bilindiğini ortaya koyuyor. Aşağıda vereceğimiz şu iki rivâyet de aynı te'yidi içermektedir:
"El-Envar" ve "El-Bideu" isimli kitaplardan şöyle naklediliyor: "Rukayye ve Zeynep Hatice'nin bacısı Hâle'nin kızlarıdır."[58]
Yine El-Envar, El-Keşf, El-Lum'e kitaplarından ve Belâzurî'den şöyle nakledilmektedir: "Zeynep ve Rukayye Resulullah'ın üvey evlatlarıdır..."[59]
Bu rivâyetlerde cüz'î bazı yanlışlar ve karıştırmalar olsa da, onlardan şu gerçeği anlıyoruz ki söz konusu kızlar, Resulullah'ın gerçek kızları değil, onun üvey evlatlarıdırlar. Ancak onların kimin evlatları oldukları şimdilik bizi ilgilendirmiyor. Evet onların, Resulullah'ın kızları olduklarını ileriye süren önceden değindiğimiz rivâyetler arasındaki akıl almaz çelişkileri de dikkate aldığımızda bu iddiamızın haklılık payı daha da artacaktır.

HZ. ALİ'YE AİT BAZI HASLETLER

Zeynep, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm diye adı geçen ve Ebu Leheb'in iki oğlu, Osman ve Ebul'âs b. Rabi ile evlendikleri söylenen kızların Resulullah'ın gerçek kızları olmadığını gösteren bir delil de, Hz. Ali'ye özgü bazı haslet ve özellikler hakkında nakledilen rivâyetlerdir. Örneğin Ebul-Hamrâ, Resulullah'tan (s.a.a) şöyle rivayet etmiştir:
"Ey Ali, sana üç haslet verilmiştir ki, senden başka kimseye, hatta bana dahi verilmemiştir.: Sana benim gibi bir kayınpeder verilmiştir; ama bana benim gibi biri verilmemiştir. Sana kızım gibi bir Sıddîka verilmiştir; ama bana onun gibi bir (eş) verilmemiştir. Sana sulbünden Hasan ve Hüseyin gibi evlatlar verilmiştir; ama bana benim sulbümden onlar gibisi bana verilmemiştir; ancak siz bendensiniz, ben de sizdenim."[60]
Şimdi eğer Osman ve Ebul'âs ile evlenen kızlar , Resulullah'ın gerçek kızları olsaydı, Allah Resulu'nün bu sözü doğru olmazdı; zira o durumda onlar da Resulullah gibi bir kayınpedere sahip olmuş olacaklarından, bunun Hz. Ali'ye has bir özellik olarak gösterilmesi yanlış olurdu. Hatta Osman'ın böyle bir vasfa sahip olması daha uygun olurdu. Zira o, (iddiaya göre) Resulullah'ın iki kızıyla evlenmemiş miydi?!
Ebuzer-i Gıfâri'den nakledilen hadis de bunu te'yid etmektedir. Ebuzer söz konusu hadiste Resulullah'tan şöyle nakletmektedir:
"Hiç şüphesiz Allah-u Teâlâ, Arşından -keyfiyet ve zevâl söz konusu olmadan- yer yüzüne baktı ve beni seçti. Ali'yi de (bana) damat olarak seçip ona (eş olarak) tertemiz Fatıma-i Betul'ü verdi ki böyle birisi hiçbir Peygambere verilmemiştir. Yine Ona Hasan ve Hüseyin verilmiştir ki onların misli başka hiçbir kimseye verilmemiştir. Ona benim gibi bir kayın peder ve (Kevser) havzu (başında dostlarını suya doyurma hakkı) verilmiştir. Yine Cennet ve Cehennem'i bölme yetkisi meleklere değil, ona verilmiştir..."[61]
Bu konuda, Buhâri'de Abdullah İbn-i Ömer'den nakledilen uzun bir rivâyet'in bir bölümü de bizi destekler niteliktedir. Söz konusu rivâyette kısaca şöyle denmektedir:
"Haricîlerden bir kişi Abdullah İbn-i Ömer'e gelerek bazı konularda sorular yöneltip tartışıyor ve son olarak, üçüncü halife Osman ve Hz. Ali hakkındaki görüşünü soruyor. Bilindiği gibi Haricîler, üçüncü halifeyi ve Hz. Ali'yi hilâfetleri zamanında meydana gelen fitnelerden dolayı sorumlu tutuyor ve onlar hakkında ağır ithamlarda bulunuyorlardı. İşte bu görüşlerinden hareketle söz konusu Hâricî Abdullah İbn-i Ömer'in onlar hakkındaki görüşünü sormaktadır. Abdullah adama şu cevabı veriyor: "Osman'ı dersen, Allah onu affetmişti;[62] ama siz onu affetmeği hoş görmediniz. Ali'ye gelince, o Resulullah'ın amcasının oğlu ve dâmâdıdır." Sonra eliyle işaret ederek: "İşte bu da onun evidir ve gördüğünüz gibi (Peygamber'in evinin içerisinde) yer almıştır."[63]
Görüldüğü gibi bu rivâyette Abdullah İbn-i Ömer, üçüncü halife Osman'ı savunmak için sadece Uhut Savaşı'na ve kaçanların affıyla ilgili âyete değinmektedir. Fakat Hz. Ali'yi savunurken üç delil zikretmektedir: 1-Resulullah'ın amcasının oğlu olduğunu 2-Resulullah'ın damadı olduğunu 3-Evinin Resulullah'ın eviyle yanyana olduğunu.
Bu rivâyette bizim şâhidimiz ikinci delilden ibarettir. Demek istiyoruz ki eğer gerçekten Osman Resulullah'ın kendi kızıyla evlenmiş olsaydı, Abdullah onu da savunurken Hz. Ali gibi onun da Resulullah'ın damadı olduğunu vurgulardı; oysa buna şiddetle ihtiyacı olduğu halde Osman hakkında böyle bir isnatta bulunmamaktadır. Bu da onun böyle bir fazilete (Resulullah'ın damatlığı şerefine) sahip olmadığını göstermektedir. Evet daha güçlü ve daha ma'kul bir delil bulunduğu halde, zayıf bir şahidi (işlenen bir suçun affını; Osman'ı da kapsadığını kabul etsek dahi) zikretmek mantıklı bir girişim olmasa gerek. O halde böyle bir şeyin (damatlığın) esasen olmadığını söylemek daha mantıklı olmaz mı?!

MUHTEMEL BİR ÇÖZÜM YOLU

Buraya kadar ortaya koyduğumuz deliller, Osman ile evlenen kızların, yine Ebul'âs ile evlenen Zeyneb'in Resulullah'ın gerçek kızları olmadığını gösteriyor. Şimdi burada şu sorunun cevabını vermemiz gerekir ki, geldiğimiz bu noktada, acaba Resulullah'ın evlatlarından bahseden rivâyetlerde ismi geçen Zeynep, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm isimli kızların esasen varlığı da mı şüphelidir; yoksa söz konusu rivâyetlere muhtemel de olsa makul bir açıklama getirmek mümkün müdür?
Bize göre bu rivâyetlerde ismi geçen söz konusu kızların varlığını inkar etmek istemiyorsak, bu konuda ortaya koyulabilecek en makul ihtimal şudur ki evet Peygamber'in Hz. Hatice'den olan Zeynep, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm isminde kızları vardı; fakat bunlar (bazı rivâyetlerin de değindiği gibi) küçük yaşta vefat etmişlerdir. Yani Peygamber'in hem üvey evlatlarının ismi Zeynep, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'dü, hem de kendi kızlarının; fakat kendi kızları fazla yaşamadan, küçük yaşta vefat etmişlerdir. Ebul'âs ve Osman ile evlenen kızlar ise Peygamber'in üvey evlatlarıdır ve o zamanlar halk arasında üvey evlatlar da gerçek evlat gibi telakkî edildikleri için, söz konusu kızlar da sürekli Resulullah'ın kızları diye anılarak öyle meşhur olmuş ve sonrakiler onları Resulullah'ın kızları zannederek kaynaklara da daha çok o şekilde kaydetmişlerdir.
Bu rivâyetleri bu şekilde tevil etmekten başka bir çaremiz yoktur; aksi taktirde zikrettiğimiz çelişkilerle karşılaşmamız kaçınılmazdır.

OSMAN'IN RUKAYYE İLE EVLENMESİNE DÂİR

Resulullah'ın, üvey kızı Rukayye'yi Osman ile neden evlendirdiği hakkında bazı Ehl-i Sünnet kaynaklarında şu ipuçlarına rastlamaktayız.
"Rukayye fevkalde bir güzelliğe sahipti."[64]
"Bir kâhin Osman'a Resulullah'ın peygamberliğini haber vermesinin ardından, o Ebubebekir'e "Eğer (Peygamber) beni Rukayye ile evlendirirse Müslüman olurum" diye söz verdi."[65]
Demek oluyor ki Resulullah'ın Osman'ı Rukayye ile evlendirmesi, onu İslam'a ısındırma amacını taşıyordu.
Öte yandan bazı rivâyetler de şöyle diyor: "Sâ'd b. Muâz, Hz. Ali'ye (Resulullah'tan) Hz. Fâtıma'yı istemesini önerince Hz. Ali şu cevabı verdi: "Ben ne dünya metaından bir şeye sahibim..; ne altınım var ne de gümüşüm; ne de İslam'a ısındırılacak bir kâfirim ben; zira ilk Müslüman olan benim."[66]
Yine Esmâ bint-i Umeys aynı öneriyi Hz.Ali'ye götürdüğünde ona da benzer bir cevapla şöyle dedi: "Benim ne altınım var, ne de gümüşüm; dini sahih olmayan, İslam'ı şüpheli birisi de değilim (ki evlilik vasıtasıyla İslam'a ısındırılmam söz konusu olsun!!)[67]
Hz.Ali'nin bu sözünde, belki de evlilikleri benzer gerekçelere dayanan kimselere bir tariz söz konusudur.
Yine Hz.Ali'nin Hz. Fâtıma'yla evlenmesini anlatan bazı rivâyetlerde Resulullah'ın Hz.Ali'ye şöyle buyurduğu kaydedilmiştir: "O (Fâtıma) senindir ey Ali; sen Deccâl değilsin."[68]
Bu hadiste de Hz. Fâtıma'yı önce isteyip de Resulullah'tan red cevabı alanlara açık bir tariz olduğu için bazıları (İbn-i Sa'd ve Bezzâr gibi), hadiste bulunan "Leste" (değilsin) kelimesindeki zamirin şeklini "Lestu" (değilim) şeklinde değiştirerek, "Sen deccâl değilsin" yerine, "Ben deccâl değilim" manası çıkarmış ve Allah Resulü'nün bu cümleyle önceden Hz. Ali'ye verdiği vaade sâdık kalıp kızını ona vereceğini vurgulamak istediğini iddia etmiş ve böylece birilerine yönelik olan tarizi halletmeğe çalışmışlardır. Oysa bu çabaları da nafiledir; zira:
a)-Aynı rivâyeti Akilî söz konusu iddiaya yer bırakmayacak şekilde, şöyle nakletmiştir: Resulullah (s.a.a) Fâtıma'yı Hz. Ali'yle evlendirdiğinde Hz. Fâtıma'ya hitaben şöyle buyurdu: "Ben seni Deccâl olmayan birisiyle evlendirdim."[69]
Bu hadisin kelimelerindeki harekeleri değiştirmek mümkün olmadığı için, yukarıda verdiğimiz manadan başka bir mana çıkarmak mümkün değildir.
b)-Resulullah'ın önceden Hz. Ali'ye bu konuda vaadde bulunduğu iddiası da doğru değildir; zira eğer bu doğru olsaydı, Ömer ve Ebu Bekir Hz. Fâtıma'ya tâlip olduklarında, Allah Resulü onlara "Fatıma henüz küçüktür" cevabını vermez ve Hz. Ali'yle sözlü olduklarını söylerdi.
c)-Konuyla ilgili kaynakların bir çoğu, kendisine Hz. Fâtıma'yı istemesi birçokları tarafından önerilmeden önce, Hz. Ali'nin (kendi tabiriyle) aklının ucundan bile böyle bir şeyin geçmediğini nakletmektedir. Durum böyle iken Resulullah'ın önceden Hz. Ali'ye söz verdiği iddiası doğru olabilir mi?!
Hadisin manasını bu tür soğuk te'villerle değiştiremeyeceğini anlayan İbn-i Hacer Askalânî, aynı sened ve aynı râviyle naklettiği hadisin son bölümünü ("Sen Deccâl değilsin" cümlesini) maalesef makaslayarak nakletmiştir.[70] Bu da onun ne kadar emânet ve insaf sahibi olduğunu yeterince gösteriyor!!
Bunu sadece o değil, daha niceleri ve nice yerlerde gerçekleştirmişlerdir ki yeri olmadığı için geçiyoruz.

BİR KAÇ NÜKTE

Son olarak birkaç nükteye değinip bu bahsi kapatmak istiyoruz:
1-Zikrettiğimiz bunca delile ve rivayetler arasındaki bunca çelişkiye rağmen bazılarının Zeynep, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ü Resulullah'ın gerçek kızları olarak göstermekte ısrarlı davrananların niyetinde belki de Hz. Ali'nin faziletlerine karşılık başkalarına fazilet üretmek yatmaktadır. İşte bu yüzden görüyoruz ki 3. Halife Osman'a " Zun-nureyn" (iki nur sahibi) lakabını vermişlerdir. Oysa dünya kadınlarının efendisi olan ve Resulullah'ın gerçek kızı ve mübarek neslinin menbaı, olduğunda zerre kadar şüphe bulunmayan Hz. Fâtıma'nın kocası Hz. Ali'den benzer bir lakabı esirgemişlerdir nedense!!
2-Osman'ın Rukayye ve Ümm-ü Külsüm ile hiç de mutlu bir hayat yaşamadıklarını ve Osman'ın onlara karşı çeşitli eziyetlerde bulunduğunu kaynaklarda okuyoruz.[71]
3- Bütün bunlara rağmen, ikinci kız (Ümm-ü Külsüm) de vefat ettiğinde güyâ Allah Resulü'nün "Eğer on kızım olsaydı yine hepsini Osmân ile evlendirirdim"[72] buyurduğunu nakleden kaynaklar, söz konusu Hz. Ali (a.s) olunca şu utanç verici uydurma hadisi nakletmekte bir beis görmüyorlar:
Güyâ Hz. Ali (a.s), (Hz. Fatıma'yla evli olduğu halde) Ebu Cehl'in kızıyla evlenmeğe tâlip olmuş; bunu duyan Resulullah öfkeli bir şekilde minbere çıkarak bütün ashabın arasında Hz. Ali'nin bu fiilini teşhir ederek onu kınamış ve "Ebu Tâlib oğlu eğer bunu yapmak istiyorsa benim kızımı boşamalıdır; zira Allah'ın düşmanının kızıyla, Allah'ın Resulü'nün kızı bir araya toplanmaz" buyurmuş; ardından da o sıralarda henüz müşrik olan Ebul'âs b. Rabi'nin (Zeyneb'in kocası) damatlığını övmüştü?![73]
Bu kıssayı uyduranlar birçok yerin aksine burada Osman'ı neden unutmuş ve Peygamber'in methine onun yerine Ebul'As'ı mezhar kılmışlardır acaba?! Belki de Hz. Ali'ye karşı müşrik birisinin övülmesi ona olan ta'riz ve hicvi daha da galizleştirir de ondan!! Allah hepimizi nefsimizin ve Şeytan'ın şerrinden korusun.
4-Önceden de değindiğimiz gibi bu kızlardan bahseden Ehl-i Sünnet rivâyetleri, Rukayye ve Ümm-ü Külsüm'ün Ebu Leheb'in oğlanlarıyla evlendiği üzerinde te'kid ederken, ısrarla bu oğlanların kızlarla cinsel ilişkiye girmeden bakire olarak onları boşadıklarını ileri sürmektedirler. Halbuki kaynaklar buna engel olabilecek herhangi bir engelden bahsetmemiştir. Fakat sıra Osman'a gelince durum değişiyor. O evlenir evlenmez cinsel ilişki gerçekleşiyor; hatta hanımı Habeşe'ye giderken gemide çocuk düşürüyor. Evet böyle olmalıdır; aksi taktirde Osman'a bir fazilet daha nasıl üretilsin?!
_______________
KAYNAKLAR:
1-El-İstiğâse, C.1, S.68-69.
2-El-İsâbe, C.4, S.304-490, El-Bed'u Vet-Târih, C.5, S.17, Tehzib-u Târih-i Dimaşk, C.1, S.298, Nihâyet-ül İrb, C.18, S.212-214.
3- El-Bed'u Vet-Târih, C.5, S.16, C.4, S.139.
4-El-Mevâhib-ül Ledünniyye, C.1, S.196, Târih-ül Hamis, C.1, S.272.
5-Neseb-u Kurayş, S.21, Mecme-üz Zevâid, C.9, S.217, El-Bidâyet-u Ven-Nihâye, C.2, S.294, Zehâir-ul Ukbâ, S.152.
6-Es-Siret-ül Halebiyye, C.3, S.308, Er-Ravz-ül Enf, C.1, S.214.
7- El-İsâbe, C.4, S.304, (Cürcâni'den naklen), Neseb-u Kurayş, S.21.
8- Kaynaklarından bazısını önceden verdik.
9- Ed-Dürr-ül Mensur (Suyutî), C.6, S.408
10- El-İtqân (Suyutî), C.1, S.37.
11- Tarih-u Ehl-il Beyt, S.92.
12-Ed-Dürr-ül Mensûr. C.6, S.404.
13-El-Vefâ, S.655, Ed-Dürr-ül Mensur, C.6, s.404, Tabakât (İbn-i Sa'd), C.1, S.133, Feth-ul Kadir, C.5, S.504, Nihâyet-ül İrb, C.18, S.208, Muhtasar-u Tarih-i Dimaşk, C.2, S.262.
14-Delâil-ün Nübüvve (Beyhakî), C.2, S.69-70.
ALLAHUMME SALLİ ALA MUHAMMED VE ÂL-İ MUHAMMED VE ACCİL FERECEHUM VE FERECENA BİHİM
Musa Özateş
Mesajlar: 1205
Kayıt: 17 Mar 2007, 01:17

Mesaj gönderen Musa Özateş »

KARAPAPAK MURAT yazdı:hoşgeldiniz sayın Mirzahan2626. bu site zaten dikkat çekmek için kurulmuş Alevilerin tarihine düşman, Alevilik postunu giyinmiş Alevi halkın arasına sızmaya çalışanlarla( bazıları kurban olmuş) doludur dikkat edin. Alevilik daha 18.yy da kullanılagelen bir isimdir. 18.yydan önce aleviler kendilerine Bektaşi,haydari,hurufi,kalenderi,şii,kızılbaş,ehlihak,torlak,mülhid gibi isimler kullanılırdı ve bunlar Alevi müslümanların yaşadığı coğrafyaya göre değişirdi.

size şunu tavsiye ediyorum ki Bektaşi tarikatınıda iyi öğrenin. Bektaşilikte saz,semah,dede,cem gibi kültürel figürler ibadet yerine geçmez sonradan balım sultan oyunuyla bozulmuştur. Hacıbektaş'ı sünni gösteren bu zihniyet maalesef Alevilerin karabaşlarıdırlar. bunlarda 2.bayezid zihniyeti vardır ve bayezid gibi Hacıbektaş'ı sünni göstermek için neler uyduruyorlar neler.
Mirzahan bildiğin gibi net dünyasında her türlü adam var bizim sitedede ateist solcu sağpcı sünnü alevi olduğu gibi münafıkta var,çok az olsada var,
mesela bu karapapak onlardan biridir sitede sarmadığı dalaşmadığı kimse kalmadı gibi şimdide sana sarmış ama sana karşı daha iyiniyetli davranıyor seni bizden korumaya çalışıyor ama yinede güven olmaz münafık münafıklığını her zaman her yerde yapar benden uyarması
ceren
Mesajlar: 173
Kayıt: 20 Haz 2008, 17:26

Mesaj gönderen ceren »

KARAPAPAK MURAT yazdı:mirzahan kardeş bak sünni olabilirsin ama gerçek BEKTAŞİLİĞİ buradan öğrenebilirsin. aşağıdaki bilgiler bektaşiliğin esasını oluşturuyor ve geçirdiği evrler anlatılıyor:
[/b]
sen ne biçim adamsın yaa burada konu Ehli BEyt olduğu halde insanlar Ehli beyt kimdiri anlattığı halde sen araya giriyor bektaşı bektaşılığı anlatmaya çalışıyorsun
zaten bende artık inanmaya başladım insanlar 12 imam yolunu öğrenmesin diye bütün kötü insanlar araya bektaşı bektaşıliği sokmaya çalışıyuorlar diyanette böyle yapıyor fettuıllahçılarda bende buna bakarak artık kim iyi kim kötü ayırıyorum
KARAPAPAK MURAT
Mesajlar: 325
Kayıt: 20 Ara 2007, 17:22

Mesaj gönderen KARAPAPAK MURAT »

Musa Özateş yazdı: mesela bu karapapak onlardan biridir sitede sarmadığı dalaşmadığı kimse kalmadı gibi şimdide sana sarmış ama sana karşı daha iyiniyetli davranıyor seni bizden korumaya çalışıyor ama yinede güven olmaz münafık münafıklığını her zaman her yerde yapar benden uyarması
Sayın mirzahan2626 gördüğün gibi söylediğim tekrar ispatlandı. birilerinin Alevi halk arasına sızdığı ve postlarını giydiği çok belli. Alevilere 2.bayezid zihniyetiyle yaklaşıp Hacı Bektaş veli'yi sünni gösterip kendilerine bağlamak istiyorlar. Hızır paşa taktiğiyle alevi halkını kurtarıcam diye alevilere tarihsel ve fikr-i zulüm yapıyorlar. Alevilerin içindeki hacıbektaş, abdal musa,yemini,mansur,baba ishak sevgisini kaldırıp içlerine kendilerini koymaya çalışıyorlar.

sayın ALİ MUHSİN POSTUNA BÜRÜNMÜŞ ŞEYTAN AJANI. buna çok dikkat et mirza öyle sinsidirki bu sitenin Hınzır paşasıdır. verdiği deliller çürümüştür antitez gömeye dayanamaz. 12 imam efendilerimiz aracılığıyla teoman şahini Alevi ulularının arasına koymaya çalışmaktadır birde laf oyununu çok iyi yapar. bak ali muhsin o sevil dediğin senin birbaşka yüzün Kırklar cemini savunan münafıklardandır sizin onlardan farkınız yok. sana YEMİN EDERİM BEN DEĞİLİM Ha izzettin doğan ha teoman şahin ikiside hak namına batılı çağırıyorlar kendilerini ALEVİ KURTARICILARI! görüyorlar sende teoman şahin safındasın.
Hasan Akça
Mesajlar: 1745
Kayıt: 05 May 2008, 22:02

Mesaj gönderen Hasan Akça »

KARAPAPAK MURAT yazdı:
Musa Özateş yazdı: mesela bu karapapak onlardan biridir sitede sarmadığı dalaşmadığı kimse kalmadı gibi şimdide sana sarmış ama sana karşı daha iyiniyetli davranıyor seni bizden korumaya çalışıyor ama yinede güven olmaz münafık münafıklığını her zaman her yerde yapar benden uyarması
Sayın mirzahan2626 gördüğün gibi söylediğim tekrar ispatlandı. birilerinin Alevi halk arasına sızdığı ve postlarını giydiği çok belli. Alevilere 2.bayezid zihniyetiyle yaklaşıp Hacı Bektaş veli'yi sünni gösterip kendilerine bağlamak istiyorlar. Hızır paşa taktiğiyle alevi halkını kurtarıcam diye alevilere tarihsel ve fikr-i zulüm yapıyorlar. Alevilerin içindeki hacıbektaş, abdal musa,yemini,mansur,baba ishak sevgisini kaldırıp içlerine kendilerini koymaya çalışıyorlar.

sayın ALİ MUHSİN POSTUNA BÜRÜNMÜŞ ŞEYTAN AJANI. buna çok dikkat et mirza öyle sinsidirki bu sitenin Hınzır paşasıdır. verdiği deliller çürümüştür antitez gömeye dayanamaz. 12 imam efendilerimiz aracılığıyla teoman şahini Alevi ulularının arasına koymaya çalışmaktadır birde laf oyununu çok iyi yapar. bak ali muhsin o sevil dediğin senin birbaşka yüzün Kırklar cemini savunan münafıklardandır sizin onlardan farkınız yok. sana YEMİN EDERİM BEN DEĞİLİM Ha izzettin doğan ha teoman şahin ikiside hak namına batılı çağırıyorlar kendilerini ALEVİ KURTARICILARI! görüyorlar sende teoman şahin safındasın.
KOçum yazdıkça batıyor battıkça yazıyorsun masken falanda artık kalmadı
bektaşı abdal musayı balımı bayezidi hepsini sana verdik daha ne istiyorsun?
BUrada herkes (teoman abide dahil) 12 imam yolunun apaçık en öne çıkmasını diğer tüm yol ve kişilerin arkada kalmasını isityor çünkü kurtarıcı 12 imamlardır
kimsenin ömrünü saçma sapan adamların zırvalarıyla geçirmesini istemiyoruz bu sitenin amacıda bu
ama tabiki bundan rahatsız olan senin gibi münafıklar olacaktır ve kustuğunuz zehirlerin panzehirinide bulup sunacağız bu hayatın sınavıdır 12 imamların yaşadığı çağlardada bu sınav vardı.
bu nedenle her türlü çarpıtman gıybetin iftirana karşı sabredeceğiz.
solculukmuş sağcılıkmış milliyetçilikmiş bektaşilikmiş hepsi arkaya sadece ve sadece 12 imam yolu en öne geçecek buna uyanlar uyacak uymayanlar helak olacaktır.
teoman abi musa abi merdan abi mücahid hoca meşhedi can ali muhsin can ve bilimum insanların hepsi bu kurala dahildir kimsenin kendi şahsi yolu yoktur yol 12 imamların yoludur bunu gerçek alevi olan herkes bilir
mücahid hocamı bilmiyorum ama burada yazan diğer tüm abiler ve kişiler müçtehit değildir zatende öyle bir şeyde demiyorlar yani kendi yolları falanda yok kendi yollarınada çağırmıyorlar ama bu kurnaz muaviye yöntemini fitne olsun diye söylediğini bildiğim için açıklama yapmak istedim.

senden ricam yazmana asla ara verme çok faydalısın
ali muhsin can inş küfrü hakeden bu adama küfretmeyerek daha çok sevap kazanırsın :D :D :D
ali muhsin
Mesajlar: 3121
Kayıt: 24 Nis 2007, 18:41

Mesaj gönderen ali muhsin »

Murat Karapapag,nin Sözlerine sadece gülüyorum ..ne yazsak faydasiz nasilki AIDS Virüsüne care yok buda böyledir ..Kafasina sanki Mp 3 Calar yerlestirmisler devamli ayni muzigi caliyor ..kötü söz sahibine ayittir !

Avatarinida degistirmis ..yani biri namaz kiliyor ,,sanki görende diyecekki Murat efendi cok imanli biri ..Sözlerle kandirmadi simdi Resimlerle Aldatmaya calisiyor ..Tipki Sebatayist Bektasi önderleri gibi ! Tarihte Muaviye (La) Minberlerde Sunu Diyordu " Bizler Gercek Müslümaniz ..Ali ve Taraftarlari kafirdir ..."

Simdi bu Munafik Murat efendinin yaptigida budur. "Bizler gercek Alevileriz Bektasiyiz ,Sizler Ajansiniz Seytansiniz ..." diyerek Ayni Muaviye kurnazligini yapiyor ..Birde Murat fendi bana yemin etemene hic gerek yok ...hani bir laf vardir " Hav, Hav larin Duasi kabul olsaydi gökten kemik yagardi " :D Zavallisin Murat efendi, Sana sadece Gecmis olsun diyorum :)
Cevapla

“Ehlibeyt” sayfasına dön