Saqalayn Hadisi'nin Sünni Muteber Kaynaklarda Ki Yeri 1

Cevapla
Kullanıcı avatarı
Bekleyen
Mesajlar: 20
Kayıt: 20 Eyl 2007, 08:30

Saqalayn Hadisi'nin Sünni Muteber Kaynaklarda Ki Yeri 1

Mesaj gönderen Bekleyen »

Soru: Allah Resulü, ümmetine emanet olarak Kur’an ve Sünnetini emanet ettiği halde neden siz Ehl-i Beyt diye tutturmuşsunuz? Allah’tan korkmuyor musunuz? Yarın kıyamet günü Allah Resulü ile karşılaştığınızda ona ne cevap vereceksiniz?
Sonra neden siz Allah Resulü’nün Ashabı Kiramına hakaret ediyorsunuz? Ve hak yol olan Ehl-i Sünnet yolundan çıkmışsınız? Allah’tan korkun ve kıyamet günü gelip ilahi azaba duçar olmadan doğru yola dönün.

Cevap:
Saygıdeğer kardeşim, Allah’a şükürler olsun ki, Sekaleyn hadisi olarak meşhur olan bahsini ettiğiniz hadisin doğrusu bizim yazdığımız şekliyledir, sizin yazdığınız şekliyle değil. Bu hadis, bizim naklettiğimiz şekliyle Ehl-i Beyt kaynaklarına ilaveten, Ehl-i Sünnet’in de en muteber hadis, tefsir ve siyer kitaplarında sahih senetlerle mütevatir olarak nakledilmiştir. Sizin naklettiğiniz şekliyle ise, Ehl-i Beyt kaynaklarında asla bulunmamakla birlikte, Ehl-i Sünnet’in de muteber hadis kaynaklarında yer almamıştır.
Öyle sanıyorum ki, siz sayfamızı gerektiği gibi incelemeden hemen taassup duygularına kapılarak aceleyle bu yazınızı yazmışsınızdır. Yoksa sayfamızın imamet bölümünü inceleseydiniz, imamet inancımızın delillerini sıralarken sekizinci delil olarak bahsi edilen hadise yer verdiğimi görürdünüz. Orada bu hadisin yer aldığı Ehl-i Sünnet’in muteber hadis, tefsir ve siyer kitaplarından bazılarına da işaret etmiş, hatta bazı muteber hadis kitaplarının hadis numaralarını bile zikretmişimdir. Ayrıca orada Ehl-i Sünnet’in büyük ulemasından bazılarının, bu hadisin, yani Resul-i Ekrem’in ümmetine Kur’an ve Ehl-i Beyt’i emanet edip onlardan ayrılmamaları gerektiğini belirten hadisin kuşkusuz sahih hadislerden biri olduğuna dair görüşlerini bile nakletmişimdir. Eminim ki, eğer o yazımızı okusaydınız, fikriniz değişecekti veya en azından tahkike aykırı olan böyle bir yazı yazmaktan çekinecektiniz.
Aziz kardeşim, bir kere sizin yazdığınız şekliyle, yani Hz. Resul’ün ümmete emanet ettiği iki değerin Kur’an-ı Kerim ve Hz. Resul’ün Sünnet’i olduğunu belirten nakil, Malik’in Muvatta’sı hariç, Ehl-i Sünnet’in nezdinde en muteber hadis kaynakları olarak bilinen Sahih-i Buhari ve Sahih-i Müslim de dahil olmak üzere Kütüb-i Tis’a’nın (dokuz hadis kaynağının) hiçbirinde yer almamıştır. Malik’in Muvatta’sında ise sadece bir yerde (1395. hadisinde), o da mürsel olarak, yani senetsiz olarak rivayet edilmiştir. Malik’in bu hadisi kimden duyduğu, bu hadisin Malik’e kadar olan senet silsilesinde kimlerin yer aldığı, o kimselerin sika ve adil insanlar mı, yoksa yalancı ve zayıf insanlar mı olduğu belli değildir. Dolayısıyla da hadis literatüründe böyle bir hadis nakline hiç itibar edilmez ve kâle alınmaz.
Evet, sizin naklettiğiniz şekliyle müsned olarak Hakim’in Müstedrek-üs Sahihayn kitabında rivayet edilmiştir. Ancak, bu naklin senet silsilesinde yer alan kişiler, bizzat Ehl-i Sünnet’in kendi büyük alimlerince zayıf ve nakillerine itibar edilmeyecek kişiler olduğu kaydedilmiş ve bu hadisin uydurma olduğu itiraf edilmiştir. Ben sizi naklettiğiniz bu hadisle ilgili olarak Ehl-i Sünnet’in iki büyük alimiyle baş başa bırakıyorum.
Bakınız Ehl-i Sünnet’in önde gelen bilginlerinden olan Ahmet Sa’d Hamdun sizin naklettiğiniz şekli tahriç ettikten sonra şunlara yer veriyor: “Bu hadisin senedi zayıftır. Bu senette Salih bin Musa Talhi yer almıştır. Zehebi onun hakkında; “Zayıftır.” demiştir. Yahya ise; “O bir şey değildir, itibar edilmez ve hadisi yazılmaz.” demiştir. Buhari se; “Hadisleri münkerdir.” söylemiştir. Nesai ise; “Metruktür.” demiştir.” (Usul-ü İtikad-ı Ehl-is Sünnet, Ebu’l Kasım el-Lalkai es-Selefi, s. 8
Ehl-i Sünnet’in önde gelen muhaddislerinden olan Hasan bin Ali es-Sakkaf eş-Şafii ise, bu hadisle ilgili olarak şöyle demiştir: “Bana; Hz. Resul’ün “Sizin aranızda iki emanet bırakıyorum; onlara sarıldığınız takdirde sapmazsınız: Allah’ın kitabını ve...” hadisi sorulmuştur, “Acaba sahih olanı, “ve yakınlarım olan Ehl-i Beyit’imi” lafzıyla geleni midir? Yoksa “ve sünnetimi” lafzıyla geleni midir?” diye. “Sizden ricamız, bunu, hadis ve senedi açısından açıklamanızdır.” denmiştir.
Cevap: Sahih olarak sabit olan, “ve Ehl-i Beyit’imi” lafzıyla gelen hadistir. “ve sünnetimi” lafzıyla gelen hadis ise, hem senet, hem de metin açısından batıldır. Burada inşaallah senet hususunu açıklayacağız. Zira soruda bu hususun aydınlığa kavuşması istenmiştir.
Diyoruz ki: Bu hadisi Müslim, Sahih’inde (Abdulbaki basımı, 4/1873, 2408 numaralı hadis) [4425. hadis] efendimiz Zeyd bin Erkam’dan nakletmiştir.
O şöyle demiştir: “Bir gün Hz. Resulullah Mekke ile Medine arasında Hum denen suyun kenarında ayağa kalkarak bize bir konuşma yaptı. Allah’a hamd-ü sana etti, nasihatte bulundu, Allah’ı bize hatırlattı, sonra da şöyle buyurdu: “Bilin ki, ey insanlar, ben de bir beşerim. Rabbimin elçisi gelip de icabet etmem beklenir. Ve ben sizin aranızda iki ağır emanet bırakıyorum. Onların ilki Allah’ın kitabıdır; onda hidayet ve nur vardır. Öyleyse Allah’ın kitabını tutun ve ona sarılın.” İnsanları Allah’ın kitabına sarılmaya teşvik ettikten sonra da şöyle buyurdu: “Ve Ehl-i Beyt’imi. Size Allah’ı hatırlatırım Ehl-i Beyt’im hakkında, size Allah’ı hatırlatırım Ehl-i Beyt’im hakkında, size Allah’ı hatırlatırım Ehl-i Beyt’im hakkında.”
Müslim’in lafzı böyledir. Bu hadisi Daremi de Sünen’inde bu lafızla (2/431-432, 3182 numaralı hadisi) güneş gibi açık olan sahih bir senetle nakletmiştir. Bu ikisi dışında diğerleri de rivayet etmişlerdir.
“ve sünnetimi” lafzıyla nakledilen hadise gelince; onun uydurulmuş bir hadis olduğunda şüphe yoktur. Zira senedi çok zayıftır. Bu hadisin uydurulmasında Emevilerin etkisi olmuştur.
İşte bu hadisin senedi ve metni şöyledir: “Hakim, Müstedrek’inde (1/93) kendi senediyle İbn-i Ebi Uveys’den, o da babasından, o da Sevr bin Zeyd ed-Deylemi’den, o da İkrime’den, o da İbn-i Abbas’tan rivayet etmiştir. Bu hadiste şöyle geçmiştir: “Ey insanlar, ben sizin aranızda öyle bir şey bırakıyorum ki, ona sarıldığınız takdirde asla sapmazsınız: Allah’ın kitabını ve peygamberinin sünnetini.”
Ben diyorum ki: Bu hadisin senedinde İbn-i Ebi Uveys ile babası yer almıştır. Hafız Muzi Tehzib-ül Kemal’de (3/127) İbn-i Ebi Uveys’in biyografisinde -onu cerh edenlerin sözünü aktarıyorum- şöyle der:
“Muaviye bin Salih, Yahya bin Muin’in onların hakkında şöyle dediklerini nakletmiştir: “Ebu Uveys ve oğlu zayıftır.” Yine Yahya bin Muin şöyle demiştir: “İbn-i Ebi Uveys ve babası hadisi çalıyorlardı. Yine o şöyle demiştir: “İbn-i Ebi Uveys, karıştırıcı ve yalancıdır. Bir şey değildir (kendisine itina edilmez).”
Ebu Hatem ise onun hakkında şöyle demiştir: “Doğru konuşma ihtimali vardır. Ancak basiretsiz biri idi.”
Nesai onun hakkında; “Zayıftır.” demiştir. Yine Nesai onun hakkında başka bir yerde; “Sika (güvenilir) değildir.” demiştir. Ebu’l Kasım el-Lalkai ise şöyle demiştir: “Nesai onun terk edilmesine yol açacak kadar aleyhinde konuşmaya ileri gitmiştir.”
Ebu Ahmed bin Adi ise onun hakkında şöyle demiştir: “Bu İbn-i Ebi Uveys, dayısı Malik’ten hiçbir kimsenin tabi olmadığı garip hadisler rivayet etmiştir.”
Ben diyorum ki: Ayrıca Hafız İbn-i Hacer, Feth-ül Bari kitabının mukaddimesinde (391) şöyle demiştir: “Nesai ve diğerlerinin İbn-i Ebi Uveys’e yaptıkları kadhten (eleştiriden) dolayı Sahih’te olanı hariç, onun hiçbir hadisiyle ihticac edilemez.”
Yine Hafız Seyyid Ahmed bin Sıddık, “Feth-ül Melik-il Ali” kitabının 15. sayfasında şöyle demiştir: “Seleme bin Şabib demiştir ki: Ben İsmail bin Ebi Uveys’in; “Bazen Medine halkı bir konuda ihtilafa düşünce, ben bu ihtilafı yatıştırmak için onlara hadis uydururdum.” dediğini duydum.”
O halde bu insan hadis uydurma ithamı olan bir kişidir. Yahya bin Muin onu yalancılıkla itham etmiştir. Üstelik onun naklettiği, “ve sünnetimi” lafzının yer aldığı hadis, Sahiheyn’de (Sahih-i Buhari ve Müslim’de) de yer almamıştır.
Babasına gelince; Ebu Hatem er-Razi, oğlunun “el-Cerh ve’t-Tadil” kitabında (5/92) olduğu üzere, onun hakkında şöyle demiştir: “Hadisi yazılır, ancak onunla ihticac edilmez. Güçlü biri değildir.” Aynı kaynakta İbn-i Ebu Hatem, İbn-i Muin’in onun hakkında; “Güvenilir değildir.” dediğini nakletmiştir.
Ben diyorum ki: Hakkındaki sözleri naklettiğimiz bu iki insanın senedinde bulunduğu bir hadisin sahih sayılması, iğnenin deliğinden deve geçmesi kadar zordur. Özellikle bu nakil Sahih’te (Sahih-i Müslim’de) gelen nakle de aykırıdır. Bunu iyice düşün, Allah seni hidayet etsin.
Hakim de bu hadisin zayıf olduğunu itiraf etmiştir. Dolayısıyla da el-Müstedrek’te (Hakim’in bu hadisi naklettiği hadis kitabı) onu sahih saymamıştır. Sadece bu hadisin olabileceğine şahit getirmeğe çalışmıştır. Ancak getirdiği şahit de zayıf ve senet açısından sakıttır. Dolayısıyla da bu hadisin zayıflığına zayıflık eklemiştir. Bizim tahkikimize göre ise İbn-i Ebi Uveys veya babası, aşağıda nakledeceğimiz bu zayıf kimsenin hadisini çalmış ve kendi adına nakletmiştir. Nitekim İbn-i Muin, bu ikisinin hadis çaldığını açıkça belirtmiştir. Bilahare Hakim, bu şahidini kitabında (1/93); “Ben bu hadise Ebu Hüreyre’nin hadisinden de bir şahit buldum.” diye kaydetmiş, sonra da onu kendi senediyle Zabiy Sena Salih bin Musa et-Talhi yoluyla, Abdulaziz bin Rafi’den, o da Ebu Salih’ten, o da merfu olarak Ebu Hüreyre’den Hz. Resulullah’ın şöyle buyurduğunu nakletmiştir: “Ben sizin aranızda iki şey bırakıyorum ki, onlardan sonra (onlara sarıldığınız takdirde) asla sapmazsınız: Allah’ın kitabını ve sünnetimi. Onlar Havuz (Havz-ı Kevser) başında bana dönünceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar.”
Ben diyorum ki: Bu hadis de uydurmadır ve ben bu hadisin senedinde yer alan sadece bir kişi hakkında konuşmakla iktifa ediyorum. O ise Salih bin Musa et-Talhi’dir. İşte hadis imamlarının büyüklerinden bu kişiye itiraz eden bazılarının Tehzib-ül Kemal (13/96) kitabında yer alan sözleri şöyledir: “Yahya bin Muin onun hakkında; “O bir şey değildir.” demiştir. Ebu Hatem er-Razi ise şöyle demiştir: “O gerçekten de zayıf ve münker hadisleri rivayet eder. O bir çok sika insandan münker hadis rivayet etmiştir.”
Nesai onun hakkında; “Hadisi yazılmaz.” demiştir. Başka bir yerde de; “Hadisi terk edilir.” demiştir.
Hafız İbn-i Hacer’in Tehzib-üt Tehzib adlı kitabında (4/355) ise şunlar yer almıştır: “Bu adam, sika insanlardan sika insanların hadislerine benzemeyen hadisler rivayet ederdi. Dinleyen, o hadisin uydurulmuş ya da değiştirilmiş olduğunu anlardı. Dolayısıyla onun hadisiyle delil getirmek caiz değildir.” Ebu Naim onun hakkında; “Hadisi terk edilir, münker hadisler nakletmektedir.” demiştir.
Ben diyorum ki: Hafız da onun hakkında “et-Takrib” adlı kitabında (2891 numaralı biyografi); “Metruktür.” şeklinde hükmetmiştir. Zehebi de “el-Kaşif” adlı kitabında (2412 numaralı biyografı) “Çok zayıftır.” demiştir.
Yine Zehebi “el-Mizan” adlı kitabında (2/302) onun biyografisinden bahsederken, bu hadisi onun münker hadislerine bir örnek olarak nakletmiştir.
Bu hadisi Malik “Muvatta” adlı kitabında (899, 3 numaralı hadis) senetsiz olarak nakletmiştir. Senedinin zayıflığını beyan etmemizden sonra onun da bir değeri olmadığı bellidir.
Hafız Abdulbir “et-Temhid” adlı kitabında (24/331) bu uydurulmuş zayıf hadis için üçüncü bir senet zikretmiş ve şöyle demiştir: “Bize Abdurrahman bin Yahya rivayet etmiştir; o da demiştir ki, bize Ahmet bin Said rivayet etmiştir; o da demiştir ki, bize Muhammed bin İbrahim ed-Deylemi rivayet etmiştir; o da demiştir ki, bize Ali bin Zeyd el-Feraizi rivayet etmiştir; o da demiştir ki, bize el-Huneyni, Kesir bin Abdullah bin Amr bin Afv’den, o da babasından, o da ceddinden rivayet etmiştir ki: Resulullah şöyle buyurdu....”
Ben diyorum ki: Bu senetteki zaaflardan sadece birini zikretmekle yetiniyoruz. O da bu hadisin senedinde yer alan Kesir bin Abdullah’tır. İmam Şafii onun hakkında; “O, yalanın erkânlarından biridir.” demiştir. Ebu Davud da onun hakkında; “Yalancılardan biri idi.” söylemiştir. İbn-i Hibban da onun için; “Bu adam, babası aracılığıyla ceddinden uydurulmuş bir kitap nakletmiştir ki, hayret ve şaşkınlığı ortaya koymanın dışında, onu hadis kitapları arasında zikretmek veya ondan hadis nakletmek caiz değildir.”
Nesai ve Darekutni ise onun hakkında; “Hadisleri terk edilmiştir.” demişlerdir.
İmam Ahmed de onun hakkında hadisi terk edilir, bir şey değildir.” demiştir. Yahya bin Muin de onun için; “Bir şey değildir.” söylemiştir.
Ben diyorum ki: Hafız bin Hacer “et-Takrib” adlı kitabında ondan söz ederken, onun hakkında sadece; “Zayıftır.” demekle yetinip, ardından; “Onu yalancılıkla itham eden kimse biraz aşırıya gitmiştir.” diye devam etmekle hata etmiştir.
Ben diyorum ki: Hayır, asla aşırıya gitmemiştir. Aksine hadis imamlarından gördüğün üzere onun durumu bu idi. Özellikle de Zehebi “el-Kaşif” adlı kitabında; “Çok zayıftır.” tabirini kullanmıştır. Gerçekten o böyledir, hadisi de uydurmadır. Dolayısıyla ne onun hadisine uymak, ne de şahit olarak zikretmek caiz değildir. Aksine, onun yüzüne vurulmalıdır. Tevfik Allah’tandır...
Böylece açıkça belli olmuştur ki, sahih olan hadis, Sahih-i Müslim’de geçen “Allah’ın kitabı ve itretim, (Ehl-i Beyt’im) tabirinin yer aldığı hadistir. “Allah’ın kitabı ve sünnetim” tabiri geçen hadis ise batıldır ve senet açısından da sahih değildir. O halde camilerdeki imam, vaiz ve hatiplerin, Hz. Resulullah’tan gelmeyen bu lafzı terk etmeleri ve insanlara, Resulullah’ın Sahih-i Müslim’de sahih senetle sabit olan “Allah’ın kitabını ve Ehl-i Beyit’imi -ya da- yakınlarımı” lafzını açıklamaları gerekir.” (Bu Ehl-i Sünnet aliminin sözleri burada sona ermiştir.)
Şimdi soruyorum: Acaba Ehl-i Sünnet imam, vaiz ve hatipleri bu Ehl-i Sünnet aliminin tespitine kulak verip, vaaz ve hutbelerinde dillerinden düşürmedikleri o uydurma hadisten vazgeçerek, Resulullah’ın mütevatir olarak sabit olan sahih hadisini, yani Resulullah’ın ümmete emanet edip sarılmalarını emrettiği iki emanetin Kur’an ve Ehl-i Beyt’i olduğunu açıklayabilirler mi?! Elbette ki açıklayamazlar. Çünkü çok iyi biliyorlar ki, gerçeği açıkladıkları takdirde, karşılaşacakları soruların altından kalkamayacaklar. Daha ötesi Emevi zihniyetinin etkisiyle şimdiye kadar halka İslam diye yutturdukları birçok ilke temelden sarsılacaktır. Onlar gerçeği açıklayamazlar! Çünkü açıkladıkları takdirde onlara sorulacaktır ki; peki niçin Hz. Resulullah’ın kefenin sararmasını bile beklemeden Ehl-i Beyt’i hakkındaki bu tavsiyesini unutarak, kafire bile reva görülmeyecek zulümleri Resulullah’ın Ehl-i Beyit’ine reva gördüler?! Bu muydu Resulullah’ın Ehl-i Beyt’ine sarılmak?! Bu muydu Resulullah’ın Ehl-i Beyit’ini korumak?! Bu muydu Resulullah’ın ümmet arasındaki ihtiramı?!
Onlar gerçekleri söyleyemezler! Çünkü söylerlerse, onlara sorulacaktır ki: Peki niçin beş günlük hilafet uğruna; Hz. Resulullah’ın ümmete cennet hanımlarının efendisi olarak tanıtıp, (bkz. Sahih-i Buhari, hadis no: 2353, 5812, Sahih-i Müslim, hadis no: 4487, 4488, Sünen-i Tirmizi, hadis no: 3714, 3808, 3828, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 1610, Müsned-i Ahmed, hadis no: 25209, 22240, 11192, 11332, Üsd-ül Ğabe, c. 5/522, Müşkül-ül A’sar, c./48,49Müstedrek-üs Sahihayn, c. 3/151, 156, Hilyet-ül Evliya, c. 2/42, c. 4/190, Kenz-ül Ummal, c. 6/217, 221, c. 7/111, v...) hakkında; “Fatıma benim bir parçamdır, onu inciten beni incitir, beni inciten ise Allah’ı incitir. Fatıma’nın rızası benim rızam, benim rızam da Allah’ın rızası, Fatıma’nın öfkesi benim öfkem, benim öfkemse Allah’ın öfkesidir. Fatıma! Allah senin rızanla razı olur ve senin öfkenle öfkelenir.” (bkz. Sahih-i Buhari, hadis no: 3483, 3437, Sahih-i Müslim hadis no: 4483, Mizan-ül İtidal, c. 2/72, Üsd-ül Ğabe, c.5/522, Müstedrek-üs Sahihayn c. 3/153, el- İsabe c. 8/159, Tehzib-üt Tehzib, c. 12/441, Kenz-ül Ummal, c. 6/219, c. 7/111, c. 6/219, Zehair-ül Ukba, s. 39...) buyurduğu, yine yanına geldiğinde ayağa kalkıp, elini öperek yerinde oturttuğu, bir gazve veya yolculuğa giderken ayrıldığı en son kimse olduğu, döndüğünde de uğradığı ilk kimse olduğu (bkz. Sahih-i Ebi Davud, hadis no: 3680, Müsned-i Ahmed, c. 5/275 hadis no: 21329, Sünen-i Beyhaki, c. 1/26, Müstedrek-üs Sahihayn, c.1/489, c. 3/159, 155, Sevaik-ül Muhrika s. 109) ve hakkında; “Fatıma insan türünden bir cennet hurisidir, ben ondan cennet kokusunu alıyorum.” dediği, (bkz. Sevaik-ül Muhrika s. 96, Tarih-i Bağdat c. 12/331, c. 5/87, Zehair-ül Ukba, 36, 44, Müstedrek-üs Sahihayn, c. 3/156, Dürr-ül Mensur İsra ayetinin tefsiri) keza tathir ayeti (Ahzab/33) nazil olduğunda Hz. Resulullah’ın Hz. Ali, Hasan ve Hüseyin’le birlikte abasının altına alıp; “Allah’ım Ehl-i Beyt’im bunlardır. Bunlardan bütün çirkinliği gider ve onları tertemiz kıl.” (Müslim, 4450 numaralı hadis, Tirmizi, 3129, 3719, 3130, 3806 numaralı hadisler, Müsned-i Ahmet, 2903, 13231, 13529, 16374, 25300, 25329, 25339, 25383, 25386, 25521 numaralı hadisler) buyurduğu, yine Resulullah’ın İslam dini adına Hıristiyanların büyükleriyle yaptığı lanetleşmesinde Resulullah, Ali Hasan, ve Hüseyin ile birlikte İslam dinini temsilen bu olaya katılan tek hanımefendi olan, (bkz. Al-i İmran/61 ayetinin tefsiri, Sahih-i Müslim, hadis no: 4420, Sünen-i Tirmizi, hadis no: 3658, Müsned-i Ahmed, hadis no: 1522, Müstedrek-üs Sahihayn, c. 3/150, Mesabih-üs Sünnet, c. 2/204Tefsir-i Kebir, c. 8/82, Tezkiret-ül Havass, s. 8, el- Bidaye ve-n Nihaye, c. 5/54) Hz. Resulullah’ın göz bebeği biricik kızı Fatıma-i Zehra’nın, Hz. Resulullah’ın bile izin almadan girmediği ve defalarca Cebrail’in nazil olduğu mübarek evinin kapısını ateşe verdikten sonra tekmeleyerek kırdılar?! (bkz. Tarih-i Teberri, c. 3/198, Tarih-ül Ebul Fida c.2/64, Ikd-ül Ferid c. 5/12, el-İmame ves-Siyese c. 1/12, E’lam-ün Nise c. 4/114, el-Futuh İbn-i A’sem’in c. 1/13, Şerh-i Nehc-ül Belaga İbn-i Ebul Hadid’in c. 2/13) Bununla da kalmayıp, kapı arkasına gelerek “Ey Hattap oğlu! Bizden ne istiyorsunuz? Bizi kendi üzüntümüzle baş başa bırakın” diyerek onların bu vahşi hareketine itiraz eden o kutsal insanı niçin tokatladılar?! Niçin Allah’ın en yüce yaratığı Resul-i Ekrem vefat edince her şeyden önce, Ehl-i Beyt’le birlikte gamlara bürünerek, o mübarek zatın kefin defin işlemiyle meşgul olup, ona saygınlıklarını ve vefakarlıklarını sergilemeleri ve son görevlerini yerine getirmeleri gerekirken, o mübarek zatın nurlu cenazesini yerde koyarak, koltuk kavgasına tutuştular?! Sonra ikinci halife Ömer’in tabiriyle bir oldu bitti ile iktidarı ele geçirir geçirmez de, (bkz. Sahih-i Buhari, hadis no: 6328, Müsned-i Ahmed, hadis no: 368, Tarih-i Teberi, on birinci yılın olayları bölümü, Şerh-i Nehc-ül Belaga, c.1/122 vs. ) sanki yapacakları hiçbir işleri yokmuş gibi ilk icraatları olarak “Akrabalara hakkını ver” ayeti inmesi üzerine, Hz. Resulullah’ın Hz. Fatıma’ya hibe etmiş olduğu Fedek bağına (bkz. Dürr-ül Mensur mezkur ayetin tefsiri, Mecme-üz Zevaid, c.7/49, Mizan-ül İtidal, c. 2/228, Kenz-ül Ummal, c. 2/158) el koyarak Resul-i Ekrem’in biricik kızı Fatıma’nın mübarek kalbini kırdılar?! Hz. Fatıma; “Bu babamın bana hediyesidir.” deyince de, Ümmü-l Müminin Aişe’nin “Babası hariç yeryüzünde ondan daha doğru konuşan bir insan yoktur.” diyerek en doğru konuşan insan olduğuna tanıklık ettiği (bkz. Müstedrek-üs Sahihayn, c. 3/160, el-İstiab, c. 2/751, Hulyet-ül Evliya, c. 2/41) o cennet hanımlarının efendisinden şahit talep etme cüretinde bulundular. Buna da yetinmeyip, o kutsal insanın getirdiği şahitler olan Resulullah’ın ilim kapısı Aliyy-ül Mürtaza’nın ve cennet gençlerinin efendileri olan Hz. Hasan ve Hüseyin’le Resulullah’ın cennet ehli olduğuna tanıklık ettiği Ümmü Eymen’in tanıklığını da sudan bahanelerle reddederek, haşa o mübarek insanları yalancılıkla suçladılar. Oysa sıradan bir insana karşı böyle davranmadılar ve “benim Resulullah’tan bu kadar alacağım var, veya Resulullah bana şunu vermeği vaad etmiş veya şunu bana vermiştir” diyen sıradan bir insandan hiçbir şahit talep etmeksizin hemen gereğini yerine getirdiler. Bakınız Cabir bin Abdullah diyor: “Resulullah vefat ettikten sonra Ebu Bekir’e A’la bin Hazremi tarafından bir miktar mal geldi. Bunun üzerine Ebu Bekir; “Kimin Resulullah üzerinde bir borcu veya Resulullah’ın ona vermeği vaad ettiği bir sözü varsa bize gelsin.” dedi. Cabir diyor: “Bunun üzerine ben, Resulullah bana şunu, şunu vermeği vaad etmiştir.” dedim ve üç defa elimi açtım. Ebu Bekir de her defasında elime beş yüz dinar sayıp verdi.” (bkz. Sahih-i Buhari, hadis no: 2132, 2408, 2486, 2904, 2929, 4032, Sahih-i Müslim, hadis no: 4287) Peki bu nasıl bir adalettir ki, Resulullah bana şunu vermeği vaad etmiştir deyip de hiçbir şahit ikame etmeyen sıradan bir insandan bu iddiasının doğruluğunu ispatlamak için şahit talep edilmiyor da, Fedek mülkünü bizzat Allah Resulü’nün hibe etmesiyle Hayber’in fethinden itibaren elinde bulunduran Resulullah’ın kızından şahit talip ediliyor?! Acaba onlar İslam dinindeki, mülkü elde bulundurmanın (zilyedlik) mülkiyetin delili sayıldığını, bir mülkü elinde bulundurandan (zilyed) mülkiyetini ispatlaması için delil ve şahit istenemeyeceğini ve bunun aksini iddia edenden şahit isteneceğine dair hükmü bilmiyorlar mıydı?! Yani, aslında Fedek mülkünü bilfiil elinde bulunduran Hz. Fatıma değil, bunun Hz. Fatıma’nın mülkü olmadığını iddia eden Ebu Bekir’in kendisi şahit getirmeliydi. Ama şimdi ne olmuştu ki, kurallar aksine işliyordu?! İslam’ın hükmü görmezlikten geliniyordu?! İddiasının ispatı için şahit getirmesi gereken kişi, şahit getirmemesi gereken kimseden şahit talep ediyordu?! Bunun sırrını anlamak pek zor değildi. Her şey ortadaydı. Bir kere hükümetlerini meşru görmeyerek biat etmeği reddeden Ehl-i Beyt’i her açıdan baskı altına alarak köşeye sıkıştırmak kararı alınmıştı. Bu İslam dinin en basit ve en açık ilkelerini çiğnemek pahasına bile olsa yapılmalıydı. İşte burada yapılan da buydu. Ehl-i Beyt mali açıdan da çökertilerek köşeye sıkıştırılmalıydı. Adaleti uygulamak Resulullah’ın sünnetine sahip çıkmak ise bir maske olarak kullanılmaktaydı. Ancak ne var ki, bu öyle kolay da olmayacaktı.
Çünkü Hz. Zehra (a.s) öyle kolayca teslim olmayacaktı. Onların iki yüzlülüklerini, zulümkarlıklarını ve İslam’ın ilkelerini ayak altına aldıklarını ortaya çıkararak onları rüsva edecekti. Dolayısıyla Hz. Zehra (a.s) onların iddia ettiği şekli de ele alarak, faraza Fedek bağı hibe değil de onların iddia ettiği şekilde Resullah’ın bıraktığı miras bile olsa onların böyle bir icraata haklarının olmadığını ve yaptıklarının düpedüz bir gasp ve zulüm olduğunu ortaya koymak için “Fedek bağı hibe değil, miras bile olsa onu elimden alma hakkınız yoktur; çünkü babamın mirası bana ulaşır” şeklinde istidlal edince de, bu sefer birinci halife Ebu Bekir’den başka hiçbir kimsenin rivayet etmediği: “Biz peygamberler grubu miras bırakmayız, bıraktığımız her şey sadakadır.” şeklindeki Kur’an’la çelişen bir sözü ortaya atarak, hem Resul-i Ekrem’i, hem de onun pak Ehl-i Beyti’ni itham altında bıraktılar. Acep! Resul-i Ekrem bu kadar önemli bir mevzuu sadece Ebu Bekir’e mi bildirmiş?! Ehl-i Beyit’ini ise onları ilgilendiren en önemli mevzu hakkında bilgisiz bırakacak kadar ihmalkar mı davranmış! Yoksa bildirmiş de, Kur’an-ı Kerim ve Allah Resulü’nün yüce övgülerle kutsallıklarına tanıklık ettiği ve Allah Teala’nın Resul-i Ekrem’in risaletinin ücreti olarak birinci ve ikinci halife de dahil olmak üzere bütün ümmete sevgilerini farz kıldığı (Şûra/23) bu kutsal insanlar dünya hırsına kapılarak yalan mı konuşmuş ve hakları olmayan bir şeyi talep etmeye mi kalkışmışlar?!
Ebu Bekir’in naklettiği bahsi geçen sözün Kur’an’la çeliştiğine işaret ettik. Bunu biz söylemiyoruz, bunu bizzat Hz. Zehra da vurgulamıştır. Yalnızca kendisinin naklettiği bu sözü haksız icraatına bahane gösteren Ebu Bekir’e, Kur’an’la çelişki içinde olduğunu belirtmiş ve Kur’an’la çelişen bir sözü Resul-i Ekrem’in söylemesinin mümkün olmayacağını ortaya koyarak şöyle demiştir: “Ey Ebu Kuhafe’nin oğlu (Ebu Bekir)! Acaba senin babandan miras alman, ama benim babamdan miras almamam Allah’ın kitabında mı yazılmıştır?! Gerçekten ortaya attığın söz büyük bir iftiradır. Resulullah, kişinin ihtiramı çocuklarına iyi davranmakla korunur, dememiş midir? Acaba bilerek mi Allah’ın kitabını arkanıza atıp terk ettiniz? Kur’an-ı Kerim; “Ve Süleyman Davud’dan miras aldı.” (Neml/16) buyurmuyor mu? Yine Kur’an-ı Kerim Yahya İbn-i Zekerya’nın kıssasını anlatırken; “Dedi ki: (Ey Rabbim,) bana bir veli lütfet ki, benden ve Yakup soyundan miras alsın.” (Meryem/60) buyurmuyor mu? Yine; “Allah’ın kitabında akrabaların bazıları bazılarına (miras hususunda) daha evladır.” (Enfal/75) buyurmamış mı? Yine; “Allah size evlatlarınız hakkında bir erkeğe iki kadının payını tavsiye eder.” (Nisa/11) buyurmamış mıdır? Yine: “Sizlerin birinin ölümü geldiği zaman kendisinden bir hayır (mal) bırakıyorsa, baba ve annesine ve yakınlarına (verilmesi için) adalet ve iyilik üzere vasiyet etmek (Allah’tan) takvalılara bir borç olarak yazılmıştır.” (Bakara/180) dememiş midir? Kur’an ayetleri böyle buyururken, acaba sizlere göre benim bir payım yok mu? Ve benim babamdan miras almaya hakkım yok mudur? Acaba Allah sizlere miras ayetinde bir özellik tanımış da yalnız babamı mı çıkarmıştır? Yoksa sizler: “Ayrı ayrı dinlere mensup olan kişiler birbirinden miras alamazlar mı” diyorsunuz (ve bu yüzden bana miras hakkı tanıyorsunuz)? Acaba ben ve babam aynı dine bağlı değil miyiz?...” (bkz. Belağat-ün Nisa, s. 12, Şerh-i Nehc-ül Belaga, c.16/252, Muruc-üz Zeheb, c. 2/311, A’lam’ün Nisa, c. 4/116, Tarih-i Yakubi, c. 2/127, el-İmame ves Siyase c. 2/14, Usd-ül Gabe, c. 2/522, el- İsabe, s.61,66, Tarih-i İbn-i Kesir, c. 12/441, Kenz-ül Ummal, c. 6/219, Müstedrek-üs Sahihayn, c. 3/153...)
Ancak ne yazık ki, artık kulaklar hakkı dinlemeye kapanmıştı. Başka konularda “Resulullah’tan hadis nakletmeyin. Sizden bir şey sorduklarında “Bizimle sizin aranızda hakem olarak Allah’ın kitabı yeterlidir” deyip onun helalini helal, haramını da haram kılın” (Tezkiret-ül Huffaz, c. 1/3) diye konuşan birinci halife Ebu Bekir, Hz. Fatıma’yla kendisi arasında Kur’an’ın hakemliğine razı olmamış ve kendisi dışında hiçbir ashabın duymadığı ve yalnızca kendisinin Resulullah’a atfettiği Kur’an’ın açık hükmüne aykırı olan bir sözü bahane ederek bizzat Resulullah’ın kendi eliyle Hz. Fatıma’ya verdiği Fedek bağına el koyarak o hazretin nazenin kalbini öyle incitti, öyle kırdı ki, vefat edinceye kadar artık onunla ve yaranıyla konuşmadı ve kendisine yapılan zulümleri babası Resulullah’a şikayet etmek üzere onlara kırgın ve küskün olarak mahzun bir yürekle bu fani yurdu terk edip gitti. (bkz. Sahih-i Buhari, hadis no: 2862, 3913, 6230, Sahih-i Müslim, hadis no: 3304, Müsned-i Ahmed, hadis no: 25, 52)
Evet Resulullah’ın Ehl-i Beyti’ne reva görülen bu zulümler, Peygamber’in biricik kızı Fatıma’nın nazenin kalbinde öyle bir yara açmıştı ki, vefatından sonra bile Ehl-i Beyt’e bu zulümleri reva görenlerin, cenazesine hazır olmalarını ve mezarının üzerine gelmelerini bile istemiyor, kendisinin geceleyin gizlice defnedilmesini ve mezarının gizlenmesini vasiyet ediyordu. Böylece Resul-i Ekrem’in ellerini öperek yerinde oturttuğu, senden cennet kokusu alıyorum dediği ve ümmete cennet hanımlarının efendisi olarak tanıttığı biricik kızı Fatıma, gecenin karanlığında Hz. Ali ve has yaranının iştirakiyle gizlice defnediliyor ve bu nankör ümmetten nereye defnedildiği bile gizli tutuluyordu. Böyle bir şey olmaz mı diyorsunuz? Ümmetin bu kadar nankörleşeceğini aklınız almıyor mu? Hadi öyleyse gösterin Peygamber’in Ehl-i Beyt’i içerisinde en çok önem verdiği biricik kızının mezarını, açıklayın nereye defnedildiğini. Açıklayamazsınız nereye defnedildiğini, gösteremezsiniz mezarının nerede olduğunu. Bu, Peygamber-i Ekrem’den sonra Ehl-i Beyt’e reva görülen zulümlerin en açık kanıtı olarak, bütün zalimlerin kellesini uçurup, yeryüzünden zulmü silerek onda hakkı ve adaleti hâkim kılacak olan, yine Resul-i Ekrem’in biricik kızı Fatıma’nın soyundan geleceğini vaad ettiği İmam Mehdi’nin zuhuruna kadar, bu ümmetin alnında kara bir leke olarak kalacaktır. Şimdi soruyorum: Bu muydu, Peygamber’in Ehl-i Beyti’ne gösterilen saygı?! Bu muydu, Peygamber’in Ehl-i Beyt’ini sevmek?! Bu muydu, Peygamber’in ihtiramını korumak?!
Sözü fazla uzatmaya gerek yoktur sanıyorum. Kısacası; Ehl-i Sünnet’in vaiz, hatip ve imamları, Resul-i Ekrem’in mütevatir olarak sahih senetle gelen; “Aranızda iki emanet bırakıyorum, onlara sarıldığınız takdirde asla sapmazsınız: Biri Allah’ın kitabı, diğeri de Ehl-i Beyt’imdir; onlar havuz başında bana dönünceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar.” hadisini görmezlikten gelip, bir yalancının uydurması olan; “Aranızda iki emanet bırakıyorum: Biri Allah’ın kitabı, diğeri de sünnetim.” tarzındaki sözü dillerine destan etmek zorundalar. Çünkü aksi takdirde sahiplendikleri ekol tarafından Peygamber’in Ehl-i Beyti’ne reva görülen zulüm ve haksızlıklara verecekleri bir cevapları kalmaz. Çünkü o zaman halk onlara sorar: Peki neden Peygamber’in en çok sevdiği insan olan biricik kızı Fatıma’yı öylesine incittiniz?! Neden Peygamber’den sonra Ehl-i Beyt’in en önemli şahsiyeti olan, Peygamber’in ilim şehrinin kapısı Hz. Ali’yi görmezlikten gelip bir kanara ittiniz?! Hem de öyle bir itmek ki, kendi tabiriyle yirmi üç sene müddetince gözünde diken ve boğazında kemik kalmış bir insanın çektiği çileye sabredip tahammül etmek zorunda kaldı! (bkz. Nehc-ül Belaga, Şıkşıkıyya ismiyle maruf olan 3.hutba) Sonra da neden İslam uğruna en büyük fedakârlıkları yapmış olan Resul-i Ekrem’in kardeşi Ali’ye karşı Cemel ve Sıffin savaşını çıkarıp on binlerce masum insanın kanını döktünüz?! Neden yetmiş sene müddetince imamlarınıza Cuma hutbelerinde Hz. Ali gibi bir şahsiyete lânet okutup küfrettirdiniz?! (bkz. Sahih-i Müslim, hadis no: 4420, Sünen-i Tirmizi, hadis no: 3658, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 118, Tarih-i İbn-i asakir, c. 1/47, Müstedrek-üs Sahihayn, c. 1/385, Tarih-i Taberi, c. 5/167, Tarih-i İbn-i Esir, c. 3/413, Tarih-ül Hulafa, s. 190, Şerh-i Nehc-ül Belaga, c. 1/356, Ikd-ül ferid, c. 4/365, el-Fikr-üs Sami, c. 1/276. Tathir-ül Lisan, s. 55, el-Muhalla, c. 5/85, Kitab-ül Ümm, c. 1/208, Mucem-ül Büldan, c. 5/38 ve..) Neden, secdede iken Resul-i Ekrem’in boynuna bindiklerinde secdeden kalkarak kırmaya kıyamadığı cennet gençlerinin efendileri Hz. Hasan ile Hz. Hüseyin’e o zulümleri reva gördünüz?! Neden Hz. Hasan’ı zehirleyerek şehit ettiniz?! (bkz. El- İstiab, c. 1/141, Tarih-i İbn-i Asakir, c. 4/229, Ikd-ül Ferid, c. 2/298, ve..) Niçin tarih boyunca yapılan bütün cinayetlerin yüzünü ak eden Kerbela faciasını yarattınız?! Bu nasıl iman etmekti, bu nasıl Müslümanlıktı ki, Peygamber-i Ekrem’in bir an bile ağlamasına rıza göstermeyip, konuşmasını keserek minberden inip kucağına aldığı ve tekrar minbere çıkıp kucağında olduğu halde konuşmasına devam edecek derecede itina gösterdiği Hz. İmam Hüseyin, çoluk çocuğu ve yaranından, hayvanlardan ve kâfirlerden bile esirgenmesine hiçbir vicdanın razı olmayacağı suyu esirgediniz?! Bununla da iktifa etmediniz, altı aylık bebeğini savaş meydanına getirerek; “Siz benimle savaşıyorsunuz, ben de sizinle; ama bu süt emer çocuğun hiçbir suçu yoktur. Hüseyin çocuğu bahane ederek kendisi için su istiyor, demeyin; isterseniz alınız kendiniz ona su verin, nasıl susuzluktan el ayak çaldığını görmüyor musunuz?” diyen Hüseyin’in cevabında o altı aylık masum bebeği babasının kucağında oklayacak kadar vahşileştiniz! (bkz. Tarih-i Taberi, c. 2/360, Tarih-i İbn-i Kesir, c. 8/188, ve..)
Bundan da geçelim; topu topuna yetmiş iki kişiden oluşan Hüseyin ve yaranına karşı on binleri içeren bir orduyla savaşacak ve altı aylık süt emer masum çocuk da dahil olmak üzere o mübarek insanları susuz şehit edecek kadar alçaldınız diyelim! Peki o kutsal insanların cansız bedenlerinden ne istiyordunuz?! Niçin onların mübarek naaşı üzerinde at koşturdunuz?! (bkz. Tarih-i Taberi, c. 2/367) Bununla neyin intikamını alıyordunuz?!
Bundan da geçelim; o kutsal insanları şehit ettiniz, arzunuza ulaştınız. Artık zulüm esası üzerine kurulan hükümdarlığınız karşısında en büyük engel olarak gördüğünüz Hüseyin ve yaranı ortadan kalkmıştı. Peki Peygamber ailesinin hanımlarından ve küçücük kız çocuklarından ne istiyordunuz?! Niçin onların barınaklarını ateşe verip yaktınız?! Niçin korkular içerisinde çöle dağılmış olan o küçücük kızların peşine, atlarla azılı bir düşmanı kovalarcasına düşüp, yakaladığınızı tekme tokat dövdünüz?! Niçin o kalbi yanık hanımefendilerin ve küçücük kız çocuklarının ziynet eşyalarını yağma ettiniz?! Hatta onların kendilerinin ziynetlerini çıkarıp vermelerine bile müsaade etmediniz ve küpelerini çekip kulaklarını yırtarak aldınız! Bununla da yetinmediniz; bu sefer Peygamber ailesinin hanımlarını ve kızlarını bir kâfir ailesine bile reva görülmeyecek şekilde esir ettiniz! O iffet ve ismet ailesinin başlarını açtınız! Ellerini, kollarını zincirlerle bağlayarak, başı açık olarak üzerlerinde bir hasır parçası bile olmayan develere bindirip, şehir şehir, köy köy dolaştırdınız! Bütün bu yaptıklarınız yetmiyormuş gibi, Ehl-i Beyt ailesinin varacağı her şehri, her köyü önceden süslediniz, halkın bezenip bayram elbiselerini giyerek Peygamber ailesine el çalıp gülmelerini emrederek, o mübarek insanların zaten derin yara almış olan mübarek kalplerine bir de cahil halkın dil yarasını eklediniz! (Futuh-u A’sem, c. 5/236, Tarih-i Taberi, c. 2/374, Maktal-i Harezmi, c. 2/60,61 ve..) Bununla da yetinmediniz; bu sefer kâfir İbn-i Ziyad ve Yezid’in meclisinde başı açık olarak ayak üstünde beklettiğiniz Peygamber ailesinin kızlarına kâfirlerden esir edilmiş kızlar gibi cariye muamelesi yapmaya kalktınız! (Makatil-üt Talibiyyin, s. 120, Tarih-i Taberi, c. 2/377 ve..) Acaba bütün bunları niçin yaptınız?! Kimden neyin intikamını almak istiyordunuz?! Elbette bunun cevabı gecikmedi zaten. Kâfir Yezid, pardon, Müslümanların halifesi, müminlerin emiri Yezid, (!) bir taraftan bir elinde tuttuğu şarap kadehini zafer havası içerisinde zıkkımlanırken, diğer taraftan bir tepsi içerisinde önüne bırakılan İmam Hüseyin’in mübarek kesik başına, dudaklarına ve dişlerine çolak olası diğer elinde tuttuğu bir çubukla vurarak; “Ne de güzel dişlerin varmış, ey Hüseyin! Haşim Oğulları saltanatla oynadılar; yoksa ne bir vahiy inmiştir, ne de bir haber gelmiştir. Keşke Bedir’de öldürülen dedelerim olsalardı da, Muhammed’den onların intikamını nasıl aldığımı görselerdi. O zaman bana; ‘Koluna kuvvet ey Yezid!’ derlerdi.” (Futuh-ü İbn-i A’sam, c. 5/241, Tarih-i ibn-i Kesir, c. 8/192, 204, Makatil-üt Talibiyyin, s. 120, Tezkiret-ül Havas-ül Ümme, s. 148, Maktal-i Harezmi, c. 2/58, el-Luhuf, s. 69 ve..) hezeyanını söylerken açıkça kimden neyin intikamını almak istediğini ortaya koyuyordu.
Diyeceksiniz ki, Yezid’in yaptığı mezalimden bize ne?! Biz de onun cinayetlerini kınıyoruz! Hayır kardeşim, siz bunu diyemezsiniz! Siz bir ekol olarak, sanki Hz. Resulullah’ın; “Bir eyleme rıza göstermek, ona iştirak etmek gibidir.” buyruğundan haberiniz yokmuş gibi, Yezid’in mezalimi de dahil olmak üzere Ehl-i Beyt’e karşı yapılan bütün hakaret ve haksızlıklara gönül verip rıza gösterdiniz. Bütün cinayetlere rağmen, Yezid’in ve diğer Emevi hükümdarlarının hükümetlerinin meşruiyetini kabul ederek onlara karşı çıkmadınız. Ona ve diğer Emevi zalimlerine emir’ül-müminin olarak biat ettiniz. Böylelikle Yezid’i ve diğer Emevi zalimlerini Müslümanların halifesi ve amiri olarak kabullendiniz. Demeyin böyle bir şey olamaz ve olmamıştır. Çünkü Ehl-i Beyt’e yapılan mezalim karşısındaki geçmiş tarihiniz ve şimdiki tutumunuz bunun en açık kanıtıdır. Bütün bunları bir ekol olarak siz yaptınız ve yapmaktasınız. Siz, Yezid ve diğer Emevi hükümdarlarının hükümet kadrolarında yer alarak onların kol kanadı oldunuz. Onların hükümetlerinde, şer’i bir makam olan kadılık görevini üstlendiniz; camilerinde hatiplik, imamlık yaptınız. Siz, Muaviye, Yezid ve diğer zalim Emevi hükümdarlarının emriyle Cuma hutbeleriniz ve diğer konuşmalarınızda, minberlerinizde Hz. Ali ve evlâtlarına küfredip lânet okuma eyleminize, Muaviye’nin hilafet makamını işgal etmesinden başlayarak, halife Ömer bin Abdulaziz’in hükümdarlığına kadar süregelen, takriben yetmiş senelik bir süre zarfında devam ede geldiniz. (bkz. Sahih-i Müslim, hadis no: 4420, Sünen-i Tirmizi, hadis no: 3658, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 118, Tarih-i İbn-i asakir, c. 1/47, Müstedrek-üs Sahihayn, c. 1/385, Tarih-i Taberi, c. 5/167, Tarih-i İbn-i Esir, c. 3/413, Tarih-ül Hulafa, s. 190, Şerh-i Nehc-ül Belaga, c. 1/356, Ikd-ül ferid, c. 4/365, el-Fikr-üs Sami, c. 1/276. Tathir-ül Lisan, s. 55, el-Muhalla, c. 5/85, Kitab-ül Ümm, c. 1/208, Mucem-ül Büldan, c. 5/38 ve..) Siz, Ehl-i Beyt evlâtlarına ve taraftarlarına karşı girişmiş olduğunuz katletme, yağmalama, sürgün etme ve hapsetme gibi zulümlerinizi kesintisiz olarak sürdürdünüz. Bu mezalime karşı çıkan Ehl-i Beyt taraftarı azınlık niteliğindeki Müslümanları ise çekinmeden katlettiniz, mallarını yağmaladınız. Öyle bir baskı ve terör ortamı yarattınız ki, toplum içinde Kur’an’ı Kerim’in emri olan Ehl-i Beyt’e sevgi duymayı en ağır suç haline getirdiniz. Bireyleri, evlatlarına Ali, Hasan, Hüseyin gibi Ehl-i Beyt isimlerini vermelerinden dolayı yargılayıp cezalandırdınız. Siz öyle bir baskı ortamı yarattınız ki, insanları, aralarında çıkan normal anlaşmazlıkların hallinde bile, birbirlerine karşı hükümet yetkililerine Ehl-i Beyt sevgisini besleme ihbarında bulunma silahını şantaj olarak kullandırdınız. Ve... (bkz. Tarih-i Taberi, c. 6/108, 149, 96, Tarih-i ibn-i Esir, c. 3/204, Tarih-i İbn-i Asakir, c. 5/421, ve c. 6/459, Ağani, c. 16/7, Tarih-i Mesudi, c. 3/30, Tarih-i İbn-i Kesir, c. 8/48, el- Maarif, İbn-i Kuteybe’nin c. 7/12, el- istiab, c. 2/517, el- İsabe, c. 2/526, el-Muhbir, s. 479, 490,
Ehl-i Beyt’e karşı yürüttüğünüz hınç hareketinde sadece fiziksel ve maddi zulüm ve baskılarla yetinmediniz. O kutsal insanların manevi şahsiyetini de hedef aldınız. Bu doğrultuda Ehl-i Beyt’in faziletiyle ilgili hadislere tam bir sansür getirirken, tuttuğunuz paralı yalancılara söylettiğiniz uydurma hadislerle tam bir karalama kampanyası başlatarak o kutsal şahsiyetlerin manevi kişiliklerine darbe indirmeğe kalkıştınız. Gizleyemediğiniz veya inkâr edemediğiniz faziletlerde ise, Resulullah’ın beyan buyurduğu bu gibi faziletlerin pek fazla bir önem taşımadığını, çünkü aynı faziletleri diğer sıradan insanlar hakkında da beyan buyurduğunu göstermek gayesiyle, bahsi geçen Sekaleyn hadisinde yaptığınız gibi, tuttuğunuz paralı muhaddislere ve hatta bazen de tarihte asla yaşamamış olan hayali sahabelere, -ki sayıları yüz ellinin üzerindedir- yalan olarak benzeri faziletleri sıradan başka insanlar hakkında da uydurttunuz. (bkz. Şerh-i Nehc-ül Belaga, İbn-i Ebi’l Hadid’in c. 1/358, 360, 361, c. 3/15, 16, 258 c. 4/63, 64, 73 c. 11/44, c.13/219, Fecr-ül İslam s. 213,)
Bununla da sınırlı kalmadınız; çünkü sadece bununla hedefe varamazdınız. Allah Resulü sizin lider olarak kabul ettiğiniz kimselerin birçoğuna karşı nefret duymuş, onları kınamış, haklarında lâneti içeren sözler sarf etmişti. Onları aklamanız gerekiyordu. Bunu da Allah Resulü’nü, duymuş olduğu öfke ve nefretine, sevgi ve muhabbetine ve bu doğrultuda sarf etmiş olduğu sözlerine pek fazla itina edilmemesi gereken sıradan duygusal bir insan konumuna düşürerek hallettiniz. Nasıl mı? Kalbinde Allah korkusu olmayan her türlü gücü elinde bulunduran bir iktidar, kendisiyle aynı görüşü paylaşan iftira mekanizmasını devreye sokunca neyi başarmaz ki?! Hatta bunu bizzat Allah Resulü’nün diline yalan bağlayarak yaptınız. Allah Resulü’nün diline; “Ben de bir beşerim, sizin gibi öfkelenir, sizin gibi duygulanırım. Allah’ım, benim öfkelenip de ümmetimden biri hakkında yaptığım lânetleri sen onun için mağfiret ve bağışlanma vesilesi kıl.” (bkz. Sahih-i Buhari, hadis no: 5884, Sahih-i Müslim, hadis no: 4705, 4706, 4707, 4708, 4709, 4710, 4711, 4712, Müsned-i Ahmed, hadis no: 33049, 23125, 23620, 7852, 8709, 9426, 9943, 10000, 10031, 10860, 14756, 44043, 14594, 14666, 14756, 7010, Sünen-i Daremi, 2647) iftirasını bağlayarak Allah’ın, vahiyden gayri konuşmadığını belirttiği en kutsal varlığını, gereksiz yere öfkelenen, yersiz yere küfredip lânet okuyan, gösterdiği sevgi ve nefretlerine pek fazla itina edilmemesi gereken çok duygusal sıradan bir insan durumuna düşürdünüz. Durum böyle olunca artık Allah Resulü, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin’i abasının altına almış ve; “Allah’ım, benim Ehli- Beyt’im bunlardır. Sen onlardan her türlü çirkinliği gider ve onları tertemiz kıl.” demişse, veya; “Fatıma benim bir parçamdır, onu üzen beni üzer.” söylemiş ve Fatıma yanına geldiğinde ayağa kalkmış ve elini öperek kendi yerinde oturtmuşsa, yahut; Ali’nin kendisine nispetle Harun’un Musa’ya nispet olan mevkiinde olduğunu belirtmişse, ya da; “Hüseyin bendendir, ben de Hüseyin’denim.” (bkz. Sünen-i Tirmizi, hadis no: 3708, Müsned-i Ahmed, hadis no: 16903, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 141) demiş ve kendisini Hasan ile Hüseyin’e binek yapmışsa, ne yazar ki! Çünkü Allah Resulü duygusallığa kapılmış ve birtakım gereksiz davranışlarda bulunmuş ve yersiz sözler sarf etmiştir! Aynı şekilde eğer, Resulullah Muaviye, babası Ebu Süfyan ve kardeşi Yezid gibilere de lânet okumuşsa, bu da pek fazla kâle alınmaması gereken bir olaydır! Bkz. Tarih-i Taberi, c. 1/357, el- Kebir, Belazuri’nin, Tehzib-üt Tehzib, c7/324) Hatta bu mantığa göre Resulullah’ın hiçbir faydası olmayan birileri hakkındaki övgülerinin aksine, birilerine lânet okuması daha faydalı olduğunu söylemek bile mümkündür! Çünkü hiçbir faydası olmayan ve sadece duygusallıktan kaynaklanan övgülerinin aksine, en azından bu, onların günahlarının bağışlanmasına vesile olacaktır! Demek ki, aslında ashaptan güzel davranışlarıyla Resulullah’tan övgü alanlar zarar etmiş, buna karşılık kötülüklerinden dolayı bol bol lanet alanlar ise kârlı çıkmışlar! Böyle bir mantık olur mu hiç? Hiç Allah’ın en büyük elçisi duygusallığa kapılıp birisini yersiz yere över veya haksız olarak yerer mi?! Bunu Allah Resulü’ne isnat etmek, ona yapılan en büyük hakaret sayılmaz mı?!
Cevapla

“Gadiri Hum” sayfasına dön