Saqalayn Hadisi'nin Sünni Muteber Kaynaklarda ki Yeri 2

Cevapla
Kullanıcı avatarı
Bekleyen
Mesajlar: 20
Kayıt: 20 Eyl 2007, 08:30

Saqalayn Hadisi'nin Sünni Muteber Kaynaklarda ki Yeri 2

Mesaj gönderen Bekleyen »

Zaten Kureyş, Allah Resulü’nün Ehl-i Beyti’nin yüceliğini belirten ve onlardan birilerinin iç yüzünü ortaya döken bazı büyüklerine yönelik yermelerinden çok rahatsız oluyordu. Dolayısıyla da Allah Resulü’nün hadislerinin yazılmasına ve yayılmasına şiddetle karşı çıkıyor ve ellerinden geldiği kadar engellemeye çalışıyorlardı. İşte bunun içindir ki, Allah Resulü’nden her duyduğunu yazarak kaydeden Abdullah bin Amir’i: “Resulullah da bizim gibi bir beşerdir, bizim gibi duygusallığa kapılır, bizim gibi öfkelenir ve birileri hakkında öfke ve rıza içerisinde bir şeyler söylüyor, ondan duyduğun her şeyi yazma” şeklinde uyararak Resulullah’tan duyduğu hadisleri yazmasına engel oldular. Ancak Abdullah bin Amir, onların bu komplosunu Allah Resulü’ne haber verince, Allah Resulü, yeminle mübarek ağzından hak olmayan hiçbir sözün çıkamayacağını bildirerek, kendisinden duyduğu her şeyi yazmasını ona emretti ve böylece de Kureyş’in ard fikirliliğini açıkça gözler önüne serdi. (bkz. Sünen-i Ebu Davud, hadis no: 3161, Müsned-i Ahmed, hadis no: 6221, 6511, 6635,6722, 6724, Sünen-i Daremi, hadis no: 484)
Ancak ne yazık ki, Kureyşliler, Allah Resulü’nün sağlığında duvara toslayan bu komplolularından vazgeçmemişlerdi. Artık Allah Resulü de vefat etmişti. Üstelik Ehl-i Beyt engelini de aşıp iktidarı ele geçirmişlerdi. O halde önlerinde hiçbir engel kalmamıştı. Onlar bu emsalsiz fırsatı elden kaçırırlardı mı hiç? Artık kendilerine baş ağrısı olan sünnetten kurtulmanın veya en azından kontrol altına alınarak kendi çıkarlarıyla ters düşen bölümünün yayılmasının önüne geçilmesinin tam zamanı gelmişti. Onlar da fırsat bu fırsat deyip hemen işe koyuldular. İlk iş olarak sünnete karşı şiddetli bir yasak getirilmeliydi. Ancak bu Müslümanların öyle kolayca kabul edip teslim olacakları bir husus değildi. O halde buna güzel bir kılıf da bulmak lazımdı, aksi taktirde Resulullah’ın yerinde oturan ve Resulullah adına hüküm süren kimse, Resulullah’ın sünnetine karşıdır, demezlerdi mi? Yeter ki, iş kılıf bulmaya kalsın, kılıf bulmaktan kolay ne var ki? İşte kılıf: Ashaba “Siz Resulullah’ın sünnetinde ihtilafa düşüyorsunuz, sizden sonrakiler daha fazla ihtilafa düşecekler. O halde iyisi onu bir kenara bırakalım da Allah’ın kitabına sarılalım” deriz. Böylece de hem sünnetin yazılmasını ve anlatılmasını önleriz, hem de halkın gözünde Allah’ın kitabına sahip çıkmak piyonuyla değer kazanırız. Zaten aynı gerekçeyle Allah Resulü’nün kendisini bile susturmadık mı? Hani Allah Resulü hasta yatağındayken ümmetine son vasiyetini yazmak isteyip de: “Bana bir kağıt kalem getirdin de size öyle bir vasiyet yazadırayım ki benden sonra asla sapmayasınız” demiş, biz de Allah Resulü haşa “Sayıklıyor, acısının fazlalığından ne konuştuğunun farkında değildir. Allah’ın kitabı bize yeter” demiş, böylece de Allah Resulü’nün kendisini susturmakla birlikte, pek fazla bir olay çıkmadan Allah Resulü’nün bu son isteğini yerine getirmek isteyen ashabını da ikna etmiştik. (bkz. Sahih-i Buhari, hadis no: 11, 2825, 2932, 4078, 4079, 5237, 6818, Sahih-i Müslim, 3089, 3090, 3091, Sünen-i Ebu Davud, hadis no: 2634, Müsned-i Ahmed, hadis no: 1834, 3165, 2835, 2945, 2544) Yine aynı yöntemi denemeliyiz. Zaten aynısını da yaptılar. Hemen Allah Resulü’nün yerinde oturan birinci halife Ebu Bekir bir bildiriyle bütün ashabın toplanmasını emretti. Herkes toplanmıştı. Artık bir ateşli konuşmayla her şey halledilebilirdi. İşte birinci halifenin konuşması: “Sizler, Resulullah’tan üzerlerinde ihtilafa düştüğünüz hadisler naklediyorsunuz. Sizden sonra halk daha fazla ihtilafa düşecektir. Öyleyse, Rasulullah’tan hiçbir hadis nakletmeyin. Sizden hadis isteyen olursa; “Aramızda Allah’ın kitabı vardır. Onun helalını helal, haramını da haram bilin; bu bize yeter.” deyin.” (Zehebi, Tezkiret-ül Huffaz, c. 1/3,4) Bu konuşma hemen beklenen etkisini bırakmış ve artık Allah Resulü’nün sünnetinin, yazılması, anlatılması ve yayılması yasaklanmıştı. Peki ya o zamana kadar yazılanlar, onlara ne yapmalı? Demokraside çare tükenmez derler ya. Onun da bir çaresi var elbet. Zaten kendileri de demokratik bir seçimle başa gelmemişler miydi?! O halde bu müşkülün de demokratik bir çaresini bulmalıydılar. Buldular bile, Resulullah’ın yazılı sünneti de yakılmalı. Ancak bu, ashabın ağzına kilit vurmaya benzemez, bu çok ağır bir iştir. Ashaba; Allah Resuluü’nün hadislerinden yazmış olduklarınızı getirin yakalım demek olmaz. Bu, ters etki yapıp yapılan bütün planları suya düşürebilir. O halde buna başka bir çare bulmalıyız. En iyisi bu işte Allah Resulü’nün yerinde oturan bizlerin öncülük yapmasıdır. Biz öncülük yapmalıyız ki, diğerlerine de örnek teşkil edelim. Hani biz Allah Resulü’nün yerinde oturmuş ve Müslümanların önderi ve muktadası olmuşuz. Biz öncülük yaparsak, artık bu işin önü açılır. Müslümanlar da bizi örnek alıp, bütün yazdıklarını yakıverirler. Böylece de artık hadis denen bu baş belasından kurtulmuş oluruz. Ancak ne var ki, bu sefer de böylesine güzelim bir harekette biraz geç kalındığı düşüncesi kendilerini sarmış olmalı ki, halife Ebu Bekir’i, hüzün ve keder sarmış; hatta Allah Resulü’nün hadislerini yakma kararını aldığı gecesi sabaha kadar uyuyamamış ve sabahın bir an önce gelip çatmasını adata iple çekmiş; Ümmü’l müminin Aişe’nin tabiriyle çok ağır bir hasta gibi sağa sola dönerek bitmek tükenmek bilmeyen o geceyi zor sabahlamış; şafak söker sökmez de belki de sabah namazını kılmayı bile beklemeden hemen: “Nerededir? Benim yazıp sana emanet ettiğim Resulullah’ın sözleri” diye kızı Ümmü’l müminin Aişe’ye seslenmiş; Aişe onları getirince de hemen o tehlikeli maddeyi yakıvermiş, işi bitince de çok tehlikeli bir maddeden kurtulmuşçasına oh artık rahatladım diye derin bir nefes almış! (bkz. Kenz-ül Ummal, c. 10/285, h.29460; Tezkiret-ül Huffaz, c. 1/5)
Birinci halifenin öncülüğünü yaptığı böylesine güzelim bir harekette diğer Müslümanlar da kendisine iktida etme şerefini bulmuşlar mı, bulmamışlar mı? Bunu bilmiyorum. Tarihin bu açıdan iyice bir tetkik edilmesi gerekir. Ama şu kadarı kesindir ki, birinci halife, elinden geldiği kadar bu siyasetinden hiç ödün vermemiş, ömrünün sonuna kadar, kimsenin öyle gevezelik yapıp da Allah Resulü şöyle dedi, böyle dedi, demesine veya Allah Resulü’nün hadislerini yazmasına veyahut da bir kimsenin yazılan bir hadis kitabını bir yerden başka bir yere götürmesine asla müsaade etmemiş ve bilahare hasta yatağında sayıklayan Allah Resulü’nün aksine! Ölüm döşeğindeyken bayıla ayıla hiç mi hiç sayıklamadan vasiyet yazdırarak kendi yerine tayin ettiği ikinci halife Ömeri’in zamanı gelip çatmış.
Elbet o da kendi veli nimeti ve üstadından geri kalacak değil ya. Üstelik veli nimetinin başlatmış olduğu bir siyaseti yarıda keserek, sonuca vardırmamak, veli nimete karşı yapılan en büyük nankörlük sayılmaz mı? O halde hatta onun biraz daha ileri gitmesi gerekir ki, veli nimetine karşı şükran borcunu ödeyebilsin. Herhalde veli nimetine karşı duyduğu şükran duygusu ve vefa borcundan da olsa gerek ki, ikinci halife Ömer, veli nimeti Ebu Bekir’in başlatıp tamamlayamadığı hadis yasağı siyasetini daha kararlılıkla sürdürmeye başlamıştır.
Görevli olarak bir yerlere gönderdiği ashaba tekitle; olmaya ki, gittiğiniz yerlerde halk bunlar Allah Resulü’nün ashabıdır, Allah Resulü’nün nurlu sözlerini duymuşlar bize de öğretecekler diye size müracaat ettiklerinde onlara Allah Resulü’nün sözlerinden bahsedesiniz, diye tavsiye etmekten tut, Allah Resulü’nün sözlerini halka yayan ashabı merkeze davet edip cezalandırmaya, bir daha böyle bir yanlışlılık yapmamalarına meydan vermemek için de bu gibi ashabı göz altında tutmaya ve Allah Resulü’nün hadislerini yazıp çoğaltmak bahanesiyle ashabın yazmış olduğu hadisleri topladıktan sonra onları yakmaya kadar varan icraatlar ikinci halifenin bu doğrultuda yapmış olduğu güzide icraatları arasında bulunmaktadır.
İbn-i Mace, Sünen’inde Kurze bin Kâb’dan şöyle nakleder: “Ömer bin Hattap bizi Kufe’ye gönderirken Medine’nin yakınında bulunan “Sirar” denilen yere kadar bizimle gelerek orada bize; “Biliyor musunuz niçin buraya kadar sizinle birlikte geldim?” dedi. Biz: “Herhalde Ensar’dan veya Reasulullah’ın ashabından olduğumuzdan bizi uğurlayarak bize ikram etmek istemişsin ” dedik. Ömer: “Evet” dedi. “Ama size söylemek istediğim bir mesele de var onun için buraya kadar geldim. Onu asla unutmamanızı istiyorum. Siz öyle bir kavme gönderiliyorsunuz ki, Kur’an onların kalbinde tıpkı suyun tencerede kaynadığı gibi kaynar. Onlar sizi görünce hepsinin boynu size doğru uzanacak ve: “Muhammed’in ashabı geldi.” diyeceklerdir. Dikkat edin, elinizden geldiği kadar Resulullah’tan az hadis nakledin ve bilin ki, ben de sizin ortağınızım.” (bkz. Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 28, Sünen-i Daremi, hadis no: 281)
Elbette Ömer’in bu önemli tavsiyesini dinleyen o insanlar da hemen gereğini yerine getirmiş ve gittikleri yerde asla Resullah’tan bahsetmemişlerdir. Bakınız, bu hadise yer veren bir kaynakta Kurze’nin: “Ben de diğer ashap gibi Resulullah’ın sözlerini dinlemiş olmama rağmen artık hiç hadis nakletmedim” dediği geçerken, başka bir kaynakta halkın Kurze’ye: “Allah Resulü’nün hadislerinden bahset dediklerinde, Kurze’nin onlara; Ömer bizi bu işten menetmiştir” cevabını vererek halka Resulullah’ın hadisinden hiçbir şey öğretmediği yer almaktadır. (bkz. Müsdetrek-i Hakim, c. 1/102, Tezkiret-ül Huffaz, Zehebinin, c. 1/7, Cami-ül Beyan, c. 2/120, Sünen-i Daremi, hadis no: 281)
Artık öyle bir ortam oluşmuştu ki, Allah Resulü’nün buyrukları hususunda bir çok ashabın ağzını bıçak bile açmaz olmuştu. Bazıları da Resulullah’ın sünnetini isim vermeksizin anlatmakla yetiniyorlardı.
Said bin Yezid diyor: “Bir sene boyunca Sa’d bin Ebi Vekkas’la arkadaşlık yaptım. Bu süre zarfında bir hadis dışında Allah Resulü’nden hadis naklettiğini duymadım.” (bkz. El-Muhaddis-ül Fasıl, s. 557, Tebakat-i İbn-i S’ad, c. 3/102)
Yine Şa’bi şöyle diyor: “Bir sene boyunca, -bazı nakillerde iki sene bazılarında da bir buçuk sene geçmektedir- İbn-i Ömer’le birlikte oldum. Onun Allah Resulü’nden hadis naklettiğini duymadım.” (bkz. El-Muhaddis_ül Fasıl, s. 551,es- Sünen-ül Kubra, c. 1/11, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 26, Sünen-i Daremi, hadis no: 274, 275, 5936, Müsned-i Ahmed, hadis no: 6176, 5936)
Yine Amir bin Meymun şöyle diyor: “Bir sene müddetince Abdullah bin Mes’ud’un yanına gidip geldim. Bu süre zarfında Resulullah’ın hadislerinden anlatır, ancak Allah Resulü şöyle buyurmuştur, demezdi. Bir gün bir hadisi anlatırken farkında olmadan dilinden Allah Resulü şöyle buyurmuştur, sözü çıktı. Bunun üzerine kendisini o kadar bir sıkıntı bastı ki, anlından ter akmaya başladı...” (bkz. Ezvau Ala-s Sünnet-il Muhammediye, s. 29, el-Muhaddis-ül fasıl, s. 549, el-Kifaye, s. 255, Ayrıca ashabın Resulullah’ın hadislerini anlatmaktan kaçmaları konusunda bkz. Sahih-i Buhari, hadis no: 2612, 70, 3755, Sahih-i Müslim, hadis no: 5028, Sünen-i Daremi, hadis no: 280, 284, Müsned-i Ahmed, hadis no: 4371, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 29, Sünen-i Daremi, hadis no: 135,Cami-i Beyan-ül İlim, c. 2/163, Tebakat-i İbn-i S’ad, c. 7/14 ve..)
Ancak ne var ki, bütün bu engellemelere rağmen yine de pek başarılı sayılmazlardı. Çünkü sünnete karşı yürütülen imha politikasına rağmen yine de ashabın içinden bazıları ellerinden geldiği kadar Allah Resulü’nün nurlu sözlerini yazmaya devam etmişti. Bu istenmeyen durumdan ikinci halife Ömer haberdar kılınınca, hemen Allah Resulü’nün sünnetine sahip çıkılacak görüntüsü yaratılarak bildiri niteliğinde bir konuşma yaparak: “Ey Müslümanlar! Sizin elinizde bazı kitapların olduğu haberi bana ulaştı. Biliniz ki, onlardan Allah indinde en makbul olanı, içinde doğru şeyler yazılanıdır. Öyleyse, yanında kitap olan herkes yanıma getirsin de onlar hakkında görüşümü belirteyim.” dedi. Halk da onun ihtilafları gidermek için, yazdıklarını istediğini zannederek bütün kitaplarını getirdiler.” (İbn-i Sa’d’ın et-Tabakat-ül Kubra kitabı, c. 5/188, Takyid-ül İlim, Hatip Bağdadi’nin, s. 52, )
Bir yığın hadis kitabı toplanmıştı. Bu kitaplara ne yapmalı? Güzelce bir tetkik edilip yanlış olan hadisleri ayıklandıktan sonra yazılıp teksir edilip bütün Müslümanlara dağıtılmalı mı? İyi ya bundan güzel daha ne olabilir? Resulullah’ın her sözü bir hidayettir. Dertlere şifadır. Sorunlara çözümdür. Kur’an ayetlerinin tefsiridir. İslam dininin Kur’an-ı Kerim’de ana hatlarıyla yer alan hükümlerinin teferruatının açıklanışıdır. Zaten ashap da böyle sanarak zahmetlere katlanarak yazmış oldukları kitapları getirmemişlerdi mi? İlaveten birçok insanlar her zaman Resulullah’ın yanında olamıyor, her sözünü dinleyemiyordu. Her zaman yanında olanlar da zaman süreci içerisinde Allah Resulü’nün bir çok sözlerini unutabilirdi. Üstelik Resulullah’ı göremeyen yahut yeni Müslüman olanlar da var. Allah Resulü’nün ne buyurduğundan haberdar olmak onların da en doğal hakkıdır. Sonra Resulullah sadece o zamanda olanların peygamberi değil ya. O son peygamberdir. Başka bir peygamber gelmeyeceğine göre kıyamete kadar bütün Müslümanlar bir çok dertlerinin çaresini onun sözünde arayacaklar. Onun hidayetiyle ve onun nuruyla nurlanmaya çalışacaklar. O halde Allah Resulü’nün şimdiye kadar yazılıp kaydedilen bütün sözleri, güzelce bir tetkik edilip yeniden itinayla yazılıp teksir edilmeli, şimdiye kadar kaydedilmemiş olanları da birer birer tespit edilip kaydedilerek tarihe mal edilmelidir. Özellikle de Allah Resulü’nü görüp nurlu sözlerini dinleyenlerin vefat etme ve savaşlarda şehit olma gibi nedenlerle gün geçtikçe bir bir elden çıktıkları göz önünde bulundurulursa, konu daha da fazla bir önem kazanmakta ve vakit kaybedilmeden hemen ele alınması gereken bir mevzu olduğu anlaşılmaktadır. Zira ki, aksi taktirde Resulullah’ın ilmini almış olan bu insanlardan her birinin kaybı, o ilmin de kaybı demek olduğunu anlamayan kim var ki?
Ama ne yazık ki, müteakip gelişmeler ikinci halife ve yaranının böyle düşünmediklerini ve Allah Resulü’nün sünnetine hemen imha edilmesi gereken çok tehlikeli bir madde gözüyle baktıklarını ortaya koymaktadırlar. İşte bunun içindir ki, bu baş belası olan sünnetten nasıl kurtulacağını kara kara düşünen yönetim mekanizmasından denetlemek imajıyla toplanmış olan yazılı bütün sünnetin imha kararı çıktı. Allah Resulü’nün o zamana kadar yazılan bütün sünneti yakılıp imha edilmeliydi. Yakıldı bile. (bkz. Aynı kaynak) Fakat henüz iş bitmemişti. Çünkü Allah Resulü’nün yazılan sünnetinden Medine şehri dışına çıkarılanı da vardı. Hani ashaptan bazıları halkı hidayet için diğer yerlere de gitmiş ve yanlarında yazdıkları sünneti de götürmüşlerdi. Onlara ne yapmalı? Onlar da yakılıp yok edilmeli.
İsterseniz bu hususta, Ehl-i Sünnet’in önde gelen alimlerinden İbn-i Abdulbir’e kulak verelim. O Cami-ü Beyan’il İlim ve Fazlih” adlı kitabında şöyle yazıyor: “Ömer bin Hattap, Resulullah’ın sünnetini yazmak istedi. Sonra bu işi yapmaktan vazgeçti ve bütün şehirlere mektup yazarak, kimin yanında (Resulullah’ın sünnetinden) bir şey varsa, onu yok etsin, dedi.” (Cami-ü Beyan’il İlim ve Fazlih, c. 1/65, Tabakat-i İbn-i Sa’d, c. 1/26)
Ama yine de bu tehlikeli maddenin kökten imha edildiğine güvenilemiyordu. O zamana kadar yazılanlardan kurtulmuşlardı, ama ya Allah Resulü’nün vefakar ashabı hıfzlarında olan sünneti anlatmaya veya onları yeniden yazmaya devam ederlerse, ne olur? Bunun da bir çaresi düşünülmeli, hani demokraside çare tükenmez demiştim ya. Elbet bunun da bir demokratik çaresi var.
İşte çare: Resulullah’ın sünnetinin sözlü olarak anlatılmasına ve yeniden yazılmasına da yasak getirilmeli. Hemen karar verildi: “Bundan sonra Resulullah’ın sünnetinin yazılması, anlatılması ve öğretilmesi ekiden yasaktır.” Peki bu yasağı meşru görmeyip kâle almayanlar için ne yapmalı? Onlara da şiddetli bir müeyyide getirilmeli ki, kimse gevezelik edip de Allah Resulü’nün şöyle buyurduğunu duydum, deme cüretini bulamasın. Aksi taktirde Allah Resulü’nün sünneti kulaktan kulağa, sineden sineye aktarıla gelir veya yeniden yazılabilir, dolayısıyla da bu çok tehlikeli madde kökten imha edilmeyebilirdi .
İşte kararın devamı: “Bu icraatı meşru görmeyip, Resulullah’ın sünnetini anlatmaya, yazmaya, diğerlerine öğretmeye veya yaymaya kalkışanlar ise, hapsedilecek, kırbaçlanacak, sürgün edilecek ve beyt-ül maldan aldığı maaşı kesilecektir. Tabi bu karar ivdikle hiç bekletilmeden yürürlüğe koyulmalı. Koyuldu bile. (bkz. Tezkiret-ül Huffaz, c. 1/7, Tevil’i Muhtelef’ül Hadis, s. 48, Kenz-ül Ummal, c. 5/239)
Ömer’den sonra sıra üçüncü halife Osman’a gelince, o da haleflerinden geri kalmadı. Hemen minbere çıkarak: “Kimsenin, benim Ebu Bekir ve Ömer’in zamanında duymadığım bir hadisi nakletmek hakkı yoktur.” (bkz. Et- Tebakat-ül Kubra, c. 2/336, Kenz-ül Ummal, c. 10/295) dedi. Onların da hadise köklü bir yasak getirmiş olduklarına göre, Allah Resulü’den pek fazla bir hadis ortada dolaşmıyordu. Dolaşanlar da onlara ve yönetimlerine zarar vermeyen hadislerdi.
Sanıyorum ki, Daremi’nin naklettiği şu olay da onun hilafeti döneminde vuku bulsa gerek: Ebu Kesir babasının şöyle dediğini nakletmiştir: “Ebuzer orta Cemere’de oturmuş, halk da onun etrafını sararak sorularını yöneltiyor, o da cevap veriyordu. Bu sırada bir adam Ebuzer’in başı üzerine dikilerek: “Sana görüş belirtmemen ve fetva vermemen emredilmemiş mi?” dedi. Ebuzer başını yukarı kaldırdı ve ona: “Sen benim gözlemcim misin?” dedi. Sonra biraz durakladı ve daha sonra ona: “Eliyle boynunun arkasına işaret ederek, eğer kılıcınızı şuraya koysanız ve ben başımın yere düşmesinden önce, Resulullah’tan duymuş olduğum bir kelimeyi söyleyebileceğimi bilirsem, şüphesiz onu söylerim” şeklinde cevap verdi. “bkz. Sünen-i Daremi, hadis no: 544, Ebuzer’in bu sözünü Buhari de Sahih’inin Bab-ül Kavl Kable’l Amel bölümünde nakletmiştir, ancak birilerini korumak maksadıyla olsa gerek ki, diğer yerlerde olduğu gibi Ebuzer’in bu sözü kime karşı ve nasıl bir ortamda söylemiş olduğuna işaret etmemiştir.)
İktidar Muaviye ve diğer Emevi hükümdarlarına geçince de durum değişmedi, aksine sünneti imha politikası daha da şiddetlenerek devam etti. Üstelik onlar, bütün engellemelere rağmen gizliden gizliye halkın dilinde dolaşan sahih hadisleri etkisiz hale getirmek amacıyla Allah Resulü’nün dilinden yalan hadisler uydurmaya da başladılar. Bu doğrultuda Resulüllah’ın sahih hadislerini ortaya koyan ashabın konuşmasına tam bir ambargo getirilmekle birlikte, dinini dünyaya satanların yalanlarına ve Temimi Dari, Rahib-i Mesihi ve Ka’b-ül Ahbar gibi İslam dininin yaygınlaşmasıyla İslam getirmekle tezahür eden Hıristiyan ve Yahudi kökenli kimselerin İsrailiyatına tam bir meydan verdiler. Öyle ki, aziz İslam dinini hurafeler ve saçmalıklarla dolu bir din haline getirdiler.
Muaviye iktidara gelir gelmez, bir konuşma yaparak halka: “Ömer’in hilafeti döneminde nakledilen hadisler hariç, Allah Resulü’nden hadis nakletmekten sakının, zira ki, o insanları Allah için korkuturdu” (Şeref-i Ashab-ül Hadis, Hatip Bağdadi’nin s. 91) dedi ve kimsenin Resulullah’tan hadis nakletmesine izin vermedi. Buna da yetinmedi. Genelgeler yayınlayarak, Ehl-i Beyt’le ilgili hadislere tam bir yasak getirirken, halkı üçüncü halife Osman ve diğer halifeler hakkında yalan hadis uydurmaya teşvik etti.
Bakınız; Medaini, el-Ehdas adlı kitabında şöyle nakleder: “Muaviye Cemaat Yılı’ndan sonra bütün memurlarına şöyle bir genelge yayınladı: “Ebu Turab (Hz. Ali) ve Ehl-i Beyti’nin faziletleriyle ilgili bir hadis nakledenin benimle hiçbir bağı kalmaz.” Böylece her yerde hatipler minbere çıktıklarında Ali’ye lanet okumaya, ondan ve Ehl-i Beyti’nden beri olduklarını ilan etmeye başladılar. Bu dönemde en ağır baskılar altında kalan topluluk Kufe halkı oldu. Zira onların çoğu Ali taraftarı idi. Ziyad bin Sümeyye’yi onlara vali olarak tayin etti. Ziyad Ali taraftarlarını tespit etmeye koyuldu, kendisi de Ali’nin döneminde onların arasında bulunduğundan onları çok iyi tanıyordu. Böylece Ali taraftarlarından yakaladığını yakaladığı yerde öldürmeğe başladı, işkence etti, el ayaklarını kesti, ağaçlara astı, korkutarak Irak’tan kovdu. Öyle ki, artık Irak’ta onlardan tanınıp bilinen kimse kalmadı.
Sonra Muvaviye bir genelge daha yayınlayarak: “Ali’nin evlatlarının ve takipçilerinin hiçbirinin şahitliği geçerli değildir.” dedi. Bir başka genelgede ise şöyle yazdı: “Bölgenizde bulunan Osman’ın dostları, taraftarları ve faziletlerini nakleden kimseleri araştırıp bulunuz, onlara saygı gösterin, onların toplantılarına katılın, kendilerine ikramda bulunun; onlardan her birinin naklettiği bütün hadisleri; kendisinin, babasının ve bağlı bulunduğu kabilesinin adıyla birlikte yazarak bana gönderin.”
Muaviye’nin yöneticileri bu genelgenin gereğini yerine getirmeye koyuldular. Bu arada halk, ister Araplardan olsun, ister kölelerden olsun, Osman’ın faziletlerini nakleden her şahsın Muaviye’nin yanında itibar kazandığını; makam, dirhem, dinar ve mal-mülke ulaştığını görünce, geniş bir şekilde hadis uydurmaya başladılar. Öyle oldu ki halk, Osman’a fazilet sayma konusunda birbirleriyle adete yarışa girdiler. Böylece Muaviye’nin valilerinin yanına gidenler, Osman’ın methiyle ilgili hadisler uyduruyor, onlar da onların adını yazarak kendilerine hediyeler veriyorlardı. İsimleri kaydedilen bu gibi insanlar artık sistem içerisinde büyük saygınlık kazanıyor, başkaları hakkındaki arabulucuları da kabul ediliyordu. Bir süre böyle devam ede gitti, ta ki Muaviye memurlarına şöyle bir mektup (genelge) yazdı: “Osman’la ilgili hadisler çoğaldı ve her yerde yayılarak halkın diline düştü. Bu mektup elinize ulaştıktan sonra artık halkı, önceki halifelerle diğer sahabelerin faziletleri hakkında hadis nakletmeye davet edin. Eğer birisi, Ebu Turab (Hz. Ali) hakkında bir hadis naklederse, siz hemen halktan diğer ashap hakkında onunla çelişen bir hadis nakletmelerini isteyin. Unutmayın ki bu, benim için daha tatlı ve daha makbul, Ebu Turab’ın taraftarları için ise Osman’ın faziletlerini nakletmekten daha ağır ve daha ezicidir.”
Muaviye’nin emri halka ulaştırıldı. Muaviye’nin bu emrini duyan halk, bu defa da ashabın fazileti hakkında hadis uydurmak için yoğun bir çalışmaya girdi. Öyle ki, temeli olmayan bir çok hadis uyduruldu. Bu uydurma hadisler, minberlerde okunmaya başladı. Oradan da eğitim merkezlerine sıçradı. Öğretmenler o uydurma hadisleri, aynen Kur’an’ı öğrettikleri gibi öğrencilerine öğretmeye başladılar. Öğrenciler de onları Kur’an öğrenir gibi öğrenip hıfzettiler. Hatta aile içerisindeki çocukları, kadınları ve hizmetçileri de bundan mahrum bırakmadılar ve bu uydurma hadisler onlara da öğretilip ezberletilmeye başlandı.
Bir süre de böyle devam edip gitti. Sonra Muaviye yeni bir genelge yayınlayarak: “Ali ve Ehl-i Beyt’inin dostlarından olduğu belgelenen herkesin adını beytülmaldan silin ve onun aidatını kesin.” emrini verdi.
Çok geçmeden de şöyle bir genelge geldi Muaviye’den: “Ali ve Ehl-i Beyti’nin dostluğu ile suçlanan herkesi kendinizden uzaklaştırıp evini yıkın.”
Bu genelgenin gelmesiyle en büyük musibet ve belalar Iraklılar’a özellikle de Kufeliler’e nazil oldu. Bu ortam içerisinde Ali’nin dostlarından biri, eğer arkadaşına sırrını açmak isteseydi, gizlice onun evine gider, köle ve hizmetçilerden uzak bir yerde, ondan sırrını kimseye açmayacağına dair yeminli söz aldıktan sonra, sırrını ona açardı.
Böylece uydurma hadisler yayıldıkça yayıldı. Bühtan ve iftira pazarı kızıştıkça kızıştı. Hakimler, fakihler ve yöneticiler de bu hadislere dayanarak, hüküm ve fetva vermeğe başladılar. Bu karmaşık ortamda riyakar kariler ile alçak gönüllük ve takva gösterişi yapan zayıf insanların imtihanı, başkalarına oranla daha ağır oldu. Onlar da mal-mülk ve makam uğruna yalan hadis uydurmaya başladılar. Nihayet bu hadisler yalan ve bühtanı reva görmeyen dindarlara da sıçradı. Onlar da bu hadislerin doğru olduklarını sanıp, nakletmeye başladılar. Oysa ki, eğer onlar, bu hadislerin uydurma ve yalan olduklarını bilselerdi, kesinlikle onlara inanmaz, onları nakletmezlerdi.” (bkz. Şerh-i Nehc-ül Belaga, İbn-i Ebi’l Hadid’in, c. 11/44,45)
Tarihten azıcık bilgileri olanlar çok iyi biliyorlar ki, Muaviye’den sonra iktidara oturan diğer Emevi hükümdarları da Allah Resulü’nün sünnetine ve Ehl-i Beyti’ne karşı girişilen imha politikasında hatta kendi seleflerini arattıracak kadar ileri gittiler ki, geri kalmadılar ve bilahare bu imha ve tahrif kampanyası, hicri 99 yılında iktidara gelen Emevi halifelerinden Ömer bin Abdu’l Aziz’in Ebu Bekir bin Hazm’i Allah Resulü’nün sünnetini yazmakla görevlendirmesine ve Ehl-i Beyt’e karşı yapılan bazı mezalimlere dur demesine kadar şiddetlenerek süre geldi. Ancak ne var ki, artık iş işten geçmiş, doğru sünnete ulaşmak ve doğrusunu yalanından ayırmak iğne deliğinden deveyi geçirmek kadar zorlaşmıştı. Buna rağmen ona da pek fazla tahammül edemediler ve selef-i salihlerinin geleneksel politikasına karşı çıkmak hatasında bulunan nahalef Ömer bin Adu’l Aziz’i hicri 101 yılında zehirleyerek öldürdüler. Böylece de onun bu girişimini de akim bıraktılar. (bkz. Sahih-i Buhari, bab-ü Keyfe Yukbez-ül İlim, Sünen-i Daremi, hadis no: 487, 488, Feth-ül Bari, c. 1/218, Tehzib-üz Tehzib, c. 12/39)
Hani Allah Resulü ümmetine ikinci ağır emanet olarak sünnetini bırakmıştı. Eğer Allah Resulü öyle buyurmuştuysa, o zaman insana sormazlar mı? Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu? Bir taraftan Allah Resulü’nün ümmetine son vasiyet ve emaneti olarak sünnetini emanet ettiğini söyleyeceksin, diğer taraftan da onları yakıp imha edeceksin ve kimsenin de onları anlatmasına, eğitmesine ve yazmasına müsaade etmeyeceksin! Bu çelişkiye düşmek değil de nedir? Bilmem belki de o zaman insanlığın ve dinin emanet hususundaki kuralı birden değişivermiş ve emaneti kurmanın onu yakarak imha etmek ve ona tam bir yasak getirmek anlayışı emaneti korumak olarak ortaya çıkıvermiş!
Yok “Böyle bir şey olamaz, bu insanlık vicdanına ve bütün din ilkelerine aykırıdır. İnsanlık vicdanı ve bütün din ilkeleri emanet hususunda ona sahip çıkmayı emrediyor, onu yasaklamayı ve yakıp yok etmeği değil” diyeceksiniz.
Peki öyleyse ümmetin önde gelenleri niçin böyle yaptı?
Ha diyeceksiniz. Burada sizin bilmediğiniz veya kasıtlı olarak görmezlikten geldiğiniz bir nükte var. İşte dinin önde gelenleri bu nükteyi bildikleri ve onu dikkate aldıkları için böyle yaptılar!
Neymiş acaba o nükte?
O nükte şudur ki, bizzat Allah Resulü’nün kendisi kendi sözlerinin ve sünnetinin yazılmasını yasaklamışmış! (bkz. Sahih-i Müslim, hadis no: 5326, Sünen-i Tirmizi, hadis no: 2589, Müsned-i Ahmed, hadis no: 451, 11001, 11110, 10976, 10916, 10663, 10731, 10665, 10670, 10731, 10933, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 37, Sünen-i Daremi, hadis no: 451) Onlar da Allah Resulü’nün bu yasağına uymak zorundaymışlar da böyle yapmışlarmış!
Öyle mi? Bizi aydınlattığınız için size çok teşekkür ederiz. Az daha Resulullah’tan sonra dinin öncülüğünü yapan kimselere karşı sû-i zanda bulunacaktık! Bizi böylesine kötü bir sû-i zandan kurtardığınız için size ne kadar teşekkür etsek azdır!
Ama aziz kardeşim, ne yazık ki bu tevcihiniz de pek fazla bir işe yaramıyor. Zira bu taktirde de başta Müslümanların birinci halifesi Ebu Bekir olmak üzere, o zamana kadar Allah Resulü’nün sünnetini yazan ashabın tamamı Allah Resulü’nün bu yasağını çiğnemiş oldukları ortaya çıkıyor. Aksi taktirde o kadar hadis yazıp toplamaları imkansızdı. Ama onları mazur görmek gerekir. Çünkü eğer insanın bizzat kendisi kendi koyduğu yasağı ayak altına alır ve öğretilerini bizzat kendi imla edip Ali’ye yazdırıyorsa artık başkalarından bu yasağa riayet etmeği beklemek ebes bir beklenti olmaz mı?!
Sonra doğrusu, ben böyle çelişkili konuşup, çelişkili emir veren bir peygambere ilk olarak rastlıyorum! Eğer başka bir emsalini gösterirseniz aferin size! Bir taraftan sözlerinin yazılmasını yasaklıyor, diğer taraftan da emanetin gereği yazılıp korunmak olduğunu bildiği halde onu ümmetine en değerli ikinci emanet olarak emanet ediyor, öbür taraftan da Kureyş’in: “Bu da bir beşerdir, bizim gibi öfkelenir, bizim gibi duygusallığa kapılır ve birileri hakkında öfke ve rıza içerisinde bir şeyler söylüyor, ondan duyduğun her şeyi yazıp kaydetme” uyarısı üzerine sözlerini yazmaktan vazgeçen Abdullah bin Amir’e; yeminli olarak ağzından haktan gayri bir sözün çıkamayacağını ve çıkmadığını belirterek, kendisinden duyduğu her şeyi yazmasını emrediyor, buna da yetinmeyip bizzat kendisi Ali’ye imla edip yazdırıyor. Sadece bunlarla da sınırlı kalmıyor bir de hadislerinin yazılmamasını emrettiğini unutarak, kendisinden duyduğu hadisleri hıfzedemediğinden şikayet eden ashabının eline işaret ederek duyduğunu unutmaması için onları yazmasını emrediyor, (bkz. Sünen-i Tirmizi, hadis no: 2590) veya kendisinden dinledikleri hadisleri yazma müsaadesi isteyen ashabına yazma emri vererek onların hadis yazmalarına izin veriyor. (bkz. Müsned-i Ahmed, hadis no: 6722, 6635, 6724, Sünen-i Daremi, hadis no: 485) Sonra da: “Allah sözümü dinleyip, muhafaza ederek dinlemeyene ulaştıran kulu mutlu kılsın. Bir çok fıkıh taşıyan var ki, kendinden daha bilgilisine onu ulaştırır.” Bkz. Sünen-i Tirmizi, hadis no: 2580, 2581, 2582, Sünen-i Ebu Davud, hadis no: 3175, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 226, 227, 228, 3047, Müsned-i Ahmed, hadis no: 3942, 16138, 16158, 12871, 20612, 20608, Sünen-i Daremi, 229, 230, 231, 232) ve: “Hazır olan sözümü hazır olmayana da ulaştırsın ki, şayet kendinden daha bilgilisine ulaştırabilir.” (bkz. Sahih-i Buhari, hadis no: 65, 102, 1625, 4054, 5124, 6551, 6893, Sahih-i Müslim, hadis no: 2179, 3180, Sünen-i İbn-i Mace, hadis no: 229, Müsned-i Ahmed, hadis no: 19492, 19512, 19594, Sünen-i Daremi, hadis no: 1836) gibi buyruklarıyla, adete insanları kendi yasağını çiğnemeye davet ediyor. Böylesine çelişkili davranışlarda bulunan bir kimsenin nasıl olup da Allah’ın en büyük elçisi, en büyük yaratığı ve en mukarrep kulu olabildiğine şaşmamak elde değil!
Hayır aziz kardeşim, o Allah’ın en yüce yaratığı, en büyük elçisi ve en mukarrep kuludur. O, bu çeşit çelişkilerden ve kusurlardan münezzehtir. O, hiçbir zaman çelişkili konuşmadı, çelişkili davranışlarda bulunmadı. Ama ne var ki, o kendisinden sonra ümmetinin bu hallere düşeceğini çok iyi biliyordu. O, biliyordu ki, ümmetini kendisinden sonra fitneler girdabı ve kendi tabiriyle gözleri gör eden karanlıklar bekliyor. O, ümmetinin bu fitne girdabından ve bu gözleri kör eden karanlıklar içerisinde bocalayacağının ve kendi başına kaldığında şaşkınlığa kapılıp helaket uçurumuna yuvarlanacağının da pekala farkındaydı. Bundan dolayı da ümmetine ikide bir Ehl-i Beyt’inden ayrılmamayı, onları kendilerine önder kılmayı, (bkz. Kenz-ül Ummal, c. 6/217, Hilyet-ül Evliya, c. 1/86, Mecme-üz Zevaid, c. 9/108, Yenabi-ül Meveddet, s. 126, 313, Feraid-üs Simtayn, c. 1/53, ve...) onlardan geri de kalmamayı, ileri de geçmemeyi, (bkz. Sevaik-ül Muhrika, s. 148, 226, Mecme-üz Zevaid, c. 9/163, Kenz-ül Ummal, c. 1/168, Üsd-ül Gabe, c. 3/137, ve..) ve Ehl-i Beyt’i bedenlerindeki başları ve başlarındaki gözleri yerine koymayı (Mecme-üz Zevaid, c. 9/172, el- Fusul-ül Mühimme, İbn-i Sabbağ Maliki’nin, s. 8, İsaf-ür Rağibin, s. 110) tavsiye eder ve bilahare fitneler girdabında insanı selamet sahiline ulaştıracak tek kurtuluş gemisinin Ehl-i Beyt gemisi olduğunu (bkz. Müstedrek-üs Sahihayn, c. 2/343, c. 3/150, Mecme-üz Zevaidc. 9/168, Sevaik-ül Muhrika, s. 184, 234, Uyun-ul Ahbar, İbn-i Kuteybe’nin, c./211, el-Hasais-ül Kubra, Suyuti’nin, c.2/266, Münteheb-i Kenz-ül ummal c. 5/92 ve..) vurgulardı. Ama ne yazık ki, onlar bu tavsiyelerin kadrini bilmediler. Resul-ü Ekrem’in bu tavsiyeleri, kendi Ehl-i Beyt’ine bir ayrıcalık ve imtiyaz sağlamak için buyurduğunu sandılar. Dünya, makam, mevki mal ve şöhret hırsı kendilerini sardı. Ehl-i Beyt’i bir kenara itip kendileri öne geçmek istediler. İstediler de ne yaptılar, hem kendileri sapıp hayrete düştüler, hem de kendilerine uyanları fitneler girdabında şaşkın, hayran bırakıp gittiler. İslam ümmetinin bu gün içinde bulunduğu esef verici durum da onların ilk başta yaptıkları bu affedilmez hataların kaçınılmaz bir sonucudur. “Kim bir hayra vesile olursa, o hayır var oldukça onun hayrından ona da ulaşır, kim de bir kötülüğe sebep olursa, o da o kötülük baki kaldıkça ondan payını alır.” (bkz. Sahih-i Müslim, hadis no: 1691, 4820, Sünen-i Tirmizi, hadis no: 2598, 2599, Sünen-i Nesai, hadis no: 2507, Müsned-i Ahmed, hadis no: 18367, 18381, 18387, Sünen-i Daremi, hadis no: 511, 512, 513, 514, 515, 516)
Sakın bazılarının yaptıkları gibi, onların bu işi, hadislerin Kur’an’la karışmaması için yaptıkları palavrasını da ortaya atma ki, bu söze deliler bile güler. Meğer Kur’an ve sünnet, birbirine karıştığı zaman ayıklanamayan şeker ile tuz gibi midir ki, böyle bir korku onları sarmış?! Hem sonra, kutuları ve şişeleri ayrı ayrı olan tuz ile şekerin birbirine karışması mümkün müdür? Acaba onlar, Kur’an’ın özel bir kitapta, hadislerin ise başka bir kitapta yazılabileceğini unutmuşlar mıydı? Meğer biz Ömer bin Abdülaziz’in döneminden itibaren Kur’an’la birlikte hadisleri de yazılı olarak öğrenmiyor muyuz? Elimizde yüzlerce hadis kitabı olduğu halde şimdiye kadar onların hangisi Kur’an’la karışmıştır? Dahası, hiç şimdiye kadar herhangi bir hadis kitabının bir başkasıyla karıştığı görülmüş müdür? Hiç Sahih-i Buhari’nin, Sahih-i Müslim ile, veya Müsned-i Ahmed’in, Muvatta-ı Malik yahut Sünen-i Trimizi’yle karıştığı duyulmuş mudur?
Hadisleri yazmak, Kur’an’ın önemini yitirmesine ve Müslümanların Kur’an’dan daha çok hadisleri önemesine yol açabileceği yaygarasını da sakın diline alma ki, bu bizzat Kur’an’ın kendisiyle çelişmektedir. Kur’an-ı Kerim, Resul-ü Ekmrem’i Kur’an’ın müfessiri olarak tanıtarak: “Biz Kur’an’ı sana indirdik ki, insanlara nazil olanı, onlara açıklayasın...” (Nahl/44) buyurmamış mıdır? O halde Resulullah’ın sünnetini yazarak yaymak, Kur’an’ın önemini azaltmak yerine onun daha iyi anlaşılmasına ve daha fazla önem kazanmasına vesile olmaz mı? Zaten Allah Resulü de: “Kur’an bana nazil olduğu gibi onu açıklayıcı hükümler de bana nazil olmuştur” buyurmamış mıdır? Meğer Kur’an’ı Kerim’de ana hatlarıyla yer alan namaz, zekat, hac, oruç ve benzeri bir çok diğer mevzuların detaylı hükümleri Allah Resulü’nün sünnetiyle açıklanmamış mıdır?
Sonra bu gibi gerekçeler ve Hz. Resulullah’a atfedilen sünnetin yazılmasının menine dair hadisler doğru idiyse, neden Ehl-i Sünnet’in Buhari ve Müslim gibi muhaddisleri Allah Resulü’nün hadislerini yazmışlardır? Hala onlar hata edip yazdılar diyelim. Acaba bu durumda Müslümanların bütün hadis kitaplarını yakıp yok etmeleri veya denize dökmeleri gerekmiyor mu?! Eğer böyle bir şey olursa, acaba artık İslam’dan geriye ne kalır ve İslam’ın detaylı hükümleri artık neye dayandırılabilir? Doğrusu Ehl-i Sünnet’in kendilerine önder kabul ettikleri kimseleri kurtarmak ve onların akıl ve dine aykırı olan bu büyük hatalarını tevcih etmek uğruna uydurdukları bu gibi gerekçeler o kadar gülünç, o kadar tuhaftır ki, insan, onların bu hali karşısında ne yapacağını ve nasıl bir tavır alacağını şaşırıyor. Gülüp geçsin mi? Gülesi gelmiyor. Ağlasın mı? Ağlamanın ne faydası var? Artık iş işten geçmiştir. Ne yapalım, kendi düşen ağlamaz derler. Bütün bunları onlar kendi elleriyle kazandılar. Kimse onları Allah Resulü’nün tavsiyelerine sırt çevirerek, ümmeti için kurtuluş gemisi, ve hidayet meşalesi olarak tayin ettiği Ehl-i Beyt’inden kopmaya zorlamadı. Onların kendileri yaptı, kendileri de gülünç duruma düşmek bile olsa sonucuna katlanmalıdırlar. Neyse dönelim asıl mevzuumuza; bahsimiz, Sakalayn hadisi olarak bilinen hadis idi.
Şimdiye kadar bizzat Ehl-i Sünnet’in kendi ulemasının, Allah Resulü’nün ümmeti içerisinde ikinci ağır emanet olarak bıraktığı emanetin Sahih-i Müslim ve diğer kaynaklarda yer alıp, Ehl-i Beyt’i olduğunu belirten hadisin sahih, Muvattai Malik ve Müstedrek-üs Sahihayn’de yer alıp sünneti olduğunu belirten hadisin ise senet açısından çok zayıf ve Emevi hükümdarlarının etkisiyle uydurulan bir hadis olduğuna açıkça itiraf ettiklerini gördünüz.
Bu hadisin uydurma olduğunun diğer bir kanıtı da onun bazı nakillerinde yer alan bizzat kendi metnidir. Bakınız, Müstedrek-üs Sahihayn’de yer alan Ebu Hüreyre’nin naklinde şöyle geçmekteydi:“Ben sizin aranızda iki şey bırakıyorum ki, onlardan sonra (onlara sarıldığınız takdirde) asla sapmazsınız: Allah’ın kitabını ve sünnetimi. Onlar Havuz (Havz-ı Kevser) başında bana dönünceye kadar asla birbirinden ayrılmazlar.”
Bu metnin kendisi kendisinin uydurma olduğuna açıkça tanıklık etmektedir. Zira Allah Resulü’nün sünnetinin Kur’an’dan ayrılmaması, onun da Kur’an gibi Allah’ın koruması altında olduğu ve masum olması gerektiği anlamına gelmektedir. Oysa ki, bu gerçeğe aykırıdır. Allah Resulü’ne atfedilen sünnet içerisinde uydurma olanları ve ravilerin unutarak veya yanılarak yanlış naklettiklerinin varlığından kimse şüphe edemez. Hatta kasıtlı olarak Allah Resulü’nün diline yalan bağlama olayı, o Hazret dar-i faniyi terk etmeden bile önce başlamış, bunun üzerine de Allah Resulü: “Benim dilime yalan bağlayan kimse, cehennem ateşinde yerini hazırlar” buyurarak, ümmetini uyarmıştır. Durum böyleyken hiç Allah Resulü’nün böylesine gerçeğe ve mantığa aykırı bir sözü söylemiş olduğu ihtimalini vermek mümkün müdür?
Sonuç olarak şimdiye kadar yaptığımız incelemeden Allah Resulü’nün ikinci emanet olarak sünnetini bıraktığına dair naklin hem senet hem de metin açısından uydurma bir hadis olduğu, buna karşılık ikinci emanet olarak Ehl-i Beyt’ini bıraktığını belirten naklin ise hem senet hem de metin açısından kamilen sahih olup Ehl-i Beyt kaynaklarına ilaveten Ehl-i Sünnet’in de en muteber hadis kaynaklarında mütevatir olarak yer almış olduğu gün ışığı gibi ortaya çıkmıştır. Buna rağmen siz aziz kardeşimizin araştırmasına kolaylık sağlamak amacıyla Allah Resulü’nün Kur’anla birlikte Ehl-i Beyt’ini ümmetine emanet ettiğini belirten naklin yer aldığı Ehl-i Sünnet’in muteber hadis kaynaklarından bazılarını ve hadis numaralarını aşağıda veriyoruz.
Bu hadisin yer aldığı hadis kaynaklarından bazıları şöyledir:
Sahih-i Müslim, hadis no: 4415, Sünen-i Tirmizi, hadis no: 3720, 3718, Müsned-i Ahmed, hadis no: 10681, 10707, 10779, 18466, 18508, 2182, 11135, 20596, 20667, 3182, Kenz-ül Ummal, c. 1/44, 47, 154, 165, 322, c. 3/148, Tefsir-i ibn-i Kesir, c. 4/113, Tefsir-ül Hazin, c. 1/2, 4, ve c. 6/102, Minhac-üs Sünnet, İbn-i Teymiye’nin, c. 2/102, Telhis-ül Müstedrek, Zehebi’nin, c. 3/128, 109, el- Hasais-ül Kübra, Suyuti’nin, c. 2/266, el- Cami-üs Sağir, Suyuti’nin, s. 112, Mesabih-üs Sünne, Bağavi’nin, s. 206, Cami-ül Usul, İbn-i Esir’in, c. 1/187, Mecme-ül Kebir, Tebarani’nin, s. 137, Mucem-üs Sağir, Tebarani’nin, c. 1/135, Mişkat-ül Mesabih, c. 3/258, Dürr-ül Mensur, Suyuti’nin, c. 2/ 60, ve c. 6/7, 306, Zehair-ül Ukba, s. 16, Sevaik-ül Muhrika, s. 148, 149, Yenabi-ül Meveddet, s. 30, 36, 38, 183, 191,296, Üsd-ül Ğabe, İbn-i Esir’in, c. 2/12, Mecme-üz Zevaid, Haysemi’nin, c. 9/162, Müşkül-ül Asar, Tahavi’nin, c. 2/307, c 4/368, Cami-i Beyan-ül İlim, İbn-i Abdulbirr’in c. 2/24, 110, Tebakat-i İbn-i Sa’d, c. 2/192, Feth-ül Kebir, Nebhani’nin, c. 1/503, 451, c. 3/385, Mişkat-ül Mesabih, Amri’nin, c. 3/258, ve....
Burada şunu da vurgulamalıyız ki, her ne kadar Ehl-i Beyt Mektebin’de, bazı Ehl-i Sünnet alimleri tarafından rivayet edilen Allah Resulü’nün ikinci emanet olarak ümmetine sünnetini emanet ettiğine dair olan uydurma hadis, kâle alınmamış, zayıf senetle bile olsa tek bir kişi tarafından rivayet edilmemiş ve sadece Allah Resulü’nden sahih olarak gelen ümmetine Kur’an ve Ehl-i Beyt’ini emanet ettiğine dair olan hadis nakledilmiştir ise de, aslında Ehl-i Beyt ekolu, bu ikisi arasında bir çelişki de görmemektedir. Yani Ehl-i Beyt Mektebi, Allah Resulü’nün Kur’an-ı Kerim’le Ehl-i Beyt’ini ümmetine emanet etmesi arasında bir çelişki görmediği gibi, aynı zamanda sünnetini ümmetine emanet etmesiyle Ehl-i Beyt’ini emanet etmesi arasında da bir çelişki görmemekte, dahası Allah Resulü’nün sünnetinin de ümmete emanet olduğu görüşündedir. Zira ki, Allah Resulü’nün her sözü ve bilahare genel anlamda her sünneti bir hidayet, bir nurdur. Ona muhatap olan her Müslüman’ın onu sahiplenerek tarihe mal etmekle mükellef olduğundan kimsenin en küçük bir kuşkusu olamaz. İşte bundan dolayıdır ki, Ehl-i Beyt ekolu, Allah Resulü’nün hadislerini yasaklayan Ehl-i Sünnet ekolunun aksine, Allah Resulü’nün sünnetine sahip çıkmış ve elinden geldiği kadar onu yaymaya çalışmıştır.
Bu durumda Allah Resulü’nün Kur’an-ı Kerim’in yanı sıra Ehl-i Beyt’ini de ümmete emanet etmesi, Ehl-i Beyt’in yanılgı ve isyan ihtimali olan diğer insanların aksine, ilahi teyide mazhar olup hata, yanılgı ve isyandan uzak olduğu, dolayısıyla da Kur’an-ı Kerim’in gerçek tefsirini kavramakta ve sahiplenilmesi gerektiği açık olan Allah Resulü’nün sahih sünnetini, tek kelimeyle hakiki İslam’ı ortaya koymakta tek güvenilir merciin Ehl-i Beyt olduğu manasını ifade etmektedir.
Sanıyorum bu kadarı kifayet eder. Eğer siz aziz kardeşimiz, bu yazımızı, sayfamızın inanç esasları bölümünde yer alan imamet inancımızın ispatı için söz konusu ettiğimiz sekizinci delil ile birlikte gözden geçirirseniz, eminim ki, bu hususta hiçbir şüpheniz kalmayacaktır. Ve biz Ehl-i Beyt mektebi izleyicilerinin neden her sahabe adını alanı mukaddes kabul etmediğini ve neden onlardan teberri ettiğini de iyice kavrayacaksınız Ama eğer yine de birtakım itiraz veya şüpheleriniz olursa, bendenize yazdığınız taktirde elimden geldiği kadar sizi aydınlatmaya çalışırım. Bütün bu açıklamalardan sonra şimdi de bendeniz sizi Allah’tan korkmaya ve pişmanlığın fayda vermeyeceği gün gelip çatmadan tevbe edip hakkı olduğu gibi kabul etmeğe davet ediyorum.
Saygılarımla, Allah’a emanet olun.
Cevapla

“Gadiri Hum” sayfasına dön