Yereli Birlikte Yönetmek

Cevapla
alevisesi
Mesajlar: 241
Kayıt: 22 Ara 2006, 16:06
Konum: 12 İmam Yolcusu
İletişim:

Yereli Birlikte Yönetmek

Mesaj gönderen alevisesi »

Mail yoluyla tarafımıza gönderilmiş iletidir.

YERELİ BİRLİKTE YÖNETMEK -
NASIL BİR DÜNYA İSTİYORSAK ÖYLE BİR YEREL YÖNETİM[1]


SİBEL ÖZBUDUN


“Kent dediğin,
insanlardan başka
nedir ki?”[2]

Uzun, yorucu, ama bir o kadar da verimli, zenginleştirici iki gün geçirdik birlikte. Bu topraklarda -pek çok alanda olduğu gibi yerel yönetimler alanında da- mücadele, deneyim ve bilgi birikiminin hiç de yabana atılmayacak boyutlarda olduğunu gördük, şevk verici bir bellek tazelemesi yaptık.
Bununla da yetinmedik, dünyanın yoksul ve direngen coğrafyalarının yerel yönetim deneyimlerini paylaştık - paylaştıkça da itiraz ve direniş dağarcığımızı zenginleştirdik.
Benim payıma düşen, bu yaratıcı toplantının son sözlerini söyleme onuru oldu. Evet, onurlu, ama onurlu olduğu kadar da zor bir görev bu…
İki gündür şu tavanın altında o kadar çok ve o kadar isabetli şey söylendi ki… Haksızlık yapmadan bir özetini sunmak olanaklı değil. “Söz uçar, yazı kalır” düsturu çerçevesinde en doğrusunun, burada konuşulanların kitaplaştırılması olduğu kanısındayım - bunun düzenleme komitesinin gündeminde olduğunu da biliyorum. İşlerini kolaylaştırmak için bizlere düşenin, sunumlarımızı belirlenen tarihler içerisinde yazılı biçimiyle yayın görevini üstlenecek arkadaşlara iletmek olduğunu hatırlatarak başlayayım o zaman sözlerime.
Benim burada sizinle paylaşmaya kalkışacağım şey, muhalifler, devrimciler, sosyalistler olarak kentleri nasıl düşleyebileceğimiz üzerine birkaç önerme sadece… Bu düşleri, bu tasavvurları paylaşarak çoğaltabileceğimizi ve onları yaşama geçirme cüretini de böylece edinebileceğimizi biliyorum.

NEO-LİBERALİZM VE YEREL YÖNETİMLER

Piyasanın yeryüzünde erişilmedik bir köşe-bucak, maddî ya da gayrımaddî, metalaştırılmadık bir görüngü bırakmaması buyrultusuna yaslanan neo-liberal politikalar açısından yerel yönetimlerin verimli bir “av alanı” oluşturacağı kuşkusuzdu; öyle de oldu. Kent alanlarının iştah verici rant kaynaklarına, kentsel hizmetlerinse yüksek kârlarla alınıp satılabilir metalara dönüşmesi, yerel yönetimleri büyük bir hızla metalaştırma, özelleştirme, taşeronlaştırma süreçlerine açtı. Üstelik belediyeler hem dünyada, hem de Türkiye’de zararları kamuya yıkılıp kârları özel kişilerce temellük edilebilen, dolayısıyla her türlü suistimale açık alanları oluşturduğundan, (öz)denetimsizlik ve yağmanın en yoğun yaşandığı mekânlar hâlini alacaktı. Bu bağlamda “Mafya tipi belediye başkanlarının -dünyada ve Türkiye’de- hızla yaygınlaşması rastlantı değildir…
Kentsel neo-liberal talanın (arsa spekülasyonları, belediye ihaleleri, taşeronlaştırma) “üsttekiler” için, iktisadî alanda yeni zenginleşme fırsatları, siyasal alanda ise egemen sınıfın fraksiyonlarından birini diğer(ler)i karşısında kayırarak iktidar tabanını güçlendirmek anlamına geldiğini yaşayarak öğrendik. El çabukluğuyla imara açılan araziler, devasa miktarda servetlerin önünü açarken, kent-içi hizmetlerinin eş-dost müteahhitlere dağıtılması, yandaş sermaye gruplarının yaratılmasına olanak sağlamaktadır, örneğin. Dahası, yerel yönetimlerin hizmetlerinin finansmanında kamu kaynaklarının kısıtlanması sonucu belediyelerin kredi konusunda özel bankalara ya da (artan ölçülerde) uluslararası finans kurumlarına başvurmaları, kredinin nasıl kullanılacağına ilişkin taahhüt zorunluluğunu da beraberinde getirmekte -örneğin, kredi müracaatında bulunulan hizmetin altyapısının oluşturulmasının hangi firmalara verileceği, hizmetin ücretlendirme politikaları vb…[3]
Bu sürecin “alttakiler”, yani emekçiler, yoksullar için anlamı ise kentsel yaşamın cehenneme dönüştürülmesidir.
Hem de birkaç bakımdan:
Öncelikle, sınaî kapitalizmin kent politikasının, “ağırlıkla ücretli sınıfın (işçilerin ve kamu çalışanlarının) ve ailelerinin konut, ısınma, ulaşım, kreş, dinlenme vb. ihtiyaçlarının asgari maliyetlerle karşılanmasına yarayacak hizmetleri yerine getirmek, böylece sanayiciye işgücünün maliyetini en aza indirecek dışsal ekonomiyi sağlamak”[4] olduğu sıkça vurgulanmıştır. Bu emekçiler ve yoksullar açısından en azından düşük kiralı yaşanılabilir konutlar, su, elektrik, gaz, ulaşım gibi temel gereksinimlerin sübvansiyonlarla desteklenmesi gibi uygulamalarda tezahür ediyordu.
Neo-liberalizasyon uygulamaları emekçilerin yaşamını kolaylaştıran bu sübvansiyonlara ve devlet müdahaleciliğine son vermenin yanı sıra, temel gereksinimlere erişim maliyetlerinin keyfî biçimde ve hızla artmasına yol açtı. Zaten kıskaç altındaki emekçilerin daha da yoksullaşması anlamına geliyordu.
Öte yandan, kentsel rantın sermayenin iştahını kabartan yükselişi, ya da moda deyişiyle “soylulaş(tır)ma/gentrification” süreçleri işçileri, emekçileri, işsizleri, vasıfsızları, iç ve dış göçmenleri, yoksulları değer kazanan kentsel alanların dışına, varoşlara, “uydu kentler”e, çöküntü bölgelerine sürerken, yalıtılmışlık ve marjinalleşmelerini de katmerlendirmekteydi…
Nihayet, neo-liberal kapitalizm, emekçilerin “sosyal hak” olarak yitirdiklerini, “sadaka” biçimiyle kısmen “telafi” ederek onları kliyental ağlara dahil etmenin, oylarının yanı sıra, kimi zaman gövde gösterilerinde başvurulacak güruhlar ya da “vurucu güçler” olarak istihdamlarını güvence altına almaktadır. Yerel yönetimlerin “Yeşil Kart” uygulamaları, “gıda-yakacak yardımları”, iftar çadırları aracılığıyla sadakatini “satın aldığı” kitlelere dönüşen yoksullar, böylelikle, özellikle kriz dönemlerinde zincirinden boşanan milliyetçi-muhafazakâr reaksiyonun gövdesini oluşturur.
Şu hâlde, “Yoksulluk bölgelerini direniş ceplerine dönüştürebilmek”, muhalif, devrimci, halkçı, sosyalist yerel yönetimlerin ana görevi olarak durmakta.

YOKSULLUK BÖLGELERİNİ DİRENİŞ CEPLERİNE DÖNÜŞTÜREBİLMEK

Muhalif, devrimci, sosyalist yerel yönetimlerin, başkaldırı geleneğinin hâlen hüküm sürdüğü ve yoksul nüfusun ve toplumun dezavantajlı kesimlerinin yoğunlaştığı bölgelerde işbaşına gelmesi, eşyanın tabiatındandır, hiç kuşkusuz… Ve bu bölgeler, yalnızca yoksullar, emekçiler, işsizler, vasıfsızlar, etnik ya da dinsel azınlıklarca iskân edildikleri için değil, aynı zamanda bu ülkenin isyancı geleneklerini barındırdıkları için de ayırımcılık ve baskıların hedefleri olagelmiştir. Cumhuriyet rejiminin konsolidasyonu sürecinde Dersim’in nasıl “te’dib” edildiği malûm. Terzi Fikri’nin Fatsa’sı da askerî operasyon sonrası, Ordu valiliğine getirilen (Ankara’nın eski -MHP’li- emniyet müdürü!) Reşat Akkaya ve onun göreve getirdiği MHP’li görevlilerin yanı sıra, “operasyon” sonrası kasabada terör estiren maskeli faşist militanlar eliyle yerel halk üzerinde uygulanan akıl almaz baskılar,[5] BDP yönetimindeki Kürt belediyelerini malî kıskaca alma çabaları…
Vurgulamak gerekir; bugünün yoksulluğu, neo-liberal kapitalizmden kaynaklandığı ölçüde yapısaldır, ilerleyicidir ve geri dönüşsüzdür. Madunlar, neo-liberal post-sanayi, post-istihdam toplumlarında, durmaksızın daha düşük ücretlerle, daha kötü ve güvencesiz koşullarda çalışmaya razı emekçilere ya da kronik işsizlere dönüştükleri ölçüde marjinalleşme ve dışlanmanın çapı giderek genişlemektedir.
Kapitalist sistem, madunlar için sürdürülebilir bir yaşam sağlama kapasitesini yitirdikçe, yoksullar, dışlananların önünde iki seçenek kalmaktadır: Sadaka rejimine entegre olarak iktidar(lar)la kliyental bağlar oluşturabilirler; ya da başkaldıranlarla saf tutup kendi özerk (ve muhalif) yaşam alanlarının inşasına girişebilirler.
O hâlde şunu akıldan çıkarmamalı: Yönetiminde rejim muhaliflerinin, devrimcilerin, sosyalistlerin bulunduğu belediyelerin yükümlülükleri, günümüzde barınma, yol, su, kanalizasyon, ulaşım vb. hizmetleri sağlamakla sınırlandırılamaz. Bunları içermekle birlikte, bunların da ötesinde, kapitalizmin dayattığı dışlanma ve yıkım koşullarına karşı direnme potansiyelini harekete geçirmek, yoksulların, emekçilerin, işçilerin, vasıfsızların, göçmenlerin alternatif yaşam stratejilerini, kapitalizme teslim olmayan direniş ceplerini oluşturmak ve gerektiğinde yerel insanlarla birlikte, halkçı kazanımları savunmak, artık bir olmazsa olmazdır.
Bu direniş ceplerinin, egemenlerce varoluşlarına ve konumlarına yönelik bir “tehdit” olarak algılandığı, ya da “ranta dönüştürülebilirlik” ihtimalleri içerdikleri ölçüde, “temizlik” operasyonlarına maruz kaldıkları konusunda yeterince ders birikti elimizde: AKP iktidarının, direniş boyunca bizzat Başbakan’ın ağzından sık sık Tekel direnişçilerinin Sakarya “komünü”nün “temizlenmesi”nden söz edilmesi, Wall Street işgalcilerinin alternatif bir yaşam alanı oluşturdukları Zucotti Parkı’nın polis eliyle “temizlenmesi”, Melih Gökçek’in Dikmen Vadisi’ni gecekondulardan “arındıracağı” konusunda yinelenen tehditleri, en yakın örnekler. Ve yerel yönetimler, gerektiğinde bu “arındırma” siyasaları, “temizlik operasyonları” karşısında da direnişin ön saflarında yer alabilmelidir…

ÖZYÖNETİM OKULLARI OLARAK YEREL YÖNETİMCİLİK

Bu saptama bizi, halkçı-devrimci, sosyalist yerel yönetimlerin bir başka “olmazsa olmazı”na, onların halkın, sıradan insanların, madunların (işçilerin, emekçilerin, işsizlerin, yoksulların…) “kendilerini yönetme”yi öğrendikleri birer okul olma niteliğini taşımalarıdır.
Biraz açımlayalım mı?
Madunların potansiyel katılımcılar olarak bir araya gelebildiği yegâne kamusal alan olarak yerel, bu niteliğiyle hem insanların ihtiyaçlarının (beslenme, barınma, hijyen, ısınma, ulaşım…) tecessüm ettiği, hem de bu ihtiyaçların karşılanmasına yönelik politikaların biçimlendirileceği mekânlardır. Bu durum, doğrudan (katılımcı) demokrasinin önünü açan bir imkândır. İnsanlar fazla gayret (ve para) sarf etmeksizin bir araya gelip mahallelerindeki boş alanın park olarak mı, sokak hayvanları barınağı mı, atölye alanı mı olarak kullanılacağı, mahalleye baz istasyonu kurulup kurulmayacağı, ulaşım fiyatlarının indirilmesi, sağlıklı ve düşük maliyetli toplu mutfakların devreye sokulması… vb. vb. yaşamlarını doğrudan ilgilendiren konularda karar alıp bu kararların yürütülmesinde fiilen görev alabileceği ortamları sunarlar.
Halkçı-devrimci ve/veya sosyalist yerel yönetimler, doğrudan/katılımcı demokrasinin yaşama geçirilmesinin araçlarıdır. İnsanların gönüllülük temelinde katılıp görev aldığı komiteler, yerel sorunların tartışılıp karara bağlandığı forumlar, meclisler, görüşlerin özgürce dile getirildiği yerel medya organları (gazete, TV, sosyal medya), aynı zamanda madunların yazgılarını kendi ellerine aldıkları, kendilerini yönetmeyi öğrendikleri okullar niteliğini taşımaktadır.

NASIL BİR DÜNYA İSTİYORSAK, YERELİ ÖYLE YÖNETMEK

Kapitalist sistem dahilinde yer almakla birlikte, yerel yönetimler, halkçı/devrimcilerin, sosyalistlerin elinde, oluşturmayı istediğimiz dünyanın örneği olarak inşa edilebilir.
Siyasal iktidarın sistem partilerinin elinde olduğu koşullarda ve sürece, “halkçı/devrimci” ve veya “sosyalist” adacıkları uzun süreli sürdürmenin mümkün olmadığı, tarihsel bir deneyimdir elbette. Sosyalist/halkçı-devrimci özyönetim deneyimlerinin, kapitalist sistemin kuşatması altında, bir yandan iktisadî, bir yandan siyasal ve sıkça da polisiye/ askerî baskıların altında, uzun ömürlü olamadığı, bir vakıadır. Ama bizatihî bu baskılar dahi kapitalist egemenliğin meşruiyetinde yarıklar olarak halkların belleğine işlenirken [1879’daki Paris Komünü, ya da Fatsa deneyimi örnekleri belleklerimizde hâlâ dipdiri durmuyor mu?], bu deneyimler bir yandan da madunların deneyim birikiminde köşe taşları oluşturuyor. Halkçı-devrimci, sosyalist yerel yönetimler bir yandan yeni toplumsal taleplere karşılık aramayı dağarcıklarına eklerken, bir yandan da geçmiş deneyimlerin yol göstericiliğinden yararlanmıyor mu?
Bu nedenledir ki, sosyalistler, halkçı-devrimciler yönetimde oldukları yereli düşledikleri dünya modelinde yönetmek yükümlülüğü altındadır.

SORUNUN BİRKAÇ VEÇHESİ

Bu görevin birkaç veçhesinden söz edelim mi?
i) İnsan onuruna yakışır bir yaşam
Her insanın insanca bir konut, su, elektrik ve kanalizasyona erişim, yaşanabilir ve sürdürülebilir çevre koşulları, sağlık ve eğitim, ulaşım, kültür hizmetlerine erişim hakkının olduğu bir dünya tasavvur ediyoruz; yerel yönetimler ise bu temel insan gereksinimlerinin karşılandığı alanlardır.
Halkçı-devrimci/ sosyalist yerel yönetimlerin bu alandaki girişimlerinin önündeki en önemli engelin, kaynaklarının sınırlılığı olduğu, malûmdur. Ne ki, bu, bir yandan rant kaynaklarının kamu yararına yönlendirilmesi, bir yandan da yerel halkın dayanışma ruhunu, yaratıcı gücü ve kolektif enerjisini harekete geçirerek (örneğin ortak çalışma/imece modellerini canlandırarak) üstesinden gelinebilecek sorunlardır. Yerel halk ile yönetimler arasında güven oluştuğu, insanlar yaşamları etkileyen kararlara doğrudan katılma olanağını bulduğu ölçüde, sömürü sistemlerinin kendilerini mahkûm kıldığı rekabetçi/ yalıtlamacı yaşam tarzını dönüştürme iradesine de kavuşacaklardır.
Tahayyülümüz, meydanları, sokakları özel araçlara değil, insanlara ait olan, havası - suyu temiz, ağacı, havuzu bol, kitle ulaşım araçlarının öncelikli, elektriğin, suyun, kanalizasyonun erişilebilir ve sağlıklı, temel gıda maddelerinin sağlıklı ve ucuz, engellilerin yaşamını kolaylaştıracak tarzda tasarlanmış, kültürel faaliyetlere erişimin bir elitin tekelinden çıkartılarak yaygınlaştığı, amatör sanatın ve amatör sporun teşvik edildiği, tek ayrıcalıklı sınıfı çocukların oluşturduğu kentlerdir.
ii) Taban demokrasisi / katılım
Ve bu kentler ancak hedef kitlesinin kolektif enerjisini, yaratıcılığını, çabasını harekete geçirerek yaratılabilir.
Öte yandan katılım, yalnızca istihdam edilecek bir işgücü yaratma sorunu değildir. Aynı zamanda, tarihin sosyalizmin önüne koyduğu, yöneten-yönetilen, kafa emeği-kol emeği ayırımlarını ya da ikilemlerini de aşmanın yoludur. Bu, yabancılaşmanın ortadan kalkmasının tek olası yoludur.
Yerelin kararı, tüm ilgililerin katıldığı meclislerde tartışılarak alınmalıdır ki madunlar, tek kabul edilebilir yönetim biçiminin kendini yönetmek olduğunun bilincine varsınlar ve iradelerini hiçbir güce, hiçbir erke tabi kılmamayı bellesinler.
Yerel yönetimler, taban demokrasisi ve taban örgütlenmesinin önde gelen mekânlarıdır.
iii) Kentler, kadınlarındır
Bu ülkede kentlerin nüfusu, öncelikle kırsaldan göç ile katlanıyor.
Kırsaldan göçün, kadınlar açısından daha içe-kapalı, daha yalıtılmış ve daha yoksun bir yaşama geçiş olduğu ise, biliniyor. Büyük kentlerin varoşları, yaşamlarında bir kez olsun yaşadıkları mahallenin dışına çıkamamış kadınlarla dolu.
Günümüzdeki hâliyle, kentler kadınlar için genellikle tekinsiz mekânlardır. Çalışan kadınlar için işyeri-konut arasındaki uzun ve yorucu mesafe, çocuklar için güvenli mekânların azlığı, sosyalleşebilecekleri mekânların azlığı, geceleri yetersiz ışıklandırılan sokaklar, kadın sığınma evlerinin bulunmayışı, kadınlara teknik beceri sağlama ve istihdam sağlama konusundaki savsaklamacılık, yerel yönetimlere kadın katılımının önündeki görünür ve görünmez engeller…
Sosyalistlerin, halkçı-devrimcilerin yönetimindeki yereller, kadın katılımını, kadınların yaşamlarını etkileyen kararlara aktif taraf olmalarını özel bir öncelik olarak kabullenmek, yatırım ve etkinliklerinde kadın varlığı, sorunları ve katılımını daima göz önünde bulundurmak durumundadır.
iv) Bios’u korumak
Kapitalist sistemin bir temel özelliği emeğin sömürüsüyse eğer, en az onun kadar önemli olan bir ikincisi de, yeryüzü yaşamının tüm kaynak ve unsurlarını temellük ederek onları metalaştırmak ve/veya geri dönüşsüz bir tarzda tüketmektir. Bugün kapitalizmin kendini sürdürebilmek üzere attığı her adımın yeryüzündeki yaşam kaynaklarının tükenme sürecini hızlandırdığı, iyice açığa çıktı.
Yerel yönetimler, bu gidişatı sınırlandırmanın, ya da kapitalist kâr hırsına karşı yaşamı savunma mücadelesinin birincil sahnelerinden biridir. Bios’u yok eden faaliyetlerin engellenmesi (havayı-suyu tüketen sanayilerin ya da diğer tesislerin engellenmesi, bu alanda etkin denetim mekanizmalarının geliştirilip yürürlüğe konulması, geri dönüşümlü atık sistemlerinin kurulması, çevre üzerinde zararı olmayan alternatif enerji kaynaklarının teşviki, GDO’lu ürünlere karşı mücadele), kır-kent yakınlaşmasını destekleyecek uygulamalar (örneğin kentsel alanlarda organik tarım mekânlarının yaratılması, bahçecilik ve küçük ölçekli hayvancılığın desteklenmesi, kent çeperlerinin sebzecilik-meyveciliğe açılması vb.), toplu ve az kirletici ulaşım araçlarının devreye sokulması, kent içi trafiğin asgariye indirilmesi, özellikle gençlere yönelik tüketim kültürüne karşı ve bios bilinci ile donatacak alternatif eğitim faaliyetlerinin desteklenmesi… yerel yönetimlerin alanına giren
v) Kültürel çeşitlilik
Kentler çeşitli kültürlerin kesiştiği kavşaklar, heterojen mekânlardır; hele ki günümüzde kitlesel devinimlerin vardığı boyutlar göz önünde bulundurulduğunda… Toplu ya da bireysel, zorunlu ya da gönüllü göçler, günümüzde kentlerin nüfuslarını artan ölçüde heterojenleştirmekte, neo-liberal kapitalizm koşullarının yarattığı sosyal güvencesizleştirme ve marjinalleştirme süreçleri ise özellikle yeni göç etmiş grupları etnik varoşlara hapsederek yoksunlaştırmaktadır. Neo-liberal kapitalizm, bir yandan kültürel gettolar yaratırken bir yandan da bu gettolara hapsettiği etnik-kültürel grupları kriz zamanlarında yoğunlaşan ırkçılığın hedefi kılmaktadır. Bir başka deyişle, kültürel grupları hem yalıtacak, hem de güçsüzleştirecek tarzda işlemektedir.
Yerel yönetimlerin siyasası ise bunun tam tersi olmalı. Bir yandan kültürel grupları kendi kültürlerini yaşatma ve geliştirme (anadil eğitimi, anadilde eğitim, kültürel araştırmalar, müze-sergi-gösteri vb. kültürel performansların teşviki, azınlık gruplara yerel yönetim organlarında temsil olanağı, ifade ve vicdan özgürlüğü, ana akım dışındaki ibadet yerlerinin korunması vb.) yönünde teşvik edip desteklemeli. Öte yandan da etnik varoşların oluşmasına karşı kültürlerarası kaynaşmayı ve kardeşleşmeyi teşvik eden politikalar yürütmelidir. Bu, öncelikle kültürel gruplardan birini kamusal yaşamda diğerlerinden daha ayrıcalıklı kılmamakla mümkün olacaktır. Yerel yönetim alanı içerisinde yaşayan hiçbir kültürel grubun, negatif ayırımcılığa uğradığı duygusunu yaşamasına izin verilmemelidir. Yanı sıra, gerek yerel örgütlenmelerde, gerekse festival, şenlik vb. kamusal etkinliklerin organizasyonunda kültürler arası ilişkileri ve kardeşleşmeyi geliştirmeye özen gösterilmelidir.
Bir başka deyişle, halkçı-devrimcilerin, sosyalistlerin yerel yönetimleri, kültür-körü olmamalı, ama bir kültürel gruba diğerlerinin üzerinde ayrıcalık tanımaktan da kaçınmalı, kültürleri birbirinden beslenecek ve ortak insanî zenginliğe katkıda bulunacak bir dağarcık kabul ederek kardeşleşmeyi teşvik etmelidir.
* * *
Dostlar, bu önermeler, hiç kuşku yok ki, başlangıç için üzerinde düşünülecek, geliştirmeye, sonsuz ölçüde zenginleştirmeye açık bir taslak niteliğini taşıyor. Hepsi de iki gün boyunca buradaki ortak çalışmamızdan esinlendi - ve bundan sonraki devrimci yerel yönetim deneyimlerini esinlemeyi hedefliyorlar.
Bu ülkenin entelektüel yaşamı, bir yanıyla unutulmaya gömülü konferanslar, sempozyumlar, paneller mezarlığıdır… Düştüğüm kenar notları, tüm katılımcıların emeğini, yaşamını kattığı bu sempozyumdan yaşama ve geleceğe aktarılabilecek izlekler kalmasına katkıda bulunursa, bundan onur duyacağım.
Bana öğrettikleriniz için hepinize teşekkür ediyorum.

N O T L A R
[1] 3-4 Aralık 2011 tarihlerinde Ankara’da düzenlenen “Uluslararası Devrimci-Halkçı Yerel Yönetimler Sempozyumu’na sunulan tebliğ… Newroz, Yıl:6, No:223, 31 Ekim 2012...
[2] William Shakespeare.
[3] Yerel yönetimlerin uluslararası finans kurumlarına borçlanması ve sonuçlarına ilişkin olarak bkz. Şadi İdem, “Küreselleşme, Yerel Yönetimler ve Sol”, Toplumsal Ekoloji Grubu, http://www.ekoloji.org/index.php?option ... &Itemid=53
[4] Mustafa Sönmez, “Neo-Liberal Belediyeciliğe Karşı Halkın Belediyeciliği”, http://www.emekdunyasi.net/ed/siyaset/1 ... diyeciligi
[5] Bu konuda bkz. Kerem Morgül, “A History of Social Struggles in Fatsa: 1960-1980”, Boğaziçi Üniversitesi Atatürk Modern Türk Tarihi Enstitüsü”ne sunulan yüksek lisans tezi, 2007, öz. ss.180-220.
Cevapla

“Araştırma ve Makaleler” sayfasına dön