Gadir-i Hum

alevisesi
Mesajlar: 241
Kayıt: 22 Ara 2006, 16:06
Konum: 12 İmam Yolcusu
İletişim:

Gadir-i Hum

Mesaj gönderen alevisesi »

Gadir-i Hum

Zilhicce ayının 18. Günü öğle üzeri Resulullah(sav) veda Haccandan dönerken Maide suresinin 67. Ayeti nazil oldu. Yüce Allah(cc) şöyle buyuruyordu: “EY PEYGAMBER SANA RABBİNDEN GÖNDERİLMİŞ OLAN EMRİ BİLDİR. BUNU YAPMAZSAN, ONUN ELÇİLİĞİNİ YAPMAMIŞ OLURSUN.”

Bu ayeti kerime yolda hareket halinde iken nazil oldu. Bu sırada hac kafilesi mekke ile Medine arasında Cuhve vadisindeki Kadiri Humm denen su birikintisinin kıyısına gelmişti. Bu bölge çeşitli bölgelere gidecek hacılar için kesişim ve ayrım noktasıydı.


Hz.Peygamber(sav) önde gidenleri çağırdı ve arkadan gelenleride bekledi. Halk tamamıylada toplanınca namaz kıldırdı. Deve hamutlarından üç basamaklı ve yüksekçe bir mimber yaptırdı. Çeşitli rivayetlere göre yüzbini aşkın müslüman toplanmıştı. Allah’a iman ve kendi peygamberliklerine şahadet edici, birlik ve beraberlikle ilgili bir konuşma yaptı ve sonunda: SİZE PAHA BİÇİLMEZ İKİ EMANET BIRAKIYORUM. BİRİSİ Allah’IN KİTABI KUR’AN DİĞERİDE BENİM EHL-İ BEYTİMDİR. BUNLARA SARILIRSANIZ ASLA SAPIKLIĞA DÜŞMEZSİNİZ. BU İKİSİNİN HESABI KIYAMET GÜNÜ SİZDEN SORULACAKTIR.”

Daha sonra peygamber Hz.Ali(as)’yi yanına alarak ellerini tutup kaldırdı, öyleki halk her ikisininde koltuklarının beyazlarını gör ve “BEN KİMİN MEVLASI İSEM ALİ ONUN MEVLASIDIR. Allah’IM ONA DOST OLANA DOST OL ONA YARDIM EDENE YARDIM ET, ONU HORLAYANI HORLA. HAKKI ONUNLA BERABER KIL” Dedi.

İşte bu tebliğden sonra ise Maide suresinin 3. Ayeti nazil oldu; “BUGÜN SİZİN DİNİNİZİ İKMAL ETTİM, NİMETİMİ TAMAMLADIM, SİZE DİN OLARAK İSLAMI SEÇTİM VE HOŞNUD OLDUM, RAZI OLDUM.”

Bu ayetten sonra ise orada bulunan müslümanların hepsi Hz.Ali(as)’yi kutladılar. Hz.Ali(as) böylece Allah(cc)’ın emriyle ve bizzat peygamber tarafından kendi yerine tayin ediliyordu. Beyat merasimi tamamlandıktan sonra peygamber(sav) şöyle buyurdu. “Allah’a şükürler ediyorum ki kendi dinini tamamladı. Kendi nimetlerini insanlara tamamladı. Benim risaletim ve benden sonra Ali’nin velayetine hoşnud oldu.”

Bu tarihi muazzam olay sadece Ehl-i Beyt kaynaklarında değil Ehli sünnet kaynaklarında da yer almaktadır. Onlardan bazılarını şöyle sıralayabiliriz.

1-İmam Fahr-i Razi “Tefsiri Bebir-i Mefahitül gayb”

2-Muhammed Bini Cüreyr “Tefsiri Kebir”

3-Ebu Davud Secistani “Süneninde”

4-İmam Ahmet Bin Hambeli “Müsnet 4.Cilt, s.281”

5-Celalettin Süyuti “Tefsiri Durr’ul mensur”

6-İbni Mace “süneninde”

Bu hadisin ayrıntılı incelemesini aşağıda sunuyoruz;

Peygamber efendimiz veda haccından dönerken gadir-i humm denen yerde tüm hacıları toplayarak onlara hitap ettiği “Veda Hutbesi” diye bilinen hutbesinden alınan aşağıdaki hadis, kaynaklarıyla aktarılmıştır.

“Peygamber size ne verdiyse onu tutun ve sizi neden sakındırdıysa ondan sakının. Allah’tan çekinip-korkun; şüphe yok ki Allah’ın azabı pek çetindir.” (Haşr-7)

Hadisin Metni:

Ey insanlar, ben ancak bir beşerim; yakındır /yakınım /şüphesiz ben zaanediyorum çağrılayım da kabul edeyim; /Rabbimin elçisi gele /bana gelede icabet edeyim /ona icabet edeyim, /ben çağrılmış da icabet etmiş gibiyim; /şüphesiz ben /ben sizin aranızda iki değerli şeyi /iki değerli şey /iki şey /halife olarak iki değerli şeyi /iki şey /ona sarıldığınız sürece /onu tuttuğunuz sürece /ona sımsıkı yapıştığınız sürece benden sonra asla sapıklığa düşmeyeceğiniz /ebedi olarak sapmayacağınız /onlara tabi olduğunuz takdirde asla sapmayacağınız bir şey bırakıyorum /bıraktım /gerçekten bıraktım /halef bıraktım /halef bırakıyorum; ve şüphesiz siz onlardan sonra asla sapmazsınız. Bunlar Allah’ın Kitabı ve Benim Itretim, Ehl-i Beytim’dir. Birisi diğerinden daha değerlidir.

Allah’ın kitabı gökten uzanmış bir iptir. /Onda nur ve hidayet /sıdk vardır. /(Bunlar) Rabbimin kitabı ve ıtretim (soyumdan olan) Ehl-i Beytimdir. /Rabbimin kitabı ve ıtretimdir ki, onlar da benim Ehl-i Beytimdir. /Ehl-i Beytim ve yakınlarımdır. /Ehl-i Beyitmdir /soyumdur /ve gerçekten o ikisi (Kevser) havuz(un)da bana gelinceye kadar asla birbirinden uzaklaşmazlar /ayrılmazlar /ayrılmayacaklar /gerçekten o ikisi daima birliktedirler, asla birbirinden ayrılmazlar. Öyleyse bakın /Öyleyse Allah’tan çekinin ve bakın bu ikisi hakkında bana nasıl halef olacaksınız /bana olan saygınızı bu ikisine karşı davranışınızda nasıl koruyacaksınız? /Öyleyse bakın, bu ikisi hakkında bana nasıl /ne ile /ne gibi şeyle kavuşacaksınız? Bilen ve Haberdar (Allah) bana haber vermiştir /beni haberdar kılmıştır ki: Bu ikisi bana kavuşuncaya kadar asla birbirinden ayrılmazlar. Rabbimden ben bunu istedim o da kabul etti. Bu yüzden asla onlardan ileriye geçmeyin ki, helak olursunuz ve onlara bir şey öğretmeye kalkışmayın; çünkü onlar sizlerden daha bilgindirler. /Öyleyse onlara sarılın ve sapıklığa düşmeyin. /Gerçekten o ikisi (Kevser) havuz(un)da bana kavuşuncaya kadar baki kalırlar. /Ben Rabbim’den o ikisini istedim, o da havuzda onları bana kavuşturacağını vaadetti. /Ben o ikisi için bunu istedim. (Cennetteki) Havuzun genişliği ise Basra ile San’a arası kadardır. O havuzda yıldızların sayısınca bardaklar var. /Gerçekten Latif ve Haberdar (Allah) bu ikisinin, Havuzda bana kavuşuncaya kadar bu iki parmağım gibi (şehadet parmağıyla orta parmağına işaret etti) asla birbirinden ayrılmayacaklarını (değişmeyen bir ahid olarak) bana bildirmiştir. /Ben sizden önce Havuza varacağım ve siz benden sonra geleceksiniz ve Havuzda bana kavuşmanız umulur. Benimle mülakat ettiğiniz zaman bıraktığım iki emanet hususunda sizden sual edeceğim /sual ederim /gerçekten ben, bana vardığınızda benden sonra Sekaleyn hususunda nasıl bana halef olduğunuzu soracağım. /Gerçekten Allah benden sual edecek ve ben de sizden soracağım: sizler bana ne söyleyeceksiniz? /Gerçekten ben, sizden önce (Kevser) havuz(un)a varacağım ve siz de bana gelip kavuşacaksınız. Öyleyse bakın, Sekaleyn (iki değerli emanet) hususunda bana nasıl halef olacaksınız?

Söyledik /söylediler /Peygamber(sav)’e denildi ki:“Sekaleyn (iki değerli emanet) nedir?”

Resulullah(sav) şöyle buyurdu: “O ikisinden biri, Allah’ın kitabıdır ki, onun bir ucu Allah’ın elindedir ve bir ucu da sizin elinizdedir. En büyük olanı /En büyük emanet /O ikisinin büyüğü /Onların birincisi /Onlardan biri Allah’ın kitabıdır ve küçük olanı /küçük sekal (değerli emanetin küçüğü) /diğeri benim ıtretim (öz soyum)dir. Öyleyse kim benim kıbleme doğru yöneliyorsa ve benim davetimi kabul ediyorsa o ikisi hakkında hayırlı tavsiyede bulunsun. /Ben size Allah’ın kitabını ve ıtretimi vasiyet ediyorum. /Size Allah’ın kitabı ve benim ıtretim yeterlidir. Onlardan birisi diğerinden büyüktür. /Gerçekten ben (kıyamette) sizlerden iki şey hakkında soracağım: Kur’an ve Ehl-i Beytim hakkında. /Ben sizin aranızda öyle bir şey bırakmışım ki, ona uysanız asla sapıklığa düşmezsiniz. /(Sizin aranızda) Öyle bir şey (bırakıyorum) ki, eğer ona yapışsanız benden sonra asla sapıklığa düşmezsiniz; bıraktığım şey biri diğerinden daha büyüktür; o yerle gök arasında olan bir bağdır. /Ben sizin aranızda kendi halefim olarak iki değerli sekal (değerli emanet) bırakıyorum: Büyük Sekal ve Küçük Sekal (Ehl-i Beyt). Büyük Sekal’e gelince... Onun bir ucu Allah’ın elinde ve diğer ucu sizlerin elindedir. O Allah’ın kitabıdır, ona uysanız asla sapıklık ve zillete düşmezsiniz /öyleyse ona sarılın ve sapıklığa düşmeyin ve onu değiştirmeyin /ona sarılın, asla yoldan kaymazsınız ve sapıklığa düşmezsiniz. Küçük Sekal’e gelince de... O benim ıtretim(Öz soyum) olan Ehl-i Beytimdir. /Biliniz ki, ve (diğeri de) benim ıtretimdir. /Ben size Ehl-i Beyt’im hususunda Allah’ı hatırlatıyorum. (Bu cümleyi iki defa veya üç defa tekrarladı.) /Gerçekten Allah (azze ve celle) bana vahyetmiştir ki, benim ruhum alınacaktır (vefat edeceğim); size bir söz söylüyorum ki, ona uysanız kurtuluşa erersiniz, eğer onu bırakırsanız helak olursunuz. Gerçekten benim Ehl-i Beytim ve Itretim, benim yanımda özel mevkiye sahip olan yakınlarımdırlar ve gerçekten siz Sekaleyn (iki değerli emanet hususunda sorguya çekileceksiniz; o ikisi Allah’ın kitabı ve benim ıtretimdir. Eğer o ikisine uysanız, asla sapıklığa düşmezsiniz. /Gerçekten siz o ikisine uyduğunuz ve sarıldığınız müddetçe asla sapıklığa düşmezsiniz. /Gerçekten ben sizin aranızda Allah’ın kitabını ve ıtretim olan Ehl-i Beyt’imi bırakıyorum; o ikisi benden sonra iki halifemdirler; biri diğerinden daha büyüktür. Gerçekten ben sizin aranızda iki değerli şey bırakıyorum: Allah’ın kitabını ve ıtretimi. Öyleyse onlara sarılın, çünkü o ikisi kıyamete kadar kopmayacak iki iptirler.”

Yine buyurmuştur ki:

“Ey insanlar, yakında ruhum alınacak ve rabbime gideceğim. Sizlere üzerimde olan vazifenin kalması için bir şey söyleyeceğim. Bilin ki: Ben Rabbimin kitabını ve ıtretim olan Ehl-i Beytimi aranızda bırakıyorum.” Sonrada Ali(as)’ın elinden tutarak şöyle dedi: “Ali Kur’an iledir ve Kur’an da Ali iledir. Kevser havuzunda yanıma gelinceye dek asla birbirlerinden ayrılmazlar. Bunlardan istediğinizi sorun.”

Elbette hadisin diğer bölümlerinde (asıl manaya zarar vermeyecek) lafız yönünden bazı farklılıklar mevcuttur. Biz hadisin metni bölümünde bu farklılıklara işaret ettik.

Bu hadisi eski yeni birçok büyük alim sahih, sünen, müsned, siyer, tarih, tefsir, lügat ve benzeri kitaplarda nakletmişlerdir(tahric etmişlerdir). Örneğin:

1-Sahih-i Müslüm (C.7, S.122)

2-Sünen-i Tirmizi (C.2, S.307)

3-Sünen-i Daremi (C.2, S.432)

4-Müsned-i Ahmed b.Hanbel (C.3, S.14-17 ve 26-59 ve C.4, S.336-371 ve C.5, S.182-189)

5-Hasais-un Nesai (S.30)

6-Müstedrek-ül Hakim(C.3, S.109-148-533)

7-Hafız Genci eş-Şafii, Kifayet-ut Talib’de (1.Bab, S.11’de, Hum olarak anılan bir yerde Peygamber (sav)’in okuduğu hutbenin sıhhatinin beyanında) hadisi naklettikten sonra şöyle demiştir: “Bu hadisi müslim Sahih’inde tahric etmiştir. Ebu Davud ve İbn-i Mace el-kazvini de kitaplarında nakletmişlerdir. Keza (61.Bab, S.130 da)”

8-Muhammed b.Sa’d el-Basri, Tabakat Kitabında, (4.Cüz, S.8’de)

9-Ebu Nueym el-İsfahani, Hulyet-ul Evliya adlı kitabında, (C.1, S.355)

10-İbn-i Esir, Üsd-ül Gabe adlı kitabında (C.2, S.12 ve C.3, S.147)

11-İbn-i Abdi Rabbih Kurtubi, İkd-ul Ferid kitabında (C.2, Veda haccı, S.346 ve 158)

12-İbn-i Abdi Rabbih Kurtubi, İkd-ul Ferid kitabında (12.bab, S.332) dedesinin: “Ebu Davud ve Tirmizi bu hadisi sünenlerinde senediyle zikretmişler ve keza Rezin de el-Cem’u Beyn’es-Sahiheyn’de zikretmiştir.” Dediğini nakletmiş ve demiştir ki: “İlginç doğrusu, Müslim’in Sahih’inde Zeyd b.Erkam’dan naklettiği hadis nedense dedemin gözünden kaçmıştır.”

13-Nuruddin Halebi Şafii, İnsan-ul Uyun’da (C.3, S.308’de)

14-Ahmed b.Abdullah Taberi, Zehair-ul Ukba’da (S.16)

15-Aziz eş-Şafii, es-Sirac-ul Munir Fi Şerh-il Cami-is Sağir kitabında (C.1, S.321)

16-Ve Şeyh Muhammed Hanefi aynı eserin hamişinde.

17-İbn-i Sabbağ-i Maliki, el-Fusul-ül Muhimme’de (S.24’de)

18-Şehabuddin Haffaci Nesim-ur Riyaz adlı kitabında (C.3, S.410) ve hamişinde basılan Ali Karin’in Şerh-uş Şifa’sında.

19-Ali Muttaki, Ahmed b.Hanbel’in Müsned’inin hamişinde basılan Müntahab-i Kenz-il Ummal’ında, (C.1, S.96-101 ve C.2, S.390ve C.5, S.95)

20-Şa’lebi, el-Keşf-u el-Beyan’da (“İ’tisam” ayeti ile “Eyyuhe-s Sekalan” ayetinin tefsirinde)

21-İmam Fahruddin-i Razi, “İ’tisam” ayetinin tefsirinde (C.3, S.18)

22-Nezzam-i Nişaburi, “İ’tişam” ayetinin tefsirinde (C.1, S.349)

23-El-Hazin tefsirinde (“İ’tişam”, “Meveddet” ve “Eyyuhe-s Sekalan” ayetleriyle ilgili olarak, S.257, 94 ve 212)

24-İbn-i Kesir Dimeşki, “Meveddet” ayetinin tefsirinde (C.4, S.113) ve “Tahtir” ayetinin tefsirinde (C.3, S.485)

25-İbn-i Kesir Dimeşki, Tarih’inde (C.5-6, Gadir hadisinin zımmında)

26-Hüseyn Kaşifi, el-Muvab’ul Aliyye’de “Eyyuhe-s Sekalan” ayetinin tefsirinde ve İbn-i Esir el-Cezeri, en-Nihaye adlı kitabında (C.1)

27-Suyutu, ed-Dürr-ün Nesir’de (S.155)

28-Cemaluddin Afrik-i Mısri, Lisan’ul Arab’da (C.6, “Itret” lügatında ve C.13 “Segal” ve “Habl” lügatında)

29-Mecduddin eş-Şirazi Kamus’unda (“Segal” kelimesinde)

30-Murteza Zübeydi, Tac-ul Arus Kitabında (C.7, “Segal” kelimesinde)

31-Abdurrahim Safipuri Münteb-el Ereb adlı kitabında (“Segal” kelimesinde)

32-İbn-i Ebi-lHadid’il Mutezili, Şerh-u Nehc-ül Belaga’da (C.6, “Itret” kelimesinin manasında)

33-AbdulhakDehlevi Medaric-ün Nübüvve’de (S,520)

34-Muhammed Salih Tirmizi Keşfi, Menakib-ul Murtezaviyye (S.96,97,100,472)

35-Miftah-u Kunuz-isSünne, C.2, S.448)

36-İmam Beğevi eş-Şafii, Mesabih-us Sünne’de (C.2, S.205-206)

37-İbn-i Hacer Savaik’te (S.75-87-99-139)

38-Şeblenci, Nur-ul Ebsar’ın hamişinde (S.110)

39-Süleyman b.İbrahim Belhi el-Hanefi, Yebani-ul Mevedde kitabında (S.18,25,30,32,34,95,115,126,199,230,238 ve301)

30-Allame Şems Seyyid Mir Hamid Hüseyn el-Hindi, 200’den fazla büyük ehl-i sünnet alimlerinden nakletmiştir. Ve hakeza otuzdan fazla erkek ve kadın sahabeden nakletmiştir ki, hepsi de bu hadisi Resulullah’dan(sav) çeşitli tabirlerle nakletmişlerdir.

Süleyman ibn-i İbrahim el-Belhi el-Hanefi “Yenabi-ul Mevedde” kitabında, şerif semhudi el-Mısri’nin “Cevahir-ul Akdeyn” kitabından naklen şöyle demektedir: “Bu hadis yirmiden fazla sahabeden nakledilmiştir.” Şemsüddin es-Sahavi “İsticlab” adlı kitabında bu hadisi Ebu Said el-Hudri ve Zeyd ibn-i Erkan’dan nakletmiş ve şöyle demiştir: “Bu hadisi nakledenler arasında şunlar vardır. Cabir, Huzeyfe ibn-i Useyd, Huzeyme ibn-i Sabit, Sehl ibn-i Sa’d, Zumeyre, Amir ibn-i Leyla, Abdurrahman ibn-i Avf, Abdullah ibn-i Abbas, Abdullah ibn-i Ömer, Adiyy ibn-i Hatem, Ukbe ibn-i Amir, Ali ibn-i Ebu Talib(as), Ebuzer, Ebu Rafi, Ebu Şureyh el-Huzai, Ebu Kuddame el-Ensari, Ebu Hureyre, Ebu-l Haysem ibn-i Teyhan, Kureyş’ten bazıları, Ümmü Seleme ve Ümmü Haniye bint-i Ebi Talib(Rızvanu’llah-ı aleyhim)”

Seyyid mir Hamid Hüseyin el-Hindi “Abekat” adlı kitabında Şemsüddin es-Sahavi’nin bu sözünü naklettikten sonra şöyle demiştir:

“Bu hadisi şu sahabiler nakletmiştir: Ali ibn-i Ebi Talib(as), Hasan ibn-i Ali el-Mücteba(as), Selman-i Farsi, Ebuzer-i Gıfari, ibn-i Abbas, Ebu Said, Cabir ibn-i Yemani, Ebu Rafi, Huzeyfe ibn-i Useyd el-Gıfari, Huzeyme ibn-i Sabit Züşşehadeteyn, Zeyd ibn-i Sabit, Ebu Hureyre, Abdullah ibn-i Hanteb, Cübeyr ibn-i Mat’am, Bera ibn-i Azib, Enes ibn-i Malik, Talha ibn-i Ubeydullah et-Temimi, Abdurrahman ibn-i Avf, Sa’d ibn-i Ebi Vakkas, Amr ibn-i As, Sehl ibn-i Sa’d, Adiyy ibn-i Hatem, Ukbe ibn-i Amir, Ebu Eyyub el-Ensari, Ebu Şureyh el-Huzai, Ebu Kuddame el-Ensari, Ebu leyla el-Ensari, Zumeyre el-Eslemi, Amir ibn-i Leyla ibn-i Zamre, Hz.Fatıma(as), Ümmü Seleme ve Ümmü Hani. Bu hadisin adı geçen sahabeler tarafından nakledildiğinin delili ve kaynağı ise önceden zikrettiğimiz kaynakların yanı sıra merhum Mir Hamid Hüseyn Hindi’nin, “Abekat” kitabı “Sekaleyn Hadisi” bölümünün 1.Cildinde her asrın çok sayıda ehl-i sünnet alimlerinden naklettiği rivayetlerdir.

İkinci Yüzyıl

Hicretin ikinci yüzyılı alimleri arasında şunlar vardır:

1-Said b.Mesruk (126)

2-Süleyman b.Mihran (A’maş ismiyle meşhurdur)(146-147)

3-Muhammed b.İshak b.Yesar el-Medeni (151)

4-Utbe b.Mes’ud el-Kufi el-Mes’udi(199)

5-Abdullah b.Numeyr el-Hemedani(1999)

Ve bu asrın sayısı on yediyi bulan diğer alimleri.

Üçüncü Yüzyıl

Üçüncü yüzyılın alimleri arasında şunlar vardır:

1-Ebu Amir Abdulmalik b.Amr-il Akdi (204)

2-Ebubekir Abdullah b.Muhammed (Ebi Şeybe diye tanınmaktadır)

3-Ahmed b.Muhammed b.Hanbel eş-Şeybani (241)

4-Ebu Muhammed Abdullah b.Abdurrahman-i Daremi (255)

5-Müslim b.el-Haccac en-Nişaburi (261)

6-Ebu isa Muhammed b.İsa b.Sure et-Tirmizi (279)

Ve bu asrın otuz beşe ulaşan birçok büyük alimleri.

Dördüncü Yüzyıl

Dördüncü yüzyılın alimleri arasında şunlar vardır:

1-Ebu Cafer Muhammed b.Cerir et-Taberi (310)

2-Ebu Ömer Ahmed b.Abdullah-i Kurtubi (328)

3-Ebu-l Abbas Ahmed b.Muhammed b.Said (İbn-i Ukbe diye tanınır)(332)

4-Ebu Mansur Muhammed b.Ahmed b.Talha el-Ezheri el-Lugevi (370)

5-Ebu-l Hasan Ali b.Ömer b.Ahmed Darekutni (389)

Ve sayıları yirmi bire ulaşan bu asrın birçok alimleri.

Beşinci Yüzyıl

Beşinci yüzyılın alimleri arasında şunlar vardır:

1-Ebu Abdullah Muhammed b.Abdullah el-Hakim en-Nişaburi (405)

2-Ebu İshak Ahmed b.Muhammed b.İbrahim es-Salebi (437)

3-Ebu Naim Ahmed b.Abdullah el-Bagdadi (488)

4-Ebu-l Hasan Ali b.Muhammed b.Tayyib el-Celali (İbn-ül Megazili diye tanınır) (483)

Ve sayıları on üçe ulaşan bu asrın büyük alimleri.

Altıncı Yüzyıl

Altıncı yüzyılın alimleri arasında şunlar vardır:

1-Ebu Muhammed Hüseyin Mes’ud el-Ferra el-Begevi (Muhyi’s-Sünnet diye tanınır) (516)

2-Ebu-l Berakat Abdulvahhab b.Mübarek b.Ahmed el-Enmati el-Bagdadi (567)

3-Ebu-l Mueyyed Muvaffak b.ahmed el-Mekki (Ahtab-ı Harezm diye tanınır) (571)

4-Ebu-l Kasım Ali b.Hüseyin b.Hibetullah (İbn-i Asakir diye tanınır)(571)

5-Siracuddin Ebu Muhammed Ali b.Osman b.Muhammed el-Evsi el-Fergani el-Hanefi (569)

Ve sayıları on üçe ulaşan bu asrın birçok büyük alimleri.

Yedinci Yüzyıl

Yedinci yüzyılın alimleri arasında şunlar vardır:

1-Mübarek b.Muhammed b.Muhammed b.Abdulkerim (İbn-i Esir-i Cezeri diye tanınır) (606)

2-Ebul Hasan Ali b.Muhammed b.Muhammed b.Abdulkerim (İbn-i Esir-i Cezeri diye tanınır) (630)

3-Ziyauddin Muhammed b.Abdulvahid el-Makdisi el-Hanbeli (643)

4-Nizameddin Hasan b.Muhammed b.Hüseyin el-Kummi en-Nişaburi (Nizam-ul A’rec diye tanınır)

Ve sayıları on altıya ulaşan bu asrın birçok büyük alimleri.

Sekinci Yüzyıl

Sekizinci yüzyılın alimleri arasında şunlar vardır:

1-Sadruddin Ebu-l Mecami İbrahim b.Muhammed b.Mueyyed el-Hamvi (722)

2-Alauddin Ali b.Muhammed b.İbrahim el-Bagdadi (Hazin diye tanınır) (741)

3-Şemsuddin Ebu Abdullah Muhammed b.Ahmed ez-Zehebi (748)

4-İsmail b.Kesir ed-Dimeşki (776)

5-sa’duddin Mesud b.Ömer et-Teftazani (791)

Ve sayıları on altıya ulaşan bu asrın birçok büyük alimleri.

Dokuzuncu Yüzyıl

Dokuzuncu yüzyılın alimleri arasında şunlar vardır:

1- Mecdüddin Muhammed b.Yakub el-Firuzabadi eş-Şirazi (817)

2-Muhammed b.Mahmud el-Hafizi el-Buhari (Hace Parsa diye tanınır) (822)

3-Melik-ul Ulema Şehabüddin-i Devletabadi (849)

Ve sayıları beşe ulaşan bu asrın birçok büyük alimleri.

Onuncu Yüzyıl

Onuncu yüzyılın alimleri arasında şunlar vardır:

1-Celaluddin Abdurrahman b.Ebu Bekir es-Suyuti (-911)

2-Nuriddin Ali b.Abdullah es-Semhudi (911)

3-Şemsuddin Muhammed el-Alkami (929)

4-Şehabuddin Ahmed b.Muhammed b.Ali b.Hacer el-Heysemi el-Mekki (974)

5-Muhammed Tahir el-Fiteni el-Kecerati (986)

Ve sayıları on yediye ulaşan bu asrın birçok büyük alimleri.

Onbirinci Yüzyıl

Onbirinci yüzyılın alimleri arasında şunlar vardır:

1-Ali b.Sultan Muhammed (Ali el-Karidiye tanınır) (1014)

2-Abdurrauf b.Tac-ul Arifin el-Menavi (1031)

3-Nuruddin Ali b.İbrahim b.Ahmed

4-Ahmed b.Fazl b.Muhammed-i Baksir el-Mekki (1047)

5-Şehabuddin Ahmed b.Muhammed b.Ömer el-Mısri el-Hanefi (1047)

Ve sayıları on bire ulaşan bu asrın birçok büyük alimleri.

Onikinici yüzyıl

Onikinci yüzyılın alimleri arasında şunlar vardır:

1-Ahmed Efendi (Müneccimbaşıdiye tanınır) (1113)

2-Muhammed b.Abdulbaki b.Yusuf el-Ezheri ez-Zerkani el-Maliki (1112)

3-Veliyyiddin Abdurrahman ed-Dehlevi (1174)

4-Muhammed b.İsmail el-Emir-ül Yemani es-San’ani (1182)

5-Muhammed b.Ali es-Saban

Ve sayıları on üçe ulaşan bu asrın birçok büyük alimleri.

Onüçüncü Yüzyıl

Onüçünçü yüzyılın alimleri arasında şunlar vardır:

1-Muhammed Mubin b.Muhibullah-il Luknowi (1202)

2-Veliyyullah b.Habibullah-il Luknowi

3-Reşiduddin Handehlevi

4-Süleyman b.İbrahim (Hace Kelan el-Hüseyni el-Belhi el-Hanefi diye tanınır)

5-El-Mevlevi Sıddık Hasan Han.

Ve sayıları ona ulaşan bu asrın birçok büyük alimleri.

Yine “Akebat” kitabı “Sekaleyn Hadisi” bölümünün 2.Cildinde bu hadisi, değişik tarikler ve çeşitli ibaretlerle Zeyd ibn-i Erkam’dan rivayet eden ikinci yüzyıl ila onüçüncü yüzyıl arasında yaşamış olan yüzü aşkın ehl-i sünnet alimlerinden nakletmiştir.
Musa Özateş
Mesajlar: 1205
Kayıt: 17 Mar 2007, 01:17

Gönderilmiş yazılar

Mesaj gönderen Musa Özateş »

GADİRİ HUM OLAYI NEYDİ?


Resulullah (sav) Hicretin onuncu yılında hacca gitmeyi kararlaştırmıştı. Bu kararı açıkladığında, Resulullah ile birlikte hacca gitmek için Medine’ye çok sayıda insan geldi. Bu hacca “Haccet-ül Veda” “Haccet-ül İslam” “Haccet-ül Belağ” “Haccet-ül Kemal” ve “Haccet-üt Tamam” da denilmektedir.

Resulullah (sav) gusledip, saçlarına yağ sürerek taradıktan sonra, iki çöl elbisesiyle Zilhicce ayından beş-altı gün önce Cumartesi günü (İzar ve Ridayla) Medine’den yola çıktı. Resulullah (sav) Medine’den çıktığında onunla birlikte eşleri, Ehl-i Beyti, Muhacir, Ensar ve diğer Arap kabilelerinden büyük bir topluluk da yola çıktı.

Resulullah (sav) Medine’den yola çıktığı o günlerde Medine halkından bir çok kimse çiçek veya kızamık hastalığına yakalanmıştı. Bu yüzden birçok insan Resulullah (sav) ile Hacca gitmek şerefine erişemediler. Buna rağmen çok büyük bir insan topluluğu onunla beraber Medine’den hareket etti.

Bazıları Resulullah’la birlikte hareket edenlerin sayılarının 90 bin kişi, bazıları 114 bin kişi, bazıları 120 bin kişi, bazıları 124 bin kişi, bazıları da bundan daha fazla olduğunu yazmışlardır. Bunlar Hz. Peygamberle birlikte hareket edenlerin sayısı olup Mekke’de olanlar, Yemen’den Hz. Ali (a.s) ve Ebu Musa ile gelenler de onlara eklenirse o zaman hacıların sayısı bu rakamların çok üzerinde olacaktır.

Resulullah (sav) pazar günü sabahleyin “Yelemlem”e vardı, sonra hareket edip akşam yemeğini “Şeref-us Seyale”de yedi, akşam ve yatsı namazını da orada kıldı. Daha sonra (oradan hareket edip) sabah namazını “Irkuz Zabye”de kıldı. Sonra “Revha”ya indi. Daha sonra Revha’dan hareket edip ikindi namazını “Munsaref”te kıldı. Oradan da hareket edip akşam ve yatsı namazını “Muteaşşa”da kıldı ve akşam yemeğini de orada yedi. Yine oradan hareket edip, sabah namazını “Esabe”de kıldı. Salı gününün sabahı “Arc”a (Akabet-ul Cuhfe’ye) vardı; orada deve kemiyi ile boynundan kan aldırdı. Çarşamba günü “Sekya”ya vardı, sabah namazını “Ebva”da kıldı. Sonra oradan hareket edip Cuma günü “Cuhfe”ye vardı. Oradan da “Kadid”e ulaştı ve cumartesi gününü orada istirahatla geçirdi. Pazar günü “Usfan”da idi. Sonra oradan hareket edip “Gamim”e vardı; Gamim’de yayalar sıraya geçip yürümekten dolayı Peygambere şikayette bulundular. Resulullah (sav) onlara, “süratle yürüyün” buyurdular. Onlar da böyle yaparak rahatladılar. Pazartesi günü “Merr-uz Zahran”a vardılar. İkindiyi orada geçirerek akşamleyin “Seref”e ulaştılar. Akşam namazını kılmadan Mekke’ye ulaştılar. Geceyi Mekke girişindeki dağın arasında geçirdiler ve salı günü sabahleyin Mekke’ye girdiler.

Resulullah (sav) hac amellerini yaptıktan sonra, Mekke’ye geldiği insanlarla Medine’ye geri dönerlerken, Medine, Mısır ve Iraklıların yol ayrımı olan Gadir-i Hum’a ulaştıklarında, Cebrail şu ayeti indirdi: “Ey Peygamber, Rabbi’nden sana indirileni tebliğ et. Eğer (bu görevini) yapmayacak olursan, O’nun elçiliğini tebliğ etmemiş olursun. Allah seni insanlardan koruyacaktır ...”

Allah-u Teala bu ayetle, Resulullah’ın (sav), Hz. Ali (a.s)’ı imam olarak halka tanıtmasını ve velayet hakkında nazil olanı, onlara tebliğ etmesini emretti ve ona itaat etmeyi herkese farz kıldı. Bu olay Zilhiccenin 18. Günü vuku buldu.

Hacdan dönenlerden ilk grup Cuhfe’ye yaklaştığında Resulullah (sav) önde gidenlerin geri dönmesini ve geride kalanların da bu bölgede onlara ulaşmasını emretti. O bölgede bulunan, birbirine yakın beş büyük ağacın altında oturmaktan onları sakındırdı; bu ağaçların altını temizletti, öğle namazı için ezan okundu, daha sonra Resulullah (sav) halkla birlikte o ağaçların altında namaz kıldı.

Hava çok sıcaktı; insanlar sıcaktan abalarının yarısını başlarına çekip, yarısını da ayaklarının altına seriyorlardı. Semure denen ağacın üzerine elbise vb. şeyleri atarak Resulullah (sav) için gölgelik yaptılar.

Resulullah (sav) namazını bitirdikten sonra cemaatın ortasında, deve semerleri üzerine çıkarakherkesin duyacağı şekilde yüksek bir sesle şöyle buyurdular:

“Bütün övgüler Allah’a mahsustur; O’ndan yardım diliyor, O’na iman ediyor, Ona güveniyoruz. Nefsimizin şerlerinden, kötü amellerimizden Allah’a sığınıyoruz. Sapan kimseyi O’ndan başka kimse hidayet edemez; O’nun hidayet ettiğini ise kimse saptıramaz. Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in Onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet ediyorum.”

Ve Sonra:

“Ey insanlar! Latif ve Habir olan Allah bana haber verdi ki, hiçbir Peygamber, kendisinden önceki peygamberin ömrünün yarısından fazla yaşamamıştır; ben yakında Rabbimin davetine icabet edeceğim. Ben sorumluyum, siz de sorumlusunuz. O halde siz ne düşünüyorsunuz?”

Halk: “Biz senin tebliğ ettiğine, nasihatta bulunduğuna, çaba sarf ettiğine tanıklık ediyoruz. Allah sana mükafat versin.”

Resulullah: “Allah’tan başka ilah olmadığına, Muhammed’in O’nun kulu ve elçisi olduğuna, cennet ve cehenneminin hak olduğuna, kıyamet gününün geleceğine ve kabirde olanların dirileceğine şehadet ediyor musunuz?”

Halk: “Evet buna şehadet ediyoruz.”

Resulullah: “Allah’ım şahit ol.”

Yine Resulullah: “Ey insanlar! İşitiyor musunuz?”

Halk: “Evet işitiyoruz.”

Resulullah: “Ben sizden önce (Kevser) havuzun başına gideceğim, siz orada benim yanıma geleceksiniz. O havuzun genişliği “San’a” ve “Busra” arası kadardır. O havuzda, yıldızlar sayısında kadehler vardır. Benden sonra sekaleyn hakkında nasıl davranacağınıza bakın.”

Halktan birisi: “Ya Resulullah, sekaleyn nedir?”

Resulullah: “Değerli büyük emanet: Allah’ın kitabıdır; bir tarafı Allah’ın elindedir, diğer tarafı ise sizin elinizdedir. Ona sımsıkı sarılın, sapmayın. Değerli küçük emanet ise: Ehl-i Beyt’imdir. Allah-u Teala bana bildirdi ki, onlar havuzun başında bana ulaşıncaya kadar birbirlerinden ayrılmayacaklardır. Bunların birbirinden ayrılmamasını ben de Rabbimden istedim. Onlardan ne öne geçin ve ne de geride kalın; çünkü helak olursunuz.”

Resulullah (sav) daha sonra Hz. Ali (a.s)’ın elini tutup her ikisinin koltuk altları görülecek kadar kolunu yukarıya kaldırdı. Herkes onu görüp tanıdı; sonra şöyle buyurdu:

“Ey İnsanlar! Mü’minlerin kendilerinden, onlara daha evla kimdir?”

Halk: “Allah ve Resulü daha iyi bilir.”

Resulullah: “Allah-u Teala benim mevlamdır, ben de mü’minlerin mevlasıyım; ben onlara kendilerinden daha evlayım. Öyleyse ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır.” Resulullah bu cümleyi üç defa tekrarladı. (Hanbeli’lerin imamı Ahmed b. Hanbel’e göre, dört defa tekrarlamıştır.) Daha sonra şöyle buyurdular: “Allah’ım, onunla dost olana dost, ona düşman olana düşman ol; onu seveni sev, ona buğzedene buğzet; ona yardım edene yardım et, ondan yardımını esirgeyenden yardımını esirge; o nereye dönerse hakkı onunla döndür. Biliniz ki, bu sözleri hazır olanlar hazır olmayanlara bildirmelidirler.”

Halk henüz dağılmadan Allah-u Teala şu ayeti indirdi: “Bu gün dininizi kemale erdirdim, nimetimi size tamamladım ve din olarak İslam’ı size beğendim.”

Bunun üzerine Resulullah (sav) şöyle buyurdular: “Allah-u Ekber! Din kemale erdi, nimet tamamlandı, Allah benim risaletime ve benden sonra Ali’nin velayetine razı oldu.”

Daha sonra orada bulunan insanlar Hz. Ali (a.s)’ı tebrik etmeye ve kutlamaya başladılar. Ebu Bekir ve Ömer, Hz. Ali (a.s)’ı ilk kutlayan kimselerdendirler. Onlardan her biri; “Bu makam sana kutlu olsun ey Ebu Talibin oğlu! Sen, her mü’min erkek ve kadının mevlası oldun” diyorlardı.

İbn-i Abbas da; “Vallahi bu velayet herkesin üzerine farz oldu.” dedi.

Hassan da şöyle dedi: “Ya Resulullah! Bana izin ver de Ali hakkında, halkın duyması için bazı beyitler okuyayım.”

Resulullah (sav) buyurdular: “Allah’ın bereketi üzerine söyle”

Hassan ayağa kalkıp şöyle dedi: “Ey Kureyş’in büyükleri! Peygamber (sav)’in huzurunda mezkur velayet hakkında şöyle diyorum:

Hum’da Gadir günü Peygamberleri onlara sesleniyor.

Herkesin duyacağı şekilde yüksek bir sesle.

Bu anlatılanlar, Gadir olayı hakkında özet bir bilgidir; tafsilatı ise ileride gelecektir. Bütün ümmet bunda ittifak etmiştir ve İslam tarihinde bundan başka bir Gadir olayı yoktur. Gadir olayı denince bu konu akla gelir. Gadir-i Hum denince de, Cuhfe yakınlarındaki meşhur ve tanınan yer hatırlanır ve araştırmacılardan hiç kimse Gadir-i Hum olarak ondan başka bir yer tanımazlar.
Musa Özateş
Mesajlar: 1205
Kayıt: 17 Mar 2007, 01:17

Ayetin Tefsiri

Mesaj gönderen Musa Özateş »

GADİRİ HUM AYETİNİN TEFSİRİ

"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın, benden korkun." Bu ayet, bulunduğu yer ve içerdiği anlama açıklık getirme açısından ilginçtir. Çünkü ayetin baş tarafını yani, "Size (şunlar) haram kılındı: Leş, kan, domuz eti... Bunlar yoldan çıkmaktır." kısmını incelediğin ve buna son kısmını, yani "O hâlde kim (istekle) günaha yönelmeden açlık hâlinde dara düşerse, (bunlardan yiyebilir; çünkü) hiç şüphesiz Allah, bağışlayan ve esirgeyendir." ifadesini eklediğin zaman, bunun eksiksiz bir ifade olduğunu görürsün; anlamının tamamlığının ve maksadının anlaşılırlığının, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir..." ifadesine bağlı olmadığını gözlemlersin ve bu ifadenin tam bir ayet olduğunu, daha önce nazil olan En'âm, Nahl ve Bakara surelerinde haram yiyecekleri açıklayan ayetlere benzediğini görürsün. Örneğin, Bakara suresindeki ilgili ayette şöyle buyruluyor:

"Allah size leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkası adına kesileni kesin olarak haram kıldı. Ama kim zulmetmeden ve sınırı aşmadan mecbur kalırsa, ona bir günah yoktur. Çünkü, Allah bağışlayandır, esirgeyendir." (Bakara, 173) En'âm ve Nahl surelerindeki ilgili ayetler de bunun benzeridir.

Buradan şu sonuç çıkıyor: "Bugün inkâr edenler... umudu kesmişlerdir..." ifadesi, bir ara söz niteliğindedir ve ayetin ortasına yerleştirilmiştir. Ayetin kanıtsallık ve açıklık bakımından bu ara söze bağlılığı yoktur. Artık bundan sonra dilersek şunu söyleyebiliriz: Bu ara söz, ilk baştan bu ayetin ortasında nazil olmuştur ve indiği andan itibaren bu ayetle birlikte inmiştir. Ya da şöyle diyebiliriz: Bunlar iki ayrı ayettiler ve farklı zamanlarda nazil olmuşlardı. Birini diğerinin ortasına yerleştirmeyi Hz. Peygamber (s.a.a) vahiy katiplerine emretti. Ya da şöyle deriz: Bu ifade, ayetin geneliyle aynı zamanda inmediği hâlde, Mushaf'ın cemi esnasında ayetin bir parçası olarak yazıldı. Bu ihtimallerin hangisi doğru olursa olsun, "ayetin başı ile son kısmını birlikte mütalâa ettiğimiz zaman, ifade bir ara söz gibi belirginleşiyor" şeklindeki değerlendirmemiz üzerinde bir etkisi söz konusu olmaz.

Bu çıkarsamamızı destekleyen bir diğer husus da, -büyük bir yekûn tutan rivayetlerin tamamı olmasa bile- nüzul sebebine ilişkin rivayetlerin büyük bir kısmının özel olarak, "Bugün inkâr edenler..." ifadesini esas almaları ve ayetin aslını yani, "Size (şunlar) haram kılındı..." diye başlayan kısmını esas almamalarıdır. Buradan şu sonuç çıkıyor: "Bugün... umudu kesmişlerdir..." kısmı, ayetin başından ve sonundan ayrı ve bağımsız olarak nazil olmuştur. Bu ifadenin, ayetin ortasında yer alması ya Peygamberimizin (s.a.a) direktifleriyle ya da Mushaf'ın cemi esnasında gerçekleşmiştir.

ed-Dürr-ül Mensûr tefsirinde, Abd b. Hamid kanalıyla Şa'bi'den aktarılan rivayet de bu yaklaşımı destekler mahiyettedir: "Peygamberimiz (s.a.a) Arefe'de bulunduğu sırada ona şu ayet indi: 'Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım.' Bazı ayetler Peygamberin (s.a.a) ilgisini çektiğinde onu surenin baş tarafında koyardı." Daha sonra Şa'bî şöyle ekledi: "Ona hac ibadetlerini nasıl yapacağını Cebrail öğretiyordu."

Öte yandan, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir." cümlesi ile, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." cümlesi, içerik bakımından birbirine yakındır ve anlam itibariyle birbiriyle irtibatlı oldukları da kuşku götürmez. Çünkü kâfirlerin Müslümanların dinlerinden umudu kesmiş olmaları ile Müslümanların dinlerinin olgunlaştırılmış, kemale erdirilmiş olması arasındaki bağıntı açıktır. Ayrıca her iki cümlenin içerikleri iç içe geçebilir ve parçaları birbiriyle ilintili, birbiriyle bütünleşmiş tek bir içerik hâline gelebilir. Kaldı ki, iki cümle arasında belirgin bir akış birliği de göze çarpmaktadır.

Bunu destekleyen bir diğer unsur da sahabe ve tâbiin kuşaklarının ilk ve son dönem müfessirleri ile sonradan gelen tefsir bilginlerinden günümüze kadar ortaya çıkan tefsir âlimlerinin bu iki cümleyi birbirini bütünleyen bitişik iki cümle olarak ele almalarıdır. Bunun tek nedeni, söz konusu iki cümleden bizim anladığımız şeyi anlamış olmaları, iki cümlenin birlikte indiğini ve aynı anlama delâlet etme noktasında birleşmelerini esas almış olmalarıdır.

Bundan da şu sonuç çıkar: Ayetin akışı içinde bir ara söz olarak yer alan, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir... din olarak İslâm'a razı oldum." ifadesi, parçaları birbiriyle bütünlük arz eden tek bir sözdür ve tek bir hedefi vurgulamaya yöneliktir. Arada bir farklılık olmaksızın iki cümle bütünlük içinde bu hedefe işaret etmektedir. Bu açıdan, bu iki cümleyi de içeren ayetle irtibatlı olduğunu söyleyip söylememiz arasında herhangi bir fark yoktur. Çünkü bu, söz konusu ifadenin bir söz oluşunu olumsuz yönde etkilemez. Bu bir ara sözdür. İki ayrı hedefe yönelik iki ayrı söz değil. Yine, "Bugün inkâr edenler..." ve "Bugün sizin dininizi..." ifadelerinde tekrarlanan "gün"le, kâfirlerin umut kestikleri ve dinin olgunlaştığı bir tek gün kastediliyor.

Acaba, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın." ifadesinde geçen "gün"le ne kastediliyor? Peygamberin (s.a.a) gönderilişi ve davete başlaması ile birlikte İslâm'ın ortaya çıkış zamanı mı? Bu durumda şöyle bir anlam elde etmiş oluruz: "Allah size İslâm'ı gönderdi. Böylece dininizi olgunlaştırdı, üzerinizdeki nimeti tamamladı ve kâfirleri sizin dininizden umutsuz kıldı."

Fakat böyle bir sonuç elde etmenin imkânı yoktur. Çünkü ayetin zahirî akışı gösteriyor ki, onların bir dinleri vardı ve kâfirler bu dini yok etmeyi veya değiştirmeyi umuyorlardı. Müslümanlar da dinlerinden dolayı onlardan korkuyorlardı. Ancak şimdi yüce Allah, kâfirleri beklentileri noktasında umutsuzluğa düşürdü ve Müslümanlara bu açıdan güvence verdi. Yine anlaşılıyor ki, bu güne kadar din eksikti, Allah onu kemale erdirdi ve üzerinizdeki nimetini tamamladı. Oysa, onların İslâm'dan önce bir dinleri yoktu ki, kâfirler onu yok etmeyi kursunlar ya da yüce Allah onu kemale erdirsin, böylece üzerlerindeki nimetini tamamlasın.

Kaldı ki, yukarı da ileri sürülen bir anlam elde etmek için, ifadenin akışında bir değişikliğin yapılması ve "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ifadesinin, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir." ifadesinden önce yer alması gerekir ki, söz dizimi böyle bir anlama uygun hâle gelsin.

Acaba "gün"den maksat, Mekke fethinden sonraki dönem midir? Ki yüce Allah o gün Kureyş müşriklerinin plânlarını boşa çıkarmış, tuzaklarını başlarına geçirmiştir; müşriklerin etkinliklerini yok etmiştir. O gün dinlerinin temeli yıkılmış, putları parçalanmış, artık dizlerinin üstüne dikilmekten umutlarını kesmişlerdir. İslâm'a karşı koyacak, egemenliğini ve yayılmasını önleyecek güçleri kalmamıştır. Acaba bu mudur kastedilen?

Ayetten hareketle böyle bir sonuca varmak da mümkün değildir. Çünkü ayette dinin kemale erdirilmesinden ve nimetin tamamlanmasından söz ediliyor. Oysa, hicretin sekizinci yılında gerçekleşen Mekke fethiyle din kemale erdirilmiş değildir. Bundan sonra nice farzlar nazil olmuştur. Bugünden Peygamberin (s.a.a) vefatına kadar geçen süre içinde nice helâller ve haramlar hükme bağlanmıştır.

Kaldı ki, "İnkâr edenler..." (kâfirler) ifadesi geneldir; bütün Arap müşriklerini kapsar, ki müşriklerin tümü Müslümanların dinini yok etmekten ümitlerini kesmiş değillerdi. Bunun bir kanıtı da müşriklerin İslâm'a karşı saldırgan tutumlarını sürdürmeleri ve kimi taraflar arası saldırmazlık anlaşmalarının yürürlükte kalmalarıdır. Müşrikler, müşrik geleneklere uygun olarak hac ziyaretinde bulunuyor, müşrik kadınlar çıplak hâlde tavaf yapabiliyorlardı. Bu durum, Resulullah efendimizin (s.a.a) Hz. Ali'yi (a.s) Tevbe suresindeki ilgili ayetleri okumak üzere gönderip cahiliye geleneklerinin kalıntılarını geçersiz kılıncaya kadar sürdü.

Acaba, ayette geçen "gün"den maksat, Tevbe suresinin inişinden sonraki bir dönem midir? Çünkü Tevbe suresinin inişinin ardından İslâm, yaklaşık olarak bütün Arap yarımadasına yayılmıştı. Şirkin izleri silinmiş, cahiliye gelenekleri ölmüştü. Müslümanlar dinî ayinlerde ve hac ibadetinde bir tek müşrike rastlamaz olmuşlardı. İş Müslümanlar için netlik kazanmıştı. Allah, korkularını güvene dönüştürmüştü. O'na kulluk ediyor ve hiçbir şeyi O'na ortak koşmuyorlardı. Acaba bu dönem midir kastedilen?

Ayetten böyle bir sonuç çıkarmanın imkânı yoktur. Çünkü Arap müşrikleri, Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin inişi, şirkin yarımadadan silinişi ve cahilî geleneklerin ortadan kalkışı karşısında Müslümanların dinlerini yok etmekten umut kesmişlerdi; ancak din henüz kemale erdirilmemişti. Çünkü bundan sonra da çeşitli farzlar ve hükümler içeren ayetler inmişti. Bunlardan biri de Mâide suresinde yer alan kimi ayetlerdir. Mâide suresinin Peygamberimizin (s.a.a) son dönemlerinde indiği hususunda âlimler arasında görüş birliği vardır. Bu surede helâl, haram, hadler ve kısas gibi meselelere ilişkin birçok hüküm vardır.

Bundan şu sonuç çıkıyor: Ayette geçen "gün" kelimesiyle ilk bakışta ayetin anlamıyla uyum sağlayacak örneğin, İslâm davetinin ortaya çıktığı zaman veya Mekke fethinden sonraki zaman ya da Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin indiği dönemden sonraki günler gibi günün geniş anlamının [dönem] kastedilmiş olmasına imkân yoktur. Dolayısıyla şunu söylemekten başka seçeneğimiz yoktur: Ayette geçen "gün"den maksat, ayetin indiği gündür. Bu da bizzat surenin indiği gündür de. Bunun için de, "Bugün inkâr edenler... umudu kesmişlerdir." ifadesinin anlam itibariyle kendisini kuşatan ayetle irtibatlı bir ara cümle olarak algılanması gerekir. Ya da Peygamber efendimizin (s.a.a) son zamanlarında ve Mâide suresinden sonra inmiş olması lazım gelir. "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." ifadesi bunu gerektirmektedir.

Acaba belirli günlerle, bizzat Mekke'nin fethedildiği gün mü kastedilmiştir? Yoksa Tevbe suresinin ilgili ayetlerinin indiği gün mü? Bu yaklaşımın yanlışlığını göstermek bakımından, önceki ikinci ve üçüncü ihtimale ilişkin olarak gündeme getirdiğimiz müşküller yeterlidir.

Bazı müfessirlerin savunduğu ve çeşitli rivayetlerde işaret edildiği gibi, kastedilen gün, veda haccındaki Arefe günü müdür? Şu hâlde, o gün Müslümanların dinlerini yok etmekten umudu kesenlerden kimler ve ne kastedilmiştir? Şayet umutsuzluktan maksat, Kureyş müşriklerinin, Müslümanların dinlerine üstünlük sağlamaktan ümit kesmeleriyse, bu, hicretin sekizinci yılında gerçekleşen Mekke'nin fethedildiği gün ortaya çıkan bir durumdur, onuncu yılın Arafe günü değil. Eğer kastedilen tüm Arap müşriklerinin bu konuda ümitsizliğe düşmeleriyse, bu da Tevbe suresinin inişinden sonraki dönemde, yani hicretin dokuzuncu yılında ortaya çıkan bir durumdur. Eğer maksat, Yahudi'si, Hıristiyan'ı ve Mecusî'siyle bütün kâfirlerse -ki "İnkâr edenler..." şeklindeki mutlak ifade bunu gerektirir- bunlar henüz İslâm'ı yenilgiye uğratmaktan umutlarını kesmemişlerdi ve henüz İslâm, Arap yarımadasının dışında üstünlük, egemenlik, güç ve caydırıcılık kazanmamıştı.

Öte yandan -Hicretin onuncu yılının zilhicce ayının dokuzuna denk düşen- bu günün, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." ifadesine uygun düşecek özelliğini, ayrıcalığını düşünüp üzerinde durmamız gerekir.

Denebilir ki: Bununla, Peygamber efendimizin (s.a.a) bizzat katılarak hac merasimini kemale erdirmesi sözlü öğreticiliğinin yanı sıra, fiilî olarak da insanlara hac ibadetinin nasıl yerine getirileceğini öğretmesi kastedilmiştir.

Ne var ki: Sırf Peygamberimizin (s.a.a) hac merasimini öğretmesinin -insanlara temettü haccını öğrettiği hâlde, kulak ardı edilişi somut bir örnek olarak ortadayken ve ondan önce de namaz, oruç, hac, zekât ve cihat gibi dinî farzlar hükme bağlanmışken- dinin kemale erdirilmesi olarak isimlendirilmesi doğru olmaz. Dinin gereklerinden bir vacibin öğretilmesi, o vacibin tamamlanması ve kemale erdirilmesi olarak isimlendirilebilir mi? Bu bile olmazken, dinin bir vacibinin öğretilmesi dinin tümünün kemale erdirilmesi olarak nasıl kabul edilebilir?

Kaldı ki bu ihtimal, "Bugün inkâr edenler... umudu kesmişlerdir." cümlesi ile, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım." cümlesi arasındaki bağıntının kesilmesini gerektirir. Resulullah'ın (s.a.a) insanlara temettü haccını öğretmesi ile kâfirlerin dinden ümitlerini kesmeleri arasında ne gibi bir bağlantı vardır?

Bazılarının şöyle demeleri de mümkündür: Bundan maksat, söz konusu günde, Mâide suresinde yer alan diğer helâl ve haramlara ilişkin hükümlerin indirilerek dinin kemale erdirilmesidir. Çünkü bundan öte helâl ve haram yoktur. Dinin bu şekilde kemale erdirilmesiyle kâfirlerin kalplerini ümitsizlik kaplamıştır. Bu ümitsizliğin ve karamsarlılığın belirtileri yüzlerine yansımıştır.

Fakat, bu takdirde ayette "inkâr edenler" şeklinde ifade edilen bu kâfirleri belirlemede titiz davranmamız gerekir. Kim bunlar? Eğer Arap kâfirler kastediliyorsa, o gün İslâm onları kaplamıştır, hiç kimse İslâm'dan başka bir görünümle ortaya çıkamıyordu, ki bu da gerçek İslâm'ın aynısıydı. [Çünkü gerçek İslâm, zahirî teslimden başka bir şey değildir.] Şu hâlde ümitleri kırılan kâfirler kimlerdir?

Eğer bunların dışında, Arap olmayan diğer kâfir topluluklar ve kuşaklar kastedilmişse, az önce işaret ettiğimiz gibi, onlar henüz Müslümanlara üstünlük kurmaktan ümitlerini kesmemişlerdi.

Sonra, Mâide suresinin inişi ve Arefe gününün sona erişiyle birlikte hüküm koyma işleminin sona erdiği meselesini irdeliyoruz ve görüyoruz ki, elde birçok rivayet vardır ve azımsanmayacak bir yekûn tutan bu rivayetlerde, bu günden sonra da birçok hüküm ve farzın indirildiğine işaret ediliyor. "Sayf Ayeti" [=Yaz Ayeti] diye adlandırılan ayeti[1] ve faiz ayetlerini buna örnek gösterebiliriz. Nitekim Ömer'in yaptığı bir konuşmada şöyle dediği rivayet edilir: "Kur'ân'ın en son inen ayeti faiz ayetidir. Resulullah (s.a.a) bu ayeti bize açıklamadan vefat etti. Dolayısıyla bu hususta kuşku duyduğunuz şeylerden kaçının ve kuşku duymadıklarınızı uygulayın..." Buharî, Sahih'inde İbn-i Abbas'ın şöyle dediğini rivayet eder: "Resulullah'a (s.a.a) inen en son ayet faiz ayetidir." Bunun gibi daha birçok rivayet örnek gösterilebilir.

O hâlde hiç bir araştırmacı, bu rivayetleri zayıf kabul ederek, ayete öncelik tanıyamaz. Çünkü ayet söz konusu günle, falan günün kastedildiği hususunda kesin ve açık bir ifadeye sahip değildir. Bilâkis bu, verilen ihtimallerden sadece biridir. Bunun kesinlik kazanması için bununla bağdaşmayan ihtimallerin olumsuzlanması gerekir. Bu rivayetlerinse, hiçbir dayanağı olmayan diğer ihtimallerden eksik bir yanı yoktur.

Ayetle ilgili olarak şöyle de denebilir: Dinin kemale erdirilmesinden maksat, Kâbe'nin kâfirlerden temizlenmesi, müşriklerin oradan uzaklaştırılmasıdır. Böylece Müslümanlar, aralarına müşrikler karışmadan haccettiler.

Bu ihtimale karşı şunu diyebiliriz: Söz konusu iş bundan bir yıl önce Müslümanlar için netlik kazanmıştı ve sadece Müslümanlar haccediyorlardı. Dolayısıyla bunu, "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım." ifadesinde geçen "bugün" sözcüğüyle sınırlandırmanın anlamı nedir acaba?

Kaldı ki, Beytullah'ın sadece Müslümanlara has kılınışı ve müşriklerden arınması, nimetin tamamlanması olarak değerlendirilse bile, dinin kemale erdirilmesi olarak değerlendirilmesi kabul edilmez. Kâbe'nin şirk kalıntılarından ayıklanmasının, dinin kemale erdirilmesi olarak nitelendirilmesi ne anlam ifade ediyor? Değil mi ki din, inançlar ve hükümler toplamıdır. Dolayısıyla dinin kemale erdirilmesi, parçalarının ve kısımlarının sayısına başka sayıların eklenmesi anlamını ifade eder. Ortamın dinin uygulanmasına uygun hâle getirilmesi, dinî pratiğin önündeki engellerin ve barikatların kaldırılması ise, kesinlikle dinin kemale erdirilmesi olarak isimlendirilmez. Kaldı ki, kâfirlerin dini yok etmekten yana umutsuzluğa düşmeleri problemi de olduğu gibi duruyor.

Ayetle ilgili olarak şöyle bir değerlendirmenin söylenmesi de mümkündür: Dinin kemale erdirilmesinden maksat, söz konusu haramların ayrıntılı bir şekilde açıklanmasıdır. Bundan maksat da Müslümanların açıklamaları dikkate alıp haramlardan kaçınmaları ve bu konuda kâfirlerden korkmamalarıdır. Çünkü kâfirler, Müslümanların dinlerini yok etmekten ümit kesmiş bulunuyorlardı. Bu, Allah'ın Müslümanları desteklemesi, dinlerini üstün kılması ve onları kâfirler karşısında galip getirmesi sayesinde gerçekleşmiştir.

Konuyu biraz daha açacak olursak: İlâhî hikmet, İslâm'ın ilk dönemlerinde dört temel haramdan, yani leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adına kesilenlerden bazı Mekke inişli surelerde genel olarak söz edilmesini yeterli görmüştür. Bu surelerde ayrıntıya baş vurulmamıştır. İslâm'ın Müslümanlar açısından uygun görmediği daha başka detaylar bu ayrıntıların kapsamında peyderpey açıklanmak üzere terk edilmiştir. Mekke'nin fethinden sonra, tefsiri sunulan ayetin kapsamında ayrıntıya baş vurulmuştur. Bu, söz konusu pisliklerin haramlılığına yönelik aşamalı bir yasaklama ve zorlaştırmadır.

Nitekim aynı yöntem, şarabın haram kılınışında da uygulanmıştır. Bununla güdülen amaç, Arapların İslâm'dan kaçmamalarıdır. İslâm'da zorluk görüp de inanan yoksulların geri döneceği ümidine kapılmamalarıdır. Ki ilk Müslümanların büyük çoğunluğunu yoksullar oluşturuyordu.

Fakat İslâm güçlendikten sonra, bu haramların ayrıntılı açıklamasına baş vuruldu. Artık Allah Müslümanlara bolluk bahşetmişti, onları güçlendirmişti. Müşrikler de Müslümanların dinlerinden kaçıp uzaklaşmalarından ümitlerini kesmişlerdi. Müslümanları yenilgiye uğratacaklarına ve caydırıcı, ezici bir güç toplayıp İslâm'ı ortadan kaldırmalarına dair bir duygu taşımaz olmuşlardı. Dolayısıyla artık müminlere onları dikkate almaları, dinlerinden ve canlarından yana onlardan korku duymaları yakışırdı.

Şu hâlde ayette geçen "gün"den maksat, Veda Haccı yılının Arefe günüdür. Geri kalan hükümleri açıklayan bu ayet o günde inmiştir. Bu hükümlerle yüce Allah cahiliyenin basit anlayışlarının, pisliklerinin ve asılsız kuruntularının kalıntılarını da geçersiz kılıp ortadan kaldırdı. Bu ayet, Müslümanların müşriklere tam anlamıyla üstünlük sağlamalarının müjdesiydi. Artık müşrikler İslâm'ın yok olacağını umacak durumda değildiler. Bundan sonra onlarla hoş geçinmeye bakmanın, onlardan korkmanın, sonuçtan endişe etmenin gereği yoktu.

Dolayısıyla yüce Allah, bu ayette Müslümanlara, kâfirlerin onların dinlerini yok etmekten umut kestiklerini haber vermektedir. Şu hâlde -zayıflıkları güce, korkuları güvene ve yoksullukları zenginliğe dönüştüğü bu süreçte- Allah'tan başkasından korkmamaları gerekmektedir. Ayette ayrıntılı biçimde açıklanan haramlardan uzak durmaları lazım gelir. Bu, dinlerinin kemale ermesi anlamını ifade eder. İşte bazıları özet olarak sunulan bu alıntı şeklinde, ayet hakkında bir görüş ileri sürmüşlerdir.

Yukarıdaki yoruma ilişkin açıklamamız şudur: Bu değerlendirmeyi yapan kişi, sözü edilen ihtimallerden birkaçını birleştirmek, böylece her ihtimal ile bir başka ihtimalin karşılaştığı problemi savmak amacındadır. Bunu yaparken bütünüyle bir çıkmaza girmekte ve hem ayetin anlamını, hem de lafzını bozmaktadır.

Şunun farkında değildir: Eğer umutsuzluğa düşmekten maksat, Mekke'nin fethiyle veya Tevbe suresindeki ilgili ayetlerin inmesiyle birlikte İslâm'ın üstünlük sağlaması ve güçlenmesi, dolayısıyla kâfirlerin içine düştükleri karamsarlıksa, bunun hicretin onuncu yılının Arefe gününde gerçekleştiğini söylemek doğru olmaz. "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir." Oysa kâfirler, bu bağlamda bundan bir veya iki yıl önce ümitlerini kesmişlerdi zaten. Bu konuda adı geçen zatın da ayetle ilgili değerlendirme yaparken belirttiği gibi, zamanını belirten "ümitsizliğe düşmüşlerdi" veyahut [zamanı belirtmeyecek örneğin] "onlar şüphesiz ümitsiz olanlardırlar" şeklinde tabirler kullanılması gerekirdi.

Yine, bazı yiyeceklerin haram kılınışının aşamalı olduğunu söyleyip içkinin haram kılınışıyla mukayese ederken de yanılmaktadır. Eğer aşamalılıktan kastı, bazı maddelerin bazı maddelerden sonra haram kılınmış olması ise, bilindiği gibi ayet, kendinden önce inen Bakara, En'âm ve Nahl surelerindeki ilgili ayetlerin içerdikleri maddelerden fazlasını içermiyor ve bu ayette söz konusu edilen boğulmuş, vurulmuş... gibi maddeler, bu surelerde zikredilen kavramlara giren hususlardır.

Şayet aşamalılıktan kastı, insanların kabul etmekten kaçınacakları korkusuyla baş vurulan icmalî, sonra ayrıntılı açıklama ise, bu, yersiz bir değerlendirmedir. Çünkü Mâide suresinin inişinden önce, haram oldukları açıkça belirtilen leş, kan, domuz eti ve Allah'tan başkasının adına kesilen hayvanlar nesnel karşılıkları itibariyle daha belirgin, daha ağır gelen ve boğulmuş ya da vurulmuş hayvanlara göre daha etkileyicidir. Bunlarsa az rastlanan ve nadiren yaşanan olgulardır. Şu hâlde, nasıl oluyor da daha önemli ve daha etkileyici olan bu dört maddenin haram olduğu, en ufak bir korku duyulmadan açıklanıyor da, bunlara göre pek önemli olmayan bu maddelerin gündeme getirilişinden korku duyuluyor, haram oluşları aşamalı olarak açıklanıyor, açıkça belirtme hususunda insanlardan korku duyuluyor?

Kaldı ki, böyle bir şey olmuş olsa bile bu, dinin kemale erdirilmesi anlamına gelmez. Hükümlerin yasalaştırılması din olarak adlandırılabilir mi ki, bunların tebliğ edilişi ve açıklanışı dinin kemale erdirilmesi olarak adlandırılsın? Bu, doğru kabul edilse bile, ancak dinin bir kısmının kemale erdirilmesi ve nimetin bazısının tamamlanması anlamına gelir; tamamının ve bütünün değil. Oysa yüce Allah, "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." buyurmuştur. Yani hiçbir kayıt belirtmeksizin, sözü mutlak tutmuştur.

Kaldı ki, yüce Allah, daha birçok günde birçok hüküm açıklamıştır. Öyleyse bu günde açıklanan hükmün ayrıcalığı nedir ki, yüce Allah onu veya ayrıntılı açıklamasını dinin kemale erdirilmesi ve nimetin tamamlanması olarak isimlendirmiştir?

Yoksa, dinin kemale erdirilmesinden maksat, haram yiyecekleri ayrıntılı bir şekilde açıklayan bu ayetin inişinden sonra yasama kapısının kapanması şeklindeki tamamlanışı mıdır? Bu durumda Mâide suresinin inişi ile Peygamberin (s.a.a) bu dünyadan göç edişi arasında inen hükümlerin durumu ne olacaktır? Hatta bizzat Mâide suresinin içinde bulunup da bu ayetten sonra inen öteki hükümler için ne diyeceğiz? Varın siz düşünün!

Bütün bunlardan sonra, eğer maksat hicrî onuncu yılın Arefe gününde inen ayetin kapsadığı haramların zikredilişinden dolayı yapılan iyiliği anmaksa, "size din olarak İslâm'a razı oldum." (ki cümlenin takdiri, "Bugün razı oldum"dur) ne anlam ifade ediyor? Bu günün ayrıcalığı nedir ki, yüce Allah özellikle o günde din olarak İslâm'dan razı olsun? Ki bu razı oluşa uygun düşecek nitelikte bu güne özgü bir durum da söz konusu değildir?!

Bundan önceki yaklaşımlar için ileri sürülen problemlerin birçoğu ya da çoğunluğa yakın miktarı bunun için de söylenebilir. Fakat biz onları tekrarlayarak sözü uzatmak istemiyoruz.

Acaba, ayette geçen "gün"den maksat, Arefe günü ile Peygamberimizin (s.a.a) Medine'ye vardığı gün arasındaki herhangi bir gün müdür, demek isteniyor? Nitekim kâfirlerin ümitsizliğe düşmeleri ve dinin kemale erdirilişi bazılarınca bu şekilde yorumlanmıştır!

Bundan önceki yaklaşımlara ilişkin problemler, aynı detayıyla bunun için de geçerlidir.

Şimdiye kadar ayetin anlamını belirleme yolunda sunduğumuz araştırma, ayetin anlamı ile ilgili olarak söylenenler veya söylenebilecek şeyler üzerine yapılan değerlendirmelerdir, ki bu bizim ayetle ilgili araştırmamızın bir kısmıdır sadece. Şimdi tefsirimizin kendine özgü araştırma yöntemine uygun olarak diğer kısmına bakalım.

"Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir. Artık onlardan korkmayın." Ayette geçen "ye's=umutsuz-luk" kelimesi, "recâ=umut" kelimesinin karşıtıdır. Din ise, Allah katından peyderpey inmiştir. Buna göre bu ifade gösteriyor ki, kâfirler, Müslümanların dini olan İslâm'dan yana olumsuz bir beklenti içindeydiler. Uzun süreden beri onun bir şekilde ortadan kalkmasını umuyorlardı. Onların bu tavırları, zaman zaman İslâm için de bir tehdit oluşturuyordu. Din onlardan yana gün be gün tehditle karşı karşıya kalıyordu. Bu da müminleri sakınmaya ve korku duymaya iten bir durum olmalıydı zaten.

Buna göre, "Artık onlardan korkmayın." ifadesi, yüce Allah'tan müminlere, karşı karşıya bulundukları tehlikeye ve içlerinde biriken korkuya karşı bir güvence niteliğindedir. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ehlikitap'tan bir grup sizi şaşırtıp saptırmayı arzuladı." (Âl-i İmrân, 69) "Ehlikitap'tan çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye kadar affedin, hoşgörün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir." (Bakara, 109)

Kâfirlerin, Müslümanların başlarına çorap örmek için fırsat kollamaları, Müslümanların dinlerine duydukları hınçtan kaynaklanıyordu. İslâm dini karşısında göğüslerinin daralması, kalplerinin sıkışmasının tek nedeni İslâm'ın onların zorba egemenliklerine son vermesi, haksızlıklarla elde ettikleri onurlu görüntünün sahteliğini ortaya çıkarmasıdır. Canlarının istediğini yapmalarına engel olmasıdır. Nefislerinin alışkanlıklarına son noktayı koymasıdır. Her istediklerini hiçbir koşula ve kayda bağlı kalmaksızın yapmalarına izin vermemesidir.

Onların öfkeleri dinin kendisine yönelikti, dinin inananlarına yönelik öfkeleri hak dinlerinden dolayıydı. Onların amacı bütün Müslümanları öldürmek, yeryüzünde bir tek Müslüman bırakmamak değildi. Aksine onların amacı, Allah'ın nurunu söndürmek ve sarsılan ve yılmaya yüz tutan şirkin temellerini sağlamlaştırmak, müminleri yeniden küfre döndürmekti. Nitekim yukarıda yer verdiğimiz ayette de buna işaret edilmiştir: "Sizi küfre döndürmek isterler." Bir diğer ayette şöyle buyruluyor: "Ağızlarıyla Allah'ın nurunu söndürmek istiyorlar. Oysa kâfirler hoşlanmasa da Allah, nurunu tamamlayacaktır. O, Elçisini, hidayet ve hak din ile gönderdi ki müşrikler hoşlanmasa da onu, bütün dinlere üstün getirsin." (Saff, 8-9) "Kâfirlerin hoşuna gitmese de siz, dini yalnız Allah'a hâlis kılarak O'na yalvarın." (Mü'min, 14)

Bu yüzden kâfirlerin tek derdi, bu güzel ağacı kökünden kesmekti. Müminlere dinden döndürme amaçlı baskılar uygulayarak, topluluklarına nifak tohumlarını saçarak, dini bozmaya dönük kuşku ve hurafeler yayarak bu görkemli yapıyı temelinden yıkmaktı.

İlk etapta Hz. Peygamberin (s.a.a) moralini bozup kararlılığını kırmaya, mal ile, mevki ile o zatın dinî davetine ilişkin azmini boş ve sonuçsuz göstermeye dönük faaliyetlere giriştiler. Nitekim yüce Allah buna şu şekilde işaret etmiştir: "Onlardan bir grup fırladı; yürüyün, tanrılarınıza bağlı kalın. Çünkü bu, arzu edilen bir şeydir." (Sâd, 6) Aralarına sızıp yağcılık yaparak bu işi yapmayı düşündüler. Şu ayetlerde de buna işaret edilmiştir: "istediler ki, sen yağcılık yapasın da onlar da yağcılık yapsınlar." (Kalem, 9) "Eğer biz seni sağlamlaştırmamış olsaydık, onlara bir parça yanaşacaktın." (İsrâ, 74) "De ki: Ey kâfirler! Ben sizin taptıklarınıza tapmam. Siz de benim taptığıma tapmazsınız." (Kâfirûn, 1-3) Bu ayetlerde, nüzul sebebiyle ilgili rivayetlerde açıklanan iniş sebeplerine göre bu hususlara işaret edilmektedir.

Bu dinin son bulmasıyla ilgili son beklentileri şuydu: "Bu misyonu yerine getiren şahsın erkek çocuğu yoktur. Dolayısıyla onun ölümüyle birlikte bu hak çağrısı da son bulacaktır." Onlara göre Hz. Muhammed (s.a.a) peygamber kılığında bir kraldı, çağrısı da risalet kalıbı içinde sunulan bir saltanat davasıydı. Eğer o ölür veya öldürülürse, arkasından onun da, dininin de adı sanı unutulur gider. Sultanların ve Tiranların yaşamında gözlemlenen bir durumdur bu. İktidarları ne kadar görkemli, zorbalıkları ne denli kapsayıcı olursa olsun, insanları hangi düzeyde boyun eğdirmiş olurlarsa olsunlar, ölümleriyle birlikte adları, sanları da unutulur. İnsanların hayatlarına egemen kıldıkları yasaları ve kuralları da kendileriyle birlikte mezara gömülür. İşte kâfirlerin bu beklentilerine şu şekilde işaret edilmiştir: "Asıl sonu kesik olan, sana kin duyandır." (Kevser, 3) Nüzul sebebine ilişkin rivayetlerde, ayetin kâfirlerin bu tür beklentilerine cevap olarak indiği ifade edilir.

Bu ve benzeri duygular, kâfirlerin ruhlarına sinmiş beklentilerdi. Böylece Allah'ın dininin nurunu söndürmeyi umuyorlardı. Bir kuruntu olarak, bu tertemiz davetin bir türedi hareket olduğunu ve gelişmelerin onu yalancı çıkaracağını, işini bitireceğini, günlerin ve gecelerin geçmesiyle birlikte etkisinin geçeceğini düşünüyorlardı. Ancak İslâm'ın peyderpey ulaştığı bölgelerde halkına ve halkının dinine üstünlük kurması, sesinin gitgide yayılması, mesajının güç ve etkinlik kazanması kâfirlerin bu tür beklentilerini boşa çıkardı. Bu yüzden kâfirler Peygamberin (s.a.a) kararlılığını kırmaktan yana umutsuzluğa düştüler. Mal ve mevki vaadiyle hedeflerinden alıkoyacaklarına ilişkin ümitlerini suya düştü.

İslâm'ın ulaştığı güç ve caydırıcı egemenlik, biri hariç diğer tüm beklentilerden yana onları karamsarlığa itti. Ümit bağladıkları diğer neden ise, Peygamberin (s.a.a) erkek çocuğunun olmaması, ondan sonra misyonunu yürütecek, onun yerine geçip dinsel daveti yürütecek birinin bulunmamasıydı. Şu hâlde, onun ölümüyle birlikte dini de ölecekti. Hiç kuşkusuz, hükümler ve bilgiler bağlamında dinsel kemale eriş ne düzeyde olursa olsun, dinin kendini koruması açısından tek başına yeterli bir unsur değildir. İcat edilen yasalar ve insanlarca tâbi olunan dinler, ne kendi kendilerini ve ne de yayılmalarıyla, bağlılarının çokluğuyla varlıklarını ve orijinalliklerini koruyamazlar. Aynı şekilde, dinler ve yasa sistemleri baskıyla, zorbalıkla, diktacı uygulamalarla, tehditle, dinden döndürme amaçlı baskı ve işkenceyle silinip gitmezler. Ancak taşıyıcılarının, koruyucularının yok olmalarıyla, yöneticilerinin bulunmamasıyla tarih sahnesinden silinirler.

Şimdiye kadar yapılan açıklamalardan şu sonuç ortaya çıkıyor: Kâfirlerin dini yok etmekten ümitlerini kesmeleri şu realiteden ileri geliyordu: Yüce Allah, dini koruyacak, hareketini yönlendirecek ve dine inanan ümmete yol gösterecek birini Peygamberin (s.a.a) yerine tayin etmiştir. Bunun üzerine kâfirler, Müslümanların dinlerini ortadan kaldırmaktan yana ümitsizliğe düşmüşlerdir. Onlar dinin kişisel taşıyıcı aşamasından, tüzel taşıyıcı aşamasına adım attığını gözlemliyorlardı. İşte dinin kemale ermesi buydu. Oluşum aşamasından, kalıcılık aşamasına geçiş yani. Bunun anlamı, nimetin tamamlanmasıydı.

Dolayısıyla, "Ehlikitap'tan çoğu, gerçek kendilerine besbelli olduktan sonra, sırf içlerindeki kıskançlıktan ötürü sizi imanınızdan sonra küfre döndürmek isterler. Allah emrini getirinceye kadar affedin, hoş görün. Şüphesiz Allah, her şeye gücü yetendir." (Bakara, 109) ayetinde geçen, "Allah emrini getirinceye kadar..." ifadesiyle buna işaret edilmiş olması uzak bir ihtimal değildir.

Bu değerlendirme, ayetin Gadir-i Hum günü, yani hicretin onuncu yılının zilhicce ayının on sekizinde Hz. Ali'nin (a.s) velayeti ile ilgili olarak indiğine ilişkin rivayetleri destekleyen bir açıklamadır. Bunu esas almamız durumunda, ayetin iki bölümü arasında net bir irtibat kurulmuş ve yukarıda işaret ettiğimiz problemler bertaraf edilmiş olur.

Ayette geçen "umutsuzluk" ifadesinin anlamını öğrendiğine göre, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir." ifadesinde geçen "bugün" kelimesinin "umudu kesmişlerdir" ifadesiyle ilintili zarf olduğunu ve cümlenin akışı içindeki takdimin [yani "el-yevm=bugün" ifadesinin ilintili olduğu "yeise=umudu kesmişlerdir" ifadesinden öne geçirilmesi] günün önemini ve büyüklüğünü vurgulamaya yönelik olduğunu bilirsin. Çünkü o günde din, kişisel denetçiyle ayakta durma aşamasından tüzel denetçi kontrolünde ayakta durma aşamasına, ortaya çıkış ve doğuş aşamasından kalıcılık ve süreklilik aşamasına adım atmıştır.

Bu ayeti, bundan sonra yer alan "Bugün size temiz şeyler helâl kılındı" ayetiyle karşılaştırmak doğru değildir. Çünkü her iki ayet farklı akışlara sahiptirler. "Bugün... umudu kesmişlerdir." ifadesi, bir ara söz, "Bugün... helâl kılındı." ifadesi ise, konuya yeni bir başlangıç konumundadır. Ayrıca, her iki ifadenin hükmü de farklıdır. Birinci ifadenin hükmü, tekvinî=varoluşsaldır; bir yandan müjde, bir yandan da uyarı ifade etmektedir. [Kâfirlerin umutsuzluğa kapılması, tekvinî bir olgu olup Müslümanlar için müjde ve kâfirler için tehdittir.] İkinci ifadenin hükmü ise, teşriî=yasamasaldır; kurallara yönelik ilâhî lütfu vurgulamaya yöneliktir. Buna göre, "Bugün... umudu kesmişlerdir." ifadesi, o günün büyük önemini göstermektedir. O gün, büyük ve önemli bir hayrın gerçekleştiği gündür. Kâfirlerin müminlerin dinlerini yok etmekten umudu kesmeleri yani... Daha önce de söylediğimiz gibi, ayette geçen "kâfirler"den maksat, Putperesti, Yahudisi ve Hıristiyanıyla bütün kâfirlerdir. Bu sonucu, ifadenin mutlaklığından çıkarıyoruz.

"Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesi, yol gösterici bir tavsiyedir, yaptırım gerektirici bir buyruk değildir. Bunun anlamı şudur: Daha önce sizin için tehlike oluşturan kâfirlerin umutsuzluğa düşmelerinden sonra korkmanızı gerektirecek bir şey yoktur. -Bilindiği gibi insan, bütünüyle ümitsizliğe düşmüş olduğu işe yönelmez; tüm çabasının boşa gideceğinden emin olduğu işte çaba sarf etmez. Dolayısıyla siz kâfirlerden yana güvendesiniz. Bundan sonra dininiz için onlardan korkmanız gerekmez. Artık onlardan korkmayın; benden korkun.

Bundan da anlaşılıyor ki, ayetin akışının oluşturduğu atmosferin de desteğiyle, "benden korkun." ifadesiyle şu anlam kastediliyor: Kâfirlerin umudu kesmemeleri durumunda onlardan yana korkuya kapılacağınız hususta, yani dininiz ve onun elinizden alınması hususunda şimdi benden korkmalısınız. Görüldüğü gibi bu, Müslümanlara yönelik bir tür tehdittir. Bu yüzden ayeti, lütfün vurgulanışı esasına göre yorumlamadık.

Söylediklerimizi destekleyen bir husus da şudur: Allah'tan korkmak her hâlükârda bir zorunluluktur. Bir durumdan diğerine, bir koşuldan diğerine göre değişmez. Dolayısıyla, eğer burada söz edilen korkudan özel bir alanda korkma anlamı kastedilmezse, "Artık onlardan korkmayın" ifadesinden "benden korkun." ifadesine vurgulu geçiş yapmanın anlamı olmazdı.

Bu ayeti, "Eğer inanmış kimseler iseniz, onlardan korkmayın, benden korkun." (Âl-i İmrân, 175) ayetiyle karşılaştırmak yanlıştır. Çünkü Âl-i İmrân suresinin ilgili ayetinde işaret edilen "havf=korku" iman koşuluna bağlı olduğu gibi, ayetteki hitap da mevlevî buyruksaldır. Dolaysıyla şu anlamı ifade eder: Müminlerin, kendileri için kâfirlerden korkmaları caiz değildir. Bilâkis yalnızca yüce Allah'tan korkmaları gerekir.

Bundan da anlaşılıyor ki, ayet kâfirlerden duydukları, kendi nefisleri açısından hissettikleri gereksiz bir korkuyu yasaklıyor. Bu açıdan Allah'tan korkmalarının emredilip emredilmemesi arasında fark yoktur. Bu yüzden Allah'tan korkmaya ilişkin emir ikinci kez, illeti çağrıştıran bir kayıtla gerekçelendiriliyor. Bununla, "eğer inanıyorsanız." sözünü kastediyoruz. Ama "Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesi açısından farklı bir durum geçerlidir. Çünkü müminlerin duydukları bu korku, dinleri açısından hissettikleri bir endişeden kaynaklanıyordu. Böyle bir korku da Allah'ın gazabını gerektirmez. Çünkü bu korku gerçekte Allah'ın hoşnutluğunu kazanmaya dönüktür. Bu yasak, korkuyu gerektiren sebebin -kâfirlerin umudu kesmemiş olmaları- ortadan kalkmış olmasından, etkisinin giderilmesinden kaynaklanıyor.

Şu hâlde yasak, irşadî yani, yol gösterme ve öğüt niteliklidir. Yüce Allah'ın kendisinden korkmalarını emretmesi de yol gösterme amaçlıdır. Bundan şu sonuç çıkıyor: "Din konusunda endişeye kapılıp korkmanız gereklidir. Fakat, korkunun sebebi bu güne kadar kâfirlerden kaynaklanıyordu. Siz, onların sizin dininizle ilgili kötü emeller beslemelerinden dolayı onlardan korkuyordunuz. Ama bu gün onların umudu kesilmiştir. Sebep artık Allah'ın katındaki gerekçelere bağlanmıştır. Şu hâlde yalnızca O'ndan korkun." Okuyucu bu hususta iyice düşünmelidir.

Dolayısıyla, "Artık onlardan korkmayın, benden korkun." ifadesini içermesinden dolayı, ayetin tehdit ve sakındırma, uyarma niteliği de vardır. Çünkü müminler için her takdirde ve her durumda zorunlu olan genel korku yerine, özel bir korku duymaları emrediliyor. Öyleyse, bu korkunun özelliği üzerinde durmamız, onu gerektiren ve emredilmesini sağlayan sebebi irdelememiz gerekir.

Şunda kuşku yoktur ki, "Bugün... umudu kesmişlerdir." cümlesi ve "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." cümlesi, ayet içinde birbiriyle bağlantılı ve bir hedefe yöneliktir. Daha önce bu hususu açıkladık. Dolayısıyla Allah'ın bugün kemale erdirdiği ve bugün tamamlamış olduğu nimet -ki gerçekte bu ikisi aynı şeydir- kâfirlerin daha önce beklentiye düştükleri ve müminlerin onlardan korktukları husustur. Fakat yüce Allah, kâfirleri bu hususta umutsuzluğa düşürdü. Dinini kemale erdirdi, nimetini tamamladı. Müminlerin bu konuda kâfirlerden korkmalarını yasakladı. Dolayısıyla kendisinden korkmalarını istediği şey de, kâfirlerden korkmalarına neden olan şeyin kendisidir. O da yüce Allah'ın dini ellerinden çekip çıkarması ve bu bahşedilmiş nimeti gidermesidir.

Yüce Allah, nimeti gidermenin tek sebebinin nankörlük olduğunu belirtmiş ve nankörleri son derece sert ifadelerle tehdit etmiştir. Nitekim şöyle buyurmuştur: "Bu böyledir, çünkü bir millet kendilerinde bulunan nimeti değiştirmedikçe Allah onlara verdiği nimeti değiştirmez. Allah işitendir, bilendir." (Enfâl, 53) "Kim, Allah'ın kendisine gelen nimetini değiştirirse, şüphesiz, Allah'ın cezası çetindir." (Bakara, 211) Ayrıca yüce Allah, bahşettiği nimetlere ve bu nimetleri inkâr edenlerin akıbetlerine ilişkin bütünsel bir örnek vermektedir: "Allah şöyle bir kenti örnek olarak anlattı: Güven, huzur içinde idi, her yerden rızkı bol bol kendisine geliyordu. Fakat Allah'ın nimetlerine nankörlük etti, bunun üzerine yaptıklarından ötürü Allah ona açlık ve korku elbisesi tattırdı." (Nahl, 112)

Buna göre, "Bugün... umudu kesmişlerdir... din olarak İslâm'a razı oldum." ifadesi, Müslümanların dinlerinin kâfirlerden yana güvende olduğunu, kâfirler tarafından gelecek bir tehlike karşısında koruma altında olduğunu duyurmaktadır. Bu demektir ki, kâfirler bu dini bozmaya ve yok etmeye yönelik bir yol bulamayacaklardır. Olsa olsa bu, bizzat Müslümanların elinden olacaktır. Yani, bu eksiksiz nimeti inkâr etmeleri, bu razı olunmuş dini reddetmeleri ile dinin yok olması söz konusu olabilir. Bunu yaptıkları gün, yüce Allah nimeti ellerinden alacak ve onu ceza ile değiştirecektir. Onlara açlık ve korku elbisesini tattıracaktır. Nitekim Müslüman halklar İslâm dinini kulak ardı ettiler, Allah da onlara açlık ve korku elbisesini giydirdi.

Bu ayetin, "Artık onlardan korkmayın, benden korkun." cümlesinin içerdiği geleceğe dair gaybî haberin ne ölçüde doğru olduğunu somut örnekleriyle kavramak isteyenler, bugün İslâm âleminin içinde bulunduğu pratik durumu gözlemlesinler, sonra tarihsel olayları analiz ederek geriye doğru gitsinler ve problemlerin temellerine ve tarihsel arka plânlarına ulaşsınlar.

Kur'ân'da "velayet"le ilgili olarak yer alan ayetlerin, tefsirini sunduğumuz ayetin içerdiği uyarı ve azap tehdidi ile tam bir bağlantısı vardır. Yüce Allah, kitabında sadece "velayet" konusunda kullarını kendisinden sakındırmıştır. Bu konuda defalarca, "Allah sizi kendisinden sakındırır." (Âl-i İmrân, 28, 30) buyurmuştur. Bu konuyu etraflıca ele alırsak, kitabımızın tefsir yönteminin dışına çıkmış oluruz.

"Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum." "İkmal=ol-gunlaştırma" ve "itmam=tamamlama" kelimeleri, anlam itibariyle birbirlerine yakın kavramlardır. Ragıp el-İsfahanî der ki: "Bir şeyin kema-le ermesi (olgunlaşması), o şeyle güdülen amacın gerçekleşmesi demektir." Ve yine şöyle der: "Bir şeyin tamamlanması da, kendisi dışındaki bir şeye ihtiyaç duymayacağı bir sınıra gelmesidir. Eksik, kendisi dışındaki bir şeye ihtiyacı olan demektir."

Bu iki kavramın anlamını başka bir yöntemle de belirginleştirebiliriz. Şöyle ki: Etkinlik gösteren şeylerin etkileri iki kısımda incelenebilir. Bunların bir kısmı, -şayet cüzleri varsa- bütün cüzlerinin var olması durumunda o şeye terettüp ederler. Şöyle ki, bu cüzlerden veya koşullardan biri ortadan kalkarsa, bu olgular ona terettüp etmeyeceklerdir. Oruç ibadetini buna örnek gösterebiliriz. Çünkü oruç, gündüzün bir vaktinde, bir şeyler yemekle bozulur. Bu şeyin bu nitelikte olmasına tamamlama denir. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ta gece oluncaya dek orucu tamamlayın." (Bakara, 187) "Rabbinin sözü hem doğruluk, hem de adalet bakımından tamamlanmıştır." (En'âm, 115)

Diğer kısmı ise, bir şeyin bütün cüzlerinin oluşmasına bağlı olmaksızın ona terettüp eden etkiler, sonuçlardır. Dolayısıyla bütünün etkisi, cüzlerin etkilerinin toplamı hükmündedir. Bir cüz var oldukça, ona özgü olan sonuçlar ve etkiler de ona terettüp ederler. Bütün cüzler var olursa, onlara da istenen bütün etkiler terettüp eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Kurbanı bulamayan kimseye üç gün hacda, yedi gün de döndüğünüzde oruç vardır. İşte bu, kamil=tam on gündür." (Bakara, 196) "Bu, sayıyı kamil etmeniz=tamamlamanız içindir." (Bakara, 185) Çünkü bu sayının bütününe terettüp ettiği gibi, bir kısmına da sonuç terettüp eder. Araplar derler ki: "Temme li-fulanin emruhu ve kemule akluhu=falanın işi tamamlandı, aklı olgunlaştı." Ama, "İşi olgunlaştı, aklı tamamlandı." demezler.

Kemale erdirme, olgunlaştırma anlamına gelen "ikmal" ile "tekmil" ve tamamlama anlamına gelen "itmam" ile "tetmim" kelimeleri arasındaki fark, if'al ve tef'il kalıplarının ifade ettikleri anlamlar arasındaki farktan kaynaklanır. Çünkü if'al kalıbı, köken itibariyle eylemin bir defada oluşuna, tef'il kalıbı da peyderpey oluşuna delâlet eder. Ancak konuşma sanatındaki gelişmeler ve dilin kapasitesinin genişlemesi bu iki kalıbın kökeni üzerinde etkinlikte bulunmuş, kalıpları bir ölçüde kökünün mecrasından ya da asıl anlamından uzaklaştırmıştır. İhsan [iyilikte bulunmak] ve tahsin [diğerini övmek], isdak [mehir vermek] ve tasdik [onaylamak], imdad [yardıma koşmak] ve temdid (süreyi uzatmak], ifrat ve tefrit kelimelerini buna örnek gösterebiliriz. Bunlar, kullanıldıkları konuların özelliği doğrultusunda ortaya çıkan sonra da kullanım dolayısıyla lafızda yerleşen anlamlardır.

Buraya kadar yapılan açıklamalardan şu sonuç çıkıyor: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım." ifadesi gösteriyor ki, "din" kelimesiyle bütün bilgiler ve yasalaştırılan tüm hükümler kastediliyor. Bu gün de bunların sayısına başka bir şey eklenmiştir. Ve nimet ne kastedilirse kastedilsin, tek bir manevî olguydu. Eksik ve etkisi yoktu. Bu gün söz konusu nimet tamamlandı ve ondan beklenen etki terettüp etti.

"Nimet" kavramı türe işaret eden bir kalıp ve köktür. Bununla, şeyin öz doğasıyla uyum içerisinde olup doğasının onu kendisinden itmediği şey kastedilir. Varlıklar, düzen içinde olmaları açısından bitişik ve bağlantılıdırlar, birbirleriyle uyum içerisindedirler; bunların büyük kısmı veya tüm varsayılan başka bir şeye izafe edildiğinde nimet niteliğini kazanırlar. Nitekim yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Eğer Allah'ın nimetini saymak isteseniz sayamazsınız." (İbrâhim, 34) "Size zahir ve batın nimetlerini bol bol verdi." (Lokmân, 20)

Fakat yüce Allah varlıkların bir kısmını kötülük, basitlik, oyun, eğlence vb. övgü ifade etmeyen olumsuz vasıflarla nitelendirmiştir: "İnkâr edenler sanmasınlar ki, kendilerine mühlet ve fırsat vermemiz, onlar için daha hayırlıdır. Onlara sırf suçlarını arttırmaları için fırsat veriyoruz. Onlar için alçaltıcı bir azap vardır." (Âl-i İmrân, 178) "Bu dünya hayatı, eğlence ve oyundan başka bir şey değildir. Ahiret yurdu, işte asıl hayat odur." (Ankebût, 64) "İnkâr edenlerin, (zevk içinde) diyar diyar gezip dolaşmaları sakın seni aldatmasın! Azıcık bir faydalanmadır bu. Sonra varacakları yer cehennemdir. Orası ne kötü bir yurttur, yataktır!" (Âl-i İmrân, 196-197) Bunun gibi daha birçok ayet örnek gösterilebilir.

Bu ayetler gösteriyor ki, nimet olarak sayılan şeyler insan için yaratılışlarının gerisindeki ilâhî amaçla örtüştüklerinde nimet kategorisine girerler. Çünkü bunlar, insanlara yönelik ilâhî bir yardım olarak yaratılmışlardır. Ki insanlar kendi gerçek mutlulukları yolunda onlar üzerinde tasarrufta bulunsun. İnsanın gerçek mutluluğu da kulluk sunmak ve Rabbani otoritesine boyun eğmek suretiyle her türlü eksiklikten münezzeh olan Allah'a yaklaşmasıdır. Konuya ilişkin olarak yüce Allah şöyle buyurmuştur: "Ben cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattın." (Zâriyât, 56)

Şu hâlde insanın Allah'ın huzuruna yaklaşmak ve hoşnutluğunu elde etmek amacıyla üzerinde tasarrufta bulunduğu her şey nimettir. Aksi takdirde bu nimet onun hakkında azaba dönüşür. Buna göre, varlıklar kendi başlarına nötrdürler. Ama kulluk ruhunu kapsadıkları zaman, bu tasarruf açısından Allah'ın velayeti altında oldukları zaman nimet niteliğini kazanırlar. Allah'ın velayeti ise, yüce Allah'ın kulların işlerini rubûbiyetiyle düzenlemesi demektir. Bu da gösteriyor ki gerçek nimet Allah'ın velayetidir. Bir şey, Allah'ın velayetinden etkilendiği takdirde nimet sayılır.

Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor: "Allah, inananların dostudur. Onları karanlıklardan aydınlığa çıkarır." (Bakara, 257) "Bu böyledir, çünkü Allah inananların velisidir. Kâfirlerin ise velileri yoktur." (Muhammed, 11) Yüce Allah Elçisi hakkında da şöyle buyuruyor: "Hayır, Rabbine andolsun ki, aralarında çıkan anlaşmazlıklar hususunda seni hakem kılıp, sonra da verdiğin hükmü, içlerinde hiçbir sıkıntı duymaksızın, tam anlamıyla kabullenmedikçe inanmış olmazlar." (Nisâ, 65) Bunun gibi birçok ayet örnek gösterilebilir.

Şu hâlde İslâm, kulları O'nun kuralları doğrultusunda ibadet etsinler diye Allah katından indirilen hükümlerin toplamı olması açısından dindir. Amelde esas alınması koşuluyla, Allah'ın, Elçisinin ve ondan sonra ululemrin velayetini kapsaması açısından da nimettir.

Allah'ın velayeti, yani din aracılığıyla kullarının hayatını yönetmesi, ancak Elçisinin velayeti aracılığıyla gerçekleşir. Elçinin velayeti de, ondan sonra ululemr aracılığıyla gerçekleşir. Elçinin ve ondan sonra ululemrin velayeti, Allah'ın izniyle ümmetin dinsel işlerini yönetmeleri anlamını ifade eder. Yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey inananlar! Allah'a itaat edin, Peygambere ve sizden olan ululemre de itaat edin." (Nisâ, 59) Bu ayetin ifade ettiği anlam üzerinde daha önce durduk. Bir diğer ayette de şöyle buyruluyor: "Sizin veliniz ancak Allah, O'nun elçisi ve namaz kılan ve rükû hâlinde zekât veren müminlerdir." (Mâide, 55) İnşallah bu ayetin ifade ettiği anlam üzerinde etraflıca duracağız.

Dolayısıyla tefsirini sunduğumuz ayetin anlamı gelip şu noktaya dayanıyor: Bu gün -yani kâfirlerin sizin dininizi yok etmekten umutlarını kestikleri gün- velayeti farz kılmak suretiyle, size indirmiş bulunduğum dinî bilgileri kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım. Bu nimet, dinsel işlerin ilâhî bir tarzda yönetilip yönlendirilmesi anlamına gelen velayettir. Bu güne kadar Allah ve Resulünün velayeti şeklindeydi ve vahiy indiği sürece bu yetiyordu. Fakat bundan sonra, vahyin iniş zamanının sona erişiyle ve Allah'ın dininin hamisi ve koruyucusu konumundaki Resulün insanların arasından ayrılışıyla birlikte bu velayet yetmez. Bu yüzden bu misyonu yürütecek kimsenin tayin edilmesi bir zorunluluktur. O, Resulullah'tan (s.a.a) sonra dini ve ümmetin yönetimini üstlenecek veliyy-i emr (emir sahibi-yönetici)dir.

Buna göre, velayet bir tek meşru (yasalaştırılmış olgu) idi, Resu-lullah'tan sonra veliyy-i emrin tayinine kadar eksikti, tam değildi.

Dinin yasaması kemale erip velayet nimeti tamamlanınca, din olarak sizin için İslâm'dan razı oldum. Ki İslâm, tevhid dinidir; bu dine göre sırf Allah'a kulluk edilir, itaat (itaat ibadet demektir) O'na ve itaatini emrettiği Resule veya veliyye edilir ancak.

Bu açıdan ayet, müminlerin bu gün korkudan kurtuluş ve güvene kavuştuklarını, yüce Allah'ın, tevhit dini olan İslâm'a göre hayatlarını düzenlemelerinden razı olduğunu haber vermektedir. Öyleyse onların Allah'a ibadet etmeleri, Allah'tan başkasına ve Allah'ın itaat edilmesi gerektiğini açıkladığı kimseden başkasına itaat etmek suretiyle O'na herhangi bir şeyi ortak etmemeleri gerekir.

"Allah sizden, inanıp iyi işler yapanlara vaat etmiştir. Onlardan öncekileri nasıl hükümran kıldıysa, onları da yeryüzünde hükümran kılacak ve kendileri için seçip beğendiği dinlerini kendilerine sağlamlaştıracak ve korkularının ardından kendilerini tam bir güvene erdirecektir. Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar. Ama kim bundan sonra da inkâr ederse, işte onlar yoldan çıkanlardır." (Nûr, 55) ayetini düşünüp cümleleri, "Bugün inkâr edenler, sizin dininizden umudu kesmişlerdir..." ayetiyle karşılaştırdığın zaman, Mâide suresindeki ayetin, Nûr suresinin ilgili ayetinin içerdiği vaadin gerçekleştiğinin somut ifadesi olduğunu göreceksin. Çünkü bize göre, "Bana kulluk edecekler ve bana hiçbir şeyi ortak koşmayacaklar." ifadesi, amaç bildirir niteliktedir. Nitekim, "Kim bundan sonra da inkâr ederse, işte onlar yoldan çıkanlardır." ifadesi de bunu ima ediyor.

Nûr suresi, İfk Kıssası'nı, zina cezasını, örtü vb. hükümleri içerme-sinin de gösterdiği gibi Mâide suresinden önce nazil olmuştur.

Gadir-i hum ayetinin hadisler ışığında açıklaması
Gayet-ul Meram adlı eserde şöyle bir rivayet yer alır: Ebu-l Muey-yed Muvaffak b. Ahmed "Fazail-u Ali" kitabında der ki: Bana Seyyid-ul Huffaz Şehrdar b. Şireveyh b. Şehrdar ed-Deylemi Hemedan'dan tarafıma yazdığı bir mektupta anlattı. Ona da Ebul Feth Abdus b. Abdullah b. Abdus el-Hemedani bir mektupta aktarmış. O da Abdullah b. İshak el-Bağavi'den duymuş, ona Hüseyin b. Uleyl el-Ganavî anlatmış, o Muhammed b. Abdurrahman ez-Zarra'dan duymuş, ona Kays b. Hafs bildirmiş, o da Ali b. Hüseyin'den haber almış, ona da Ebu Said el-Hudrî'den naklen Ebu Hüreyre aktarmış:

Resulullah (s.a.a) halkı Gadir-i Hum'a çağırdığı gün, orda bulunan bir ağacın altındaki dikenleri ve çerçöpü toplayıp atmalarını emretti; bunun üzerine ağacın altı temizlendi. O gün Perşembe günüydü; Peygamberin insanları Ali'ye çağırdığı gündü. Ali'nin kolundan tutup kaldırdı. Öyle ki, insanlar koltuk altının beyazlığını görebiliyorlardı. Daha birbirlerinden ayrılmamıştılar ki, "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum." ayeti indi. Bunun üzerine Resulullah (s.a.a), dinin kemale erişinden, nimetin tamamlanmasından, Rabbinin risaletinden ve Ali'nin velayetinden razı oluşundan dolayı "Allah-u Ekber." dedi. Sonra şöyle buyurdu: "Allah'ım! Onu veli edinenin velisi ol. Ona düşman olanın düşmanı ol. Ona yardım edene yardımcı ol. Onu terk edeni sen de yüz üstü bırak."

Hassan b. Sabit, "Ya Resulullah, birkaç beyit söylememe izin veriyor musun?" dedi. Resulullah, "Söyle, onu Allah kalbine ilham eder." buyurdu. Hassan şu beyitleri okudu:

"Gadir günü Peygamberleri haykırıyordu onlara

Hum mıntıkasında ve nebi ne değerli haykırıcı idi!

'Ben sizin mevlanız ve velinizim öyle mi?' derken.

Onlar hiç çekinmeden şöyle dediler:

'Senin ilâhın mevlamız, sen de velimizsin

İnsanlar içinde buna isyan eden kimse bulamazsın.'

Dedi ki ona: Kalk ey Ali, çünkü ben,

benden sonra imam ve yol gösterici olarak sana razı oldum."

Gayet-ul Meram'da Hafız Ebu Nuaym'ın "Ma Nezele Min-el Kur'-ân Fî Aliyyin Emir-il Mü'minin=Ali b. Ebu Talib hakkında inen Kur'ân ayetleri" adlı eserinden merfu olarak [rivayet zincirine yer vermeksizin] Kays b. Rebi'den, o da Ebu Harun el-Abdi'den, o da Ebu Said el-Hudri'den aynı rivayeti nakleder; ancak beyitlerin sonunda şu ifadelerin de yer aldığını belirtir:

"Ben kimin mevlasıysam, bu da onun velisidir.

Veli edinerek onun sadık yardımcıları olun.

İşte burada dua etti ki: Allah'ım, ona dost olanın dostu ol.

Ali'ye düşman olanın da düşmanı ol."

Yine Gayet-ul Meram'da, "Ma Nezele Minel Kur'ân..." adlı eserde şöyle nakledilir: Müellif merfu olarak Ali b. Amir'den, o da Ebul Haccaf'tan, o da A'maş'tan, o da Udda'dan şöyle rivayet eder: Şu ayet Ali b. Ebu Talip'le ilgili olarak Resulullah'a (s.a.a) inmiştir: "Ey Resul! Rabbinden sana indirileni duyur." [Mâide, 67] Yüce Allah şöyle de buyurmuştur: "Bugün sizin dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum."

Gayet-ul Meram'da İbrahim b. Muhammed el-Hameveyni'den şöyle rivayet edilir: Bize Şeyh Taceddin Ebu Talib Ali b. Hüseyin b. Osman b. Abdullah el-Hazin anlattı. Ona İmam Burhaneddin Nasır b. Ebul Mekarim el-Mutarrizi anlatmış ve ona nakil izni de verilmiş. Ona da İmam Ahtab Harezm Ebul Müeyyed Muvaffak b. Ahmed el-Mekki el-Harezmi anlatmış. Ona da Seyyid-ul Huffaz Hamedan'dan yazdığı bir mektupla bildirmiş, ona da bir yazıyla er-Reis Ebul Feth haber vermiş, ona Abdullah b. İshak el-Bağavi haber vermiş. Ona da Hasan b. Akil el-Ganavi bildirmiş, o da Muhammed b. Abdullah ez-Zarra'dan duymuş, ona Kays b. Hafs anlatmış, ona Ali b. Hasan el-Abdi, Ebu Harun el-Abdi'den, Ebu Said el-Hudri'den naklen ilk hadisin benzerini rivayet etmiştir.

Yine Hameveynî'den, o da Seyyid-il Huffaz ve Ebu Mansur Şehr-dar b. Şireveyhi b. Şehrdar ed-Deylemi'den rivayet etmiştir ki: Bize Hasan b. Ahmed b. Hasan el-Haddad el-Mukri el-Hafız, Ahmed b. Abdullah b. Ahmed'den, o da Muhammed b. Ahmed b. Ali'den rivayet etti. Onlara Muhammed b. Osman b. Ebu Şeybe aktarmış. O da Yahya el-Himmanî'den duymuş, ona Kays b. Rebi, Ebu Harun el-Abdi'den, o da Ebu Said el-Hudri'den ilk hadisin benzerini aktarmıştır.

Gayet-ul Meram'da daha sonra Hameveynî'nin bu hadisin peşinden şunları eklediği yer alır: "Bu hadis, değişik birçok kanaldan Ebu Said Sa'd b. Malik el-Hudri el-Ensari'ye dayanır."

Gayet-ul Meram'da Seyyid Razî'nin (r.a) "el-Menakib-ul Fahire" adlı eserinde Muhammed b. İshak'tan, o da İmam Bâkır'dan (a.s), o babasından, o da dedesinden şöyle rivayet ettiği nakledilir: Resulullah (s.a.a) Veda Haccından dönünce Davcan adı verilen bir yerde konakladı. Bu sırada, "Ey elçi! Rabbinden sana indirileni duyur, eğer bunu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah seni insanlardan korur." [Mâide, 67] ayeti indi. İnsanlardan korunacağına ilişkin hüküm inince insanlara, "Namaz için toplanın" diye seslendi. Bunun üzerine oradakilerin tümü etrafında toplandı. Dedi ki: "Kendi canlarınıza kendinizden daha fazla tasarruf hakkına sahip olan kimdir?" Hep birlikte "Allah ve Resulü" diye haykırdılar.

Bunun üzerine Resulullah, Ali b. Ebu Talib'in elinden tuttu ve "Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost olanın dostu ol, ona düşman olanın düşmanı ol. Ona yardım edene yardımcı ol. Onu terk edeni yüz üstü bırak. Çünkü o bendendir, ben de ondanım. O benim için Harun'un Musa nezdindeki mesabesindedir. Ancak benden sonra peygamber gelmeyecektir." buyurdu. Bu [Ali'nin velayeti], yüce Allah'ın Hz. Muhammed'in (s.a.a) ümmetine emrettiği son farzdı. Sonra Peygamberine şu ayeti indirdi: "Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'a razı oldum."

İmam Bâkır (a.s) der ki: "Orada bulunanlar namaz, oruç, zekât ve hacla ilgili Allah'ın emrettiği bütün farzları kabul ettiler ve Peygamberi bu hususta da tasdik ettiler."

İbn-i İshak der ki: İmam Bâkır'a sordum: "Bu olay ne zaman meydana geldi?" Dedi ki: Hicretin onuncu yılının zilhicce ayının on dokuzuncu[2] gecesinde, Peygamberimizin Veda Haccından döndüğü sırada meydana geldi. Bu olay ile Peygamberimizin (s.a.a) vefatı arasında yüz gün fark vardır. Gadir Hum'da Resulullah'ı on iki kişi dinlemiştir."[3]

Gayet-ul Meram'da İbn-i Mağazilî'nin "el-Menakıb" adlı eserinde merfu olarak Ebu Hüreyre'den şöyle rivayet ettiği aktarılır: "Zilhicce ayının on sekizinci gününde oruç tutan kimseye Allah, altmış ayın sevabını yazar. O, Gadir-i Hum günüdür. O gün Allah Resulü Ali b. Ebi Talib için insanlardan biat almış ve şöyle buyurmuştur: 'Ben kimin mevlasıysam Ali de onun mevlasıdır. Allah'ım ona dost olana dost ol, onun düşmanına düşman ol. Ona yardım edene yardımcı ol.' Bu sözleri duyan Ömer b. Hattab şöyle dedi: 'Kutlu olsun, kutlu olsun sana ey Ebu Talib'in oğlu, artık benim mevlam ve bütün mümin erkeklerin ve kadınların da mevlası oldun.' Ardından yüce Allah, 'Bugün sizin için dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım.' ayetini indirdi."

Gayet-ul Meram'da İbn-i Mürdeveyh'in "el-Menakıb" adlı eserinde ve Merzübanî'nin "Serikatuş-Şiir"[4] adlı eserinde Ebu Said el-Hudri'den, Hatip'ten nakledilen hadisin benzerini rivayet ettikleri yer alır.
Musa Özateş
Mesajlar: 1205
Kayıt: 17 Mar 2007, 01:17

Gadiri Hum hadisi

Mesaj gönderen Musa Özateş »

Gadiri Hum Hadisi
Bilindiği gibi Ehlibeyt mektebinin "imamet" konusunda ileri sürdüğü en önemli delillerden ve naslardan birisi "Gadîr-i Hûm" hadisidir. Bu hadis Sünnî kaynaklarda da geniş bir şekilde nakledilmiştir. Ancak bir çok Sünnî alim, Ehlibeyt mektebinin bu hadisten imamet konusunda çıkardığı sonucu kendilerine göre çürütmek için çeşitli yollara baş vurmuşlardır. Bazıları hadisin senedinde sorun olduğunu ileri sürmüş, bazısı sahih olsa bile mütevâtir olmadığını iddia etmiş, bazısı tarihi açıdan doğru olamayacağını, zira o sırada Hz. Ali'nin Yemen'de olduğunu ispatlamaya çalışmış, bazısı ise bu yolla istediği sonuca varamayacağını görünce hadisin müfredatını (mevlâ kelimesi gibi) kendi istekleri doğrultusunda tevil etmeye kalkışmış, bazısı ise hadisin bazı bölümlerini kabul, bazısını reddederek amacına ulaşmayı yeğlemiş, bazısı ise hadisi bir yana bırakmış, hadisin dışında bazı dayanaklara dayanarak hadisin doğru olamayacağını veya ondan çıkarılan sonucun yanlış olduğunu ispatlamaya uğraşmışlardır. Biz inşallah bu yazıda önce bu olayı ve onunla ilgili hadisi sadece Sünnî kaynaklara dayanarak[1] kısaca nakledip daha sonra Sünnî alimlerin yukarıda bahsettiğimiz itirazlarını teker teker ele alıp detaylı bir şekilde cevaplamaya çalışacağız, bi-iznillah.

Önce Ehlisünnet kitaplarında Gadîr-i Hûm'la ilgili rivayetlerin bazısını nakledip asıl mevzuumuza geçeceğiz. Elbette bu konudaki rivayetlerin hepsini nakledip tahlil etmek bizim konumuzu aştığı için daha detaylı ve kamil bilgi isteyen kardeşlerimize iki değerli eseri tavsiye ediyoruz. Arapça bilen kardeşlere Merhum Allâme Emînî'nin dev eseri "El-Gadîr"in 1. cildine, Arapça bilmeyen kardeşlere ise, Abdulkadir Çuhacıoğlu kardeşimizin değerli eseri "El-Hasâis" kitabının tercüme ve şerhindeki "Gadîr Hadisleri" bölümüne müracaat etmelerini tavsiye ediyoruz.

1- İmam Ahmed b. Hanbel'in Müsned’inde şöyle nakledilmektedir: "Abdullah bize babasından, o da Affân'dan, o da Hammâd b. Seleme'den, o da Ali b. Zeyd'den, o da Adiy b. Sâbit'ten, o da Berâ’ b. Âzip'ten şöyle nakletmiştir: "Biz, bir yolculukta Resulullah (s.a.a) ile birlikteydik. "Gadîr-i Hûm" denen yerde konakladık. Hepimizin toplanması için çağrı yapıldı. İki ağacın altı Allah Resulü için temizlendi. Allah Resulü öğle namazını kıldıktan sonra Ali'nin elini tuttu ve şöyle buyurdu: "Acaba benim her mu'mine kendi nefsinden daha evla olduğumu (üzerinde velâyet ve tasarruf hakkına sahip olduğumu) bilmiyor musunuz? (Müslümanlar) "Evet biliyoruz" dediler. Bunun üzerine Ali'nin elini tuttuğu halde şöyle buyurdu: "Ben kimin mevlâsı isem, Ali onun mevlâsıdır. Allah'ım, onu seveni sev, ona düşman olana düşman ol." Sonra Ömer (b.Hattâb) Ali'nin karşısına geçip ona şöyle dedi: "Ne mutlu sana ey Ebû Talib'in oğlu, her mu’min erkeğin ve her mu'mine kadının mevlâsı oldun." Bu hadis Müsned-i Ahmed b. Hanbel'de takriben onbeş yerde ve bazı yerde birkaç senetle nakledilmiştir ki biz bir tanesiyle yetiniyoruz.[2]

Hakim Nişâbur-i "Müstedrek-üs Sahihayn" kitabında Gadîr hadisini hemen hemen aynı muhtevayı taşıyan değişik tabirlerle ve kitabının muhtelif yerlerinde nakletmiştir. Örneğin şöyle diyor: "Ebû-l Hüseyin Muhammed b. Ahmed b. Temîm Hanzalî bize Bağdât'ta, Ebû Kilâbe Abdulmelik b. Muhammed er-Rakkâşî'den, o da Yahyâ b. Hammâd'dan, o da Ebu Bekir Muhammed Ahmed b. Babeveyh ve Ebu Bekir Ahmed b. Cafer-il Bezzaz'dan, o ikisi de Abdullah b. Ahmed b. Abdullah'tan, o da babasından, o da Yahya b. Hammad'dan; yine bize Ebû Nasr Ahmed b. Sehl (Buhâr'a Fakihi), Salih b. Muhammed (Hafız Bağdâdi)'den, o da Halef b. Sâlim Mahremî'den, o da Yahyâ b. Hammâd'dan, o da Ebû Avâne'den, o da Sabit'ten, o da Ebû Tufeyl'den, o da Zeyd b. Erkam'dan şöyle nakletmiştir: "Allah Resulü (s.a.a) Vedâ Haccı'ndan dönerken Gadîr-i Hûm denen yerde indiğinde, diken ağaçlarının altının süpürülüp temizlenmesini emretti. (İnsanlar yerleştiğinde) şöyle buyurdu: "Öyle gözüküyor ki ben Allah tarafından kendi indine çağırılmışım ve ben de icabet etmişim (vefatım yaklaşmıştır). Hiç şüphesiz ben sizin aranızda iki ağır-paha biçilmez emanet bıraktım. Onlardan biri diğerinden daha büyüktür, Allah'ın kitabını (Kur'ân'ı) ve İtretim'i (Ehlibeyt'imi). Bakın benden sonra onlara nasıl davranacaksınız? Şüphesiz onlar, (Kevser) havzu başında bana varıncaya kadar birbirinden ayrılmazlar." Sonra şöyle devam ettiler: "Muhakkak ki Allah Azze ve Celle benim mevlâmdır, ben de her mu'minin mevlâsıyım." Sonra Ali'nin elinden tuttu ve şöyle buyurdu: "Ben kimin mevlâsı isem, bu (Ali) de onun velisidir. Allah'ım onu seveni sev, ona düşmanlık besleyene düşman ol…" Ve hadisi sonuna kadar zikretmiştir. Bu hadis Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahihtir. Ama onlar hadisi sonuna kadar nakletmemişlerdir."[3]

Evet Sahîh-i Müslim'de bu hadisin sadece bir bölümü nakledilmiştir.

Hâkim Nişâburî bu hadisi naklettikten sonra aynı hadisi başka senetlerle de nakletmektedir; ancak o nakillerde, hadiste "Ben kimin mevlâsıysam, bu (Ali) de onun velisidir" cümlesinden önce şu ilave de mevcuttur: "Sonra üç defa buyurdu: "Benim mu'minlere kendi nefislerinden daha evlâ olduğumu biliyor musunuz?" "Evet" diye cevap verdiklerinde şöyle devam etti: "Ben kimin mevlâsıysam, Ali onun mevlâsıdır."[4]

İbn-i Mâce kendi süneninde şöyle yazıyor: "Ali b. Muhammed bize Ebû-l Hüseyin'den, o da Hammâd b. Seleme'den, o da Ali b. Zeyd b. Ced'ân'dan, o da, Adiy b. Sâbit'ten, o da Berâ' b. Âzip'ten şöyle rivayet etmiştir: "Allah Resulü'nün yaptığı hacda, bizde onunla birlikteydik. Yolun bir yerinde inip insanların toplanmasını emretti ve Ali'nin elinden tutarak şöyle buyurdu: "Ben mu'minlere onların kendilerinden daha evla değil miyim?" "Evet" dediklerinde şöyle devam etti: "Ben her mu'mine kendi nefsinden daha evla değil miyim?" Yine "Evet" dediler. Bunun üzerine şöyle buyurdu: "Bu (Ali), ben kimin mevlâsı isem onun velisidir. Allah'ım, onu seveni sev; Allah'ım, ona düşman olana düşman ol"[5]

Tirmizî de aynı manayı içeren bir rivayeti kendi Sünen'inde nakletmiştir.[6]

Önceden değindiğimiz gibi Ehlibeyt mektebi, diğer bir çok aklî ve naklî delilin yanı sıra, "Gadîr Hadisi" diye meşhur olan bu hadisi de Hz. Emir'ul-Mu'minin Ali' (a.s)’ın Resulullah'tan sonra ilk halife olması gerektiğine güçlü bir delil ve nass olarak görmektedir. Ancak yukarıda da değindiğimiz gibi Ehli Sünnet alimleri çeşitli açılardan buna karşı çıkmış ve Şia'nın bu hadisten çıkardığı sonucu çürütmeye çalışmışlardır. Biz bu makalede bu itirazları sırasıyla ortaya koyup cevaplamaya çalışacağız inşallah:

1- Sünnî alimlerden bir kısmı bu hadisin senetlerinin doğru olmadığını, bir kısmı ise senedi doğru bile olsa mütevâtir olmadığını ileri sürerek onu gölgelemeğe çalışmışlardır. Örneğin Kadı Azududdin Îcî "Mevâkıf" kitabında şöyle diyor: "Biz bu hadisin sahih olduğunu inkar ediyoruz. Onun zaruri (mütevâtir) olduğunu söylemek ise delilsiz bir iddiadır. Hadis erbabının çoğusu onu nakletmediği halde nasıl mütevâtir olabilir?"[7]

İbn-i Hacer Heysemî ise şöyle diyor: "Şia, imâmet için getirilen delillerin mütevâtir olması gerektiğinde müttefiktir. Oysa bu hadisin mütevâtir olmadığı malumdur. Zira hadisin sahih olup olmadığı ihtilaflıdır ve hadisin sahihliğine itiraz edenlerden bir kısmı hadis ilminin öncülerinden sayılmaktadırlar; Ebû Dâvud Sicistanî, Ebû Hâtem Râzî gibi. Demek ki bu hadis ahad bir hadistir ve sahihliğinde ihtilaf edilmiştir."[8]

İbn-i Hazm ve Teftâzânî de benzer şeyler söylemişlerdir.[9]

Cevap: Bize göre tarih ve hadisten az buçuk haberdar olan bir kimse için, bu eleştirinin hiçbir sağlam dayanağının olmadığı ve taassup ve önyargıdan kaynaklandığı açıktır. Yoksa bu hadisi inkar, sofistlerin hissiyatı inkar etmesi veya İslâm tarihinin meşhur olaylarını (Bedir, Uhûd savaşları gibi) inkar etmek gibi bir şeydir. Bizim amacımız bu konuyu bir makaleye sığdırmak olduğu için, detaylara girmeden, hadisin senet ve kaynaklarıyla ilgili genel ve kaba bilgiler vereceğiz. Daha geniş ve detaylı bilgi isteyenler şu kaynaklara baş vurabilirler:

a) El-Gadîr (Allâme Emînî)

b) Abekât-ül Envâr (Mîr Hâmid Hüseyin)

c) İhkâk-ul-Hak (Şehid Kâdî Nurullah Şuşterî)

d) El-Hasâis Şerhi (A. Çuhacıoğlu) Kevser Yayınları.



İhkâk-ul Hak kitabında “Gadîr Hadisi”nin mütevâtir olduğunu itiraf eden 14 büyük Sünnî alimin isimleri verilmektedir; ez cümle, Suyûtî, Cezrî, Celâleddin Nişâbûrî, Türkmanî, Zehebî…"[10] İbn-i Hazm da aynı şeyi söylemiştir.[11]

Merhum Allâme Emînî, büyük Sünnî alimlerden, Gadîr hadisinin çeşitli tarik ve senetlerinin sahihliğine itiraf eden 43 kişinin isimlerini kaynaklarıyla birlikte vermiştir; ez cümle; Sa'lebî, Vâhidî, Fahrettin Râzî, Suyûtî, Kâdî Şevkânî ve…[12]

Yine otuz Sünnî müfessirin adını veriyor ki hepsi tebliğ ayetinin Gadîr-i Hûm olayında indiğini ve Gadîr hadisiyle alakalı olduğunu kabul etmişlerdir. (Tirmizî, Tahavî, Hâkim Nişâbûrî, Kurtubî, İbn-i Hacer Askalânî ve …)

Tebliğ ayeti şudur: "Ey Resul, sana indirileni tebliğ et! (İnsanlara ulaştır) ve eğer bunu yapmazsan peygamberliğini tebliğ etmemiş gibi olursun. Ve Allah seni insanlardan koruyacak." (Mâide, 67)[13]

İhkâk-ul Hak kitabında ise Gadîr hadisi, Ehlisünnet'in elli muteber kaynağından nakledilmiştir. Ezcümle: Sünen-ül Mustafâ, Müsned-i Ahmed, Hasâis-i Nesâî, İkd-ul Ferîd, Hilyet-ül Evliyâ…[14]

Şimdi Merhum Allâme Emînî'nin eserine dayanarak büyük Sünnî alimlerden bazılarının Gadîr hadisi hakkındaki görüşlerini aktarmaya çalışacağız:

Ziyâüddin Mukbilî: "Eğer Gadîr hadisi kat'î değilse, demek ki dinde kat'î olan hiç bir şey yoktur."

İmâm Gazâlî: "Müslümanların cumhuru, Gadîr hadisinin metni üzerinde icmâ' etmişlerdir." sözüne itibar edilmeyecek.

Bedahşî: "Sözüne itibar edilmeyecek mutaassıp ve inkarcı kimsenin dışında, Gadîr hadisinin doğruluğunda kimse tereddüt etmez."

Âlûsî: "Gadîr hadisi bizim yanımızda sâbit olan sahih bir hadistir ve hiçbir sakıncası yoktur. Hem Resulullah'tan (s.a.a) hem de Hz. Ali'den mütevâtir bir şekilde nakledilmiştir."

Hâfız İsfahânî: "Gadîr hadisi yüz sahabî tarafından nakledilen sahih bir hadistir ki Aşere-i Mübeşşere de onların içindedir. Hâfız Sicistânî onu 120 sahabîden ve Hâfız İbn-ül Alâ Hemedânî ise 150 sahabîden nakletmişlerdir."[15]

Hâfız İbn-i Hacer Askalânî, Tehzîb-üt-Tehzîb kitabında, Gadîr hadisinin bazı tariklerini ve bazı râvilerini açıkladıktan sonra şöyle diyor: "İbn-i Cerir Taberî Gadîr hadisinin senetlerini tek kitapta toplamış ve onun sahih bir hadis olduğuna hükmetmiştir. Ebû-l Abbâs İbn-ül-Ukde de bu hadisi 70 veya daha fazla sahabîden nakletmiştir."[16]

Yine Sâhih-i Buhârî'nin şerhi olan Feth-ül Bârî kitabında şöyle diyor: "Ben kimin mevlâsıysam, Ali onun mevlâsıdır" hadisini, Tirmizî ve Nesâî gibileri nakletmiştir. Bu hadisin çok fazla senet ve tarikleri vardır ki bunların hepsini İbn-i Ukde müstakil bir kitapta bir araya toplamıştır. Bu tarik ve senetlerin çoğusu sahih veya hasendir. İmâm Ahmed b. Hanbel'den bize şöyle nakledilmiştir: "Hz. Ali'nin faziletleri hakkında bize nakledildiği kadar hiçbir sahabî hakkında (fazilet) nakledilmemiştir."[17]

Kundûzî-yi Hanefî, Gadîr hadisini muhtelif senetlerle ve muhtelif kaynaklardan naklettikten sonra şöyle diyor: "Meşhur tarih Sahibi Muhammed b. Cerir Taberî, Gadîr hadisini 75 tarikten nakletmiş ve bu konuda "El-Vilâye" isimli bir kitap yazmıştır. Yine Ebû-l Abbâs Ahmed b. Muhammed b. Said b. Ukde, yazdığı müstakil bir kitapta bu hadisi 150 tarikten nakletmiştir."[18]

Hâfız Muhammed b. Muhammed b. El-Cezrî ed-Dimeşkî, "Münâşede" hadisi diye meşhur olan Hz. Ali (a.s)'ın Gadîr hadisi ile ettiği ihticâcı naklederken şöyle diyor: "Bu hadis hasen bir hadistir ve bu rivayet (münâşede) mütevâtir bir şekilde Hz. Ali (a.s)'dan nakledilmiştir. Nasıl ki Gadîr hadisi de mütevâtir bir şekilde Hz. Resulullah'tan nakledilmiştir. Bir çok grup onu başka bir çok gruptan nakletmişlerdir. Dolayısıyla bu hadisi taz'if edenlerin sözüne itina edilmemelidir; zira onların esasen hadis ilminden doğru düzgün haberleri yoktur."[19]

Gerçi "Buhâri" ve "Müslim" bu hadisi tümüyle sahihlerinde nakletmemişlerdir. (Sadece Müslim, kısa bir bölümünü Zeyd b. Erkam'dan nakletmiştir.) Fakat bu, Gadîr hadisinin sağlamlığına halel getirmez; zira bu iki kitapta nakledilmediği halde, hatta Buhârî ve Müslim'in şartlarına göre sahih olan onlarca hadis gösterilebilir. Bundan dolayı da onlara kaç tane Müstedrek yazılmıştır ki Hâkim Nişâbûrî'nin Müstedrek'i bunların en genişidir. Kaldı ki bütün sahih hadisler, sadece Buhârî ve Müslim'de bulunanlardan ibaret olsaydı, o zaman başka "Sihâh" kitapların yazılmasına gerek kalmazdı. Oysa onlardan sonra yazılan bir çok Sihâh ve Sünen kitapları vardır. Evet hiçbir münsif alim veya araştırmacı yoktur ki Buhârî ve Müslim'le kendisini başka kitaplardan müstağni görsün. Hatta Buhârî ve Müslim'in kendileri de, kitaplarında topladıkları hadislerin sahih olduğunu, ama bütün sahih hadislerin onlardan ibaret olmadığını ve başka bir çok sahih hadisi, bazı nedenlerden dolayı kitaplarına almadıklarını açıkça itiraf etmişlerdir.[20]

Buna ilaveten Merhum Allâme Emînî, Gadîr hadisini Buhârî ve Müslim'in hadis hocalarından sayılan 29 kişiden nakletmiştir.[21]

Ne kadar ilginçtir ki Gadîr hadisine bu eleştiriyi getiren İbn-i Hacer bile kitabında şöyle yazmaktadır: "Gadîr hadisi hiçbir şüphe götürmeyecek sahih bir hadistir ki Tirmizî, Nesâî ve Ahmed b. Hanbel gibi alimler, onu çeşitli senetlerle nakletmişlerdir; bu cümleden 16 sahabî onu nakletmiştir. Hatta Ahmed b. Hanbel sahabeden otuz kişinin duyduğunu ve naklettiğini ve Hz. Ali'nin hilâfetinde ihtilaf çıktığında bu hadisi duyduklarına şehâdet etmişlerdir."[22]

Aynı kitabın bir başka yerinde yine şöyle diyor: "Gadîr hadisini, sahabeden otuz kişi Resulullah (s.a.a)'den nakletmişlerdir ve onun senetlerinin çoğusu sahih veya hasendir.[23]

Demek ki İbn-i Hacer gibi hadisin sıhhatini eleştirenlerin bile kendi söylediklerine inanmadığını itiraf etmekte ve aynen şöyle yazmaktadır: "Hadisin sıhhatini reddedenlerin sözüne itina edilmemelidir."[24]

Muâsır yazarlardan da bir çoğu Gadîr hadisini kendi kitaplarında nakletmişlerdir. Ahmed Zeynî Dehlân, Muhammed Abduh, Abd-ül Hâmid Alûsî, Ahmed Ferid Rıfâî, Ömer Farrûh gibi…[25]

Son olarak şunu da hatırlatmak gerekir ki Şia'nın imâmet de dahil itikadî konularla ilgili hadislerde mütevâtir olmayı ve kesinliği şart koşması doğrudur. Ve Gadîr hadisi Şia kaynakları açısından mütevâtir ve kat'idir. Hatta Ehlisünnet alimlerinden bir çoğunun da kendi kaynaklarındaki nakilleri dikkate alarak bu hadisin mütevâtir olduğunu itiraf ettiklerine daha önce değinmiştik. Ancak şunu bilmek gerekir ki hatta bu tevâtür söz konusu olmasaydı dahi Ehlisünnet'in bu açıdan Şia'ya itiraz hakkı yoktur. Zira onlar, imâmeti usûl-i dinden değil furû-i dinden saydıkları için, hadisin senedinin sahih olmasını yeterli görüyorlar; dolayısıyla hadisin mütevâtirliğini onlara ispat etme mecburiyetinde değiliz.



2- Gadîr hadisi hakkına ortaya atılan ikinci eleştiri ve itiraz, Kâdı Azudduddin'in de yazdığı gibi şudur ki Vedâ Hacc'ı sırasında Hz. Ali Mekke'de değil Yemen'deydi böyle bir durumda, bu hadis onun hakkında nasıl doğru olabilir?[26]



Cevap: Bu eleştiri de yine bizzat Sünnî alimlerinin bir çoğu tarafından reddedilmiştir. Örneğin Seyyid Şerif Curcânî, Îcî'nin Mevâkıf kitabını şerh ederken, onun yukarıdaki sözünü naklettikten sonra şöyle diyor: "Bu görüş ve eleştiri reddedilmiştir. Zira, faraza Ali'nin Gadîr-i Hûm'da bulunmaması, Gadîr hadisinihn sıhhatini zedelemez. Çünkü gerçi bu hadisin bazı nakillerinde Resullullah'ın Hz. Ali'yi yanına çağırdığı ve elini yukarıya kaldırdığı gibi cümleler yer almaktadır, ancak bir çok nakilde de bu cümleler yer almamaktadır."[27]

İbn-i Hacer ise bu eleştirinin cevabında şöyle demektedir: "Gadîr hadisini sahih bilmeyen veya Hz. Ali'nin o sırada Yemen'de olduğunu iddia ederek Gadîr hadisini gölgelemeye çalışanın sözüne itibar edilmez. Zira Hz. Ali'nin Yemen'den döndüğünü ve haccı Resulullah'la birlikte yerine getirdiği sabittir."[28]

Gerçi Hz. Ali'nin Yemen'den döndüğü ve Vedâ Haccı'nda Resulullah'la birlikte hac yaptığı tarihi açıdan kesindir, ancak yine de merak edenlerin merakını gidermek için bu gerçeği açık bir şekilde ortaya koyan bir kaç meşhur Sünnî kaynağın ismini vermek istiyoruz. Taberî Tarih'inde (c.2, s.205), İbn-i Kesîr El-Bidâyet-u Ven-Nihâye isimli kitabında (c.2, s.184, aynı cildin 132. sayfasında da Hz. Ali'nin Yemen'den dönüşünü çeşitli kaynaklara dayanarak vermiştir), İbn-i Esîr El-Kâmil kitabında (c.2, s.302).





3- Gadîr hadisi hakkında Sünnî alimlerin ileri sürdükleri diğer bir eleştiri ve itiraz (belki de en önemli ve yaygın olanı), hadiste bulunan "mevlâ" kelimesiyle ilgilidir. Lügat kitaplarında bu kelime için bir çok mana zikredilmiştir; "evlâ", "yardımcı", "amca oğlu", "komşu", "sözleşen", "köle âzâd eden" ve… Şia alimleri bir çok şâhid ve karineye dayanarak (ki bunları ileride göreceğiz inşallah) bu kelimenin "evlâ" yada başka bir tabirle velâyet sahibi, velî ve yönetici anlamına geldiğini söylemektedir. Bazı Sünnî alimleri ise bunu dost veya "yardımcı" anlamına tutmuş, buna gerekçe olarak da hadisin devamında geçen, "Allah'ım, onu seveni sev ona düşman olana düşman ol; ona yardımcı olana yardımcı ol, onu yalnız bırakanı, yalnız bırak" şeklindeki duayı göstermişlerdir. Yine "evlâ" manasına olamaz, zira Arpça'da "mef'al" vezni, "ef'al" manasında kullanılmamıştır!" diyorlar.

Büyük ihtimalle bu sözü ilk olarak Fahrettin Râzî Nihâyet-ül Ukûl kitabında ortaya atmış, daha sonra da başkaları ondan alıp nakletmişlerdir. Örneğin Kâdı Azududdin Îcî, Mevâkıf kitabında şöyle diyor: "Gadîr hadisindeki "mevlâ" kelimesinden maksat yardımcıdır; zira ondan sonra gelen "Allahumme vâli men vâlâhu" duasında bu manada kullanılmıştır. Mevlâ kelimesinden "evlâ" manasının kastedilmiş olması doğru değildir; çünkü "mef'al" vezni, "ef'al" manasında kullanılmamıştır.[29]

İbn-i Hacer ise şöyle diyor: "Biz, mevlâ kelimesinin, Şia'nın kastettiği manada olduğunu kabul etmiyoruz. Zira hadisteki mevlâ kelimesinin manası yardımcıdır. Evet bu kelime bir çok manada kullanılmıştır: "köle âzâd eden", "âzâd olmuş köle" işlerde tasarruf hakkına sahip olan", "yardımcı", "sevilen" ve… Eğer hadiste "mevlâ"yı "sevilen" anlamında kullanırsak, bu mana hem bize göre doğrudur hem de Şia'ya göre; zira Hz. Ali hem bizim sevdiğimiz bir kimsedir hem de onların. Ama "mevlâ" kelimesinin "imâm" anlamında kullanıldığı, ne şeriat açısından görülmüştür ne de lügat; şeriatta kullanılmadığı açıktır ve delile gerek yoktur, lügatte ise lügat alimlerinden hiçbirisi "mef'al" vezninin "ef'al" manasında kullanıldığını söylememiştir."[30]

Diğer Sünnî alimlerinin çoğusu da benzer şeyleri tekrarlayıp durmuşlardır.



Cevap: Gerçi lügat kitaplarında 27'ye yakın mana, içinde "evlâ" kelimesi de olmak üzere "mevlâ" için nakledilmiştir; ancak bunların içerisinde asıl olan "evlâ" manasıdır. Merhum Allâme Eminînî, El-Gadîr Kitabında bu 27 mananın hepsini zikrettikten sonra, onların her birisinde bir türlü evleviyet (öncelik) yönünün olduğunu ve bu yüzden "mevlâ" kelimesinin onlarda kullanıldığını ispatlamaya çalışmıştır. Her halükarda böyle olsun veya olmasın "Mevlâ" kelimesinin evlâ manasına kullanıldığı, İbn-i Hacer ve Îcî gibilerin iddiasının aksine kesindir. Onların kullanılmadığı iddiasının asılsızlığı o kadar açık ve yersizdir ki "Çelebî" Mevâkıf kitabına yazdığı haşiyesinde, Îcî'nin yukarıda naklettiğimiz sözünün altına şöyle dipnot düşmüştür: "Îcî'nin bu iddiası reddedilmiştir; zira "mevlâ" kelimesinin "mütevellî", "emir sahibi", "tasarrufta evlâ olan (tasarruf etme önceliğine sahip olan) manalarında kullanıldığı Arap lügatinde yaygındır. Ebû Ubeyde demiştir ki Kur'ân-ı Kerim'de "Bugün artık ne sizden ne de inkar edenlerden fidye kabul edilir, varacağınız yer ateştir. O (ateş) sizin mevlânızdır" (Hadid, 15) âyetinde geçen "mevlânızdır" kelimesi, size evlâdır demektir." Resulullah'tan nakledilen "Hangi kadın ki mevlâ'sının izni olmadan nikahlanırsa, nikahı bâtıldır" hadisinde geçen Mevlâ da kadına evlâ olan ve onun adına tasarruf ve yetki sahibi olan anlamındadır.

Şunu da belirtmemiz gerekir ki mevlâ kelimesinin evlâ anlamında kullanılmasının manası şudur ki mevlâ, sıfat manası içeren bir isimdir, kendisi sıfattır demek değildir. Dolayısıyla "Eğer Mevlâ, evlâ anlamında ise, neden evlâ kelimesi yerinde kullanılamıyor?" itirazı da yersizdir."[31]

Evet Ebû Ubeyde'nin tespiti tamamen isabetlidir. Aksi taktirde ateşin diğer zikredilen anlamlarda mevlâ olması nasıl düşünülebilir?!

Allâme Mîr Hâmid Hüseyin, dev eseri Ebekât-ül Envâr kitabının bir buçuk cildini, sadece bu konuya, yani mevlâ kelimesinin evlâ anlamında kullanıldığını itiraf eden lügatçi ve alimlerin görüşlerine ve onların güvenirliğini ortaya koyan belgelere ayırmıştır.[32] Merhum Allâme Emînî de Arap edebiyatının öncülerinden sayılan birçok alimin bu gerçeği itiraf ettiklerini isimleri ve eserleriyle birlikte vermektedir; Ferrâ', Sicistânî, Cevherî, Kurtubî, İbn-i Esîr ve …[33]

Ebû Ubeyde'nin sözlerinde de geçtiği gibi hadislerde de mevlâ kelimesi evlâ anlamında kullanılmıştır; örneğin şu hadisi bir çok lügat alimi şahit olarak göstermiştir: "Mevlâsının izni olmadan nikahlanan kadının nikahı bâtıldır."[34] Görüldüğü gibi bu hadiste kadının mevlâsı, onun velisi ve onun adına tasarruf hakkına sahip olan anlamındadır.

İşte bu yüzden Sahîh-i Müslim'de şu rivayet nakledilmiştir: "Köle kendi efendisine Mevlâ diye hitap etmesin; zira mevlâ Allah'tır."[35] Evet asıl mevlâ (insanlar üzerinde söz sahibi ve tasarruf hakkına sahip olan), Allah-u Teala'dır.

Zamanının Ezher şeyhi olan büyük alim Merhûm Selim Bişrî de Merhûm Allâme Şerefuddin ile bu konuyu müzakere ettikten sonra mektubunda aynen şöyle yazıyor: "Ben yakin ediyorum ki Gadîr hadisinde geçen mevlâ kelimesi, sizin dediğiniz manada (evlâ) kullanılmıştır."[36]

Şunu da ilave etmemiz gerekir ki Merhum Mîr Hâmid Hüseyn'in de dediği gibi İbn-i Hacer ve diğer bazılarının iddiasının aksine mevlâ kelimesi "mahbûb" (sevilen) anlamında meşhur ve muteber lügat kitaplarının hiçbirisinde nakledilmemiştir. Örneğin şu kaynaklara bakılabilir:

"Sihâh-ül Lüga, Kâmûs-ul Lüga, Fâik En-Nihâye, Mecme-ul Bihâr, Tâc-ül Mesâdir, Müfredât-ül Kur'ân, Esâs-ül Belâğa, El-Mağrib, Misbâh-ül Münîr."[37]

Bizce bunların hepsinden daha önemli olan şey, Allah Resulü'nün (s.a.a) bu sözü dile getirdiğinde hangi manayı kastetmesi ve bunu duyan muhatapların o ortam ve şartlarda bu kelimeden ne anladıklarıdır. Bunu delil ve karineleriyle tespit ettikten sonra, hatta lügat ehli daha sonra mevlâ için bu manayı zikretmeselerdi dahi bizim amacımıza bir halel getirmezdi. Önemli olan sözü söyleyen ve bunu duyanların ondan neyi kastettikleri ve neyi anladıklarıdır.

Şimdi Allah'ın lütfuyla Resulullah'ın ve muhataplarının bu kelimeden evlâ anlamını anladıklarını gösteren önemli karineleri açıklamaya çalışacağız.



a- Resulullah (s.a.a)'in ashabından olan ve Gadîr-i Hûm'da hazır bulunan şâir ve edip sahâbî Hassân b. Sâbit[38], Allah Resulü'nün okuduğu Gadîr hutbesinden sonra izin alıp bu olayı şiirleştirdi ve mealen şu manalara şiirinde yer verdi:



Gadîr-i Hûm gününde seslendi nebileri

Kulak verip dinledi cümlesi o serveri



"Mevlânız kimdir?" dedi, "Ve de size peygamber?"

Sessiz kalan olmadı, haykırdılar beraber



"İlâh'ın mevlâmızdır, sen de bizim nebimiz

Velâyet karşıtına rastlamazsın şüphesiz



İşte o an seslendi: "Kalk ayağa ya Ali!

Benden sonra imamsın, sensin hidâyet yolu



Ben kime Mevlâ isem, velisi Ali onun

Onu gönülden sevin, ona sıdk ile uyun



Sonra "Allah'ım!" dedi, "Sev Ali'yi seveni

Ona düşman olanın düşmanı ol İlâhî!"



Merhûm Allâme Emînî, Hassân b. Sâbit'in bu şiirini Ehlisünnet'in 12 ve Ehlibeyt mektebinin 26 kaynağından nakletmiştir ki arzu edenler dipnotta verdiğimiz adrese müracaat ederek bu kaynakları görebilirler.[39]



b) Kays b. Sa'd b. Ubâde de bu konuyu şiirleştirmiştir ki şiirinin iki beyti şöyledir:



Ve Ali bizim imâmımızdır, başkasının da

İmamıdır, buna vahiy inmiştir



O gün ki Nebî dedi: Ben kime Mevlâ isem

Bu Ali'dir onun mevlâsı, ne güzel hutbeydi o!



Allâme Eminî bu şiiri de on iki kaynaktan nakletmiştir.[40]



c) Amr b. Âs da Hz. Ali'ye karşı beslediği onca kin, hased ve düşmanlığa rağmen, Muâviye ile arasında geçen bir zıtlaşma ve inatlaşma sırasında, Muâviye'yi kızdırmak için Hz. Ali'nin methinde uzunca bir kaside söylemiştir ki biz konumuzla ilgili birkaç beytini vermekle yetiniyoruz:



Gadîr-i Hûm günü minbere çıktı

Kafile dağılmadan, emri tebliğ eyledi



Ben size nefislerinizden daha evla değil miyim?

Evet dediler, ne istersen onu yap



İşte o zaman Mu'minlerin emirliğini Allah'tan taraf

Verdi Ali'ye; verdi ona halifeliği İlahi bir etâ olarak



Ve dedi ki: Ben kime Mevlâ idiysem, bugün

İşte bu Ali de onun velisidir; ne güzel veli!...





Amr b. Âs'ın bu şiirini de Allâme Emînî sekiz Sünnî ve Şii kaynaktan nakletmektedir.[41]



Allâme Emînî daha bir çok Arap şâir ve edebiyatçısının ismini veriyor ki hepsi Gadîr hadisindeki "Mevlâ" kelimesinden "evlâ" manasını anlamışlardır.[42]



d) Hepsinden önemlisi, Hz. Ali (a.s)'ın kendisi Muâviye'ye yazdığı bir şiirinde aynı manayı dile getirmiştir ki bir beyti şöyledir:



Benim için kendi velâyetini size farz kıldı

Allah'ın Resulü, Gadîr-i Hûm Günü…



Bu şiiri de yine Merhûm Allâme Emînî, onbir Sünnî ve yirmialtı Şiî kaynaktan nakletmektedir.[43]

Görüldüğü gibi bu olayı bizzat yaşayan ve Arap edebiyatında zamanlarının önde gelen isimlerinden olan sahâbîler, "mevlâ" kelimesinden, evlâlık, velâyet ve tasarruf hakkı, imâmet ve halifelik gibi manaları anladıklarını şiirlerinde açık bir şekilde ortaya koymuşlardır.



e) Yine bu iddiamızı teyid eden önemli karinelerden birisi de ashâbın, ezcümle Ebu Bekir ve Ömer'in aynı manayı anladıklarını tebriklerinde ortaya koymalarıdır ki bir çok kaynakta takriben şu manayı ifade eden cümlelerle Hz. Ali'yi tebrik etmişlerdir: "Ne mutlu sana, ne mutlu sana, ey Ebûtalib'in oğlu, benim ve her mu'min ve mu'minenin mevlâsı oldun!"

Merhum Allâme Emînî, bu tebrik olayını da altmış Sünnî kaynaktan nakletmiştir ki Müsned-i Ahmed, Tarih-i Taberî ve Müsennef-u Ebi Şeybe bunlardan bir kaçıdır.[44]

Gerçekten eğer "Ali de onun mevlâsıdır" cümlesinden, dost veya yardımcı kastedilmiş olsaydı, bunun tebrik edilmesi son derece abes kaçmaz mıydı?!



f) Mevlâ kelimesinden velâyet ve evlâlık anlamının kastedilmiş olmasını teyit ve tasdik eden bir diğer karine, olaya şâhid olan bazı münafıkların buna şiddetli bir şekilde karşı çıkmasıydı ki Hâris b. Nu'mân el-Fihrî olayı meşhurdur. Öyle ki adam Resulullah'a gelerek "Eğer bu olay Allah tarafından gerçekleşmiş ise, Allah'tan isteyin bana azap nazil eylesin" demmiş ve bunun üzerine başına taş düşüp helak olmuştur. Bu olay bir çok Sünnî ve Şii kaynakta zikredilmiştir ki Allâme Emînî bunu otuz Sünnî kaynaktan nakletmektedir.[45]

Şimdi insaflı bir şekilde bu olay üzerinde düşünelim. Acaba gerçekten Hâris gibilerini gazap ve galeyana getiren Hz. Ali'nin dostluğunu veya yardımcılığının ilan edilmesi miydi? Eğer bu ise, bundan önce Allah Resulü defalarca Hz. Ali'nin muhabbeti ve sevilmesi gerektiği hakkında açıklamalarda bulunmuştu. Daha da ilerisi bizzat Kur'an, meveddet ayetinde (Şura, 23) Hz. Ali de dahil bütün Ehlibeyt'in muhabbetini ümmete farz kılmıştı. Neden o zaman Haris ve yandaşları bu kadar öfkelenmemişlerdi?! Demek ki onlar bu kelimeden daha önemli ve hayati bir sonuç çıkarmışlardı ki bunu hazmedemiyorlardı!



g) Bu konudaki bir diğer şahidimiz, şudur ki âyet-i kerimeden de (Mâide, 67) anlaşıldığı üzere Allah Resulü'nün bazı kaygı ve korkuları vardı. Bu korku ve kaygıların şahsî ve nefsî korkular olmadığı açıktır. Zira Kur'ân'ın açık ifadesiyle Peygamberler, İlahî risâletleri tebliğ hususunda Allah'tan gayrı kimseden korkmazlar: "Onlar (Peygamberler), Allah'ın gönderdiklerini tebliğ ederler ve O'ndan korkarlar ve Allah'tan başka kimseden korkmazlar…" (Ahzâp, 38-39)

Evet hadislerin de beyan ettiği gibi Allah Resulü (s.a.a)'in kaygı ve korkusu, bir çok insanın hased, taassup vb. sebeplerden dolayı Hz. Ali'nin hilâfetini kabul etmede zorlanacağı, hatta dinden çıkabileceğinden ve çıkacak ihtilaf ve fitnelerden dolayıydı. Ama bilahare Allah-u Teala ayeti indirerek Resulullah'ı rahatlattı ve onu ve misyonunu koruyacağına dair garanti verdi.

Şimdi eğer gerçekten mevlâ kelimesiyle Allah Resulü Hz. Ali'nin dostluk ve yardımcılığını ilan etmeyi amaçlamış olsaydı, bunun korkulacak ve kaygılanacak bir tarafı olabilir miydi?!

Yine hemen hatırlatalım ki Merhûm Allâme Emînî, Maide 67. âyetin Gadîr-i Hûm olayıyla ilgili nazil olduğunu ve Allah Resulü'nün kaygısının bunu ilan etmekten dolayı olduğunu, Ehlisünnet'in otuz kaynağından nakletmektedir.[46]

ğ) Öte yandan Merhûm Allâme Mîr Hâmid Hüseyin, büyük eseri Abekât-ül Envâr kitabında, diğer bir çok tarikten Gadîr hadisini nakletmiştir ki o nakillerde "Ben kimin mevlâsı isem…" cümlesi yerine şöyle nakledilmiştir: "Ben kime onun nefsinden (özünden) daha evlâ isem, Ali onun velisidir."[47] Hatta Hemvînî'nin Ferâid-üs Simtayn kitabındaki nakillerinin birisinde ise aynen şöyle geçiyor: "Ben kimin özünden ona daha evla isem, Ali de ona, onun özünden daha evlâdır!" Resulullah'ın bu sözünden sonra şu ayeti Allah-u Teala nazil etti: "Bugün sizin dininizi tekmil ettim…"(Mâide, 3)[48]

Hadis ilminde de açıklandığı üzere, râviler hadisin muhtevasını değiştirmedikleri müddetçe, onu istedikleri kalıba dökerek nakletmekte serbesttirler. Bir çok rivayetteki farklılıklar da bundan kaynaklanmaktadır. Evet Gadîr hadisindeki bu nakiller, râvilerin bu hadisten ne anladıklarını açık bir şekilde ortaya koymakta ve basiret ve insaf sahibi olan bir kimseye "Mevlâ" kelimesinden "evlâ" manası kastedildiğini ispatlamada hiçbir bahane ve kaçış yolu bırakmamaktadır.

Bu bölümü İbn-i Hacer Heysemî'nin sözüyle noktalamak istiyoruz. O gerçi önce şiddetle "Mevlâ" kelimesinin "evlâ" anlamında olduğuna karşı çıkıyor. Ama birkaç paragraf sonra önce söylediğini unutmuşçasına Edubekir ve Ömer'in de "Mevlâ"dan "evlâ" anlamını anladıklarını söylüyor. Onun sözünün metni şöyledir: "Eğer Gadir hadisinde ki "Mevlâ"nın, "evlâ" manasında olduğunu kabul etsek dahi evlâ'dan maksadım imamet değil itaatte evlâ olduğunu söylememiz gerekir; doğrusuda budur; zira ebu Bekir ve ömerde bu manayı anlamış ve bundan dolayı da ey Ebutalib oğlu her mu'min ve mu'minenin mevlâ'sı oldun" demişlerdir.



4- Ehlisünnet alimlerinden bazılarının bu hadise yönelik itirazları ise, Şia'nın Mevlâ kelimesini yorumlamak için bir karine ve şahit olarak dayandıkları birkaç cümlenin inkarı şeklinde tecelli etmiştir. Yani hadisin başlarında geçen "ben size kendinizden daha evlâ değimliyim" veya "ben her mu'mine onların kendilerinden daha evlâ değimliyim?" cümlesi. Örneğin Kâdı Azududdin Îcî şöyle yazıyor kitabında: "Bu hadisin sıhhatini kabul etsek dahi, yine de hadisteki mevlâ kelimesinin evlâ anlamına geldiğini söyleyemeyiz. Zira bu cümleden önceki "Ben size kendinizden daha evlâ değil miyim?" cümlesindeki "evlâ"ya dayanarak bunu söylüyorlar. Oysa bu cümleyi râviler rivayet etmemişlerdir."[49]



Cevap: Evvela farzen bu cümle nakledilmeseydi dahi, yine de önceden ortaya koyduğumuz delil ve karineler "mevlâ"nın "evlâ" anlamına olduğunu ispat etmeye yeterlidir.

Saniyen Îcî'nin iddiasının aksine önceden de bazı örneklerini verdiğimiz gibi bu cümle bir çok muteber Sünni kaynakta nakledilmiştir. Merhum Allâme Eminî Îcî gibilerin inkar ettiği cümleleri 64 Sünni alimden nakletmiştir. Ahmed b. Hambel, Taberî, Zehebî, Beyhâkî, İbn-i Mâce, Tirmizî, Taberânî, Nesâî, Hâkim Nişâburî, Dârekutnî ve ...[50]

Allâme Mir Hamid Hüseyin bu eleştiriyi Fahrettin Râzî'nin Nihâyet-ül Ukûl kitabından naklettikten sonra cevabında söz konusu cümleleri bir çok kaynaktan ve bir çok meşhur Sünnî alimden nakletmiştir. Ahmed b. Hanbel, İbn-i Kesir, Nesâi, Semhûdî, Muttaki Hindî, Taberanî, Semanî ve diğer bir çoğundan.[51]

İbn-i Hacer de hadise bir çok açıdan itiraz etmesine rağmen bu itirazı yersiz gördüğü için üzerinden geçmiş ve bu cümlelerin sahih rivayetlerde geçtiğini kabul etmiştir."[52]


5- Bazı Sünni alimlerince gadir hadisinin delaleti hakkında ileri sürülen bir bahane de şudur ki biz gadir hadisindeki Mevlâ kelimesinin evla anlamında olduğunu kabul edebiliriz. Ancak bu evlalıktan maksat tasarrufta evlalık ve velâyet, değildir ki bundan imamet ve hilâfet sonucu çıkarılsın. Maksat Ali'ye itaatte ve ona yakınlık aramada evlalıktır. Bu sözün asıl sahibi zahiren Kadı İci'dir.[53] İbni Hacer de bunu gündeme getirdikten sonra "Maksadın evlalık olduğu kesindir; ancak itaat ve yakınlıkta evleviyettir.(başka şeyde değil). Ebu Bekir ve Ömer de bu hadisten aynı manayı anlamış ve bu yüzden "Ey Ebutalib oğlu benim ve her mu'min ve mu'minenin mevlâsı oldun" demişlerdir. Yine Ömer, Ali'ye "O benim mevlâmdır" dediğinde de aynı şeyi kastetmiştir.[54]



Cevap: Aslında Gadir hadisinin tam metni (ki değişik senetlerle nakledilmiş ve biz yazımızın başında bunlardan birkaçına değinmiştik) dikkate alındığında bu itirazım cevabı kendilinden ortaya çıkmış olacaktır.

Evet Allah Resulü (s.a.a.) önce topluluğa hitap ederek "Ben size kendinizden daha evla değil miyim?" diye soruyor. İnsanlardan "Tabi ki öyledir" cevabını aldıktan sonra şöyle buyuruyor: "Ben kime kendisinden daha evlâ isem, Ali de ona kendisinden daha evlâdır." Görüldüğü gibi ilk cümleler daha sonra söylenen söze zemin hazırlama ve delil oluşturma özelliğini taşımaktadır. Eğer hadisin baş tarafındaki evlâ kelimesi bir mana taşır ve son tarafında yer alan "mevlâ" başka bir mana taşırsa, bu bir türlü mugâlata olur. Örneğin Arapça'da "ayn" kelimesinin çeşitli manaları vardır: aslan, altın, göz, pınar ve … Şimdi birisi bir guruba hitap ederek "Altın manasını taşıyan "ayn" bir metal değil midir?" der ama olumlu cevap aldıktan sonra da dönüp "ayn" bir metaldir deyip buradaki "ayn"dan da göz manası kastederse, bu ne kadar garip ise, Gadir hadisinde de aynı kökten olan ve birbirini tamamlayan "evlâ" ve "mevlâ" kelimelerinin farklı manalarda kullanılması da o kadar garip olur.

Meşhur alim İbn-i Bitrîq'in bu konuda güzel bir sözü var; diyor ki: "Birkaç evi olan birisi size "Benim filan yerdeki evimi tanıyor musun?" dese, siz de "evet" derseniz, ardından "ben evimi vakfettim" derse, burada hiç şüphesiz herkes onun vakfettiği evin önceden işaret ettiği ve adresini verdiği ve muhataplardan tanıdıklarına dair itiraf aldığı ev olduğunda tereddüt etmez. Yine eğer "Benim filan kölemi tanıyor musunuz ve benim kölem olduğunu kabul ediyor musunuz?" derse, siz de "Evet" derseniz; bu sefer dönüp hemen "Ben kölemi azad ettim" derse, her akıllı insan tereddüt etmeden onun âzâd ettiği köleden maksadın az önce bahsini ettiği ve tanıdıklarına dair muhataplardan itiraf aldığı kimse olduğunda tereddüt etmez ve kalkıp da onun hiç bahsi geçmeyen bir kölesi olduğunu söylemez."[55]

Bu yüzden hadisimizde de Allah Resulü'nün birinci cümlesindeki evleviyetten maksadın aynen birinci cümledeki (Allah ve Resulü'ne ait) evleviyetten başka bir şey olamaz. Evet Allah Resulü Allah (c.c) ve kendisi için beyan ettiği ve insanlardan itiraf aldığı evleviyet ve öncelik hakkını Hz. Ali için de geçerli saymakta ve ümmete bunu beyan etmektedir ki maksat Allah'ın, dinini kendisiyle tekmil ettiği ve nimetini tamamladığı velâyet ve imamet makamıdır ki Resulullah (s.a.a) bunu açıkladıktan sonra şöyle buyurdu: "Allah-u Teala'nın Ehlibeyt'im için lütfettiği bu azamet ve yücelikten dolayı beni tebrik edin!" önceden değindiğimiz gibi Ebu Bekir ve Ömer, Hz. Ali'yi de bundan dolayı tebrik etmişlerdi.[56]

Hassan b. Sâbir olayı şiirleştirmişti ve bazı münafıklar olayı hazmedemeyip kendilerine azap inmesini istemişlerdi. (Meâric, 1)

Buna ilaveten farz edelim ki evleviyetten maksat itaat ve yakınlıkta evleviyet olmuş olsun, acaba bu, Resulullah'tan sonra vuku bulan olaylarla örtüşüyor mu? Acaba hilâfet meselesi de dahil bir çok konuda Hz. Ali (a.s) itaat eden birisi konumuna mı koyuldu, yoksa itaat edilen mi? Halife seçerken onunla istişare ettiler mi? Onun görüşüne göre hareket ettiler mi? Yoksa muteber tarihlerin hemen hepsinin yazdığına göre halife seçiminde kesinlikle ona haber vermediler ve işi bitirdikten sonra evinin kapısına dayanıp biat istediler ve nice nahoş olayların meydana gelmesine vesile oldular. Hz. Ali ise onların bu seçimine rıza göstermeyip türlü yollarla itiraz ve muhalefetini bildirdi ve yine aynı kaynakların itirafına göre altı ay biatten çekindi ama hücceti tamamlayıp ve takriben yalnız kaldığını görünce İslam'ın maslahatı ve esasının korunması için biat etti veya sustu (Ehlibeyt mektebine göre.)

Esasen bir kimsenin itaatte öne geçirilmesi topluma hakim olmadan nasıl gerçekleşebilir? Toplumun yönetim mekanizması başkalarının elinde bulunduğu halde başka bir kimsenin mutâ (itaat edilen) pozisyonunda olması mümkün olabilir mi?

Bu yüzden bu muhteremlerin bu görüşünü kabul etsek dahi, yine de itaatte evleviyetin en doğal ve mantıklı sonucu velâyet ve hilâfettir, başka bir şey değil.



6- Bazıları da demişler ki "Gadir hadisinin tasarrufta evleviyet (ki sonucu hilâfet ve imamettir) olduğunu kabul etsek dahi, bundan maksat bilahare halife olacağıdır; üç halifeden sonra, Resulullah'' hemen ardından değil. Başka bir tabirle, Hz. Ali ile ancak biat edildiği zaman halife olacaktır. Bu biat ise üç halifeden sonra gerçekleştiği için Gadir hadisi Hz. Ali'nin üç halifeden sonraki evleviyetine işaret etmektedir…" Bu şüphe ve itirazı da Fahrettin Râzî ortaya atmış ve ondan sonra gelenlerin bazıları da bunu tekrarlamışlardır. Kadı Azududdin Îcî, [57], Çelebî[58], İbn-i Hacer[59], Şeyh Selim Bişrî gibi..[60]



Cevap: Şimdi gerçekten bu evleviyetten böyle bir evleviyet kastedilmişse, bunun Hz. Ali için ne gibi bir fazilet ve ayrıcalık yanı olabilir ki böyle şa'şalı bir merasim düzenlensin, galiz itiraflar alınsın, ardından biatler, tebrikler…

Allah aşkına bunlar abes ve manasız şeyler olmaz mıydı? Aslında böyle bir durumda bu merasimin önceki halifeler, özellikle birincisi için düzenlenmesi ve bu sözlerin onun hakkında söylenmesi daha doğru ve mantıklı olmaz mıydı?

Böyle bir mana kastedilmiş olsaydı, aslında Ebu Bekir ve Ömer'in Hz. Ali'ye "Ne mutlu sana benim Mevlâm oldun" demesi yerine, Hz. Ali'nin onlara böyle bir cümleyi söylemesi gerekirdi. Çünkü Hz. Ali hilâfete ulaştığında onlar hayatta değillerdi ki velâyeti onlar için geçerli olmuş olsun; ama Hz. Ali onların hilâfeti altında tam 25 yıl yaşadı. Demek ki bu mantığa göre Hz. Ali onların değil, onlar Hz. Ali'nin mevlâsı idiler!!!

Sonra eğer maksat 25 yıl sonra ve üç ayrı halifenin hilâfetinin ardından üstleneceği hilâfet olsaydı, artık o kadar kaygı ve korkuya ne gerek vardı?

Ayrıca Eğer bu velâyet üç kişinin velâyetinden sonra olacaktıysa neden o üç kişiye asla değinilmiyor, isimleri verilmiyor? Oysa bu olaylardan dolayı nice ihtilafların yaşanacağını kanların döküleceğini biliyordu!

Acaba böyle bir velâyetle mi din tekmil oldu ve nimet ümmete tamamlandı? Acaba böyle bir evleviyetin tebliğ edilmemesi mi risâletin top yekûn tebliğ edilmemesine eşitti?!

Bunlar gibi daha nice sorular sorulabilir ki basiret ve iz'ân sahibine bu kadarı bile fazladır.

Aslında bu kadar bu cümleleri tevil için uğraşanlara, emin olun ki eğer mevlâ kelimesinin yanına "Bâdi" kelimesini de ekleyip "Ben kimin mevlâsı isem, benden sonra bu Ali onun mevlâsıdır" deseydi dahi, "Benden sonra"dan maksat üç halife sonrası da olabilir; Çünkü o zaman da Resulullah sonrası sayılır" derlerdi. Hatta eğer "Fasılasız olarak benden sonra Ali halifedir" buyursaydı dahi rahatlıkla, mesela Resulullah'ın bu sözü mutlaktır ve bu söz ümmetin icmasıyla kayıtlandırılmıştır. Onun için şöyle mana etmeliyiz: "Ali aralıksız halifedir, şu üç kişi hariç" diyebilirlerdi!!



7- Bazılarının ise Gadir hadisi hakkında ileri sürdükleri bir diğer itiraz ise şudur ki bu hadisin Hz. Ali'nin hilafet ve imametine delalet ettiğini söylersek, o zaman Hz. Ali'nin daha Resulullah (s.a.a) hayatta olduğu zamandan beri imam olduğunu kabul etmemiz gerekir. Zira hadisin metninde "Ali benden sonra imam ve halifedir" diye bir kayıt ve açıklama yoktur. Dolayısıyla bu hadisten öyle bir manayı çıkartmamız gerekir ki Resulullah (s.a.a) hayatta olduğu zaman bile geçerli olmuş olsun; o da muhabbet yardım vb. manalardır.

Cevap: Bu itirazın cevabı şudur ki aslında Hz. Ali'nin hilafeti Resulullah'ın hayatından itibaren başlamıştır. Ancak bunun fiilen tahakkuk etmesi Resulullah'ın vefatı şartına bağlıydı. Bu konu aynı vasiyet meselesine benzemektedir. Fakihlerin de fıkıhta beyan ettikleri gibi, bir insan bir mülkü birisi için vasiyet ederse, vasiyet edilen kimsenin mülkiyeti aslında vasiyet anından başlamış oluyor; ancak bunun amelen ve fiilen tahakkuk bulması ve vasiyet edilenin tasarruf imkanı, vasiyet edenin ölümüne bağlıdır. Bu, aslında örfen de insanlar tarafından bilinen ve makul karşılanan bir olaydır. Zira bir yönetici kendi yerine veliaht tayin ettiğinde, kimse veliahtın tayin ediliş anından itibaren yönetici olduğunu zannetmez; çünkü bunun tahakkuk şartının önceki yöneticinin ölümü olduğunu biliyor. Allah Resulü de bu olayın başında yakında vefat edeceğini beyan etmekle, bu hilafetin kendisinden sonra başlayacağını ve ümmetin geleceği için yapılan ilahi bir tasarruf ve durum belirlemesi olduğunu ortaya koymuştur.



8- Yine bazıları şöyle demiştir: "Eğer Allah Resulü (s.a.a) Gadir hadisi ile Hz. Ali'nin hilafetini ümmetini açıklamak istiyor olsaydı, neden "Mevlâ" kelimesi yerine açıkça "halife" kelimesi kullanmadı? Bu kelimelerin yerine "mevlâ" kelimesini kullanması, bundan maksadın hilafet olmadığını gösteriyor."[61]

Cevap: Önce şunu söylememiz gerekir ki bir insan kafayı tevil etmeye takarsa, alemde bir türlü tevil edilemeyecek kelime veya cümle yoktur. Yani "mevlâ" yerine halife kullanılsaydı da örneğin şöyle tevil edilecekti: "Evet, Hz. Ali Peygamber'in halifesidir, ama bunun anlamı hemen değil bilahare halife oluşudur. Dolayısıyla ondan önce başka birkaç kişinin halife oluşu, bununla bir tezat oluşturmaz. Nitekim önceki bölümlerde "mevlâ" kelimesini halife ve imam anlamına kabul eden bazılarının benzer bir tevilde bulunduklarını nakletmiştik! Veya diyebilirlerdi ki evet Hz. Ali Resulullah'ın halifesidir ama yönetimde ve siyasette değil, emanetlerini ve borçlarını vb. eda etmekte halifesiydi. Nasıl ki bunun benzerini bir çokları vasi kelimesini tevil ederken söylemişlerdir!

Kaldı ki Allah resulü diğer bir çok hadisinde Hz. Ali'yi "halifem" ve benzer tabirlerle tanıtmıştır. Acaba eleştiriyi getiren İbn-i Hacer ve benzerleri bunlara ne derler, insan onu merak ediyor cidden.

Aşağıda ismini vereceğimiz kaynaklarda Allah Resulü Hz. Ali hakkında "Benim halifem" tabirini kullanmıştır ki biz söz uzamasın diye onların metnini nakletmekten vazgeçiyoruz. İsteyenler söz konusu kaynaklara müracaat edebilirler:

a) Tarih-i Taberî, c.1, s.541

b) Tarih-i İbn-i Esir, c.2, s.62

c) Kenz-ül Ummâl, c.13, s.114

d) Müstedrek-üs Sahihayn (Hâkim Nişâburî), c.3, s.133

e) Et-Telhis (Müstedrek'in Hamişinde), c.3, s.133

Merhum Allâme Emini de Allah Resulü'nün Hz. Ali için "Benim halifemdir" dediği sözünü Ehl-i Sünnet'in bir çok hadis, tefsir ve tarih kitaplarından nakletmektedir: " Ahmed b. Hambel'in Müsned'i, Sa'lebi'nin Keşf-ül Beyân tefsiri, Suyutî'nin Cem-ül Cevâmi' tefsiri, Nesâî'nin Hasâis'i gibi…[62]



9- Bazıları tarafından ortaya atılan bir diğer itiraz ve eleştiri ise şudur ki, bu hadis Hz. Ali'nin ilk halife olmasıyla ilgili ise, neden Hz. Ali veya İmam'ın taraftarları, muhaliflerine karşı bu hadisi delil olarak göstermemişlerdir? Örneğin İbn-i Hacer bu konuda şöyle demiştir: "Gadir hadisi Hz. Ali'nin hilafetine nasıl nass olabilir, oysa ne Hz. Ali'nin kendisi, ne Abbas ne de başka birisi bu hadise istidlal etmemişlerdir? O halde Hz. Ali'nin hilafeti zamanına kadar bu hadisi delil göstermeyip susmasından aklı olan herkes anlar ki Hz. Ali bu hadisi bir nass olarak görmüyordu."[63]

Cevap: Tarih ve hadis kaynaklarından bir nebze haberdar olan herkes bu tür iddiaların batıl ve asılsız olduğunu anlar. Merhum Allâme Emini El-Gadir kitabında Hz. Ali'nin Gadir hadisiyle istidlal edişinin belgelerini bir çok muteber Sünni kaynaktan ve alimden nakletmektedir. Örneğin Harezmî'nin "Menâkıb"ından Hemvinî'nin "Ferâid-üs Simtayn"ından Nesâî'nin "Hasâis"inden, Askalânî'nin "El-İsâbesi"nden Hâfız Heysemî'nin "Mecme-üz Zevâid"inden, İbn-i Meğâzilî'nin "Menâkıb"ından, Halebî'nin "Siresi"nden ve diğer bir çok kaynaktan…[64]

Muhammed b. Muhammed El-Cezrî Ed-Dimeşkî de Hz. Fâtıma'nın bu hadisle istidlal edişini kitabında nakletmiştir.[65]

Yine Kundûzî "Yenabi-ül Mevedde" kitabında Hz. Hasan'ın Gadir hadisiyle istidlal edişini nakletmiştir.[66]

Aynı şekilde büyük tabiî Selim b. Kays, Hz. İmâm Hüseyn'in Minâ'da sahabe ve tabiilerden oluşan bir topluluğa okuduğu hutbede Gadir hadisiyle ihticac ve istidlal ettiğini nakletmiştir.[67]

Daha birçoklarının da bu hadisle istidlal ettikleri ve onu Hz. Ali'nin hilafet ve imametine delil olarak gösterdiklerinin belgelerini El-Gadir kitabında okuyabilirsiniz.[68]

Elbette daha sonra da Hz. Ali'nin sükutu hakkında yapacağımız açıklamada izah edeceğimiz gibi bu istidlaller hakikati açıklama ve hücceti tamamlama maksadını taşımaktaydı. Bundan dolayı da ispat ve izahında fazla ısrarcı davranmıyorlardı.

Elbette Ehlibeyt mektebinin kaynaklarında Hz. Ali'nin muhtelif yerlerde Gadir hadisine dayanarak yaptığı istidlalleriyle ilgili nakilleri vermekten vazgeçtik.



10- Bir de şöyle demişlerdir: "Gerçi Hz. Ali Haşimoğullarıyla birlikte Ebu Bekir'in hilafetinin başında bir müddetliğine ona biat etmekten çekindi. Ama bilahare bir süre sonra Ebu Bekir'in hilafetini kabul etti ve ondan sonra da kendi görüş ve düşünceleriyle onlara yardımda bulunuyordu. Eğer Gadir hadisi onun hilafeti hakkında bir nass niteliği taşıyorduysa, başkalarının hilafeti gâsıbâne olmuş olur. Böyle olunca da Hz. Ali'nin bu hilafete boyun eğme yerine, ona karşı kıyam etmesi ve hakkını savunması gerekirdi. İbn-i Hacer Heysemî[69] ve Şeyh Selim Bişrî[70] gibi bir çok Sünni alim bu eleştiriyi ileri sürmüşlerdir. Mesela Şeyh Selim Bişrî şöyle diyor: "Biz Ebu Bekir için alınan biatin, istişareye, tefekkür ve araştırmaya dayalı bir biat olmadığını ve aceleye getirilmiş bir hareket olduğunu, Ensar ve reisleri olan Sa'd b. Ubade, Haşimoğulları ve onların Ensar ve Muhacirlerden oluşan taraftarlarının ilk başta biatten çekindiklerini kabul ediyoruz. Ama bilahare hepsi Ebu Bekir'in hilafetine boğun eğip ona razı oldular ve böylece onun hilafetinde icma hasıl oldu."[71]

Cevap: Biz bazı Müslümanların Ebu Bekir'in hilafetini kabul edip ona biat ettiğini inkar etmiyoruz. Gerçi bazısı da (Sa'd b. Ubâde gibi) ölünceye kadar direnip biat etmediler; ancak bu, onların hepsinin halifenin hilafetine razı oldukları ve onun hakkaniyetini kabul ettikleri demek değildir. Bunun başka sırrı ve sebepleri vardır. Örneğin Hz. Ali'nin ilk başlarda biat etmeyip doğru bildiklerini çeşitli vesilelerle açıklayıp hücceti her kese tamamladıktan sonra susması, hatta daha sonra bir çok konuda ilmi olarak halifelere yardımcı olduğu doğrudur. Ancak bunun sebeplerini açıklayacak en yetkili şahıs yine Hz. Ali'nin kendisidir. Dolayısıyla biz Hz. Ali (a.s)'ın bu konuda irad ettiği kendi sözlerinden yardım alarak bu konuya açıklık kazandırmak istiyoruz:

Hz. Ali (a.s), Cemel savaşından önce yaptığı bir konuşmada şöyle buyuruyor:

"Allah'a yemin ederim ki, Allah-u Teala, Yüce Peygamberi'nin ruhunu aldığından bugüne kadar, sürekli ben hakkımdan uzaklaştırılmış bulunuyorum..."[72]

Yine kendi hilafeti döneminde halifeler dönemiyle ilgili bir konuşmasında halifelerin ona ait olan bir hakkı yağmaladıklarını dile getirerek, gözünde diken boğazında kemik kalmış biri gibi bu duruma tahammül ettiğini açıkça dile getirmiştir:

"Allah'a andolsun ki falan kimse (Ebu Kuhafe oğlu Ebu Bekir), hilafete göre yerimin, değirmen taşının mili gibi olduğunu bildiği halde hilafeti bir gömlek gibi üzerine giyindi. Oysa sel her zaman benden akar ve hiç bir kuş benim yükseldiğim yüce zirvelere yükselemez. Ben de hilafetle kendi arama bir perde gerdim, ondan tümüyle yüz çevirdim. Başladım kendi kendime düşünmeye; şu kesilmiş elimle hemen atağa mı geçeyim, yoksa şu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Öyle bir karanlık ve körlük ki bu, büyüğü tamamıyla yıpratır, küçüğü tümüyle ihtiyarlatır, mümin kimse de Rabbine ulaşıncaya dek bu karanlık körlükte sürekli olarak zahmetten zahmete düşer. Gördüm ki sabretmek akla daha yatkındır, sabrettim. Ama gözümde diken vardı, boğazımda ise kemik. Mirasımın tümüyle yağmalandığını görüyordum."

Hz. Ali'nin Medine'de kendi hilafeti döneminde okuduğu bir hutbede neden hakkını almak için kıyam etmediğini de şöyle açıklamıştır:

"Peygamber (s.a.a), bizim aramızdan gittiğinde biz onun varisi, velileri ve öz soyundan olan yakınlarıyız, artık kimse hilafet konusunda bizimle niza etmez ve göz dikmez, dedik. Ama beklemediğimiz bir şekilde Kureyş'ten bir grup bizim hakkımıza el uzatarak yöneticilik hakkını bizden aldı ve kendileri sahiplendiler. Allah'a yemin ederim ki, eğer Müslümanların arasında bölünme meydana gelmesi, küfrün tekrar geri dönerek dinin tamamen yok olması korkusu olmasaydı bu gün üzerinde olduğumuz şeyden farklı bir durumda olurduk."[73]

Hz. Ali (a.s), ikinci halife tarafından kurulan şurada kendisine hilafeti vermeleri karşısında, ortaya konulan Ebu Bekir ve Ömer'in yolunu devam ettirmesi şartını açıkça reddetmiş ve yalnız Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünnetine bağlı kalacağını açıklamıştır. Açıktır ki, Hz. Ali (a.s) (bazılarının dediği gibi) onların Şeyhu'l-İslamlığını yapmış olsaydı veya onların hilafetteki yöntemlerini meşru bilseydi, o zaman onların sünnetini bir ölçü olarak reddetmesinin bir anlamı kalmazdı. Yakubî nakletmiştir ki, Ömer'in kurduğu altı kişilik halife belirleme şurasında olan Abdurrahman b. Avf, Hz. Ali'yi bir kenara çekerek şöyle dedi:

"Allah bizimle senin aranda şahit olsun ki, kendi hilafetin döneminde Allah'ın kitabına ve Peygamberi'nin sünnetine ve Ebu Bekir ve Ömer'in sünnetine uyasın."

Hz. Ali şöyle karşılık verdi:

"Halife olursam gücüm yettiğince sizlerin arasında Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünnetine uygun olarak davranacağım."

Abdurrahman sonra Osman'ı bir kenara çekerek aynı sözü ona da dedi, Osman onun isteğini hemen kabul etti. Tekrar Hz. Ali'ye aynı teklifi tekrarladı; ama Hz. Ali yine aynı cevabı vererek sözlerine şunları ekledi: "Allah'ın kitabı ve Peygamber'in sünnetinin yanı sıra artık başka bir kimsenin gelenek ve gidişatına uymaya bir ihtiyaç yoktur. Aslında sen bu hilafeti benden uzaklaştırmaya çalışıyorsun!"

Bütün bunlar gösteriyor ki Hz. Ali (a.s) üç halife döneminde hilafet sisteminin meşruiyetini kabul etmemiş ve onları kendi hakkını gasbeden güçler olarak görmüştür. Elbette Hz Ali (a.s)'ın eşsiz ilmi makamı yüzünden, halifeler kendi siyasetleriyle çelişmediği ve bilgisizlik yüzünden başka bir alternatifleri de olmadığı hallerde İmam'a başvurmuşlardır. İmam Ali de onların dinle ilgili sorularını halletmiş ve İslam'ın hükmünü beyan etmiştir.

Ama neden İmam'a başvurduklarında onların ilmi ihtiyaçlarını gidermiş ve onlara yol göstermiştir acaba? Oysa isteseydi onların sorularına cevap vermeyi reddederdi. Bunun cevabı aşağıdaki hususa dikkat edilirse açıktır.

Masum İmam'ın da Peygamberler gibi iki önemli ilahi vazifesi vardır; birincisi hilafet ve ikincisi şehadet (gözetleyicilik). Yani Hz. Adem aleyhisselam'dan başlayarak her dönemde bu iki ilahi görevi üstlenmeleri için, her zaman bulunan masum ilahi şahsiyetler (peygamberler veya peygamberlerin vasileri) var olmuşlardır. Hilafet görevi, insanların doğru şekilde yönetilmesini ve toplumda ilahi hükümlerin uygulanmasını sağlamak içindir. İkinci görev olan şahadet (gözetleyicilik) görevi ise, dine bağlı olan insanların haktan sapmalarını önlemek ve sürekli ilahi hükümlerin tahriften korunmasını sağlamak içindir.

Kur'an-ı Kerim'de bir çok ayet peygamberlerin bu iki ilahi göreve sahip olduğunu açıklamaktadır. Bu açıklama ışığında şu noktaya dikkat etmek gerekir ki, bir peygamber veya imamda bu iki görevden birinin sekteye uğraması yani bazı engeller yüzünden yürürlük kazanmaması, diğer vazifenin de tatil olmasını gerektirmez. Bir çok peygamber kendi dönemlerinde hilafet görevini yüklenmemesine rağmen ikinci görevlerini, yani şahadet (gözetleyicilik görevini) yerine getirmiştir. Peygamber veya masum imam bu iki görevden hangisini ifa etmeğe bir fırsat bulursa, onu yerine getirmelidir. Çünkü bu onun ilahi mesuliyetidir.

Hz. Ali (a.s) ilk üç halife döneminde hilafet görevini ifa etmekten mahrum bırakılmasına rağmen şahadet görevini kısmen ifa etmeğe fırsat bulmuş ve bu vazifeyi yerine getirmiştir. Ancak bunun yanı sıra, sürekli onların hilafetlerinin meşru olmadığını da çeşitli şekillerde imkan dahilinde beyan etmiştir. İslam'ın temeli tehlikeye düşmesin diye de bir kıyama baş vurmamıştır. Bizce, İslam tarihinde gerçek manada bir araştırması olan kimse bunların hiçbir gizli yönü olmayan apaçık gerçekler olduğunu anlar. İsteyen kabul eder ve istemeyen emr-i vaki'i müdafaa etmek için onları görmezlikten gelir.

Elbette Hz. Ali'nin bu tutumunu gören dostları da İmam'a uyarak aynı çizgiyi takip ettiler.

Ayrıca Ehlibeyt kaynaklarında nakledilen bazı hadislerde Allah Resulü de kendisinden sonra meydana gelecek bazı olayları bildiği için Hz. Ali'ye sabretmesi ve kıyam etmemesini buyurmuştu. Ehli Sünnet kaynaklarında nakledilen bazı rivayetleri de aynı istikamette yorumlamak mümkündür. Örneğin Sahih-i Müslim'de Resulullah (s.a.a)'den şöyle nakledilmiştir:

"Benden sonra bazı tekelcilikler ve sevmediğiniz olaylar olacaktır." Dediler ki "Ya Resulallah, bizden birsi o zamanı idrak ederse ne yapmasını emredersiniz?" Cevaplarında şöyle buyurdu: "Üzerinizde olan hakları eda edin; ama kendi haklarınızı (almaya kalkışmayın); onları Allah'tan dileyin."[74]

Bir diğer rivayette şöyle buyurduğu nakledilmiştir: "Benden sonra bazı tekelcilik (ve haksızlıklar) meydana gelecektir. Böyle bir ortamda havuz başında bana kavuşuncaya kadar sabredin."[75]

Bütün bunların sırrı, yukarıda Hz. Ali'den naklettiğimiz sözlerde açıkça görülmektedir.



11- Gadir hadisi hakkında ileri sürülen en son, belki de en önemli itiraz, şimdi ele alacağımızdan ibarettir. Aslında diğer bütün eleştiri ve itirazlar da ilmi olmaktan çok siyasi olan bu konuyu tevil edip altından kalkmak için yapılmaktadır.

Evet diyorlar ki: "Gadir ve benzeri hadisleri Şia'nın dediği şekilde anlamak, yani onları Hz. Ali'nin imamet ve hilafetine bir nass olarak kabul etmek, bütün sahabeyi zan altında bırakmak ve onları Allah ve Resulü'ne muhalefetle suçlamak demektir. Allah ve Resulü Hz. Ali'yi halife olarak tayin ettiği halde o kadar sahabinin Resulullah'tan sonra bu emre muhalefeti nasıl düşünülebilir? Bu mümkün olmadığına göre bize düşen bu nasları (mütevâtir bile olsa) ya bir türlü tevil etmek veya onlardan vazgeçmektir!!"

Örneğin İbn-i Hacer Heysemî Sevâik kitabında takriben bu manayı ifade eden sözler söylemiştir.[76]

Şeyh Selim Bişrî de Allâme Şerefuddin'in cevabında açık bir şekilde yukarıda naklettiğimiz sözlerin benzeri söylemiştir; o diyor ki: "Basiret ehli olanlar ve sahih düşünce sahipleri, sahabeyi Resulullah'a muhalefetten münezzeh biliyorlar
Musa Özateş
Mesajlar: 1205
Kayıt: 17 Mar 2007, 01:17

Gadiri Hum bayramı

Mesaj gönderen Musa Özateş »

1-hz. peygamber (s.a.a.)şöyle buyuruyor;gadİr-İ hum günü ümmetİmİn en önemlİ bayramidir.o gün öyle bİr gündür kİ Allah o günde benden sonra İnsanlari doğru yola hİdayet etmesİ İçİn kardeşİm alİyİ doğru yolun nİşanesİ olarak tanitmami İstedİ.o gün Allah dİnİnİ ve nİmetİnİ benİm ümmetİme tamamladi.
2-İmam cafer-İ sadik(a.s)şöyle nakleder;İmam caferİ sadik yanindakİ dostlarina şİalarina şöyle sordu;'allahin dİnİnİ sağlamlaştirdİğİ dİn meşalesİnİ aşİkar ettİğİ bİz ehlİ beyt ve dotlarimiz İçİn bayram kildigi günün hangİ gün oldugunu bİlİyormusunuz? oradakİler;Allah resulü ve resulün oğlu daha İyİ bİlendİr' dedİkten sonra 'ey resulaullah in oğlu ramazan ve kurban bayrami günlerİ mİ dedİler.İmam şöyle cvp verdİ;'ramazan ve kurban bayrami günlerİ büyük ve sereflİ günlerdİr.ama Allah in dİn meşalesİnİ aşİkar ettİğİ gün ramazan ve kurban günlerİnden daha büyük ve üstündür . o gün zİlhİcce ayini 18.günü (gadİr-İ hum) günüdür ...
Hasan Akça
Mesajlar: 1745
Kayıt: 05 May 2008, 22:02

Re: Gadir-i Hum

Mesaj gönderen Hasan Akça »

Bu sene Gadir bayramı yarınki cumaya denk geliyor sanırım herkese kutlu olsun bu arada hataydaki alevilerin bu gün çalışmayacaklarını duydum ne güzel bayramı bayramın gerektirdiği gibi kutlamak gerekir
bence herkes çevresini kutlasın ve anlatsın neden bayram olduğunu
Çeri
Mesajlar: 815
Kayıt: 28 May 2009, 10:06

Re: Gadir-i Hum

Mesaj gönderen Çeri »

Ama Gadir Hum Günü oruç tutmak çok sevapmış.Ama Bayram günleri oruç tutulur mu?Ayrıca Cuma günü(tek gün) oruç tutmakta mekruhtur ama Cuma Günü niyetiyle tutmak mekruhtur.Kandil günü, üç ayların başlangıcı v.b. gün niyetiyle Cuma günü`de oruç tutulabilir.

Hatay`da sanki kepenk kapatma eylemi yapar gibi dükkanlarını açmıyorlar.Normal Bayramlar`da bu kadar çok dükkan kapatan olmuyor.Ama Adana, Mersin`de öyle bir adetleri yok.Ama Kurban Bayramın`dan bir kaç gün sonra bazı evlerde toplanıp gece öküz kestikleri ve öküzün etini`de sadece kazanlar`da kaynatarak haşlama yaptıklarını duymuştum.Hatta öküzün etini bir gece`de bitiriyorlarmış.
Hasan Akça
Mesajlar: 1745
Kayıt: 05 May 2008, 22:02

Re: Gadir-i Hum

Mesaj gönderen Hasan Akça »

Çeri yazdı:Ama Gadir Hum Günü oruç tutmak çok sevapmış.Ama Bayram günleri oruç tutulur mu?Ayrıca Cuma günü(tek gün) oruç tutmakta mekruhtur ama Cuma Günü niyetiyle tutmak mekruhtur.Kandil günü, üç ayların başlangıcı v.b. gün niyetiyle Cuma günü`de oruç tutulabilir.

Hatay`da sanki kepenk kapatma eylemi yapar gibi dükkanlarını açmıyorlar.Normal Bayramlar`da bu kadar çok dükkan kapatan olmuyor.Ama Adana, Mersin`de öyle bir adetleri yok.Ama Kurban Bayramın`dan bir kaç gün sonra bazı evlerde toplanıp gece öküz kestikleri ve öküzün etini`de sadece kazanlar`da kaynatarak haşlama yaptıklarını duymuştum.Hatta öküzün etini bir gece`de bitiriyorlarmış.
şükür orucu tutulabilir
gadire ait oruçta tutulabilir
bunun yerine eşe dosta tatlı yada benzeri şeylerde ikram edilebilir tercihe kalmış birşey yani farz değil sevap işlerden herhangi biri seçilebilir
ama hangisi daha çok sevap onu müçtehide sormak gerekir
kepenk kapatma türü eylem türü bir işle gadir bayramı benzeşmez yani niyete bakmalı protesto yada tavır olarak bayram olmaz
inandığın için kutlamalısın bayramı ve senin bayram kutlaman başkalarının zehiride olmasın olmamalı
dünyanın her yerinde tuhaf töreler adetler var mesela hindularda inek yemiyorlar oysa bize lezzetli geliyor onlara sorarsanda bizim yaptığımız kötü bir iş
alone_man
Mesajlar: 1769
Kayıt: 13 Oca 2008, 21:28

Re: Gadir-i Hum

Mesaj gönderen alone_man »

Yıllarca Allah(cc) yolunda çalışan peygamberimize deniliyorki;

bunu insanlara söylemezsen elçiliğimi yapmamış olursun

şimdi bu noktada Hz,Alinin imametini inkar edenlerin durumunu düşünelim ve bu günü bayram yapanların sevabını düşünelim
Çeri
Mesajlar: 815
Kayıt: 28 May 2009, 10:06

Re: Gadir-i Hum

Mesaj gönderen Çeri »

alone_man yazdı:Yıllarca Allah(cc) yolunda çalışan peygamberimize deniliyorki;

bunu insanlara söylemezsen elçiliğimi yapmamış olursun

şimdi bu noktada Hz,Alinin imametini inkar edenlerin durumunu düşünelim ve bu günü bayram yapanların sevabını düşünelim
Peki Kuran-ı Kerim`de niye açıkca belirtilmemiş.
Cevapla

“Gadiri Hum” sayfasına dön