Ehlibeyt'in Velayetine Girmek

Cevapla
Mekzun
Mesajlar: 259
Kayıt: 09 Ağu 2010, 15:35

Ehlibeyt'in Velayetine Girmek

Mesaj gönderen Mekzun »

EHLİBEYT'İN VELAYETİNE GİRMEK
…“Hz. Ali gibisi varken başka bir arayış içine girmenin -ayetlerle ve hadislerle sabittir ki- sonu hüsrandır. Bütün bu açıklama, hadis ve uyarılardan sonra akıl ve insaf sahipleri her türlü mezhep taassubunu bırakarak aşağıdaki ayete tekrar tekrar yanıt vermelidir:

“Hakka ulaştıran mı uyulmaya daha layıktır; yoksa doğru yola ulaştırılmadıkça hidayete ulaşmayan mı? Ne oluyor size, nasıl hükmediyorsunuz?” (Yunus suresi, 39. ayet)

Alevilerin tercihlerini ne yönde kullandıkları konusuna değinmek istiyorum. Bedeli çok ağır olduğu hâlde biz Aleviler, tercihimizi Hakk’a ulaştıranlardan yana kullandık. Tarihin seyri içerisinde biz de defalarca bu sabır ve sebat imtihanından geçtik. Horlandık, dışlandık, eziyete ve en kötüsü iftiralara uğradık. Bazen fetvalarla çoğu zaman da fetvasız, kılıçtan geçirildik; hurma ağaçlarında dara çekildik; Allah’a şükürler olsun Ehlibeytin velayeti konusunda tereddüde düşmedik. Bir an için bile olsa velayetten, Ehlibeyte muhabbetten şaşmadık. Nasıl vazgeçebiliriz ki, Yasir’in oğlu Ammar akla hayale gelmeyecek işkencelere rağmen vazgeçti mi inancından?

Ya annesi Sümeyye, ya babası Yasir düştüler mi can kaygısına? Şahadet şerbetini içmediler mi herkesten önce inançları uğruna?
Ammar bin Yasir, Malik bin El Harisil Eşter’i Nahi, Muhammet bin Ebubekir; kimin velayeti yolunda şehit oldular?
Hucr bin Adiy ve arkadaşları Merc Azra denilen yerde kimin muhabbeti uğruna ve nasıl şehit edildiler?
Reşid Haceri, Meysem bin Yahya Et Temmar, Amr bin Humeg kimin velayeti uğruna Muaviye’nin Valileri tarafından katledilerek şahadete kavuştular?

Ya Kanber bin Kaden Ed Devsi, Kumeyl bin Ziyad, Said bin Cubeyr niçin katledildi zalimlerin zalimi Haccac tarafından?
Ebu Zerr niye sürgün edildi ucu bucağı çöl olan Rebeze’ye?

Üveysül Karani, Ebu Eyyub Ensari (Eyüp Sultan) kimin velayetine bağlandılar? Şüphesiz ki Allah, insanları dünyada başıboş gezsinler diye yaratmamıştır. Emrettiği şeyler üzerinde imtihana tabi tutmuştur insanları.
Hz. Ali şöyle buyurur: “Canınız tehlike altındayken bizlere sövmeniz istendiğinde bize sövebilirsiniz, hâl böyle iken size günah yazılmayacaktır; ancak bizden beri (uzak) olmanız istenirse o zaman boyunlarınızı derhal kılıçlara uzatınız.” (El Hüseyin Bin Hamdan El Hasiybi, Hidayetül Kübra)

Allahü Ekber! Bunu gören, duyan, okuyan hangi insan duygulanmaz ve kendini sorgulamaz? Velayetin önemi daha nasıl anlatılır? Lütfen dikkat buyrulsun, ‘Ölmek insanlar için velayetten çıkmaktan çok daha iyidir’ buyruluyor. Hz. Ali hâşâ büyüklük taslamak veya zulmetmek için mi insanları ölüme sürüklüyor, elbette hayır. Hz. Ali insanların hayrına olan bir şeyi nasihat ediyor. İnsanların Hakk indinde ilk önce velayet konusunda sorguya çekileceklerini; hatta namazdan, hacdan, zekâttan önce insanlara velayetin sorulacağını bildiği için bunu öğütlüyor. Çünkü velayetten çıkmanın hiçbir gerekçesi kabul edilmeyecektir Hakk divanında. Onun için, ona gönülden bağlananlara rahmet olsun diye “Gerekirse ölün, ama asla velayetten çıkmayın.” diyor.
İmam Muhammed Bâkır (a.s.) bakın ne güzel buyurmuştur:
“İslam beş şey üzerine kurulmuştur. Namazı dosdoğru kılmak, hacca gitmek, Ramazan ayında oruç tutmak, zekât vermek ve biz Ehlibeytin velayeti. Bunlardan ilk dördünün ruhsatı vardır; ama velayette ruhsat yoktur. Çünkü malı olmayana zekât ve hac farz olmaz, hasta olan namazını oturarak kılar ve orucunu bozabilir. Ancak velayet; sağlıklı, hasta, fakir ve zengin herkese farzdır.” (Vesailüş-Şia c:1 s:14)

Yeri gelmişken Hz. Ali’nin sır arkadaşlarından ve ashabın büyüklerinden Hucr bin Adiy’in ibret verici vasiyetlerini burada belirtmekte sonsuz yarar var kanaatindeyim. Bilindiği gibi halifeliği zamanında Muaviye, bütün valilere bir emirname gönderir ki bu emirname şu şekildeydi:

“Bundan böyle Ali ile onun Ehlibeytinin fazileti hakkında bir şey anlatacak olan kimsenin mal, can ve namus dokunulmazlığı kalmayacaktır. Hutbelerde Ali ve Ehlibeytine (hâşâ) lanet okunacaktır.”
(Ebul Hasan El Medaini, El Ahdas / Mevdudi s:234 /Taberi, c:4 s:188 / İbni’l Esir, c:3 s:234 / İbn-i Kesir, Bidaye c: 8 s: 80)

Ne acıdır ki bu uygulama 1001 ay devam etmiştir, Emevilerden Ömer bin Abdülaziz’e kadar. O da bu kötü âdeti kaldırmanın bedelini canıyla ödemiştir. Hucr bin Adiy ve arkadaşları, camilerde yapılan bu sövgüleri duyunca çok sert bir tepki göstermiş ve bunun üzerine Muaviye’nin Valisi Ubeydullah bin Ziyad tarafından tutuklanmış, sonrasında Merc Azra denilen yere götürülerek orada arkadaşlarıyla beraber şehit edilmişlerdir. Tüm arkadaşları gözlerinin önünde teker teker şehit edildikten sonra sıra Hucr’a gelince ona “Vasiyetini yap.” denir. Benim üç vasiyetim var, der Hucr. Birincisi benim iki gözümün ışığı oğlumu benden önce şehit edin. O bugüne kadar efendisi Ali’nin velayetinde benimle adım adım yürüdü. Onu gözümün önünde şehit edin ki şehit olduğunu gözlerimle göreyim, ben de bu dünyadan rahat ayrılayım. Zira ben, ondan önce şehit olup gidersem benim kadar acılara dayanamayıp Ali’nin velayetinden çıkabilir ve cennette benimle beraber olmaz. Ben onun ebedi olarak cehennemde kalma ihtimaline karşılık oğlumun şehit olmasını istiyorum.
(Mehmet KITAY, Hakiki İslam Tarihi s:293 İkinci vasiyeti ayağındaki pranga ve ellerindeki zincirlerle defnedilmesi, üçüncü vasiyeti abdest alıp iki rekât namaz kılması)

Yazar Mehmet KITAY, bu olayı kitabında anlattıktan sonra bir yorum yapıyor ki Allah ondan razı olsun tüm anne babaların dikkatini çekiyor: “Biz de kendi evlatlarımızın saadetini düşünmeliyiz. Onların başıboş, gelişigüzel hayat sürmelerine göz yummamalıyız. Onların dinine ve imanına zarar getirecek şeylerden onları korumalıyız. Zira üç beş günlük hayatın yaşantısına aldanıp ebedi saadetten mahrum kalabilirler. Eğer biz kendimiz cennet ehli olmayı arzu ediyorsak mutlaka evlatlarımızın da cennet ehli olmalarını arzu etmeliyiz.” (Mehmet KITAY, Hakiki İslam Tarihi s:293)

Değerli kardeşlerim, elimizde bulunan ve değerini hiçbir kelimeyle anlatamayacağımız cevherin, marifetin kıymetini bilelim. Ne olur bu cevhere, marifete layık olalım. Eşimizi, çocuklarımızı, akrabalarımızı, dostlarımızı, sevdiklerimizi uyaralım ve onların inşallah cennet ehli olmaları yolunda, velayete sımsıkı bağlı bireyler olmaları yolunda gayret gösterelim. Kadını, erkeğiyle bir tek bireyimiz bile velayeti, namazı, orucu ve diğer ibadetleri asla hafife almamalı; aksine onları canı pahasına sahiplenmelidir. Kadınımız da bu ibadetleri yerine getirmeli, erkeğimiz de; gencimiz de yaşlımız da. Yoksa önce kendimize sonra topluma yazık ederiz. Allah bizi kaybedenlerden değil, kurtulanlardan olmamızı nasip etsin. Evet, konumuza tekrar dönelim ve şu soruyu
yanıtlayalım: Ehlibeytin velayetine girenler bedel ödedi de hidayet önderleri olan Ehlibeyt, bundan geri mi kalmıştır? Zaman bize hidayet önderleri olmakla bu bedeli ilk ödeyenlerin bizzat Ehlibeytin kendisinin olduğunu gösterdi. İslam’ın yerleşmesi ve putperestliğin ortadan kalkması yolunda eşsiz mücadele gösteren, tüm savaşlarda Hz. Muhammed’in (s.a.a.v.) hak sancağını taşıyan ve bu savaşların kazanılmasını sağlayan, kimsenin karşılarına çıkmaya cesaret edemediği en azılı ve yola gelmez düşmanları tek kılıç darbesiyle yok eden, şu anda isimleri en başköşede anılan kişiler savaş meydanlarında Peygamberi düşmanların ortasında bırakıp can kaygısıyla ceylan gibi sekip kaçarken Hz. Muhammed’i yanındaki birkaç kişiyle koruyan Hz. Ali’den; adeta yaptıkları dolayısıyla intikam alınmıştır. Hz. Muhammed (s.a.a.v.) bunu, bu dünyadan göç etmeden önce sezmiş ve şu uyarıyı yapmıştır:
“Ey halk, ne oluyor size? Âl-i İbrahim zikrolunduğunda yüzünüz gülüyor ve nefsiniz bundan hoşlanıyor da Muhammed ve Ehlibeyti zikrolunduğunda kalbinize kasvet geliyor ve yüzünüz buruşuyor. Vallahi yetmiş peygamberin yaptığı iyi amelleri yapsanız dahi, Ali ve evlatlarını sevmedikçe cennete giremezsiniz. Allah’ın bir hakkı vardır ki onu sadece Allah, ben ve Ali biliriz. Benim bir hakkım vardır ki onu sadece Allah ve Ali bilir. Ve Ali’nin bir hakkı vardır ki onu sadece Allah ve ben biliriz.” (Hafız Muhammed Bin El Fevaris, El Erbain s:24)

Zamanla Peygamber’e muhalefet o kadar yükseldi ki bu muhalefet ekseninde başı çeken Kureyşliler, işi küstahlık derecesine kadar taşıdılar ve Peygamberin geldiği soy olan Beni Haşim’i hedef alarak “Çiçek bazen de bataklıkta yeşerir.” sözünü kullanmışlardır. (Yenabiü’l Mevedde s:11)

Bu yüzden Hz. Muhammed (s.a.a.v.), Ehlibeytinin uğrayacağı sıkıntılardan dolayı üzüntü ve endişe duyar. Bir defasında: "Benden sonra Ehlibeytim bu ümmetin elinden pek çok perişanlıklar çekecek ve ümmetim tarafından öldürüleceklerdir." diye buyurmuştur. (Yenabiu’l-Mevedde, s:111)

Hz. Muhammed (s.a.a.v.) bir gün “Bazıları Ehlibeytim konusunda eziyet ediyorlar bana.” diye buyurur. Bunu duyan ensar (Medineli Müslümanlar) derhal silahlanıp savaşa hazır hâlde Peygamber’in yanına giderler. Ancak Peygamberimiz Ensarı sakinleştirerek kan dökülmesini önler. (Yenabiü’l Mevedde s:11-156) Kureyşin bu olumsuz ve yola gelmez tavrını gören Hz. Muhammed (s.a.a.v.) her defasında onları uyarıyordu: “Ehlibeytime zulüm eden ve itretim olan Ehlibeytime eziyet etmekle bana eziyet eden kimseye cennet haram kılınmıştır.” (Zemahşeri; Keşşaf Tefsiri/Şura suresinin 23. ayetinin tefsirinde)

Hz. Muhammed’den (s.a.a.v.) sonra muhacir diye de anılan Kureyşliler, Peygamberimizin öngördüğü gibi Hz. Ali’ye karşı büyük bir kin kustular. Hz. Ali, yapılacak zulmün kendisiyle bitmeyeceğini bu zulmün evlatlarına da yansıyacağını biliyordu. Konuyla ilgili yakın dostlarına şu sözü buyurmuştu: “Kureyşliler, Hz. Peygamber’e besledikleri kin ve düşmanlığı bana karşı sürdürdüler ve benim evlatlarıma da aynı şeyi yapacaklar. Benim Kureyşle bir alıp veremediğim yok. Ben Allah ve Resulünün emriyle onlarla savaştım.” (Yenabiü’l Mevedde s:111)

Muhterem kardeşlerim, Hz. Muhammed (s.a.a.v.), ailesinin başına ne geleceğini biliyordu ve bunu her fırsatta belirtiyordu. Sevgili kızı Hz. Fatıma’nın evinin yakılmak istendiği ve atılan tekme sonucu bebeğini düşürdüğü ve bütün bu olayların Peygamberimizin dünya değiştirmesinden sadece günler sonra gerçekleştiği malumunuzdur. Hz. Ali de ailesinin başına ne geleceğini biliyordu ve bunu her fırsatta belirtiyordu. Hz. Ali’nin oğlu Ehlibeytin ikinci İmamı ve Hz. Muhammed’in sevgili torunu Hz. Hasan, Muaviye tarafından zehirlendi. Kerbela’da Hz. Ali’nin diğer oğlu ve İslam Peygamberinin reyhanesi –ki Ehlibeytin üçüncü imamıydı- Hz. Hüseyin (ve Peygamber ailesinden 72 kişi) Kerbela’da Muaviye’nin oğlu Yezit’in emriyle katledildi. 12. İmam hariç sırasıyla Ehlibeytin tüm imamları teker teker şehit edildi. Onların her biri babalarının, dedelerinin şehit edildiği gibi kendilerinin de şehit edileceklerini biliyorlardı; ama asla dünyanın geçici, aldatıcı, sahte hayatına kanmadılar ve etraflarını bir güneş gibi aydınlatmaya devam ettiler. İşte bütün bunlar bizim için birer örnektir. Cennet kolay değil, cennet onu hak edenlerin olacak.
İslama karşı giriştikleri savaşta Kureyşlilerin kimi babasını, kimi dayısını, kimi kardeşini Hz. Ali’nin Zülfikar’ıyla kaybetmişti.
Hz. Ali (a.s) sonraları Muaviye’ye yazdığı bir mektupta şöyle diyecektir:

“... Bir savaşta deden Utbe’ye, dayın Velit’e ve kar­deşin Hanzele’ye indirdiğim kılıç şimdi yanımdadır.”
(Nehcü'l-Belağa, Subhi Salih, 64. mektup, 28. mektupta da bu konuya değinmiştir. Bu savaş, Bedir Savaşı’dır.)

Dolayısıyla görünüşte Müslüman olmalarına rağmen içlerinde Haşimilere ve özellikle Hz. Ali’ye karşı kin güdüyorlardı. Gerçekten de Kureyş denilen bu güruh, işe ilk olarak halifelik hakkını Ali’den gasp ederek başladılar. Emevilerin başı çektiği bu güruhun kini; İmam Ali’nin camilerde 1001 ay boyunca sövülmesine, İmam Hasan’ın zehirletilmesine, İmam Hüseyin’in ve Peygamber’in soyundan 72 kişinin Kerbela’da katledilmesine, geri kalan Ehlibeyt imamlarının on ikincisi hariç hepsinin şehit edilmesine, Ehlibeyt taraftarlarının diri diri toprağa gömülmelerine, işkencelerle öldürülmelerine, yüz binlere varan sayılarla topluca katledilmelerine kadar varacaktı.

“Ali bir gün ‘Ey Abdülmüttalipoğulları!’ dedi. ‘Kureyş, Peygamber’in hayatında olduğu gibi vefatından sonra da size karşı olan amansız düşmanlığını sürdürüyor. O hâlde Kureyş’in sözü geçerli oldukça size hiçbir hak tanınmayacak. Allah’a yemin ederim ki, kılıçtan başka bunları hiçbir şey düzeltmez.’ Bu arada Ömer oğlu Abdullah, bu sözleri dinliyordu. ‘Ey Ebel Hasan, sen Müslümanları birbirine kırdırmak mı istiyorsun?’ dedi. Hz. Ali, ‘Sus, Allah seni kahretsin. Yemin ederim ki baban olmasaydı ve ezelden beri bana karşı takındığı sinsi durum olmasaydı, şimdi ne Osman ne de Abdurrahman karşımda boy gösterebilirdi.’ diye karşılık verdi.” (İbn-i Ebil Hadid, Şerh c:2 s:391)

Resulullahın amcası Abbas, Peygambere: ‘Kureyş birbirleriyle karşılaştıklarında güler yüz gösteriyorlar ama bizi gördüklerinde tanımadığımız yüzlerle karşılaşıyoruz.’ dedi. Resulullah öfkelenip şöyle buyurdu: ‘Muhammed’in canını elinde bulundurana ant olsun ki sizi, Allah ve Resulu için sevmedikçe onların kalbine iman girmemiş demektir.’ (İbn-i Kesir, El Bidaye c:9 s:28 / El Fesval Marife Vet Tarih, c:1 s:295)

Hz. Fatıma’ ya sorulur: “Neden halk sizin ve Ali’nin aleyhinde olup onun (Ali’nin) kesin olan hakkını gasp ettiler?”

Hz. Fatıma şöyle buyurdu:
“Bunların hepsi Bedir Savaşı’ndan kalan kinler ve Uhud Savaşı’nın intikamlarıdır. Bu kinler münafık kalplerde saklıydı. Ama hedeflerine ulaştıklarında (hükümeti gasp ettiklerinde) kinlerini bize kustular.” (Bihar-ül Envar, c.43,s.156 / Menakıb-i İbn-i Şehraşub, c.2,s.205 / Nehc’ul- Hayat, s.46 ve 117)

Hirre faciasından sonra Muaviye’nin oğlu Yezit’in okuduğu şiir, bu gizli emelin dışavurumundan başka bir şey değildir. Peygamberimizin Medine şehri hakkında ‘Medine halkını zulmetmek suretiyle korkutanlar Allah’ı korkutmak istemiş gibidir. Allah’ın, meleklerin ve bütün halkın laneti onların üzerinedir. Kıyamet günü de Allah, günahlara karşı fidye kabul etmez.’ (Buhari, Müslim, Hanbel, Nisai)

Bir başka hadiste şöyle buyrulmuştur: ‘Medine’ye karşı fenalık düşüneni Allah, cehennem ateşinde kurşun eritir gibi yakar.’ (Mevdudî, Hilafet ve Saltanat s:248)

Bu hadislere rağmen Yezit, daha Kerbela şehitlerinin kanı kurumadan Hirre faciasını yaşatacaktır. Bu olayı insaflı Ehli Sünnet âlimi Mevdudî’den olduğu gibi aktaralım:


HIRRE FACİASI
“Medine halkı fasık ve facir nazarıyla baktığı Yezit’e ve iktidarına karşı ayaklanarak valiyi şehir hudutları dışına atmış yerine Abdullah bin Hanzala’yı getirmişlerdir. Bu hadise kendisine haber verilince Yezit, Müslim bin Ukbe El Murri’yi on iki bin askerle Medine’ye gönderdi ve kendisine şu talimatı verdi: ‘Şehir halkına üç gün mühlet ver. Bu süre içinde isyandan vazgeçip itaat etmeleri gerekir. Aksi takdirde onlarla muharebe et. Zafer kazandıktan sonra da bütün şehir üç gün boyunca yağma edilecektir.’ Muharebe başladı. Yezit’in emri gereğince ordu mensuplarına evlerin yağma edilmesi hususunda müsaade verildi. Yani onlara ‘Üç gün boyunca bu şehirde istediğiniz rezaletleri yapabilirsiniz.’ dendi. İşte her şey bu üç gün içinde cereyan etti. Her taraf yağma edilip dağıtıldı. Şehir halkı, muharebelere iştirak etmeyenler dahi sebepsiz yere keyfi olarak kılıçtan geçirildi. İmam Zührî’nin anlattığına göre yedi yüz zat, halktan da on bin kadar insan katledildi. Zulmün derecesine bakın ki, evlere saldıran askerler ellerine geçirdikleri malları almakla yetinmediler. Üstelik masum kadınların üzerine de çullandılar. Hafız İbn-i Kesir bu hususta şöyle yazar: ‘Bu hadise esnasında bin kadar kadın kendi kocalarından gayrı kimselerden hamile kaldı.

Şimdi diyelim ki Medine halkı hükümete isyan etti….. Fakat halkı isyan eden Müslüman bir memlekette hatta gayri Müslim bir beldede hatta muharip kâfir bir ülkede böyle bir muamelenin serbestçe icra edileceğini akıl kabul eder mi? Böyle bir şey görülmüş, işitilmiş midir? Hele bu hareketler başka bir şehirde değil de Medine’de cereyan etsin. Öyle bir şehir ki, oranın fazileti hakkında Allah’ın Resulünden nice hadisler rivayet edilmiştir.” (Mevdudî, Hilafet ve Saltanat s:247/248 Bu olayın ayrıntıları için İbn-i Esir c:3 s:310 / Taberi c:4 s:372 / El Bidaye c:8 s:219’a bakılabilir.)

Hırre faciasıyla ilgili tarihçilerin ve yakın dönem araştırmacıların açıklamalarını görelim:

“Hırre olayında Medine’de bin kızın ırzına geçildi.” (Celalettin Suyutî, Tarihü’l Hülefa)

‘Bu faciadan hemen sonra Yezit’in komutanları Medine halkından zorla ‘Yezit’in kulları’ olarak biat aldılar. Bu biat sırasında Yezit’in halis kulu olmayı reddedenlerin boynu derhal vuruldu.’ (Mesudî, Muruc c:3 s:79)

Yezit’in komutanlarından Hüseyin bin Numeyr, Kâbe’nin etrafına mancınıklar
yerleştirip Beytullahı ateş ve taş yağmuruna tuttu. Bu saldırılarda Kâbe tutuşup yanmış ve duvarları yıkılmıştır.’ (Yakubî Tarihi, c:2 s:181 / Taberî c:4 s:383 / İbnü’l Esir c:3 s:316 / El Bidaye c:8 s:225 / Tehzibü’t Tehzib c:11 s:361)

“Hırre olayında kadınlar ve çocuklar hariç on bin insan öldürüldü. Bunların yedi yüzü muhacir ve ensar sahabelerdi. Bedir Savaşı’na katılmış sahabelerden hayatta kalanların tümü bu savaşta öldürüldü. Medine’nin yağmalanması sırasında kadınlardan başka bin bakire kızın ırzına geçildi.” (Ali AKIN, Peygamberimizin Hayatı, Kur’an ve İlk Sapmalar s:420)

Şimdi Allah aşkına bir defalığına bile olsa taassup elbisesini bir kenara atıp Ehlibeytin tertemiz betülü olan Peygamberimizin kızı Hz. Fatıma’nın bu sözünü değerlendirelim. “Bunların hepsi Bedir Savaşı’ndan kalan kinler ve Uhud Savaşı’nın intikamlarıdır. Bu kinler münafık kalplerde saklıydı. Ama hedeflerine ulaştıklarında (hükümeti gasp ettiklerinde) kinlerini bize kustular.” diye buyurmuştur Fatımatü’z Zehra.Hz. Fatıma bu sözü söylemedi deyip işin içinden çıkılamaz. Sorunlar böyle gerçekleri inkâr ederek çözüme kavuşmaz. Hırre faciasından sonra Yezit büyük bir sevinçle İbnü’z Zebari’nin Uhut Savaşı’nda söylediği şiiri okumuştur: “Keşke Bedir Savaşı’nda ölen büyüklerim bunu görselerdi…. Haşimoğulları peygamberlik iddiasını ortaya atmakla hükümdarlık için bir oyun oynadılar. Oysa Allah’tan gelen bir hadis de yok inen bir vahiy de.”
(Belazurî, Ensabul Eşraf c:5 s:42 / İbn-i Kesir, El Bidaye c:8 s:221 / İbn-i Kuteybe, El İmame c:1 s:173 / İbn-i Hacer, El İsabe c:3 s:475)

Bunlar inkâr edilebilir mi ya da bunları inkâr etmek en başta Hz. Muhammed’e (s.a.a.v.) ve onun tertemiz Ehlibeytine zulüm değil mi? Nerede acı bir gerçek dile getirilse ‘Bu, Rafizîlerin (reddedenlerin yani güya Şiilerin) uydurmasıdır.’ denilerek zulüm üstüne zulüm inşa etmek ve ayrılık, fesat, düşmanlık tohumları ekmek kime ne fayda verecektir?
Kerbela katliamından sonra 2. Halife Ömer’in oğlu Abdullah, Yezit’e bir mektup yazar: “Rezalet büyüdü. Musibet boyunu aştı. İslam’da büyük bir facia gerçekleşti. Hiçbir gün Hüseyin’in öldürüldüğü güne benzemeyecektir.”

Yezit cevap olarak yazdığı mektupta gerçek yüzünü gösteriyor:

“Ey ahmak! Biz yenilenmiş bir eve geldik. Serilen yataklara uzandık. Yumuşak yastıklara dayandık. Yaptığımız savaşlar bunun içindi.”
(Belazurî Tarihinden naklen Muhammed et Tiycanî, Kur’an’daki Sünnet Ehlibeyte Gönül Verenlerin Yoludur s:201)
Görüldüğü gibi Yezit’in amacı din, iman değil; öncelikle Bedir Savaşı’nın intikamını almak ve sonra serilen yataklara uzanıp yumuşak yastıklara dayanmaktır. Tarih bütün bu rezillikleri kaydetmişken hâlâ ‘Bunlar Rafizîlerin uydurmalarıdır.’ demek insafa, vicdana, insanlığa sığar mı?

Evet, Ehlibeytin yolunda yürümek bedel ister; ama bu bedeli ilk önce bizzat Ehlibeytin kendisi ödedi. Yeri gelmişken bir olayı anlatmakta fayda vardır. Vaktiyle biri, Resulullahın yanına gelmiş ve “Ey Allah’ın Peygamberi!” demiş. “Ben seni çok seviyorum.” Hz. Peygamber “Bekle, çok bela göreceksin. Sana ancak bunu söyleyebilirim.” cevabını vermiş. Adam devam etmiş: “Amcanızın oğlu Ali’ yi de çok seviyorum.” demiş. Peygamber bu söze “O hâlde çok düşmanın olacak, sana ancak bunu söyleyebilirim.” demiş. Adam yine devam etmiş: “Ben Hasan ve Hüseyin’i de çok seviyorum.” demiş. Allah’ın Resulü bu sefer son cevabını vermiş: “Fakirliğe ve zulme şimdiden kendini hazırla.” Muhammet Et Tiycanî, ‘Ve Hidayete Erdim’ adlı kitabında aktardığı bu yazıya şöyle devam ediyor: “Bu yolda yürümenin bedeli ağırdır. Bu bedeli önce Ebu Abdullah El Hüseyin (Hz. Hüseyin) ile ailesi ve aşireti ödemiştir. Ondan sonra tarih boyunca hatta bugüne kadar Hz. Ali’nin taraftarları, Ehlibeyte bağlılıklarının faturasını çok ağır ödemeye devam ediyorlar.” (Tiycanî, Ve Hidayete Erdim s:196)

Hz. Muhammed’in cennet gençlerinin efendileri diye buyurduğu İmam Hasan ve İmam Hüseyin; Muaviye ve oğlu Yezit tarafından katledilecektir. Hz. Peygamber’in soyu Kerbela’da çoluk çocuk demeden görülmemiş bir vahşetle ortadan kaldırılmaya çalışılacaktır. Ehlibeytin sonuncusu hariç diğer imamları da sapık halifeler tarafından zehirletilerek şehit edilecektir. Ehlibeyte ve Peygamberin soyuna düşmanlık o kadar ileri boyuta varacak ki Muaviye, bu tertemiz soya camilerde 1001 ay boyunca lanet ve sövgülerde bulunma geleneğini başlatacaktır. Sonraları Ali adı yasaklanacak ve Ali adındaki çocuklar öldürülecektir. Hz. Ali’nin taraftarları da görülmemiş işkencelere uğrayacak, kimi diri diri toprağa gömülecek kimi her gün bir organı kesilmek suretiyle şehit edilecek, kimileri de yüz binlerle birlikte kılıçtan geçirilecektir.

Nitekim Hz. Ali şöyle buyurmuştu: “Bir dağ bile beni sevdiğini söylese, mutlaka azaba uğrar.” Rivayet edilmektedir ki eğer bir mümin bir dağ kalesine gitse ve orada tek başına yaşasa, orada bir adam ortaya çıkar ve ona eziyet eder, sıkıntı verir. İşte Ehlibeyte bağlanmak, Peygamber’in vasiyetine uyup onların izinde yürümek büyük bir sabır ve bedel isteyen imtihan ister. Çünkü ayette geçtiği gibi ‘Allah sabredenlerle beraberdir.’ Ehlibeytin takipçileri konusunda İmam Cafer-i Sadık şöyle buyuruyor: “Bizler sabredeniz; ama taraftarlarımız bizden daha sabırlıdır.” Ravi diyor ki ben: “Canım sana feda olsun, taraftarlarınız nasıl sizden daha sabırlı olabilir?” diye sorduğumda İmam buyurdu ki: “Biz, sabrımızın sonucunda ne kazanacağımızı biliyoruz; ama onlar sadece bize muhabbetlerinden mükâfatını bilmedikleri şeyler için (bu kadar zulme) sabrediyorlar.” (Usul-i Kâfi)

Bugünün insanı İslam’da oluşan bölünmeyi bunları bilmeden nasıl değerlendirecek? İlahiyat fakültesi mezunu çok hocayla, gençle sohbetlerim oldu, çoğunun bile daha 12 imam hadisini, Gadir-i Hum hadisini, Sefine-i Nuh hadisini, Sekaleyn hadisini,Velayet ayetini, Ehlibeyt kavramının gerçek manasını bilmediklerine hatta duymadıklarına şahit oldum. Hâl böyle olunca diğer vatandaşlar nasıl bilecek bunları? Bunlar üniversitelerde bile öğretilmiyor, anlatılmıyor. Nasıl anlatılsın ki? İbn-i Ebi’l Hadid, Şerh-i Nehcü’l Belaga adlı eserinde şöyle yazar: “Hilafet için aday olan Sa’d Bin Ubade, bir gün halifeliğin Ali’nin hakkı olduğunu kanıtlayan bir hadisi oğlu Kays’ın yanında söyler. Kays, babasına çok kızar ve “Sen, Peygamber’in hadisini kulağınla işittiğin hâlde bir de halife olmayı kendine yakıştırdın, öyle mi?” dedikten sonra “Kendime ahd ediyorum, bundan sonra seninle tek bir kelime bile konuşmayacağım.” Hâlbuki Kays’ın babasına karşı öyle saygı ve bağlılığı vardı ki dillere destandı.

İşte bu yüzden gerçekler anlatılmıyor, gizlenebildiği kadar gizleniyor, çarpıtılabildiği kadar çarpıtılıyor. Gerçekleri anlatmak isteyenler de sindirildikçe sindiriliyor, ezildikçe eziliyor; hatta hiçbir vicdanın kabul etmeyeceği iftiralara uğratılıyor, katlediliyor. Çünkü Sa’d Bin Ubade’nin oğlu Kays’ın tepkisi gibi bir tepkinin oluşmasından korkuluyor. Şu anda insanlar tarih kitaplarını okusa, hadis kitaplarını incelese, taraflı ya da tarafsız hangi gözle bakarlarsa baksınlar kesinlikle gerçeğin farkına varacaklardır. Buna en iyi örnek, koyu bir Ehlisünnet âlimi iken Irak’a yaptığı yolculuk sırasında ufku açılan ve Ehlibeytin velayetine bağlanmakla kendi deyimiyle ‘hidayete erdim’ diyen Paris Sorbon Üniversitesi Profesörü Tunuslu Muhammed Et Tiycanî Es Semavî’dir. Kendisi Allah sağlıklı uzun ömür versin hayattadır ve canlı bir örnek olarak karşımızdadır. Gerçeklerin farkına varıp velayete bağlananlara selam olsun.

En başından beri vurgulandığı gibi Ehlibeyte bağlanmak, Peygamber’in vasiyetine uyup onların izinde yürümek büyük bir sabır ve bedel isteyen imtihan ister. Ne mutlu bu imtihandan başarıyla çıkana. Allah bizleri Ehlibeytin nurlu yolundan ayırmasın.


--------------------------------------------------------

NOT: AKAD dergisi sayı 7'den alıntı yapılmıştır.
"İlmin cevherini ehlinden men etmeyin, ilmin cevherinin ehline zulmetmiş olursunuz. İlmin cevherini ehlinden olmayanlara vermeyiniz, aksi takdirde ilmin cevherine zulmetmiş olursunuz."

İmam Hz. Cafer-i Sadık (a.s)
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: Ehlibeyt'in Velayetine Girmek

Mesaj gönderen 3nokta »

İmam Muhammed Bâkır (a.s.) bakın ne güzel buyurmuştur:
“İslam beş şey üzerine kurulmuştur. Namazı dosdoğru kılmak, hacca gitmek, Ramazan ayında oruç tutmak, zekât vermek ve biz Ehlibeytin velayeti. Bunlardan ilk dördünün ruhsatı vardır; ama velayette ruhsat yoktur. Çünkü malı olmayana zekât ve hac farz olmaz, hasta olan namazını oturarak kılar ve orucunu bozabilir. Ancak velayet; sağlıklı, hasta, fakir ve zengin herkese farzdır.” (Vesailüş-Şia c:1 s:14)
Allah razı olsun.
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
alibaran
Mesajlar: 136
Kayıt: 02 Mar 2011, 21:08

Re: Ehlibeyt'in Velayetine Girmek

Mesaj gönderen alibaran »

Tüm benliğimle katılıyorum sana.Allah senden ve senin gibi insanlardan razı olsun.
Cevapla

“Ehlibeyt” sayfasına dön