"1.kısım 5.bölüm" Tarihi Hutbeler - İlk Üç Halife

Cevapla
can
Mesajlar: 332
Kayıt: 12 Şub 2007, 14:14

"1.kısım 5.bölüm" Tarihi Hutbeler - İlk Üç Halife

Mesaj gönderen can »

Tarihi Hutbeler
İlk Üç Halîfe Zamanı



235
(Hazreti Rasûlullah sallâllahu Aleyhi ve âlihî vesel-lem'i, gasil ve teçhiz sırasında buyurdular ki:)

Babam anam fedâ olsun sana; senden başkasının vefâtıyla kesilmeyecek olan şey, peygamberlik, din haberleri, gökten gelen hükümler, senin vefâtınla kesildi-gitti. Başkasından ayrılsak tesellî bulurduk; senden ayrılışaysa tesellî yok, bu da umumî bir şey. Sabrı emretmeseydin, feryattan men etmeseydin, göz yaşlarım tükeninceye dek ağlardım sana; feryadım kesilmezdi; elemin bitmezdi; gene de bu senin için az görünürdü. Fakat neyleyeyim ki ölüme karşı durmaya kimsenin gücü yok; bunu düşünüp susuyorum. Babam, anam fedâ olsun sana, Rabbinin katında bizi an; şefaat kanadını üzerimize ger.

* * *

5
(Rasûlullah salâllahu aleyhi ve âlihî vesellem'in, vefâtından sonra Abbas ve Ebû-Süfyan, hilâfet için kendisine biat etmek istedikleri zaman buyurdular ki:)

Ey insanlar, fitneler dalgalarını kurtuluş gemileriyle aşın; birbirinizden nefret etme yolunu yarın, geçin; övünmek tacını başlarınızdan atın. Kurtulur ancak kanatlanarak uçan; yahut teslim olup esenliğe kavuşan.

Bir sudur ki kokmuş; bir lokmadır ki yiyenin boğazında kalmış, kursağına oturmuş. Vakitsiz, olmamış meyveyi da devşirmeye kalkışan, bitmeyecek yere tohum ekene benzer. Bir şey söylesem derler ki: Baş olmaya hırsı var, sussam derler ki: Ölümden korkar. Şu büyük, küçük savaştan sonra buna imkân mı var? Andolsun Allah'a, Ebu Tâlib oğlu, çocuğun anasının memesine düşkün olmasından, daha da düşkündür ölüme. Bir de şu var: Öyle gizlenmiş bir bilgiye sâhibim ki açsaydım size, derin mi derin kuyulara sallanmış ipler gibi sallanırdınız, titrerdiniz.[4]



67
(Hazreti Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem'in vefatlarından sonra Sakıyfe'de olup bitenleri duyunca Ansar ne dedi diye sordular; bizden bir emir olsun, sizden de bir emir olsun dediler cevabını alınca buyurdular ki:)

Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi ve sellemin, iyilerine iyilikte bulunmayı, kötülükte bulunanlarını bağışlamayı vasiyet buyurduğunu söylemediler mi? (Bu vasiyette ne gibi bir delil var diye sorulunca da.) Emir olmak hakkı onlarda olsaydı onları tavsiye buyurmazdı (dediler, sonra) Kureyş ne dedi (diye sordular, Rasûl sallallahu aleyhi ve âlihi vesellemin Kureyş'ten olduğunu, Kureyş şeceresine mensup bulunduğunu söyleyerek delil getirdiler denince buyurdular ki) Şecereye delil getirdiler; meyveyi yitirdiler.[5]

202
Seyyidet'ün Nisâ Fâtımat'üz-Zehrâ selâmullah aley-hâ'nın defninde Rasûlullah'a (s.a.a) hitapları.

Selâm olsun sana beden ve civarına inen, sana pek çabuk kavuşan kızından yâ Resûlullah. Senin seçilmiş kızından ayrıldığımdan dolayı sabrım azaldı, kudretim kalmadı yâ Rasûlullah. Ancak senden ayrılmam, senin vefâtını görmem, çok daha büyük bir acıydı; ona sabrettikten sonra buna da sabretmem gerek.

Seni kabrine yatırdım; senin rûhun, boynumla göğsüm arasında kabzedildi. "Gerçekten de biz Allah'ınız ve gerçekten de ona kavuşacağız". (2, Bakara, 151) Emanetin benden alındı; bana verdiğin, elimden çıktı. Fakat Allah, beni de senin bulunduğun yurda alıncaya dek derdim sürüp gidecek; gecelerim uykusuz olarak sabahı bulacak.

Ümmetinden çektiklerimizi kızın sana haber verecektir, ona sor; hâli ondan haber al. Hem de bunlar, senden ayrılığımız uzamadan, senin anılışın unutulmadan olup bitti.

Selâm olsun ikinize de, selâm verip vedâ eden kişinin selâmıyla, incinmiş, daralmış kişinin selâmıyla değil. Ayrılıp gidersem usancımdan değil; oturur, derdimi söylersem de Allah'ın sabredenlere vaad ettiği ecir hakkında kötü bir zanna düştüğümden değil.[6]



217
İmÂmet hususunda kureyŞ'ten ŞİkÂyetİ tazammun eden sÖzlerİ


Allah'ım, Kureyş'ten hakkımı senden istiyorum; onlara karşı senden yardım diliyorum. Rasûlullah'a olan yakınlı-ğımı inkâr etiler, elimdeki kabı baş aşağı çevirdiler; başka-sından fazla lâyık olduğum işte, hakkım olan mevki'de benimle kavgaya giriştiler. Hak alınır da, verilir de; istersen gamlara batarak dayan; istersen açıklanarak öl dediler.

Baktım, gördüm ki Ehlibeytimden başka ne bir yardımcı var bana, ne bir yâr ve yâver. Onların tehlikeye düşmelerini revâ görmedim. Gözlerime toz-toprak dolmuştu; gözlerimi yumdum; ağzımın yârını dertle, elemle yuttum; zehirden acı olan bıçaklarla doğranmaktan çetin bulunan bu işe dayandım.

* * *



3
ŞIkŞIkIyye hutbesİ


Andolsun Allah'a ki filân, onu bir gömlek gibi giyindi; oysa daha iyi bilirdi o, ben hilâfete nispetle değirmen taşının mili gibiydim; hilâfet benim çevremde dönerdi; sel benden akardı; hiçbir kuş, uçtuğum yere uçamazdı. Hilâfetle arama bir perde çektim; onu koltuğumdan silkip attım. Düşündüm; kesilmiş elimle hamle mi edeyim; yoksa bu kapkaranlık körlüğe sabır mı edeyim? Hem de öylesine bir körlük ki ihtiyarları tamamıyla yıpratır; çocuğu kocaltır; inanan da Rabbine ulaşıncaya dek bu zulmette zahmet çeker.[7]

Gördüm ki sabretmek daha doğru; sabrettim; ettim ama gözümde diken vardı, boğazımda kemik vardı; mirâsımın yağmalandığını görüyordum. Birincisi, ona falâna verip gitti[8] (sonra A'şâ'nın şu beytini okudular:)

Bugün deveye binmişim; yolculuk zahmetine düşmüşüm;

Câbir'in kardeşi Hayyanla bulunduğum günle bu günüm kıyaslanır mı hiç?[9]

Ne de şaşılacak şey ki yaşarken halkın kendisini bırakmasını teklif ederdi; ölümünden sonra yerine öbürünün geçmesini sağladı.[10] Bu iki kişi hilâfeti, devenin iki memesi gibi aralarında paylaştılar. O, hilâfeti, düz ve düzgün olmayan çorak bir yere attı; sözü sertti, insanı yaralardı; onunla buluşup görüşeni incitirdi. Meselelerde şüphesi çoktu; özür getirmesinin sayısı yoktu. Onunla konuşan, arkadaşlık eden, serkeş bir deveye binmişe benzerdi; burnuna geçen yularını çekse burnu yırtılır, yaralanırdı; bıraksa üstündekini helâk olma çukuruna götürür, atardı. Allah'ın bekasına andolsun, halk, onun zamanında ne edeceğini şaşırdı; yoldan çıktı; renkten renge boyandı; oradan oraya yeldi-durdu.[11] Uzun bir zaman, çetin mihnetlere düştüm; sabrettim; derken o da yoluna düzüldü; halîfeliği bir topluluğa bıraktı ki ben de bunların biriyim sanıldı.

Allah'ım, sana sığınırım; ne de danışma topluluğuydu bu. Onlardan benim hakkımda, birincisiyle ne vakit bir şüpheye düşen oldu ki bu çeşit kişilere katıldım ben? Fakat inerlerken onlarla indim; uçarlarken onlarla uçtum; inişte, yokuşta onlarla beraber oldum. İçlerinden biri, hasedinden gerçekten saptı; öbürü, damadı olduğundan ona uydu, benden yüz çevirdi; öbürleri de öyle işler ettiler ki anmak bile çirkin.[12]

Derken kavmin üçüncüsü kalktı; hem de bir halde ki iki yanı da yelle dolmuştu; işi gücü, yediğini çıkaracak yerle yiyeceği yer arasında gidip gelmekti. Onunla beraber babasının oğulları da işe giriştiler; Allah malını ilk baharda devenin otları, çayırı-çimeni yiyip sömürmesi gibi yediler, sömürdüler. Sonunda onun da ipi çözüldü; hareketi tezce yaralanıp öldürülmesine sebep oldu, karnının dolgunluğu onu bu hale getirdi; işini tamamladı gitti.[13]

Derken, halkın benim etrâfıma, sırtlanın boynundaki kıllar gibi üşüşmesi kadar beni üzen bir şey olmadı; her yıldan, birbiri ardınca çevreme üşüştüler; bir derecede ki kalabalıktan Hasan'la Hüseyn, ayaklar altında kalacaktı neredeyse. Koyunların ağıla üşüşmesi gibi çevreme toplandı-lar; bu hengamede elbisem bile yırtılmıştı.[14]

Ama işi elimle aldıktan sonra bir bölük, biatten döndü; ahdini bozdu. Öbür bölük ok yaydan fırlar gibi fırladı, inancından vazgeçti; öbürleri de itâatten çıktı; sanki onlar, her türlü noksan sıfatlardan münezzeh Allah'ın "İşte âhiret yurdu; biz onu, yeryüzünde yücelik ve bozgunculuk dilemeyenlere veririz ve sonuç, çekinenleridir" buyurduğunu duymamışlardı (Kasas, 83). Evet, andolsun Allah'a, elbette duydular da, ezberlediler de; fakat dünya, gözlerine bezenmiş bir şekilde göründü, onun bezentisi hoş geldi onlara.[15]

Ama şunu da bilin ki andolsun tohumu yarana, insanı yaratana, bu topluluk, biat için toplanmasaydı, Allah'ın, zâlimin doyup zulmetmemesi, mazlûmun aç kalmaması hakkında bilginlerden aldığı ahd-ü peyman olmasaydı hilâfet devesinin yularını sırtına atardım; ümmetin sonuncusunu, ilkinin kâsesiyle suvarır giderdim. Siz de anlamışsınızdır ki şu dünyânızın değeri, bir dişi keçinin aksırığından da değersizdir bence.

(Demişlerdir ki: hutbelerinde söz, buraya gelince, Irak ili halkından biri kalktı, Hazrete bir kâğıt sundu. Hazret kâğıdı okumaya daldılar. Okuyup bitince İbn-i Abbas, Ey Müminler Emiri dedi, sözüne, bıraktığın yerden başlasan; Emir'ül-Müminin aleyhisselâm buyurdular ki:)

Heyhât ey Abbas oğlu, bu, erkek devenin, esridiği zaman ağzına gelen bir köpüktü; geldi, gene geriye gitti.[16]

* * *




146
Ömer zamanI
ÖMER, İRAN SEFERİNE BİZZAT GİTMEK İSTEDİĞİ ZAMAN, ONA BUYURDULAR Kİ:


Bil ki bu işin üstünlüğü, ne çoklukladır, ne azlıkla. Bu, Allah'ın izhâr ettiği Allah dinidir; ordu da O'nun hazırladığı, O'nun yardım ettiği, O'nun ordusu. Böylece varacağı yere varmıştır; doğacağı gibi doğmuştur.

Biz Allah'ın vaadine güvenmekteyiz; Allah da vaadini yerine getirir; ordusuna yardımcıdır.

Buyruk sâhibi, boncuk dizilen ipe benzer; boncuklar o ipliğe dizilir; onları, o iplik bir araya getirir. İplik koparsa düzen bozulur, boncuklar dağılır-gider; tam olarak aslâ dizilemezler.

Arap bugün azlıksa da İslâm kuvvetiyle çokluktur, birbirini destekleyişte, birlikte üstündür. Sen değirmen taşının mili ol, savaş değirmenini Arap'la döndür; onları savaş ateşine sok, sen savaşa girme. Çünkü sen, buradan çıkarsan civardaki Araplar itâatten baş çekerler; ardına attığın şey, yöneldiğin şeyden daha önemli olur.

Arap olmayanlar sana bakınca, bu derler, Arab'ın kökü; onu kestiniz söktünüz mü, esenliğe kavuşursunuz. Bu düşünce de sana daha fazla saldırmalarına, seni ortadan kaldırmaya çalışmalarına sebep olur. Onların önce gelmelerini istemiyorsun ya, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah senden ziyade istemez bunu; senin istemediğini defetmeye de gücü yeter O'nun. Sayılarının fazla olduğunu söylemene gelince: Biz bundan önce, sayımızın çokluğuyla değil, Allah'ın nusratına, yardımına güvenerek savaşırdık.[17]

* * *



134
(Ömer Kayser'in bizzat savaşa geleceğini duyunca, kendisi de harbe katılmayı kurmuş, Emir'ül-Mümi-nin'le (a.s), bu hususta meşverette bulunmuştu. Hazret buyurdular ki:)

Allah bu dîne mensup olanların ülkesini korumayı, Müslümanların ayıplarını örtmeyi vaad etmiştir. Müslümanlar azken, karşı koyacak güçleri yokken, kendilerini savunamazlarken Allah yardım etmiştir onlara; Allah dâimî diridir, ölümden münezzehtir.

Sen düşmana bizzat karşı durur, savaşa katılırsın, altol-duğun takdirde Müslümanlara, o uzak şehirlerde, o uzak sınırlarda sığınacak bir yer kalmaz; senden sonra sığınacakları birisini bulamazlar. Savaş görmüş, tecrübeli, yiğit birini kumandan tayin et, gönder. O'nun maiyetine de belâlara sabreden, savaşın çetinliklerine dayanan, öğüt tutan erler ver. Allah üstederse, dileğin meydana gelir; ama aksi bir şey olursa o vakit sen, Müslümanların sığınağı, güvenci olursun.

* * *




139
osman zamanI
ÖMER'İN, HİLÂFET İÇİN KURDUĞU ŞURADAKİ SÖZLERİ



Benden önce hiçbir kimse hak çağrısına koşmadı; yakınlığın gerektirdiği şeye uymadı; kerem yüzünden ona yardıma varmadı. Artık sözümü duyun, dediğimi belleyin. Görürsünüz bu iş (hilâfet) için kılıçlar çekilecektir; ahitlere hıyânet edilecektir; sonunda da bir kısmınız, sapıkların imâmı, bilgisiz kişilerin taraftârı olacaksınız.

* * *



74
osman'a bİate karar verİleceĞİ zamankİ sÖzlerİ:


Mutlaka siz de bilirsiniz ki benim onda (hilafette) benden başkasından daha fazla hakkım var; ama andolsun Allah'a ki ben, Müslümanların işlerini düzene sokmak için onu teslîm ederim ve bu işte, ancak bana cevredilmiş olur, bunu yaparken de ecrini dileyerek, üstünlüğünü isteyerek yaparım; sizin, dünyânın süsünü-püsünü, özentisini-bezentisini istemenizdense çekinirim.

* * *

164
Halk, Osman aleyhine toplanıp onu, Hazreti Emir'e şikayet edince Hazret, Osmân'ın yanına varıp ona buyurdu ki:

Halk arkamda, beni, seninle aralarından sefir olarak sana gönderdiler. Andolsun Allah'a ki sana ne diyeyim, ne söyleyeyim, bilemiyorum. Bir şey bilmiyorum ki sen onu bilmeyesin; bir yol yok ki sana göstermeye kalkayım da sen onu tanımayasın; sen de bizim bildiklerimizi biliyorsun. Bir şeyde, senden ileri geçmiş değiliz ki onu sana haber verelim; bir şeyi gizlice haber almış değiliz ki onu sana tebliğ edelim. Bizim gördüğümüz gibi sen de gördün; bizim duyduğumuz gibi sen de duydun; bizim sohbet ettiğimiz gibi sen de, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlullah'la sohbet ettin. Ebû-Kuhâfe oğluyla Hattâboğlu, senden daha doğru harekete, senden daha lâyık değillerdir; sen, yakınlık bakımından Rasulullah'a, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna, daha yakınsın; onlar, ona dâmât olmadılar; sense bu şerefi elde ettin.[18]

Allah için, Allah için canına acı. Çünkü sen, andolsun Allah'a, körlükten göz açmıyorsun, bilgisizlikten dönüp bilgiye gelmiyorsun, oysa doğru yolu görmedesin de, adaleti bilmedesin de. Yollar açık elbet; din hükümleri de ayakta durmada. Bil ki Allah katında, Allah kullarının en üstünü, adalet sahibi imamdır; doğru yolu bulmuştur o, doğru yolu gösterir. Mâlûm olan yolu yordamı ayakta tutar; bilinmeyen bidati öldürür-gider. Yollar-yordamlar apaydındır, onların alâmetleri var. Bidatler de apaçıktır, onların da alâmetleri var. Allah katında insanların en kötüsü de zulmeden imamdır; yol sapıtır, halk da onunla yoldan sapar; uyulan yolu-yordamı öldürür, yok eder; bırakılmış bidati diriltirdiker.

Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, ben Rasûlullah'tan duydum, buyurdu ki: Kıyâmet günü zulmeden imam, öyle bir halde getirilir ki yanında ne bir yardımcı vardır ona, ne bir özür dileyen; cehenneme atılır; orada değirmen döner gibi döner; sonra da cehennemin ta dibine bağlanır.

Allah için olsun, bu ümmetin öldürülecek imâmı olma. Çünkü bu ümmet içinde bir imam öldürülür ki onun yüzünden kıyâmete kadar savaş sürer-gider, ümmete, işler şüpheli görünür; aralarında fitne dağılır, çoğalır, artık ümmet ne hakkı görür, ne batılı; ikisini de ayırt edemez olur; o fitneler içinde dalgalanıp durur halk; bocalayıp durur denmiştir.

Yaşını-başını aldıktan , ömrün sona geldikten sonra Mervan'ın istediği yere sürüp götürdüğü bir mal haline gelme.

(Osman, bu sözler üzerine, halkla görüş, onların şikâyet ettikleri şeyleri men etmem için bana bir müddet versinler dedi. Hazreti Emir (a.s), buyurdular ki:)

Medine'de olan zulümler için mühlet istemeye hâcet yok; fakat etrafta bulunanların haberi sana ulaşıncaya dek mühlet isteyeyim.[19]

135
Osman'la aralarında bir ağız kavgası olmuş, Mugıyre b. Ahnes, Osman'a, sen onun işini bana bırak demişti. Hazret ona buyurdular ki:

Ey lânetlenmiş, hayırsız, köksüz, dalsız kişinin oğlu, ey kendinden de hayır gelmez, soyu da kesilir, üremez kişinin oğlu, benim işimi sen mi bitireceksin? Allah'a andolsun ki Allah, yardımcısı sen olanı üstün etmez; senin kaldırdığın kişiyi ayakta tutmaz. Yıkıl git yanımızdan Allah seni ırağ etsin; dilediğin yere git; elinden geleni ardına koyma; dilediğin kötülüğü yapmaktan geri kalırsan Allah seni sağ komasın.[20]

* * *



130
Osman, Ebûzer'i (r.a) Rebeze'ye sürdüğü zaman, onu uğurlarken buyurmuşlardır ki:

Ey Ebuzer, sen Allah için öfkelendin, bu yüzden onun lütfünü umansın. Toplum, dünyaları için senden korktu; sense dininden dolayı onlardan korktun. Senden korktukları şeyi bırak ellerine; korktuğun şeyi al onlardan. Onlara men ettiğin şeye ne de düşkündür onlar. Seni men ettikleri şeyeyse hiç mi hiç meylin yoktur senin. Pek yakında bilir, anlarsın, kim kâr etmiş, kim daha ziyade hasede düşmüş.

Gökler, yerler bir kula kapansa, fakat o kul, noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'tan korkuyor, çekiniyorsa Allah ona bir kurtuluş, bir halâs oluş yolu açar; kurtarır onu (65, Talaak, 1).

Seninle ancak hak eş-dost olur; senden ancak batıl kaçar. Onların dünyasını sevseydin seni severlerdi onlar; onların dünyasından kendine bir pay ayırsaydın emin olurlar, sana aman verirlerdi onlar.[21]


240
Osman, kuşatıldığı sırada Abdullah b. Abbas'ı Haz-rete göndermiş, halka adını unutturmak, hilâfet hususunda onu anmamalarını sağlamak için nesi varsa alıp Yenbu'a gitmesini istemişti; bundan önce de bu çeşit dileklerde bulunmuştu. Hazret buyurdular ki:

Ey Abbas oğlu, Osman beni, tarlayı sulamak için su taşıyan deveye benzetmek istiyor; gideyim, geleyim. Git diye haber yolluyor; sonra haber geliyor, gel diyor; şimdi de gene git diye haber salıyor. Andolsun Allah'a ki aleyhine kalkışanları, suçlu olacağımdan korkacak bir dereceye dek yatıştırdım.[22]


47
(Kufe'ye Hitapları:)

Ey Kufe, seni Ukâz[1] pazarında serilen tabaklanmış deri gibi çekilmiş, ezilmiş görüyorum ben. Hâdiseler, ayakları altında seni ezecek; sırtına binecek. Ama hiçbir zorbayı bilmem ki sana kötülük etmeyi dilesin de Allah onu, kendi derdiyle uğraştırmasın; bir öldüren gelmesin de onu oklayıp gebertmesin.

* * *

57
(Muâviye hakkında buyurmuşlardır ki:)

Benden sonra size, boğazı geniş, karnı şiş mi şiş, göbekli biri musallat olacak O, bulduğunu yer, bulmadığını ister. Hadi öldürün onu, ama öldüremezsiniz.

Duyun, bilin ki O, beni sövmenizi emredecek size, benden teberrî etmenizi isteyecek sizden. Sövmeye gelince: Sövün, çünkü bu, benim temizliğimi arttırır, sizi de ölümden kurtarır. Benden teberriye gelince: Sakının bundan; çünkü ben, İslâm dininde olarak doğdum; îmanda, hicrette en önde bulundum.[2]

68
(Mısır'ı zaptedip oraya Vâli tayin buyurdukları Muhammed bin Ebubekir'i şehit ettiklerini duyunca buyurmuşlardır ki:)

Hişâm bin Utbe'yi tayin etmek istemiştim, onu tayin etseydim bu alanı boş bırakmazdı, onlara fırsat vermezdi. Ama bu sözü, Muhammed bin Ebubekir'i kınama yollu söylemiyorum; O, bana sevgiliydi; ben yetiştirmiştim onu, benim oğulluğumdu o.[3]



69
Niceye bir sırtları ağır yükler altında ezilmiş genç develeri yola getirip uğraşır gibi sizinle uğraşayım? Niceye bir eski elbiseyi yenilemeye çalışayım; her yanı, öbür yanı yırtılmaya çağırır; bir yanı dikilse öbür yanı sökülür. Şam askerinden, sayısı az bile olsa, bir bölük geldi mi, her biriniz, evinin kapısı yüzüne kapar, keler gibi, sırtlan gibi deliğine sokulur, dalar. Andolsun Allah'a ki sizin yardım ettiğiniz her kişi alçalmıştır; kim sizinle ok atarsa, ok dayanacak yeri kırık yayla, temrensiz ok atmıştır. Andolsun Allah'a ki siz, evlerinizin alanlarında çokluksunuz; bayrakların altında azlıksınız. Gerçekten de sizi düzene sokacak nedir? Eğriliğinizi doğrultacak nedir? Ben bunu biliyorum ama kendimi bozgunluğa düşürüp sizi düzene sokmayı uygun görmüyorum. Allah yüzlerinizi karartsın, nasibinizi azaltsın. Batılı tanıdığınız, bildiğiniz gibi hakkı tanımıyor, bilmiyorsunuz; hakkı batıl saydığınız gibi batılı iptâl etmiyorsunuz.

* * *

158
(Ümeyyeoğulları'nı bildiren bir hutbeleri:)

O'nu, Peygamberlerin yollanmasının arası kesildiği, insanların gaflet uykusuna daldığı, uykularının uzayıp gittiği, hüküm iplerinin yıpranıp koptuğu bir zamanda gönderdi. İnsanlara kendisinden önceki hükümleri gerçekleyen haberle, uyulması gereken ışıkla geldi: Bu da Kur'an'dır. Onu konuşturmaya çalışın. O, söz söylemez görünüşte, fakat ben haber vereyim ondan size:

Bilin ki olacak şeylerin bilgisi, geçmişlere ait sözler, derdinizin devâsı, aranızdaki düzenin müktezâsı ondadır.

(Bu hutbeden:)

Bu sırada kerpiçten yapılmış, yahut kilimden kurulmuş hiçbir ev, hiçbir otağ kalmaz ki oraya, zâlimlerin derdi, gussası girmesin; orada onların kötülüğü, zahmeti olmasın. O gün, zâlimler için ne gökte bir yardımcı kalır, ne yeryüzünde.

İşe ehil olmayanı seçtiniz, o işi, su içilmesi gereken yerden başka bir yere götürdünüz. Pek yakındır Allah'ın, bir lokmaya karşılık bir lokmayla, bir yudum suya karşılık bir yudum suyla zulmedenden öç alması. O zâlimler bana zehir yedirdiler, zehir içirdiler; buna karşılıkta bulunacak ve onlara üst libâsı olarak korkuyu giydirecek, alt libâsı olarak azâba bürüyecek onları. Onlar, suçları yüklenmiş merkepler, günahları taşıyan hayvanlardır. And içerim, gene de and içerim ki Umeyyeoğulları, bu devleti benden sonra balgam gibi ağızlarından atacaklardır; geceler gündüzleri, gündüzler geceleri kovaladıkça da bir daha onu tadamayacaklardır.

* * *

25
(Muâviye ordusunun, şehirleri aldığı ve Büsr bin Ebi-Ertât'ın gelmesi üzerine, Yemen'de, memurları bulunan Abbasoğlu Ubeydullah'la Nümran oğlu Said'in ülkeyi bırakıp Kufe'ye gelmeleri üzerine minbere çıkıp buyurdular ki:)

Elimde Kufe kaldı ancak; onu sıkıyorum avcumda, onu gevşetiyorum. Ey Kufe, yalnız sen kaldın, sen. Senden de fırtınalar esmekte, kasırgalar kopmakta Allah çirkinleştirsin seni.

(Sonra şâirin şu beytini okudular:)

Baban Hayr'ın ömrü hakkı için ey Amr, ancak

Bana şu kabın dibinde birazcık artık kaldı mutlak.

(Sonra buyurdular ki:)

Haber geldi bana; Büsr Yemen'e gelmiş, Vallahi bu topluluk, sanıyorum ki yakın bir zamanda devletinizi alacak; buna sebep de batıl da toplanmanızdır; haktan ayrılmanızdır; imâmınız hak üzereyken ona isyan etmenizdir; onlarınsa imamları batıla uymuşken itâatte bulunmalarıdır. Onlar emaneti sâhibine veriyorlar; sizse hâinlik ediyorsunuz. Onlar şehirlerinde düzgün hareketlerde bulunuyorlar; sizse bozgunculuk ediyorsunuz. Size bir sağrağı bile emanet etsem, korkuyorum, denge bağlanacak halkasını koparırsınız.

Allah'ım, ben onlardan bezdim; onlar da benden bezdiler. Benim gönlüm onlardan daraldı; onların gönülleri de benden daraldı. Onların yerine, onlardan hayırlısını ver bana; benim yerime de benden daha şerrini musallat et onlara.[4] Allah'ım, gönüllerini, suda tuzun eridiği gibi erit. Andolsun Allah'a ki Ganm oğlu Firâs oğullarından[5] bin atlı olsaydı sizin yerinizde, daha da sevgiliydi bana, daha da sevindirirdi beni.

(Sonra şâirin şu beytini okudular:)

Orda çağırsaydın onları eğer, Gelirdi sana yaz bulutları gibi yer yer.[6]

34
(Şamlılarla savaştan çekinenlere hitapları:)

Yuf olsun size; yazıklâr olsun size; sizi azarlamaktan usandım artık. Âhirete karşılık dünyâ yaşayışına mı razı oldunuz; yüceliğe karşılık alçalmayı mı hoş buldunuz? Sizi, düşmanınızla savaşa çağırdığım zaman korkudan gözleriniz dönüyor; sanki ölüm gelip çatmış da sizi belâlara uğratmış; gaflete dalıp gitmişsiniz de o gaflet sizi sarhoşluğa atmış. Bana bir söz bile söyleyemiyorsunuz; bir cevap bile veremiyorsunuz. Gönülleriniz perîşan; aklınız gitmiş başınızdan; hiçbir şeyi akıl edemiyorsunuz. Size güvencim yok bu böyle gittikçe, bu karartı devam ettikçe. Dayanağım desteğim değilsiniz ki dayanayım size; kolum kanadım olmuyorsunuz ki sığınayım size. Siz sanki sürüp haydayanları yitmiş develersiniz; bir yandan sürülüp bir yana getirilirler; öbür yandan da dağılıp giderler. Andolsun Allah'a ki siz, savaş ateşini ne de kötü yakıp tutuşturanlarsınız. Onlar size düzen kurmadalar; siz kurmuyorsunuz; onlar yörenizi kaplıyorlar; şehirlerinizi alıyorlar; siz tınmıyorsunuz. Onlar sizden gözlerini yummuyorlar; siz gaflet içindesiniz; onları unutuyorsunuz. Vallahi birbirlerine yardım etmeyenler alt olup giderler. Vallahi sanıyorum ki savaş kızıştı, ölüm yalımlandı mı, bedenden kopan, bir daha da yerine konmayan baş gibi Ebu-Tâlib oğlundan ayrılıp gideceksiniz. Andolsun Allah'a ki düşmanın kaldırışını bekleyen kişiye saldırır düşman, etini kemiğinden sıyırır, kemiğini kırar, ufalar; derisini yüzer gider. O kişinin aczi büyük mü, büyüktür elbet. Gönlündeki azim zayıf mı, zayıftır, yoktur ona bir medet. İstersen böyle ol sen; fakat ben, andolsun Allah'a, düşmanın saldırısından önce ona öyle saldırırım ki, Meşârif'de[7] yapılmış kılıçlarla öylesine vururum ki kellelerdeki küçücük kemikler havaya uçar; kollar, bilekler, ayaklar yerlere düşer; bundan sonra da Allah, dilediğini yapar, işler.

Ey insanlar, benim sizin üzerinizde hakkım var; sizin de benim üzerimde hakkınız var:

Bana vâcip olan hak, size öğüt vermektir; ganimetleri size bölüştürmektir; bilmediğinizi öğretmektir; sizi edebe sokmaktır; böylece nasıl hareket edeceğinizi bilirsiniz; öğrenirsiniz. Size vâcip olan hak da, biate vefâ etmenizdir; ben varken de, yokken de birbirinize öğüt vermenizdir; çağırdığım zaman gelmenizdir; buyurduğum zaman itâat etmenizdir.

* * *

27
(Muâviye orduları Anbar'ı yağma ettikten sonraki hutbeleri:)

(Allah'a hamd-ü senâ, Rasûlüne ve soyuna salâvattan)

Sonra derim ki: Gerçekten savaş cennet kapılarından bir kapıdır; Allah onu, dostlarının seçkinlerine açmıştır. O'dur çekinme elbisesi, Allah'ın koruyucu çukalı, cevşeni; onun sağlam kalkanı. Kim ondan çekinir de onu bırakırsa Allah ona aşağılık elbisesi giydirir, onu belâlar kavrar, bürür, bayağı bir hâle girer. Hak yoldan sapar, zebûn olur; savaşı bıraktığından dolayı batıla kapılır; horlanır kalır. Horluklara düşer, insâf edilmez ona; adaletten, insâftan şaşar.

Duyun, bilin ki ben sizi bu toplumla, gece gündüz, gizli âşikâr savaşa çağırdım; onlar size saldırmadan siz savaşın onlarla dedim. Artık andolsun Allah'a ki kendi ülkelerinde kendileriyle savaşılan toplum, ancak aşağılık bir hale düşer. Sizse gevşek davrandınız, birbirinize yardım etmediniz, sonunda da her yandan saldırıp yağmaya koyuldular; yurdunuzda size üst oldular.

İşte şuracıkta Gaamid oğulları; orduları Anbar'a[8] gitmiş, Hassan b. Hassan'ıl-Bekrî'yi öldürmüş, askerinizi sınırlarından sürmüş, çıkarmış. Haber verdiler bana: Onlardan bir er, bir Müslüman kadının, başkası da Müslümanların amânında bulunan bir başka kadının evine girmiş; halhallarını, bileziklerini, gerdanlıklarını, küpelerini almış. Onlarsa ancak Allah'a sığınmışlar, kadere bağlanmışlar, düşmana yalvarmışlar, ağlayıp sızlanmışlar. Gelenler, sonra çekilip gitmişler. Onlardan hiçbirine bir zarar gelmemiş; onların hiçbirinin kanı dökülmemiş. Bundan sonra bir Müslüman, kederinden ölse kınanmaz; hattâ yerinde bir şeydir bence.

Şaşılacak şeylerin en şaşılacağı da, bu toplumun batılda birleşmesi, sizinse haktan ayrılmanız. Bu hâl, kalbi sıkar, öldürür, adamı kederlere karar, kahreder. Yüzleriniz kara olsun, gönülleriniz gamla dolsun düşman oklarına bu çeşit amaç oluşunuz yüzünden. Size saldırıyorlar, mallarınızı yağmalıyorlar; siz saldırmıyor, yağmalammıyorsunuz; sizinle savaşıyorlar; siz savaşmıyorsunuz; Allah'a isyân ediliyor da siz razı oluyorsunuz. Yaz günlerinde onların üstüne yürümenizi emrettiğim zaman, hele biraz dur, bırak bizi; şu sıcak günler geçsin dediniz. Kışın yürümenizi emrettiğim zaman, hele biraz dur, bırak bizi, şu soğuklar geçsin dediniz. Bütün bunlar, sıcaktan, soğuktan kaçış; sıcaktan, soğuktan kaçarsanız, andolsun Allah'a kılıçtan, daha fazla kaçarsınız siz.

Ey erkeğe benzeyenler, fakat erkek olmayanlar, çocuklar gibi gelgeç akıllılar, gerdekteki kadınlar gibi akılları fikirleri tam olmayanlar, ey daldan dala konanlar, keşke sizi görmeseydim ben, keşke sizi tanımasaydım ben. Bir tanıyış ki bu, sonu nedâmete dayandı; acıklanmayla sonuçlandı. Allah gebertsin sizi, kalbimi yaraladınız; gönlümü gamla, öfkeyle doldurdunuz; soluktan soluğa bana yudum yudum dert içirdiniz; bana isyân ederek reyimi bozdunuz, altüst ettiniz. Sonunda Kureyş, Ebû-Tâliboğlu yiğit bir er ama savaşta bilgisi yok dedi. Allah atalarını bağışlasın, onlardan bir tek kişi var mı ki savaşta benden daha tecrübeli olsun, benden daha fazla ayak direyip dursun? Yirmi yaşıma gelmemiştim ki savaşa giriştim; halâ da savaştayım işte; altmışı aştım, fakat itâatte bulunmayana ne reyim olabilir, ne emrim, ne tedbirim?

* * *

119
(Halkı toplayıp savaşa sevk etmek için sözler söyle-dikleri vakit onlar, susup bir şey demeyince buyurdular ki.)

Ne oluyor size, dilsiz mi oldunuz? (İçlerinden bir bölüğü, Yâ Emir'el-Müminin, sen gidersen biz de seninle gideriz dedi. Bunun üzerine buyurdular ki:)

Ne oluyor size, nedir hâliniz? Ne doğru yola girebildiniz, ne dilediğinizi elde ettiniz. Bu kadarcık bir askerle savaşa gitmem mi gerek? Bu kadar askerle ancak yiğitlerinizden, kuvvetlilerinizden razı olduğum birisi çıkabilir. Benim orduyu, şehri, beytülmâli, yeryüzünün toplanacak haracını, Müslümanlar arasında hüküm vermeyi isteyenlerin haklarına bakıp gözetmeyi bırakıp azlık bir askerle öbür bölüğün ardına düşmem, içinde başka ok bulunmayan okluktaki ok gibi ses çıkarmam doğru olamaz. Çünkü ben, değirmenin miliyim, taş benim çevremde döner, bense durduğum yerde dururum. Yerimden ayrıldım mı, taş, boşuna ve yamru yamru döner, altındaki post ırgalanır, un etrafa saçılıp dökülür; buysa, andolsun Allah'ın bekasını kötü bir reydir. Andolsun Allah'a ki düşmanla karşılaşınca şehit olacağımı umsaydım, bunun bana mukadder olduğunu bilseydim bineğimi yaklaştırır, biner, sizden ayrılır, kuzey ve güney yelleri estikçe sizi aramaz, istemezdim.

Siz kınayanlarsınız, ayıplayanlarsınız; doğru yoldan, birlikten, dirlikten sapanlarsınız, tilki gibi düzenle münâfıklık yolunu tutanlarsınız; gönüllerinizin birliği az olduktan sonra sayıda çok olmanızın da bir faydası yok zâten.

* * *

182
(Nevf'ül-Bekâlî rivâyet eder, der ki: Emir'ül-Mü'mi-nin aleyhisselâm, Kufe'de Hubayrat'ül-Mahzûmî oğlu Ca'de'nin, hutbe okumaları için koyduğu taşın üstüne çıkarak bu hutbeyi inşâd buyurdular. Sırtlarında softan bir aba vardı; kılıçlarının bağı hurma lifindendi; ayaklarına gene liften örülmüş na'leyn giymişlerdi. Alınları fazla secdeden, devenin dizlerine ve göğsüne dönmüştü. Buyurdular ki:)

Hamdolsun Allah'a ki, halkın dönüp gidişi O'nadır; işlerin sonları O'na varır ulaşır.[9] Pek büyük ihsanı, pek aydın burhanı, artıp duran lütfü yüzünden ona hamdederiz; öyle bir hamdle ki hakkını ödesin, şükrünü edâ etsin; sevâbınâ nâil olarak ona yaklaşalım; güzel bir surette de lütfunun artmasına vesile olsun. Lütfunu dileyerek umarak ondan dilekte bulunan, ümit eden kişi gibi biz de yardım diler, umarız; faydalar vermesini, kötülükleri gidermesini isteriz; ihsanını itiraf ederiz; işte ve sözde ona uyarız. İmânında şüphe olmayan, îmâm sâhibi olarak ona dönen, birliğini ihlâs ile bilen, söyleyen, onu överek ululayan, onun rızasını dileyip çalışan, ona sığınan kişiler olarak ona inanırız. Bir varlıktan meydana gelmemiştir ki o noksan sıfatlardan münezzeh olan mâbuda, o varlık, ortak olsun; ondan da bir varlık meydana çıkmamıştır ki onun mirâsını alsın da yokolsun. Vakti, zamanı o yaratmıştır; ona bir an bile tekaddüm edemez; ziyâdelik, noksan, kulun hallerindendir; bu haller ona ârız olamaz. Bize, tam yerinde olan tedbir alâmetleriyle, olması mutlaka gereken takdir belirtileriyle yaratışını göstermiş, bunları akıllara izhâr etmiştir. Yaratışının tanıklarındandır göklerin direksiz, dayaksız duruşu. Onları bu sûretle durmaya çağırmıştır, onlara emretmiştir; onlar da durmadan, duraksamadan emrine uymuşlardır, hem de dileyerek, isteyerek. Onlar, onun yaratıp geliştirmesine ikrar etmeselerdi, onun itâatine boyun eğmeselerdi, ne arşına yer ederdi onları, ne meleklerine mesken; ne halkının tertemiz sözlerinin ağdığı yer ederdi onları, ne temiz amellerin ağdığı yer.[10]

Gökteki yıldızları, yeryüzü ovalarında yol alırken şaşırıp kalanlara yol bulmaları için kılavuz kıldı. Gecenin kapkaranlık perdeleri, yıldızların aydınlığını örtmediği gibi Ay'ın, gönüllerde parıltısına da engel olamaz. Tenzîh ederiz noksan sıfatlardan o mâbûdu ki ne gecenin kızıllığa bürünmüş karanlığı ona gizlidir, ne yerlere çöken karanlığında kalanlar, ne birbirine ulanmış kapkara dağlar. Göğün ufkunda gürleyen gök gürültüsü de ondan gizli değildir, bulutlardan parlayıp çakan şimşekler de; yere düşen, yelden uçuşan yaprakları da bilir, gökten yağan yağmur katrelerini de. Her katrenin nereye düşeceğini, nerede karar kılacağını, karıncanın neyi, nereden çekip götüreceğini, sineğe yetecek gıdâyı, karına düşen çocuğun neyle rızıklanacağını bilir. Kürsî, yahut arş yokken de var olana, yeryüzü, cin, yahut insan bulunmadan da bulunana, vehimle anlaşılmayana anlayışla bilinmeyene hamd olsun.[11]

Ondan isteyen, onu oyalayamaz; lütfunu elde eden, lütfuna bir noksan veremez; gözle görülemez, hadden, mekândan münezzehtir, sınırlanamaz; eşitleri yoktur, benzerleri bulunamaz ki onlarla anlatılsın. Bir aletle yaratmaz, duygulara sığmaz ki duygularla idrâk edilsin, insanlarla kıyaslansın.

Bir mâbuddur ki Mûsâ'ya söylemiştir, ona ulu delillerini göstermiştir; fakat ne sözü dille dudakladır, ne uzuvla, o söz, ne bildiğimiz söyleyişledir, ne uzuvlarla ses verip anlatışla.[12]

Ey bunu anlatmayı iş edinen, ona uğraşan kişi, ey rabbini vasfetmeye kalkışan kişi, kutluluk mekânlarında mânevî başlarını önlerine eğmiş heybetinden kendilerinden geçmiş olan ve mânen ona yakın bulunan melekleri, Cebrâîl'i anlat; tek ve en güzel sıfatlara sâhip olan yaratıcı mâbûdun vasfında kendilerinden geçmiş olanları bildir gerçeksen, gerçekten bildirebileceksen.[13]

Sıfatlarla ancak şekil ve sûret sâhibi olanlar, âzâya sahip bulunanlar idrâk edilebilir. Oysa varlığı, sonunda yokluğa erişip biten, O, bunlardan münezzehtir; O'ndan başka mâbud yoktur. O'nun ışığıyla aydınlanır bütün karanlıklar; O'nun ışığıyla kararır bütün ışıklar.[14]

Allah kulları, sizi güzel libâslara bürüyen, size yaşayış sebeplerini lütfeden Allah'tan çekinmenizi tavsiye ederim. Bir kişi, ebedi yaşayışa ağmaya bir merdiven bulsaydı, yahut ölümü gidermeye bir yol elde etseydi, cinlerle insanların saltanatı, Peygamberlikle, Tanrı'ya yakınlıkla beraber kendisine ihsan edilen Davud oğlu Süleyman bunu bulur, bunu elde ederdi; esenlik ikisine de. Fakat o, dünyâda rızkını tamamlayınca, müddetini yitirince yokluk yayları, ölüm oklarıyla okladı onu; dünya onun varlığından hâlî kaldı; yurtlar bomboş oldu; onları başka toplumlar miras olarak aldı.[15]

Gelip geçmiş devirlerdekiler size ibrettir. Nerede Amâlika, nerde Amâlika'nın oğulları, nerede firavunlar, nerede firavunların oğulları; nerede Peygamberleri öldüren, nerede Peygamberlerin yollarının yordamlarının nurlarını söndüren Res şehirlerinin halkı? Nerede zorbaların yollarını yordamlarını diriltenler? Nerede ordularla yürüyenler, binlerce orduyu bozanlar, kıranlar; nerede askerler, nerede şehirler yapanlar?.[16]

(Bu hutbeden:)

Onların sırlarını hikmet yönünden gizlemiştir; O'nun bütün yoluyla anlamayı, O'nu idrâk etmeyi O'nunla uğraş-mayı örtmüştür; oysa ki o, dileyen kişinin yitik malıdır; boyuna sorup öğrenmek istediği dileğidir, hâlidir. O, İslâm garip olunca gurbete düşer; boynu üstüne yere ıhlar; kuyruğunu yere vurur; bir daha da kalkmaz yerden. O, tanrı hüccetlerinin kalanlarındandır, Peygamberlerinin bıraktıklarındandır; onun zuhuruyla bilinir, âşikâr olur o sırlar.[17]

Ey insanlar, ben, Peygamberlerin ümmetlerine verdikleri öğütleri verdim size; onlardan sonraki vasîlerin bildirdiklerini bildirdim size; kamçımla terbiye etmek istedim sizi; doğru yola gelmediniz; zorlayıp yola sokmak istedim sizi, doğru yola girmediniz.

Allah için söyleyin, benden başka sizi doğru yola sokmak isteyen bir imam mı bekliyorsunuz; benden başka size gerçek yolu gösteren bir muktedâ mı bekliyorsunuz?

Bilin ki dünya, yüz gösterdi, fakat ardını döndü, ardında olanlar yüz çevirdi, hayırları yüz göstermişken ardını döndü. Hayırlı kişiler, dünyadan göçmeyi kurdular; dünyanın kalan az nimetini sattılar, yok olmayan âhiretin nimetlerini aldılar. Sıffin'de kanlarını döken, bugün artık hayatta bulunmayan kardeşlerimiz zarar etmediler; bugün onlar ne gussa yemedeler, ne bu bulanık suyu içmedeler. Andolsun Allah'a ki ecirlerini tam olarak aldılar; korkudan, sıkıntıdan sonra esenlik yurduna vardılar.

Nerede din yolunda yürüyüp giden, gerçek uğruna can verip göçen kardeşlerim benim? Nerede Ammâr, nerede Teyyihânoğlu, nerede Zü'ş-Şehâdeteyn? Nerede ölüm için birbirleriyle ahitleşenler, nerede şehâdetlerinden sonra zâlimlere başları gidenler?[18]

(Sonra eliyle mübarek sakallarını tutup uzun bir müddet ağladılar; sonra da buyurdular ki:)

Eyvah Kur'ân'ı okuyup hükmünü tutan, yerine getiren, farzı düşünüp icrâ eden, sünneti dirilten, bidati öldüren, savaşa çağrılınca koşup gelen, kendilerine emredene uyan kardeşlerim benim.

(Sonra yüce sesle buyurdular ki.)

Savaş, savaş ey Allah kulları. Bilin ki ben bugün orduyu toplamadayım, tertibe sokmadayım; kim Allah yoluna gitmeyi dilerse çıkıp gelsin.

* * *

(Nevf der ki: İmâm Huseyn'in (a.s) kumandasına on bin, Kays b. Sa'd b. Abâde'ye on bin, Ebu-Eyyüb'il-Ansârî'ye on bin kişi, bunlardan başkalarına da muayyen kişiler verildi. Yeniden Sıffin'e gitmek, Şamlılarla savaşmak üzereydi ki Cumua geçmeden melun İbn-i Mülcem, Hazreti yaraladı. Asker dağıldı; çobanları yitmiş, her yandan kurtların saldırısına uğramış sürülere döndük.)[19]

70
(İbn-i Mülcem tarafından yaralanacakları gecenin sonunda buyurmuşlardır ki:)

Oturmuştum, uyku bastırdı, gözlerim kapandı. Birden Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihiyi gördüm. Dedim ki: Yâ Rasûlallah, ümmetinden ne dertlere uğradım, ne düşmanlıklar gördüm. Buyurdu ki: Bed-duâ et onlara, ben de Allah dedim, onlardan daha hayırlısını versin bana; benden daha kötüsünü musallat etsin onlara.

* * *

149
(Yaralandıktan sonraki sözleri:)

Ey insanlar, herkes, ondan alabildiğine kaçtığına tutulur; yaşayış, ömrü ecele doğru sürüp koşturur. Ölümden kaçmak, ona varıp tutulmaktır. bu işin gizli kalan yönünden haber almak için günlerce koştum; fakat Allah onun gizli kalmasını murâd etti. Heyhât; o, gizlenmiş bir bilgi. Şimdi vasiyetim şu; Allah'a inanın, O'na hiçbir şeyi ortak etmeyin; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun Muhammed'e inanın; sünnetini yitirmeyin. Şu iki direği dikin; şu iki ışığı yakın; bunlardan kaçıp dağılmazsanız sizi kınayış olamaz.

Herkese gücü yeterinceye dek yük yükletilmiştir; bilgisizlerin yükleri de hafifletilmiştir.[20] Müminlere rahmet eden bir Rab, doğru bir din, bilen bir İmâm var.

Ben dün sizinle eştim, dostum, bugün ibretim size, yarınsa ayrılacağım sizden. Allah beni de yargılasın sizi de. Ayağımı şu kaygan yerde dirersem sözüm budur ancak. Ama ayağım kayarsa derim ki, dalların gölgesindeydik; yellerin estiği yerlerdeydik; bulutların altındaydık; o bulutlar havada dağıldı gitti; o yellerden yer yüzünde kalan belirtiler silindi süpürüldü. Ben size komşuydum; bedenim, birkaç günceğiz komşuluk etti sizinle; pek yakında da benden size, cansız bir beden kalacak ancak. Hareketten sonra sâkin olup kalakalmış; sözler söyledikten sonra susup gitmiş. Benim şu cansız kalan bedenim, yumulmuş gözlerim, hareket edemez âzâm size öğüt verecek. bu hâl, ibret alanlara en iyi öğüt verendir; öğüdü, sözden daha tesirlidir; sözü, duyulan sözden daha geçkindir. Size, dostlarla buluşmaya giden kişi gibi vedâ etmedeydim. Yarın, sizinle geçirdiğim günleri göreceksiniz, sırlarım açılacak size; yerim boşaldıktan sonra ve yerime benden başkası geçtikten sonra tanıyacaksınız beni.[21]

* * *



23
(İbn-i Mülcem tarafından yaralandıktan sonraki vasiyetleri:)

Size vasiyetim Allah'a hiç bir şeyi ortak etmemeniz; Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasulullah'ın sünnetini yitirmemenizdir. Bu iki direği dikin; bundan öte kınanmak yok size.

Ben dün sizin dostunuz, yoldaşınızdım; bugün ibretim size, yarınsa ayrılacağım sizden. Yaşarsam kanımın sâhibi benim, göçüp gidersem ölüm, zâten vaad edilmiş bana. Bağışlasanız, bu bağışlamak, benim için Allah'a bir yakınlıktır, sizin içinse bir sevap; bağışlayın; bilin şunu; "Sevmez misiniz Allah'ın sizi bağışlamasını?"[22]

Vallahi ölümün gelip çatması, bana kötü gelmediği gibi onun geldiğini görünce de tanımadığım, hoşlanmadığım bir şeyi tanımış, görmüş olmadım. Ben su arayan kişinin suya kavuştuğu, bir murâda ermek isteyenin murâdına ulaştığı hâldeyim şimdi. Allah'ın katındaki lütuf, iyi kişilere daha da hayırlıdır.[23]

* * *

47
(Şehâdetlerinden sonra, vefatlarından önce, İmâm Hasan ve İmâm Huseyn aleyhimesselâma vasiyyetleri:)

İkinize de Allah'tan çekinmeyi, dünya sizi arasa, istese bile onu aramamayı, istememeyi vasiyet ederim. Ona ait bir şeyi elde edemediğiniz, elinizdekini yitirdiğiniz için de hayıflanmayın. Gerçeği söyleyin; âhiret ecri için iş görün; zâlime düşman olun, mazlûma yardımcı kesilin.

İkinize, bütün evladıma, ehlibeytime ve bu yazım kime ulaşırsa ona, Allah'tan çekinmeyi, işlerinizi düzene koy-mayı, aranızı uzlaştırmayı vasiyet ederim. Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Ceddinizden duydum, derdi ki: İki kişinin arasını bulmak, bütün (nâfile) namazlardan, oruçlardan üstündür.

Allah için, Allah için yetimleri koruyun, bâzı kere aç, bâzı kere tok bırakmayın onları; size tapşırılan haklarını yitirmeyin onların. Allah için komşularınızı görün, gözetin bu, Peygamberinizin vasiyetidir; komşular hakkında öylesine tavsiyede bulundu ki onlar da mîrâsa girecekler sandık. Allah için, Allah için Kur'ân'a riâyet edin; onunla amel etmekte başkaları sizi geçmesin. Allah için, Allah için namazı bırakmayın; çünkü o, dininizin direğidir. Allah için, Allah için Rabbinizin evini ziyâreti, haccetmeyi bırakmayın; siz hayatta bulundukça boşlamayın o evi; çünkü o ev, terkedilirse mühlet bile verilmez sizlere; azap gelir çatar. Allah için, Allah için mallarınızla, canlarınızla, dillerinizle Allah yolunda savaşın; birbirinizi dolaşmanızı görüp gözetmenizi, birbirinizin ihtiyâcını gidermenizi, birbirinizden yüz çevirmemenizi, birbirinizden ayrılmamanızı vasiyet ediyorum. İyiliği buyurmayı, kötülükten nehyetmeyi bırakmayın; sonra kötüleriniz başınıza geçer; sonra da duâ edersiniz, icâbet edilmez size.

Ey Abdülmuttalib oğulları, Emir'ül-Mü'minin katledildi deyip Müslümanların kanlarına girmenizi, öç almaya kalkmanızı istemem, sakının bundan. Benim için yalnız beni öldüreni öldürün. Bekleyin hele, onun şu vuruşundan ölürsem, onun bana bir tek vuruşuna karşı siz de ona bir kere vurun; şurasını, burasını keserek eziyete kalkışmayın; çünkü ben, Allah'ın salâtı O'na ve soyuna olsun, Rasûlul-lah'tan duydum, derdi ki:

Sakının eziyetten, işkenceden, öldüreceğiniz kuduz köpek bile olsa.[24]

* * *

Birinci kısmın sonu

9 Zilhccet'ül-Harâm 1389 Salı gecesi

____________________________________
KAYNAKÇA<

[4] - Rasûlullah sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem pazartesi günü öğle üstü dünyaya gözlerini yumdu. Vefatları, hicretin on birinci yılı Saferinin yirmi sekizinci, yahut rabiulv-velinin birinci, yahut da on ikinci günüdür. İlk rivayet, Ehlibeytin rivayetidir.

Hazreti Rasul-i Ekrem'i (s.a.a), vasiyeti mucibince Hz. Ali yıkamaya koyuldular. Yıkadıkları yere bir perde gerilmişti. Perdenin iç tarafında Abbas'ın oğlu Fazl ve ashaptan Üsâme su döküyorlar, Hz. Ali'ye yardım ediyorlardı. Ansar, arka taraftan, Yâ Ali, Rasûlullah'a hizmetten bizi mahrûm etme dedi. Bu söz üzerine Ali, Evs b. Havli'yi içeriye aldı. Zühre oğulları da biz Rasûlullah'ın ana tarafından yakınlarıyız dediler. Onlardan da Avf oğlu Abdurrahman içeriye alındı. Abbas'ın diğer oğlu Kusem de Hz. Ali'ye yardım edenlerdendi; Üsame'nin kölesi Sâlih de içerideydi.

Hz. Ali, Resûlullah'ı (s.a.a), yıkarken, anam, babam sana fedâ olsun, diriyken de tertemizdin, vefatından sonra da tertemizsin deyip ağlıyordu. Yıkanma işi bitince Hz. Ali (a.s), Rasûlullah'ın (s.a.a), mübarek bedenini kuruladı, göz çukurlarında kalan suyu eğilip içti.

Bu sırada Ebubekir, Medîne'nin doğusunda, şehre bir mil mesafede olan ve ansardan Benî'l-Hâris'in oturduğu Sunh denen yerdeydi. Âişe diyor ki: Ömer ve Muğiyra b. Şa'ba, Hz. Rasûl (s.a.a), yıkanmadan, izin alarak hücreye girdiler; mübarek yüzlerine örtülen bezi kaldırdılar. Ömer, bağırarak, Rasûlullah şiddetli bir baygınlığa düşmüş dedi. Sonra hücreden çıktılar. Muğiyra Ömer'e Ömer dedi, Allah'a andolsun ki Rasûlullah dünyadan gitmiş. Ömer yalan söyledin dedi, Rasûlullah aslâ ölmedi, sen fitneci bir adamsın, onun için böyle söylüyorsun; Rasûlullah, münâfıkları yok etmedikçe dünyadan gitmeyecek. Bu sözleri de yeter bulmayıp kim Rasûlullah öldü derse onu ölümle tehdide başladı ve Mûsâ Peygamber, nasıl kırk gün halkın gözünden kaybolduysa ve sonra da geldiyse, Rasûlullah da Rabbinin katına gitti; andolsun ki gene dönecek; bu şüpheye düşenlerin, ellerini, ayaklarını kesecek demeye başladı. Bu sırada İbn-i Ümmü Mektûm "Muhammed Ancak bir peygamberdir; ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir, O vefât eder, yahut öldürülürse topuklarınızın üstünde gerisin geriye mi döneceksiniz? Geriye dönen, Allah'a bir ziyan vermez; fakat Allah, kendisine hamd edenlere ihsanda bulunur" âyet-i kerîmesini okudu (3, Âl-i İmran, 144). Hz. Peygamber'-in amcası Hz. Abbas da, ben Abdül-Muttalib oğullarının vefatlarında yüzlerinde beliren alâmetleri Hz. Rasul'ün yüzünde de gördüm, Rasûlullah vefat etmiştir dedi. Fakat Ömer, bir türlü sözünden vazgeçmedi.

Sâlim b. Ubeyde, Ebubekir'i çağırmak üzere Sunh'a gitti; bâzılarına göreyse H. Âişe Ebûbekir de, Ömer'e, İbn-i Ümmü Mektûm'un okuduğu âyeti okumuştu; Abbâs'ın beyânâtına, İbn-i Ümmü Mektûm'un bu âyeti okumasına rağmen sözlerinden dönmeyen, tehditlerine devam eden Ömer, Ebubekir'in ihtarı üzerine kendine gelmişti (Siyer-i İbn-i Hişâm'a, c.4, s.331-334, Taberî'ye, 2, s.442, Târih'ul-Hemis'e, 1, 185, Tebakat-u İbn-i Sa'de, c.2, k.54, Müttaki'nin Kenz'ul-Ummâl'ine, 4, 50, 53, Zehebî'ye, 1, s.37, Zeyni Dahlân'ın Hâşiyet'ül-Halebiyye'sine, 3, 389-390, Nihâyet'ül Edeb'e 18, 386, Ahmet b. Hanbel'in Müsned'ine, 6, 219, Ya'kubî'ye, 2, 95, İbn-i Kesir'in El-Bidâyetü ve'n-Nihâye'sine, 5, 243-244, Teysir'ül-Vusûl'e, 2, 41, Ebu'l-Fidâ'ya, 1, 164, Târih-u İbn-i Şahne'ye "El-Kâmil hâşiyesinde", s.112, Bâkılânî'nin Temhid'ine, s.192-193 bakınız).

Bu sırada Ebubekir ve Ömer'e Ansârın Benî-Sâide Sakıyfesinde, hilâfet için toplandıkları haberi geldi. Ömer, Ebûbekir'e, gel de dedi, kardeşlerimizin yanlarına varalım; bakalım, ne yapıyorlar. Giderlerken yolda Ebu-Ubeyde'ye rastladılar; onu da alıp beraberce yola düştüler; Ansâr, orada toplanmış, Muhâcirlerin bir kısmı da onlara katılmıştı. Gasil, tekfin ve teçhiz işi, Hz. Ali'ye ve söylediğimiz kişilere kalmıştı (Tabarî, 2, 456, Er-Riyâd'un-Nadıra, El-Bed'u ve't-Târih, 5, 65, İbn-i Hişâm, 4, 336, Mûsned, 4, 104-105, İbn-i Kesîr, 5, 260, Sıfvet'us-Safve, 1, 85, Târih'ul-Hamîs, 1, 189 v.s.).

Abbas, Ali'ye, elini uzat, sana biat edeyim de halk da biat etsin dedi. Ebû-Süfyan, H. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), vefâtında Medine'de değildi. Mekke fethine dek Müslüman olmayan, Mekke fethinden önce Medine'ye gelip Abbas'ın şefâatiyle bağışlanan, fetihten sonra Müellefet'ül-Kulûb'dan sayılan, Tulakaa'dan, yâni azad edilenlerden bulunan bu zat, Medine'ye gelirken yolda, H. Rasûl'ün (s.a.a), vefatını duymuş, yerine Ebûbekir'in seçildiğini öğrenince Ali'yle Abbas'ın ne yaptığını sormuş, evlerine kapanıp oturduklarını öğrenince, andolsun Allah'a demişti, sağ kalırsam onların başlarını en yüce mertebeye ulaştıracağım. Kalkan tozu-dumanı kandan başka bir şey yatıştıramaz sözünü de sözlerine eklemiştir. Medine'ye gelince "Ey Hâşimoğulları, hükmetmek hususunda insanların tamahını kökünden sökün; hele Teyim, yahut Adiyy boyunun bu tamaha düşmesine hiç meydan vermeyin; bu işe Eb'ül-Hasan'dan başka hiç kimse lâyık değildir" meâlindeki beyitleri okumaya başladı. Ya'kubî rivayetinde, bu iki beyte iki beyit daha eklenmektedir; Tabarî'de de buna benzer rivayetler vardır. Fakat H. Ali (a.s), Hazreti Rasûl'ün (s.a.a), cenazesini bırakıp Abbâs'ın teklifini kabûl etmediği gibi Ebu-Süfyan'ın bu teklifi, kabile gayretine dayanmaktaydı. Araplarda meşhur bir söz vardır: Ben kardeşime düşman olabilirim; fakat amcamın oğlu aleyhine de ona yardım ederim; ama mücadeleye girişen, yabancı bir soydan olursa kardeşimle, amcamın oğluyla el ele tutuşur, onun aleyhine yürürüm. Bu hüküm gereğince o gün, Ebu-Süfyân'ın Ali'ye taraftarlık gütmesi ve Ebubekir'in aleyhine kalkışması yerindeydi. Hâşimoğullarıyla Ümeyye riyaset için çekişmişlerdi; fakat her iki boy da Abdumenaf soyundandı. Riyasetin bu soydan çıkması tehlikesi, onları birleştirebilirdi. Ebubekir'in mensup olduğu Teyim boyu, en az adama sahip ve Kureyş'in en zebun boyu sayılırdı. Ömer'in mensup olduğu Adiyy boyu da böyleydi. Bu boyların ikisi de Kureyş kabilelerinin en yüce ve büyüğü olan Kusay'dan gelmiyordu. Abdumenaf oğullarıysa Kusay'dan türemişti; bu bakımdandır ki bu boydan olanlar, Ali'nin tarafını tutuyorlardı. Ebu-Süfyân'ın, Hz. Peygamber'in amcası Abbas'la ayni iddiaya kalkışması, ancak kabile taassubu yüzündendi; başka bir düşünceyle değildi. Bu düşüncelere kapılmayan tek kişi Ali idi; bundan dolayı da, zâhiren onlara üst olamadı.

Hz. Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), vefâtından sonra ansârın Sakife'de, Şa'd b. Abâde'ye taraftarlığı da kabile gayretinden doğmuştu; nitekim ansârın, Evs boyunun Ebubekir'e biat etmesi de, Sa'd'in, Evs boyuna karşı olan Hazreç boyundan olmasındandı. İslâm'ın kaldırdığı soy-boy gayreti, cahiliye devrinde Evs'le Hazreç boyları arasındaki savaş ve münasebetin hatırası, Rasûl-i Ekrem'in (s.a.a), muhteceb olma-sıyla birden alevlenmişti. Ali'nin fikriyse böyle şâibelerden arınmıştı; o, riyâseti, Kur'ân'ın hükmünü, dînin emirlerini yerine getirmek için istiyordu. O, Selman, Ebû-Zerr ve Ammâr (r.a) gibi soy-boy gayretinden arınmış kişilere dayanıyor, Ebu-Süfyan gibi dünya ve soy-boy taassubu güdenleriyse yanından uzaklaştırıyordu. Bir yandan soy-boy taassubu güden, bir yandan da Müslümanlıkta fitne ve fesat çıkarmayı dileyen Ebu-Süfyan, Ali'ye, ne diye bu işi, kureyş kabilesinin en küçük ve ehemmiyetsiz boyuna teslîm ediyorsun? Müsâade edersen, Medine'yi atlılarla, yayalarla doldururum demişti. Fakat Ali, böyle bir şeye âlet olacak yaratılışta değildi. Ebu-Süfyan'a yüz vermeyince Ebu-Süfyan, hilâfeti alanların da kendisinden kuşkulandıklarını anlamıştı. Ömer, Ebube-kir'e gitti; bu adamcağız geldi dedi; şerrinden emin olunmaz bunun. Rasulullah da onu hoş tutmuştu. Sadakadan, beytülmaldan ona bir şeyler vermek gerek. Ebubekir, Ömer'in sözünü tuttu; onu razı etti; o da Ebubekir'e biat etmekten çekinmedi (El-İkd'ül-Ferid, 3, 113 İbn-i Ebi'l-Hadid'in Nehc'ül-Belâga Şerhi, 2, 212; Mu'te gazvesinin şerhi; El-İkd'ûl-Frid, 3, 62). Tabarî'nin rivayetine göreyse Ebu-Süfyan, Suriye'ye gönderilen orduya, oğlu Yezid'in kumandan tayin edildiğini haber alıncaya dek Ebubekir'e biat etmemişti(11, 449).

Pazartesi günü öğleyin vefât eden H. Resul-i Ekrem (s.a.a), çarşamba gecesi defnedildi. Hz. Ali, kabirlerine indirdi; Abbas'ın oğulları, Hz. Peygamber'in kölesi Şukran ve bir rivayette Üsâme de yardım etmişlerdi (Kenz'ül-Ummâl, 3, 140, 4, 54 ve 60, El-Ikd'ül-Ferid, 3, 61, Zehebî, 1, 324, 326; İbn-i Hişan, 4, 342, Tabarî, 2, 452, 455 İbn-i Kesîr, 4, 270, Müsned, 6, 62, 242, 274, Tabakaat, 2, k.2, 78).

[5] - Ansar, Sa'd b. Ebâde'nin halîfe olmasını istiyordu. Benî-Sâide Sakifesine toplanmışlar, hasta olduğu halde onu da götürmüşlerdi. Sa'd, orada Allah'a hamd-ü senâdan sonra Ansarın dine yardımını, İslâm'daki üstünlüğünü anlattı. Peygamber'e ve ashabına saygı gösterdiklerini, düşman-larıyla savaştıklarını, sonra Arabın İslam'ı kabûl ettiğini,Hz. Peygamber'in, Ansardan razı olarak dünyadan gittiğini söyle-di; sonra, bu işi dedi, başkalarının değil, sizin düşünmeniz gerek. Ansar, bir ağızdan evet dediler, senin fikrindeyiz; bu işi sana vereceğiz. Sonra tartışmaya başladılar. Muhâcirler, biz Rasûl'ün ilk dostlarıyız, onun boyundanız derlerse ne diyeceğiz dediler. Bir kısmı, böyle bir itirazda bulunulursa, sizden bir emir olsun, bizden bir emir deriz fikrini ortaya attı. Sa'd b. Abâde, işte dedi, bu, ilk mağlubiyet (Tabarî, Hicrî 11. yıl vukuatı, 11, 45, İbn-i Esîr, 11, 222, El-İmâmet-u ve's-Siyâse, 1, 5; İbn-i Ebi'l-Hedid 6. cüzü'de "Ansârın sözleri hakkındaki beyanatının şerhine ve ondan naklen Cevhevî'de Sakife olayına bakınız).

Sakife'de ansârın toplandığını duyan Ebubekir ve Ömer yolda rastladıkları Ebu-Ubeyde'yi alarak Sakife'ye koştular. Üseyyid b. Uveym b. Sâide, Ansârın Benî'l-Aclan boyundan Âsım b. Adiyy, Mugıyra b. Şa'be ve Abdurrahman b. Avf da onlara katıldılar. Bu topluluk o gün, Ebubekir'e biat için çok faâliyet gösterdi; bu yüzden Ebubekir ve Ömer, daima onların hizmetlerini göz önünde tuttular. Ebubekir ansardan hiçbir kimseyi Useyyid b. Hudayr'dan üstün görmemiştir; Ömer de ona kardeşim demiştir; ölümünden sonra bile hakkını gözetmiştir. Ebu-Ubeyde, Roma'yla savaşa giden orduya kumandan tayin edilmiştir. Ömer, kendisinden sonra birisini halîfe yapmak istediği zaman, Ebu-Ubeyde'nin ölümüne hayıflanmış, ölmeseydi onu halife yapardım demiştir. Mugayra b. Şa'be, Ömer zamanında zina ettiği halde kendisine had vurulmamıştı; adı daima Ömer'in kumandanları arasında geçmiştir. Abdurrahman b. Avf da Ömer tarafından, kendisinden sonra halife tayini için seçtiği şûrâya reis tayin edilmiştir. Sakife'de Ebubekir, Ömer'i teskin ettikten sonra Allah'a hamd-ü senâ ederek Muhacirlerin, Arap boylarından önce îmân ettiklerini söyledi ve onlar dedi, yeryüzünde Allah'a ilk ibadet edenler, Rasulullah'ın çevresinde ilk toplananlardır; Rasûl-i Ekrem'den sonra da hilâfete hakları daha üstündür meâlinde sözler söyledi ve biz emir olalım, siz bizim vezîrimiz olun dedi. Hubâb b. Münzir, bu söz üzerine ayağa kalkıp dedi ki, ey ansâr, işe iyi sarılın; bu işlere başkaları el atmasın. Bu iş sizin gölgenizde kararlaşsın; yoksa düşmanlarınız bundan faydalanırlar; sonunda alt olur gidersiniz. Biz kendimize bir emir tayin edelim, onlar da bir emir tayin etsinler.

Ömer, bir ülkede iki emir olamaz; andolsun, Arap, onlara hükmetmenize aslâ razı olmaz; çünkü Peygamberimiz sizden değildir. Ama peygamber'in mensup olduğu boyun hükmüne Arap razı olur dedi. Ömer'le Hubâb ağız kavgasına giriştiler. Bu sırada Ebu-Ubeyde, ey ansar dedi, Peygamber'in ilk dostları, ona ilk yardım edenler sizsiniz. Şimdi onun dînini ilk bozanlar siz olmayın. Bu sırada ansârın Hazreç boyundan Beşir b. Sa'd, Ebubekir ve Ömer'in sözlerini tasdik eder sözler söyledi. Ebubekir, işte Ömer'le Ebu-Ubeyde buracıkta; hangisine isterseniz biat edin dedi. Ömer'le Ebu-Ubeyde, sen dururken biz aslâ bu işe girişmeyiz dediler. Bu sırada Abdurrahman b. Avf ayağa kalkıp sizin de bir çok fazîletleriniz var dedi ansâra, fakat şu da muhakkak ki içinizde Ebubekir, Ömer ve Ali gibi birisi yok. Münzir b. Arkam, biz dedi, adlarını andığın kişilerin üstünlüğünü inkâr etmiyoruz, hele bu üç kişiden biri, bize hükmetmeye kalkarsa bir kişi bile ona muhâlefet etmeye kalkmaz. Bu sözden maksadı da Ali idi. Ansar, bu söz üzerine hep birden biz dediler, Ali'den başkasına biat etmeyiz. Zübeyr b. Bekkâr da hilâfetin ansâra verilmiyeceğini anlayınca ansârın, biz ancak Ali'ye biat ederiz dediğini anlatır.

Bu sırada Ömer ve Ebu-Ubeyde, Ebubekir'e biat etmek isterken Beşir b. Sa'd, daha atik davrandı, koşup Ebubekir'e biat etti. Derken Evs boyu ve bilhassa Üseyyid b. Hudayr, Hazreç bu işi ele alırsa bu üstünlük onlarda kalır, bir daha da size nasip olmaz, kalkın Ebubekir'e bey'at edin dediler. Üseyyid de biat edince oradaki topluluk her yandan koşup Ebubekir'e biate başladı. Bir derecede ki Sa'd, ayaklar altında ezilecekti neredeyse. Bu sırada Kays b. Sa'd'le Ömer kavgaya tutuştu; Sa'd, Ebubekir'e, Ömer'e türlü sözler söyledi. Nihayet dostları, onu omuzlayıp evine götürdüler. Bu sırada Ali ve Abbas henüz Peygamber'i (s.a.a), yıkamakla meşguldüler. Mescitten tekbîr sesi duyulunca Ali, bu gürültü nedir diye sordu; Abbas, hiç böyle bir şey olmamıştı dedikten sonra Ali'ye dönüp sana ne demiştim ben dedi (İbn-i Ebi'l-Hedid'in şerhi, 6, 291 Ya'kubî, 2, 103, Tabarî, 2, 443, İbn'ül-Esir, 2, 220; Kitâb'ül-Muvaffakıyyat'tan naklen İbn-i Ebi'l-Hadid, 2, 122, İbn-i Hişâm, 4, 336, İbn-i Kesir, 5, 246. Bütün tarihçiler Ebubekir'e biatin, Ömer tarafından, bir oldu bitti diye anlatıldığını söylerler).

Hazreti Emir, "Şecereyle delil getirdiler; meyveyi yitirdiler" sözleriyle ansâra karşı, Rasûlullah'ın, Muhâcirlerden olduğunu delil getirdiklerini, fakat asıl şecerenin meyvesini, yâni kendilerini yitirdiklerini söylemiş oluyorlar.

[6] - Hazreti Fatımet'üz-Zehrâ' selâmullahi aleyhâ Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve âlihi vesellemin doğumlarından kırk beş yıl sonra, bi'setlerinin beşinci senesi Cumâdel-âhırasının yirminci günü, Hadîcet'ül-Kübrâ (r.a) dan doğmuş-lardır. Hz. Rasûl (s.a.a), Cenab-ı Fâtıma'yı pek severler, geldiği zaman ayağa kalkarlar, elini öperlerdi. Sekiz yıl Mekke'de kaldılar; Hazreti Rasûl-i Ekrem (s.a.a), hicret buyurduktan sonra Ali (a.s), Fatümet'üz-Zehrâ'yı, kendi Annesi Esed kızı Fâtıma'yı, Ümmü Eymen'le Ebu-Vâkıd'i alıp Kâbe'yi tavaf ettikten sonra Medine yolunda, Kubâ'da Rasul-i Ekrem'e (s.a.a), ulaştılar. Hicretin ikinci yılında Emir'ül-Müminin'le (a.s) evlendiler. Fâtıma (a.s), Medine'de on küsur yıl yaşadılar.

Hazreti Emir'in (a.s) "Ümmetinden çektiklerimizi" diye başlayan sözleri hilâfet olayından sonraki hallere işarettir: Ebubekir'e biatten haberdar olan Ehlibeyt, başta, Emir'ül-Mü'minin (a.s), olduğu halde biat etmemişlerdi; ashâptan da onlara uyanlar olmuştur. Abbas, Fazl b. Abbas, Zübeyr b. Avvâm, Halid b. Sâid, Mıkdâd b. Esved, Selmân-ı Fârisi, Ebû-Zerr-i Gıfârî, Ammâr b. Yâsir, Berâ' b. Âzib, Ubeyy b. Kâ'b bunlardandı. Ebubekir-i Cevheri'nin "Sakife"sine göre bunlar, geceleyin toplandılar, hilâfet işinin yeniden ve muhâcirlerle ansârın meşveretiyle halledilmesini istiyorlardı. Abâde b. Sâmit, Ebü'l-Heysem'it-Teyyihan ve Huzeyfe de bunlardandı (Bu rivâyet İbn-i Ebi'l-Hadid'in şerhinin, 13. sahifesinde de geçer; tafsili de aynı cildin 74. sahifesindedir).

Bundan önce Ebubekir'in, bir rivayette Mugıyra'nın tensibiyle Ebubekir ve Ömer, Ebu-Ubeyde ve Mugıyra'yla Abbas'ın evine gitmişler, Ehlibeytin, biatini istemişler, fakat Abbas, Ömer'e, "Rasûlullah bir ağaçtan ki biz, o ağacın dalları budaklarıyız, sizse o ağacın gölgesinde oturmaktasınız" demişti; böylece de iş bir sonuca varmıştı.

Abbas b. Abdül-Müttalib, Utbe b. Ebi-Leheb, Selman-ı Fârisi, Ebû-Zerr-i Gıfârî, Ammâr, Mıkdâd b. Ubeydullah, Haşimoğulları'nın bir kısmı muhacir ve ansârdan bir topluluk H. Fâtıma'nın (a.s) evinde toplanmışlardı (Müsned, 1, 55, Tabarî, 2, 466, İbn-i Esir, 2, 221, İbn-i Kesir, 5, 264, Sıfvet'üs - Safve, 1, 97, İbn-i Ebi'l-Hadid, 1, 123, Suyûti'nin Târih'ul-Hulfâ'sında Ebubekir'e biat bahsinde, 45. İbn-i Hişam, 4, 336, Teysir'ül-Vusûl, 2, 41, E'r-Riyâd'un Nadıra, 1, 167. Târih'ul-Hamis, 1, 188, El-Ikd'-ül-Ferid, 3, 64, Târih-u Eb'il-Fidâ' 1, 156, İbn-i Şahne (Târîh'ul-Kâmil hâşiyesinde), 112, Cevheri, İbn-i Ebîl Hadid'den rivayet yoluyla, 2, 130-134, Siret'ül-Halebiyye, 3, 394, 397).

Ali ile ona uyup Ebubekir'e biat etmeyenler ve H. Fâtıma'-nın evinde toplananlar hakkında tarih, siyer, sihâh ve müsnedlerle edebî ve kelâmî kitaplardaki rivayetler tevatür haddine varmıştır. Ali, Ebubekir'e biat etmeyince Ebubekir, Ömer'e gidip Ali'yi nasıl olursa olsun getirmesini buyurdu. Ömer, Ali'nin yanına varınca aralarında tartışmalar oldu ve bir netice çıkmadı. Bunun üzerine Ömer, Halid b. Velid, Abdurrahman b. Avf, Sabit b. Şemmâs, Ziyad b. Lebid, Muhammed b. Mesleme, Selme b. Sâlim, Selme b. Eslem, Üseyyid b. Hudayr, Zeyd b. Sâbit, Hazreti Fâtıma'nın (a.s) evine yürüdüler. Ömer, eline bir meş'ale almıştı. İçerdekilerin dışarıya çıkmalarını söyledi. Hiç kimse çıkmayınca, Allah'a andolsun ki dedi, çıkmazsanız evi, içindekilerle beraber yakarım. Ömer'e, ey Ebâ-Hafs dendi, Fâtıma da bu evde, olsun dedi Ömer. Fâtıma, kapıda Ömer'le yüzyüze geldi ve ona, Ey Hattâboğlu dedi, evimde beni yakmaya mı geldin? Ömer, evet dedi, bu iş, babanın getirdiğini sağlamlaştırır. Rasûlullah'-ın hiç kimseyi senin kadar sevmediğini biliyorum, fakat bu, yapacağım işten beni alıkoyamaz (Tabarî, 3, 198-199, Cevherî, İbn-i Ebi'l-Hadid'den rivâyetle, 1, 167, 2, 131-134, 6, 285, 293, 17, ciltte, Kaadil-Kudât'ın cevâbında da bu toplumdan bahseder. Er-Riyâd'un-Nadıra, 1, 167, Târîh'ul- Hamîs 1, 188, İbn-i Şahne, 112. İbn-i Ebul-Hadid, 2, 134, El-Ikd'ül-Ferîd, 3, 64, Ebü'l-Fidâ, 1, 156, El-İmâmet-u ve's-Siyâse, 1, 12, Ensâb'ül-Eşrâf, 1, 586, Kenz'ül-Ummâl, 3, 140, Mürûc'uz-Zeheb, 2, 100).

Ya'kubî, eve girdiklerini, Ali'nin kılıcının kırıldığını (2, 105), Tabarî, Zübeyr'in kınsız bir kılıçla çıkıp Ömer'e saldırdığını, ayağı kayıp kılıcının elinden düştüğünü, Ömer'le gelenlerin onu tuttuklarını bildirir (2, 443-444, 446, Mühibbüddin Tabarî: Riyâd'un-Nadıra, 167. Târih'ul-Hamîs, 1, 188, İbn-i Ebil'-Hadid, 2, 122, 132, 134, 6, 2, Kenz'ül-Ummâl, 3, 128). Evin içinde Fâtıma, Ali, Hasan ve Huseyn'den başka kimse kalmadığı halde, evi içindekilerle beraber yakın demekteydi. Hazreti Fâtıma, kapı önüne gelmişti; karnına gelen bir sadme sonucunda altı aylık çocuğu Muhsin, düşmüştü; Fâtıma, evimden çıkmazsanız saçlarımı döker, Allah'a sığınır, sizi şikâyet ederim diyordu. Bunun üzerine eve girenler çıkıp gittiler (İbn-i Ebi'l-Hâdid, 2, 134, 6, 285-286, Ebubekir-i Cevherî, İbn-i Ebi'l Hadid'den naklen, Ya'kubi, 2, 105, Şehristânî. Milel u Nihal, İran basması, 1, 26, Londra, 40). Sakife'deki biatten sonra salı günü de biat devam etmişti. Ali gelip Ebubekir'e, bizimle müşaverede bulunmadın, hakkımıza riayet etmedin demiş, Ebubekir de, evet fakat fitneden, kargaşalıktan korktum diye mâzeretini bildirmiştir (Murûc'uz-Zeheb, 1, 414, El-İmâmetu ve's-Siyâse, 1, 12-14). Ya'kubî, bir topluluğun Ali b. Ebû-Tâlib'e geldiğini, ona biat etmek istediğini, Ali'nin, yarın sabah başlarınızı tıraş edip (ölüme hazırlanıp) yanıma gelin buyurduğunu, fakat ertesi sabah ancak üç kişinin geldiğini söyler (2, 105, İbn-i Ebi'l-Hadid, 2, 4). Cevheri, İbn-i Ebi'l-Hadid'in rivayetiyle, bu olaylardan sonra Ali'nin, Fâtıma'yı bir merkebe bindirerek geceleyin ansârın kapılarını çalıp yardım istediğini, onların da Fâtıma'ya, Ebubekir'den önce bizden biat isteseydi onunla hiçbir kimseyi bir tutmazdık, onu kabûl ederdik dediklerini, Ali'nin, bu söze karşılık, şaşılacak şey, demek Rasûlullah'ın cenazesini yıkanmadan, kefenlenmeden evinde bırakıp riyâset için savaşmaya kalkışmamı istiyordunuz dediğini, Fâtıma'nın, Ebü'l-Hasan gerekli vazifesini yaptı; onlar da yapacaklarını yaptılar, Allah bunu onlardan soracaktır buyurduğunu kaydeder (6, 28): El-İmâmet-u ve's-Siyâse'de de bu olay geçer (1, 12). Sonradan Muâviye, Hz. Ali'ye yazdığı bir mektupta, "Daha dün, evindeki kadınını geceleri bir merkebe bindiriyor, oğullarının ellerini tutuyor, kapıları çalıyor, halkı yardıma çağırıyordun, unutkan olsam bile Ebû-Süfyân'a, seni bu işe tahrik ettiği zaman söylediğin sözü unutmam; azim ve irâde sâhibi kırk kişi bulsaydım hakkımı dilerdim demiştin" sözle-riyle bu olaya işaret etmiştir (İbn-i Ebi'l-Hadid, 2, 67, Kitâb-u Sıffin, 182); Sıffin savaşında da, Amr İbn'il-Âs, Muâviye'ye ayni şeyi hatırlatmıştı.

Bu sıralarda "Fedek" hurmalığı da Hz. Fâtıma'dan zapte-dildi. H. Rasûl-i Ekrem sallallahu aleyhi ve âlihi vesellem, Hayber fethinden sonra kendi hisselerine düşen bu hurmalığı, 17. sûrenin (İsra'), "Akrabaya, yoksula, yolda kalmışa hakkını ver" meâlindeki âyet-i kerîmesiyle 30. sûrenin (Rum), "Artık yakınlara, yoksula ve yolda kalana hakkını ver" meâlindeki 38. âyet-i kerimesi hükmünce H. Fâtıma'ya (a.s) vermişlerdi. Ebubekir, bu hurmalığı miras saymış, "Biz peygamberlerin mirasımız yoktur, bıraktığımız şeyler sadakadır" meâlindeki hadise dayanarak hurmalıkta çalışan adamları oradan çıkartmış, Fedek'i beytülmal hesabına zaptetmiştir. Hz. Ali'ye ve Fâtıma'ya, bilhassa kendilerine taalluk eden bir hususun, hele "En yakın akrabanı korkut, emirleri onlara bildir" meâlindeki âyet-i kerime (26, Şuarâ', 214) varken bildirilmemesi mümkün değildi; çünkü Hz. Peygamber (s.a.a), vahyin tebliğinde emin ve sâdıktı. Ayrıca miras âyetlerinde Hz. Peygamber'in hasâisinden olarak böyle bir şey yoktu. Kur'an-ı Mecid'de de Zekeriyye Peygamber'in (a.s), kendine ve Ya'kub (a.s) soyuna vâris olacak bir evlat istemesi (19, Meryem, 5-6), Süleyman Peygamber'in (a.s) Dâvud Peygamber'e vâris olduğunun bildirilmesi (27, 16), Peygamberliğin miras yoluyla elde edilemeyişi, H. Ali ile Abbas'ın miras istemeleri bir yana dursun, Fedek, miras da değildi; H. Rasûl (s.a.a) , tarafından, hayatlarında verilmişti. Hz. Fatıma (a.s) halîfeye başvurdu, Ali, Ümmi Eymen ve Rebâh şehâdette bulundular; şehâdet-leri reddedildi; oysa Rasûlullah (s.a.a), Ali'nin dâimâ hak ve gerçekle beraber bulunduğunu, gerçekten ayrılmayacağını bildirmişlerdi (Fedâil'ül-Hamse; 2, s.108; Tirmizî, Müstedrek, Mecma'uz-Zevâid, Kenz'ül-Ummâl v.s.den naklen). Onuncu İmâm Aliyy'ün-Nakıy'nin (a.s) zilhiccenin on sekizinci günü, Hz. Ali'yi (a.s) ziyaretindeki sözlerinden anlaşıldığına göre İmâm Hasan ve İmam Huseyn de (a.s) şâhitler arasındaydı (Hâcc Şeyh Abbâs-ı Kummi: Mefâtih'ul - Cinan Tehran-1340, s.37). H. Fâtıma, müracaatından bir netice alamayınca Ebubekir ve Ömer'e darılmış, vefâtına dek onlarla konuşmamış, vefat etmeden de H. Ali'ye (a.s), geceleyin defnedilmesini, cenazesinde onların bulunmamasını vasiyet buyurmuştur (Fedek olayı için Buhârî'ye, 5, Farz'ul-Humüs bölümü, 7. 38, Müslim'e, 2, 72. 5, 151, 156, Müsned'e, 1, 69, Tabarî'ye, 3, 202, El-İmâmetu ve's-Siyâse'ye bakınız; 14).

Hz. Rasûl-i Ekrem'den (s.a.a), sonra kırk gün, üç ay, yahut sekiz ay yaşadıkları hakkında rivayet varsa da Ehlibeyt'-ten gelen rivayete göre yetmiş beş gün yaşamışlardır. Hz. Resûl (s.a.a), Saferin yirmi sekizinde vefât etmişlerdir. Hz. Rasûl'ül (s.a.a) Rabiülevvelin on ikisinde vefât ettiği rivayetine nazaransa Cumâdelûlâ sonlarında, yahut meşhur rivayete göre Cumâdelâhıranın üçünde intikal eylemişlerdir. Yaşları on sekizi aşmıştı (muhtelif rivay
Cevapla

“Nehcül Belaga” sayfasına dön