muharrem orucu ve kerbela

Herşeyin zekatı vardır, bedenin zekatıda oruçtur.
Alirıza 3
Mesajlar: 20
Kayıt: 25 Kas 2011, 23:51

muharrem orucu ve kerbela

Mesaj gönderen Alirıza 3 »

      KERBELÂ OLAYINA NASIL GELİNDİ?              (1. Gün)
 
Kerbelâ olayı, sadece 10 Ekim 680 yılında Hz. İmam Hüseyin’le Yezid arasında geçen bir olay olarak ele alınamaz. Kerbelâ olayına nasıl gelindi, bu olayı meydana getiren faktörler nelerdi? Geriye doğru dönüp, bu kanlı olayın tarih süreci içersindeki yerini görmek gerekir.
Bunun için de Kureyş kabilesi ve bu kabileyi temsil eden Haşim Oğulları ile Ümeyye Oğulları kimlerdi? Bu iki aile arasındaki akrabalık derecesi ve yine  bu iki aile arasındaki husumetin nedenleri nelerdi? Bunları bilmeden, Kerbelâ olayını anlayamayız ve anlatamayız.
Bu nedenle konuya Halil İbrahim Peygamber’le başlamak istiyorum. Bilindiği gibi, Halil İbrahim Peygamber, Tek Tanrı inancına dayalı hanif dinin, ilk temsilcisi idi. Halil İbrahim Peygamber,  oğlu İsmail ile birlikte Kâbe’yi yaptılar. Hz. İbrahim, burada İslam dinini yaymaya çalıştı. Daha sonra da oğlu İsmail Peygamber bu görevi sürdürdü.
İsmail Peygamber, Cürhüm kabilesinden evlendiği kızlarla, neslini çoğalttı. Yüzyıllar  sonra İslam Dini’ni tebliğe memur edilecek olan Hz. Muhammed’in ceddi olan Kureyş kabilesi, İsmail Peygamber’in evlendiği Cürhümlülerden çıkmıştır. Kâbe’den dolayı bu bölge kutsallık kazandı ve günden güne önemi arttı. Hz. İbrahim ve oğlu İsmail’in soyundan gelen Kureyşliler, Arap dünyasının değişmez hakimi olmuşlar ve bir çok medeniyetlerin temsilcisi olma özelliğine erişmişlerdir.
Bu arada Mekke yönetimini elinde bulunduran Huzaelilerin başkanı Huleyl, kızı Hubbey’i, Kureyş kabilesinin başkanı “Kusay” (Zeyd) ile evlendirdi. Huzaelilerin başkanı Huleyl ölünce de Kâbe’nin anahtarları, Kusay’ın karısına kaldı ve böylece Kâbe anahtarları, Kusay’ın eline geçti. Kusay, Kâbe’yi yeniden onararak pek çok yenilikler getirdi. Kusay, yaklaşık olarak M. S. 400 yılında doğmuş ve 480 yılında ölmüştür. Kusay’ın ölümünden sonra Kâbe yönetimi; Abdüddar, Abdümenaf, Abdüluzza ve Abdülkusay adlarındaki dört oğluna geçmiş, başkanlık ise büyük oğlu Abdüddar’da kalmıştı. Abdüddar’ın ölümünden sonra da “Kureyş” liler iki bölük olmuşlar, bir bölüğü “Abdümenaf” oğullarını tutmuş, diğeri ise, Abdüddar oğullarını tutmuştu. Daha sonra aralarında anlaşma sağlamışlar ve görevleri bölüşmüşler. Hacılara su dağıtımı olan “sikaye” ile yiyecek dağıtımı olan “rifade” görevleri, Abdümenaf oğlu “Haşim”e (Amr) verildi.
Ancak bu arada tek bâtında, yani ikiz doğan Abdümenaf’ın diğer oğlu ve Haşim’in de ikiz kardeşi, “Abdû Şems”, daha sonra da Abdû Şems’in oğlu Ümeyye, Kâbe’nin en önemli görevlerinin Haşim’in elinde bulunmasını, bir türlü kabullenemiyor, devamlı olarak kavga çıkarıyorlardı. En sonunda Haşim ile Ümeyye, mahkemelik oldular, davayı kaybeden Ümeyye, Mekke’den uzaklaştırıldı ve on yıl Mekke’ye gelemeyecekti. Bu arada Haşim öldü ve Kâbe’nin yönetimi, kardeşi Mutallib’in eline geçti. Bu arada Ümeyye’nin cezası bitmiş, Mekke’ye dönmüştü. Ancak kısa bir müddet sonra Ümeyye’de  öldü.
Diğer taraftan Haşim’in daha önce Medine’de evlendiği eşinden Şeybe adında bir oğlu vardı. Bu çocuk büyümüş, delikanlı olmuştu. Mutallib, Kâbe’nin yönetimini eline alınca, Medine’ye gidip Haşim’in oğlu Şeybe’yi Mekke’ye getirdi ve Kâbe’nin yönetimine ortak etti. Mutallib, yeğeni Şeybe’yi Medine’den Mekke’ye getirirken devesinin arkasına bindirmişti. Halk, Şeybe’yi Mutallib’in kölesi sanmış ve Mutallib’in kölesi anlamına gelen “Abdulmutallib” demişlerdi. Daha sonra Şeybe adı unutulmuş, Abdulmutallib adıyla anılmıştı. Abdümenaf’tan sonra kabile “Haşimiler” ve “Ümeyye” oğulları (Emeviler) olarak ikiye ayrılır.
Haşim oğulları: Abdümenaf, Haşim (Amr), Mutallib- Abdulmutallib (Şeybe), Abdulmutallib’in oğulları, Abdullah ve Ebu Talip’tir. Abdullah’ın oğlu Hz. Muhammed, Ebu Talib’in oğlu ise Hz. Ali’dir.
Ümeyye oğulları: Abdümenaf, Abdü Şems, Ümeyye, Harb, Sahar (Ebû-Süfyan), Muaviye ve Yezid’dir.
Daha İslamiyet öncesi Kâbe’nin yönetimi ile ilgili olarak başlayan bu iki ailenin düşmanlıkları, Kerbelâ’ya kadar sürmüş, hatta Kerbelâ’dan sonra da devam etmiştir.
Halife Ebu Bekir ve Halife Ömer’den sonra hilafeti eline geçiren Osman, bir Ehl-i Beyt düşmanı olan Muaviye’yi Şam Şehri’nin başına getirdi. Bu makama gelen Muaviye, Hz. Ali’ye ve Ehl-i Beyt ve Ehl-i Beyt dostlarına her türlü eza ve cefayı mübah görerek yapmadığı kötülük kalmamıştı.
 
Buraya kadar anlatılanlar ve Cemel Savaşı, Hz. Ali ile Muaviye arasında meydana gelen Sıffin Savaşı, Hakem Olayı, Hz. Ali’nin şahadeti, Hz. İmam Hasan’ın halifeliği, Muaviye ile yapmış olduğu sulh ve daha sonra da yine İmam Hasan’ın Muaviye tarafından zehirlenerek ortadan kaldırılmış olması, hep Kerbelâ olayını hazırlayan sebeplerin başında gelir.
İSLAMİYET’TEKİ AYRILIKLAR
Hz. Muhammed sallallahü aleyhe ve sellem Efendimizin bu âlemden Hakk’a yürümesinden hemen sonra ilk ayrılıklar başlamıştır. Bunun en önemli sebebi, Hz. Peygamber’imiz, kendisinden sonra amcasının oğlu ve aynı zamanda damadı olan Hz. Ali’yi, yerine vasi tayin etmişti. Buna rağmen, vefatından sonra Hz. Peygamber’in na’şı henüz yerde iken, Ebu Bekir’in halife seçilmiş olmasıdır.
Hz. Muhammed (sallallâhü aleyhe ve selem) efendimiz, hac ve humre ziyaretlerini yapmak üzere hicretin onuncu yılında tüm sahabeleri ile birlikte, Medine’den Mekke’ye gitmişti. Hac dönüşünde, (buna Haccet-ül veda da denir), “Gadir-Hum” denilen yere gelindiğinde, Cebrail-i Emin tarafından şu Kur’an ayeti gelmişti. Mealen: “Ey Resul! Rabbinden sana indirileni tebliğ et. Eğer bunu yapmazsan O’nun elçiliğini yapmamış olursun. Allah, seni insanlardan koruyacaktır. Doğrusu Allah, kâfirler topluluğuna rehberlik etmez” deniyordu.
Hazret-i Peygamber efendimiz, bu ayetin gelişinden ahrete intikal edeceğini fark etmiş ve ömrünün sonuna yaklaştığını anlamıştı. Bunun üzerine Allah’ın Resulü, kafilede bulunan binlerce sahabeyi ağaçlık bir yerde topladı ve deve semerlerinden bir minber yaptırarak üzerine çıkıp ellerini havaya kaldırdı: “Bugün burada bulunanlar, bulunmayanlara bildirsinler, acıyan, bağışlayan ve her şeyi bilen Cenab-ı Allah bildirdi ki, katına davet edildim; yakında davetine icabet edeceğim, ebedi yurda döneceğim” buyurdular. Sözlerine devam ederek: “Ey kavmim ve sahabeler! Bugün benden öğrenmek istediğiniz ne varsa fırsat kaybolmadan öğrenmeye çalışın, çünkü ayrılık vakti yaklaşmıştır. Yarın kıyamet gününde Muhammed size ne yaptı diye sorulduğunda, orada verilecek cevabınız ne olacaktır?” diye sordu.
O vakit bütün sahabe, hep bir ağızdan: “Ya Resulallah! Bize Peygamber’liği edâ ettiniz ve biz senden öğütler dinledik. Buna şahitlik ederiz” dediler.
Hz. Muhammed, ayı ikiye ayıran parmağını göğe doğru kaldırıp: “Ya Rabbi! Sen şahit ol!” dedi ve sözlerine şöyle devam etti: “Yarın ahiret gününde, havuz kıyısında bana ulaşacaksınız. Bu havuzun başına sizden önce varacağım. Siz gelince de size bıraktığım iki paha biçilmez emanete ne yaptınız diye soracağım, bu iki emanetim şunlardır:
Birincisi Allah’ın gökten yere uzatmış olduğu ipi Kur’an-ı Azim-i şan, diğeri ise, benim Ehl-i Beytim’dir. Bu iki emanetim, sizi havuzun başında bana ulaştıracaktır, bunu âlemlerin rabbi olan Allah’tan ben istedim. Bu iki emanetime sıkı sıkı sarılırsanız, delâlete düşmezsiniz, ebedi olarak doğru yolda olursunuz” buyurdular.
Bunları söyledikten sonra Allah’ın Resulü, şu Kur’an ayetini okudu: “Ey iman sahipleri! Allah’a itaat edin. Resule ve sizin içinizden olan iş ve yönetim sahiplerine de itaat edin. Sonra bir şeyde tartışmaya girdiniz mi, eğer Allah’a ve âhiret gününe inanıyorsanız, onu Allah’a ve Resûl’e arz edin. Böyle yapmanız hem hayırlı hem de sonuç bakımından daha güzeldir.”

Bu ayetin okunmasından sonra bazı sahabeler, “Biz hangi iş ve yönetim sahibine, yani kime itaat edeceğiz” diye sordular. O vakit Peygamber efendimiz, yanı başında duran Hz. Ali’nin elini tutup, kolunun altındaki beyazlık görününceye kadar havaya kaldırdı ve şunları söyledi: “Ali’nin kanı kanımdandır, canı canımdandır, teni tenimdendir, ruhu ruhumdandır; Ali ile biz bir nurun ikiye bölünmüş parçalarıyız” dedikten sonra şöyle devam etti: “Ben kimin mevlâsı isem, Ali de onun mevlâsıdır.”
Daha sonra da Hz. Peygamber’imiz: “Allah’ım Ali’yi seveni sen de sev, ona düşman olana sen de düşman ol, ona yardım edene sen de yardım et, onu hor göreni sen de hor gör. O nereye yönelirse Hakk’ı onunla beraber kıl” diyerek uzunca bir dua etti. Bunları duyan Hattab’ın oğlu Ömer Hz. Ali’ye gelerek: “Kutlu olsun sana ey Ebu Talib’in oğlu, sen benim ve tüm müminlerin mevlâsı oldun” diyerek Hz. Ali’yi kutladı. Bunun ardından orada hazır bulunan tüm sahabeler, teker teker gelip Hz. Ali’yi kutladılar.
Bu kutlamanın ardından hazır bulunan sahabeler: “Ya Resulallah! Biz senden razı olduk, ileride delalete düşmememiz için nasıl hareket etmeliyiz?” diye sordular. O vakit Hz. Muhammed: “Kul lâ eselüküm aleyhi ecren illel meveddete fil kurba” ayetini okudu. Mealen: “Size yapmış olduğum tebliğim için her hangi bir ücret istemem, ancak akrabam için bana meveddet ediniz, yani benim Ehl-i Beyti’mi samimiyetle seviniz ve muhabbet ediniz” buyurdular. Bu açıklamanın ardından da Hazret-i Peygamber’imiz: “Misli Ehl-i Beyti kemsel sefineten Nuh men rakâb fiha necaten ve men tahlef minha” buyurmuşlardır. Mealen: “Benim Ehl-i Beyt’im Nuh’un gemisine benzer, kim bu gemiye binerse kurtuluşa erer. Kim bu gemiye binemezse, delâlette kalır” buyurdular.
            Daha sonra da Hz. Ali ile ilgili olarak şu hadisleri söylediler:
1- Arap kavminin seyidi Ali’dir.
2- Sırrımın sahibi, Ali ibni Ebü Talip’tir.
3- Ben kimin efendisi isem, Ali de onun efendisidir.
4- Ali, bedenimde baş gibidir.
5- Tahkik, Ali benden sonra velinizdir.
6- Ya Ali! Sen bana Musa’nın Harun’u gibisin.
7- Ben korkutucu, Ali hidayete vesile olucudur.
8- Ben ve Ali, Allah’ın kulları üzerine, Allah’ın hüccetiyiz.
9- Ben ilmin şehri, Ali de kapısıdır. İlmi arzu eden kapıya gelsin.
10- Benden sonra ümmetimin en âlimi, Ali bin Ebi Talip’tir.
11-Halk içinde Ali, Kur’an içinde “Kul hüvallâhü Süresi” gibidir.
            Bunların dışında daha pek çok hadis mevcuttur. Bunlar, örnek olarak seçilmişlerdir.
Allah’ın Resulü Muhammed Mustafa (s.a.s.), Gadir Hum’dan yetmiş gün sonra hastalanmıştı. Hastalığı günden güne şiddetlendi. Etrafında Ehl-i Beyt’i, yakınları ve sahabeleri toplanmışlardı. Müslümanlar büyük bir acı ile karşı karşıya kalmışlardı. Hz. Muhammed, “Bana bir kağıt, bir kalem getirin, size bir vasiyet bırakayım; ta ki benden sonra delâlete düşmeyesiniz” buyurdular.
Allah’ın Resulü ve âlemlere rahmet olarak gönderilen Peygamber’imizin hayatının sonunda yazmak istediği bu vasiyeti, orada hazır bulunan Hattab’ın oğlu Ömer, “Peygamber sayıklıyor” diyerek bu vasiyetin yazılmasına engel oldu.
Şurası çok iyi bilinmelidir ki âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın Resulü, kendi aklı ile değil, şuhudları ile hareket ederlerdi. Çünkü, “Levh-i Mahfuz” O’nun kitabı, kalem-i â’la ise yol göstericisi idi. Bu hususu Kur’an’da da görüyoruz. Kur’an’da: “Battığı zaman yıldıza andolsun ki, arkadaşınız (Muhammed) sapmadı ve batıla inanmadı; o, arzusuna göre de konuşmaz. O’nun bildirdikleri, vahiy edilenden başkası değildir.”denilmektedir. Bu ayetten de anlaşılacağı gibi, Ömer’in müdahalesi yersiz idi. Çünkü Hz. Muhammed, Tanrı’nın izni olmaksızın tek söz etmemiştir.
Bu olanlardan kısa bir zaman sonra da Yüce Allah’ın Resulü, bu fani dünyadan Hakk’a yürüdü. Âlemlere rahmet olarak gönderilen o yüce Peygamber, yoktu artık. Medine halkını ve tüm İslam âlemini karanlık ve hüzün bulutları sarmıştı. Bir yandan madde güneşi doğarken, diğer yandan da bu âlemleri aydınlatan manevi güneş kaybolmuştu.
Hz. Ali başta olmak üzere Hz. Muhammed’in Ehl-i Beyt’i, yakınları ve özel sahabeleri Hz. Muhammed’in na’şını yıkamak, cenaze namazını kılmak ve defnetmekle meşguldüler. Diğer bir tarafta da daha Hz. Peygamber’in na’şı yerde iken, yerine halife seçmek isteyenler, “Sakifeyi beni Saide” denilen yerde toplanmışlar, Ebu Bekir’i halife seçmekle meşguldüler. Bu nasıl bir Müslümanlıktır ve bağlılıktır ki, daha henüz Peygamber’in cenaze namazı bile kılınmadan, na’şı yerde iken böyle bir hareketi kendilerine uygun görmüşlerdi.
İşte, böyle oldu bittiye getirilerek gayri adil bir seçimle Ebu Bekir halife seçilmiştir. Çünkü, Cenab-ı Allah’ın övmüş olduğu ve “Alemlere rahmet olarak gönderdim” dediği Resulü’nün, “Ehl-i Beyt’im” dediği kimselerin hazır bulunmadığı bir seçim, gayri adil sayılırdı.
Hz. Muhammed’in vefatından müteessir olmadan, Gadir Hum biatını ve velayet ayetini hiçe sayıp, Hz. Muhammed’in hiçbir vasiyette bulunmadığını iddia ederek, hatta Peygamber’in vefatını bile fırsat bilip böyle bir seçime başvurmuşlardı.
Bilindiği gibi, birinci Halife Ebu Bekir, vefatından önce yerine Hattab’ın oğlu Ömer’i tavsiye etmiş ve vasiyet üzerine ikinci halife olarak Ömer seçildi. İkinci Halife Ömer de altı kişilik bir şüra atadı ve Hz. Ali’nin ismini en sona yazdı ve şüra ise 3. Halife olarak Osman’ı seçti. Eğer Halife Osman’ın ölümü ani olmasaydı, vasiyet edecek zamanı olsaydı, muhakkak ki o da halife olarak Muaviye’yi tavsiye edecekti. Bu nasıl bir adalettir?
Yukarıda da söylediğim gibi Hz. Ali, Hz. Peygamber’in gerçek vasisi ve varisidir. Ancak Hz. Ali, İslam Dini’nin parçalanmaması ve zarar görmemesi için yapılan tüm haksızlıklara sabır göstermiştir. Halife Osman’ın öldürülmesinden sonra Müslümanlar, Hz. Ali‘nin etrafında toplandılar ve kendisine biat ettiler. Böylece Hz. Ali, halifeler arasında Allah ve Peygamber’in emirlerine uygun ve Müslümanların desteği ile seçilen tek halifedir.
Hz. Ali’nin hilafeti 4 yıl, 3 ay sürdü. Hz. Ali’nin bu 4 yıllık hilafeti döneminde, Muaviye ve taraftarları, Hz. Ali’yi rahat bırakmadılar. Hz. Ali’ye biat etmeyen Muaviye, bu sefer de Halife Osman’ın ölümünde Ali’nin parmağı olduğunu söyleyerek, kan davası peşine düştü. Hz. Ali’ye muhalefet edenler yalnızca Emeviler değildi. Hz. Peygamber’in eşi Ayşe de Hz. Ali’ye karşı davrananlardan idi.
CEMEL SAVAŞI
Hz. Ali, halife seçilince, Yemen, Basra, Küfe, Mısır ve Şam bölgelerine yeni valiler atadı. Ancak bunların çoğu, bölge halkı tarafından iyi karşılanmadılar. Talha, Küfe valiliğini, Zübeyr de Basra valiliğini istemişlerdi. Bu istekleri yerine getirilmediği için, Hz. Ali’ye biat etmiş olmalarına rağmen, sonradan ona cephe aldılar.
Hz. Peygamber’in eşi Ayşe, Halife Osman’ın öldürülmesinden önce Mekke’ye gitmişti. Osman’ın öldürülüp Hz. Ali’nin halife seçildiğini öğrenince hemen Medine’ye dönmeyip bir süre daha Mekke’de kaldı. Bu sırada Talha, Zübeyr, Abdullah bin Ömer, Abdullah bin Amir ve beni Ümeyye’den birkaç kişilik bir topluluk gelip Ayşe ile birleştiler. Yine Hz. Ali’ye karşı olanlardan biri olan Ya’la bin Münebbih, Yemen vali ve âmili bulunduğu sırada, Yemen Beyt-ül Mal’ında bulunan pek çok malları ve parayı alıp Mekke’ye geldi. Burada bulunan Talha, Zübeyr ve Ayşe’ye katıldı. Getirdiği malları, bunlara verdi. Bu türlü kişisel çıkarlar ve kırgınlıklarla Hz. Ali’ye cephe almış kişiler topluluğu, Halife Osman’ın kanını dava etmek için, Basra’ya doğru yola çıktılar. Kendilerine yolda katılanlarla birlikte sayıları, epey çoğaldı. Ya’la bin Münebbih, yüz dinara satın aldığı Asker adındaki devesini Ayşe’ye hediye edip bu deve ile savaşa girdiği için bu savaşa deve savaşı anlamına gelen “Cemel Savaşı” denildi.
Hz. Ali’nin Basra’ya vali olarak atadığı Osman bin Huneyf, Ayşe ve yanındakileri durdurmak istediyse de başarılı olamadı. Adamlarından kırk kişiyi öldürüp, kendisinin de saçını sakalını yolup birkaç gün hapsettikten sonra salıverdiler. Diğer taraftan Hz. Ali, onların bu çirkin davranışlarını duyup aynı yıl, yani 656 Ekim ayında, 1200’ü Muhacirin ve Ensardan olmak üzere 4000 kişilik bir birlikle yola çıktı. Oğulları Hz. Hasan, Hz. Hüseyin ve Muhammed bin Hanefi ile Ebu Bekir’in oğlu Muhammed bin Abdullah bin Abbas da yanında idi. Irak topraklarındaki Zükar adlı yere vardıklarında, Küfe halkından 12.000 kişi Hz. Ali’nin, bir bölüğü de Ayşe’nin yanında yer aldı. Küfe’de kimin namaz kıldıracağı konusunda Talha ile Zübeyr arasında anlaşmazlık çıkınca Ayşe, yeğeni Abdullah bin Zübeyr’i imamlığa geçirerek işi yatıştırdı.
Burada hemen bir savaşa girip yersiz olarak Müslüman kanının dökülmesini istemeyen Hz. Ali, Basra’ya gitti. Hz. Ali, Zübeyr ve Talha ile görüşüp savaşı önlemek istedi ise de bu görüşmelerden bir sonuç alamadı. Ancak Hz. Ali, Zübeyr’e Peygamber’in, kendisinin, haksız olduğu bir konuda Ali ile karşılaşacağı hakkındaki sözünü hatırlatınca Zübeyr, savaştan çekilmiş, Medine’ye dönerken Amr bin Cermuz adındaki biri tarafından yolda öldürülmüştür.
Ayşe’nin ordusu ile Hz. Ali’nin ordusu arasında Hureybe adlı yerde yapılan savaş, 9 Aralık 656 Perşembe günü başladı. Burada öyle şiddetli bir savaş oldu ki, deve üstünde ve kıl cibinlik içinde bulunan Ayşe’nin cibinliği, atılan oklarla kirpiye dönmüştü. Bu arada Talha, yan yana savaştıkları arkadaşı Mervan bin Hakem’in attığı bir okla öldü. Savaş sonunda Ayşe tarafı yenildi, Ayşe’nin kendisi Ali’nin ordusu tarafından esir alındı ama, kendisine tutsak muamelesi yapılmadı. Bu savaştan galip çıkan Hz. Ali, Ayşe’yi huzuruna getirdiklerinde: “Ya Ayşe! Biliyorsun ki, Resûlü Ekrem, ümmetinin bir kılına bile zarar gelmesini istemezdi. Halbuki sen, onun, bunca ümmetinin kanlar içinde can vermesine sebebiyet verenlerle birleştin. Yarın mahşer gününde onun huzuruna hangi yüzle gideceksin?” dedi. O vakit Ayşe, utancından ellerini yüzüne kapatmıştı. Daha sonra Hz. Ali, Ayşe’yi, kendi yanında çarpışmış bulunan Muhammed b. Ebu Bekr ile Mekke’ye yolladı. Söylentiye göre Ayşe, bu yaptığından pişman olup öyle çok ağlamış ki son zamanlarda gözleri kör olmuştu ve 13 Temmuz 678 de öldü.
Bu savaşta, Ayşe’nin ordusundan dönerken yolda öldürülen Zübeyr ile savaşta vurulan Talha’nın da bulunduğu 13.000 kişi, Ali’nin ordusundan da 2.000 kişi olmak üzere 15.000 Müslüman öldü. Tüm bu olanlar ise, Hz. Peygamber’in eşi olan Ayşe’nin öteden beri, Hz. Ali’ye karşı beslediği düşmanlığın sonucudur. Çünkü, Beni Mustalik gazvesi sırasında Ayşe için bir söylenti yayılmıştı. Hz. Peygamber, Ali’nin ne düşündüğünü sorduğu zaman, Hz. Ali, Ayşe’den şüphelendiği için değil, sırf Peygamber’in şerefine gölge düşmesin diye “durumu bir inceletin” demişti. Hz. Ali’nin bu sözüne içerleyip, Hz. Ali’ye karşı kin beslediğindendir.
Alirıza 3
Mesajlar: 20
Kayıt: 25 Kas 2011, 23:51

Re: muharrem orucu ve kerbela

Mesaj gönderen Alirıza 3 »

      HAZRET-İ ALİ’NİN HALİFELİĞİ VE MUAVİYE   (2. Gün)
 
Halife Osman’ın öldürülmesinden sonra Hz. Ali, ilk olarak halkın iradesiyle halifeliğe getirilmişti. Ancak, diğer tarafta da Hazret-i Ali’nin hilafetini kabul etmeyen Muaviye, Şam’da kendisini halife olarak ilân etmişti. Muaviye, daha Hz. Peygamber’in sağlığında Hz. Peygamber ve Hz. Ali’ye karşı idi. Rivayet ederler ki, Muaviye’nin soyundan Hz. Peygamber ve Ehl-i Beyti’ne pek çok zarar geleceğine dair vahiy geldiğinde Muaviye, Hz. Muhammed’in ve tüm sahabenin önünde: “Ya Resulallah! Eğer benim soyumdan size ve yakınlarınıza bir zarar gelecekse, ben de şu anda yemin ediyorum ki, kesinlikle evlenmeyeceğim. Böylece de benim soyumdan sizin soyunuza bir zarar gelmeyecektir” diyerek yemin etti.
Ancak, bir müddet sonra Muaviye, amansız bir rahatsızlığa yakalandı ve hekim tarafından muhakkak bir evlilik yapması gerektiği kendisine söylendi. Muaviye Hz. Muhammed’e verdiği söze rağmen Yahudi Ekim’in 96 yaşındaki cariyesini, beş yüz dirhem ödeyerek satın aldı ve bu kadınla beraber oldu. Ancak, yaşlı olmasına rağmen bu kadın hamile kaldı. Bir müddet sonra Muaviye’nin bir oğlu dünyaya geldi. Muaviye oğluna isim koysun diye Hz. Muhammed’e getirmişti. Çocuk ağlayınca Muaviye, “Sus bre Yezit” dedi.
Bu sözü duyan Allah’ın Resulü, “Tamam çocuğun adını siz koydunuz” dedi. Muaviye’nin bir oğlu olduğunu duyanlar, Hz. Peygamber’e gelip, bu durumu söylediler. Hz. Peygamber, “Evet biliyorum, adını koymak için bana getirmişti” buyurdular.
O vakit Hz. Peygamber, “Muaviye yeminini bozdu ve kendisi gibi bir münafığın dünyaya gelmesine sebep oldu. O’nu derhal aranızdan üç menzil uzağa sürün ve hiç kimse onunla görüşmesin. Ayrıca size vasiyetimdir ki, benden sonra kim hilafete gelirse, bu kimseyi üç menzil uzağa sürsün” dedi. Böylece Muaviye, Medine’den üç menzil bir mesafeye sürülmüştü. Hz. Peygamber’in Hakk’a yürümesinden sonra hilafete gelen Halife Ebu Bekir ve Halife Ömer, Peygamber’in vasiyeti üzerine Muaviye’yi üçer menzil uzağa sürdüler. Ancak hilafet Osman’ın eline geçince, Muaviye’yi, üç menzil uzaklaştıracağı yerde, Ebu Bekir’in oğlunu Şam beyliğinden alıp, yerine akrabası olan Ebu Süfyan’nın oğlu Muaviye’yi atayarak, onurlandırdı. Bunu duyan sahabeler, Hz. Ali’ye gelerek: “Ya Ali! Bu nasıl bir iştir ki, Osman, Peygamber’in vasiyetini hiçe sayarak, üç menzil uzağa süreceği lânetlenmiş bulunan Muaviye’yi, Şam beyliğinin başına getirdi? Muaviye gibi lânetlenmiş bir kimsenin Peygamber soyuna zarar vermesine biz müsaade etmeyiz” dediler. Daha sonra da Hz. Ali’nin Çin’in Kuzeyindeki bir bölgede bulunduğu sırada, Halife Osman’a karşı olan sahabeler, ayaklanarak yetmiş iki bölüğe ayrıldılar. Ebu Bekir’in oğlunun kumandasında bulunan bir bölük, şehre girerek Halife Osman’ı öldürdüler. Daha sonra da o sırada Uzak Doğu’dan yeni dönmüş olan Hz. Ali’yi hilafete getirdiler. Bu gelişmelerden sonra Şam’da bulunan Muaviye, fitne hareketlerine başladı ve: “Ben Osman’ın gerçek akrabasıyım, halifelik benim hakkımdı. Hz. Muhammed, vefatından önce halifeliğe beni vasiyet etmişti” diyerek halkı aldatmaya başladı, hatta düzmece hadisler uydurarak halkı kandırdı.
Muaviye, halkı Hz. Ali’den soğutmak için her türlü çareye baş vuruyordu. Hilafeti eline geçirebilmek için her yolu denedi, pek çok Ali taraftarının kanını akıttı. Hatta iki defa ordusuyla Hz. Ali’nin üzerine geldi ve her ikisinde de bozguna uğradı. Muaviye’nin hilafet uğruna yapmış olduğu zulümlerin sonu gelmiyordu. Sahabenin ısrarı üzerine Hz. Ali, nihayet asi Muaviye’ye bir ders vermek için savaşmaya karar vermişti. Hz. Ali, büyük bir ordu ile Şam’a doğru ilerliyordu. Muaviye de Ali’ye karşı büyük bir ordu ile harekete geçmişti.
 
SIFFİN SAVAŞI
Hz. Ali’nin ordusu ile Muaviye’nin ordusu, 26 Temmuz 657 tarihinde Şam yolu üzerinde bulunan “Saffeyn” mevkiinde karşı karşıya geldiler.
Hz. Ali, Muaviye’ye: “Bilirim, senin bize olan düşmanlığın, tamamen şahsidir, gel boş yere Müslüman kanı akıtmayalım. Sadece ikimiz meydana çıkıp teke tek çarpışalım” dedi. Fakat Muaviye bunu kabul etmedi, iki ordu arasında şiddetli bir savaş başladı ve her iki taraftan da bir hayli zayiat verilmişti. Muaviye kuvvetleri Hz. Ali kuvvetleri karşısında bozguna uğramışlardı.
Ancak yenileceğini anlayan Muaviye, çeşitli hilelere baş vurmaya başladı. Sonunda Muaviye’nin kumandanı Amr bin As’ın, bir hilesiyle ordu toparlanmıştı. Muaviye’nin kumandanı Amr bin As, Kur’an sayfalarını mızrakların ucuna taktırarak Hz. Ali’nin kuvvetlerinin önüne çıktı ve: “Siz ve biz, birbirimizi yok ettikten sonra, İslam yurdunu kim koruyacak? Tanrı’nın kitabı Kur’an, aramızda hakem olsun” diye haber gönderdi. Bu durumu gören Hz. Ali’nin yanında savaşan hariciler, “Allah’ın kitabına uymalıyız” diyerek savaşmaktan vazgeçmek istediler ve Hz. Ali’ye: “Ya Ali! Kur’ana uy, yoksa seni onlara teslim ederiz ya da Osman’a yaptığımızı sana da yaparız” diyerek ayaklandılar.
O vakit Hz. Ali, “Bu bir hiledir, gerçek Kur’an biziz, ben Kur’an’ı Natık’ım” diyerek Muaviye’ye karşı savaşmalarını istedi. Sonunda Muaviye taraftarlarının dediği oldu ve her iki tarafta, hakeme gidilmesine karar verdiler.
HAKEM OLAYI
Her iki hakem, Hicretin 37. yılı Şaban ayı içerisinde Şam civarındaki Ezruh şehrinde buluştular. Hz. Ali’nin Hakem’i Ebu Musa, Muaviye’nin hakemi ise Amr bin As idi. Her iki taraftan da dörder yüz kişi, tanıklık etmek üzere gelmişti. Bu arada iki kişi, kılıçlarını çekerek, “hüküm Allah”ındır diyerek, Muaviye taraftarlarına saldırdılar. Bu iki kişi, derhal öldürüldü, ancak bu söz, haricilerin parolası haline geldi.
Barış kağıdının başına yazılacak olan: “Emir’ül-Mümin’in Ali ile Muaviye arasında” cümlesine Amr bin As, itiraz etti. Muaviye yanlıları, “biz Hz. Ali’yi müminler emiri olarak kabul etmiyoruz, yalnız adı yazılsın” dediler. O vakit Kays oğlu Ahnef: “Ey Emir-ül Mümin’in! Halk birbirini kırsa bile bu sözü sildirme” diye yalvardı. Orada bulunan Eş’as ise, “sildir şu sözü” diye bağırdı. O vakit Hz. Ali, “Ey Sübhan Allah! “Hudeybiyye şartını yazarken de bu iş, Resûlallah’ın başına gelmişti, aynı şey şimdi de benim başıma geldi” dedi. Bunun üzerine anlaşmanın altına sadece Hz. Ali’nin ve Muaviye’nin isimleri yazıldı. Üzerlerinde “Muhammed’ür Resûlallah” yazılı mühürle de mühürlendi.
Her iki hakem arasında görüşmeler başlayınca, Muaviye’nin hakemi Amr bin As, Hz. Ali’nin hakemine, “Gel her ikisini de azledelim. Halk, güvenilir bir başkasını halife seçsin” diyerek Ebu Musa’yı ikna etti ve kürsüye önce Ebu Musa’yı çıkardı.
Önce kürsüye çıkan Ebu Musa, “Biz Amr bin As ile anlaştık, şu parmağımda bulunan hilafet yüzüğünü, parmağımdan çıkarıyorum ve böylece Ali’yi azlediyorum. Amr bin As’ta Muaviye’yi azledecek. Böylece sizler de aranızdan güvenilir birisini halife seçiniz” dedi ve kürsüden indi.
Bunun ardından Muaviye’nin hakemi Amr bin As, kürsüye çıkarak: “Ebu Musa’ın sözlerini duydunuz, Ali’yi azletti. Ben de Ali’yi azlettim ve Ebu Musa’nın parmağından çıkardığı hilafet yüzüğünü Muaviye’nin hakemi olarak parmağıma takıyorum ve böylece beni kendisine hakem tayin eden Muaviye’yi halife tayin ettim. Çünkü, Muaviye, Osman’ın varisidir, halifelik en çok onun hakkıdır” diyerek Muaviye’yi halife tayin etti.
Ebu Musa, kandırılmıştı. Hatasını düzeltmek istediyse de muvaffak olamadı. Çünkü Ebu Musa’yı hiç kimse dinlemedi. Sonuç olarak Muaviye hilafeti eline geçirerek Şam’a yerleşti. Aslında bu iki hakemin seçilmesi, daha doğrusu atanmasının nedeni, Müslümanlar arasında kan dökülmesine yol açan savaş halinin kaldırılması, ortaya çıkmış olan sorunlara  Kur’an’daki hükümlerin uygulanması idi. Hz. Ali’nin halifeliği kesinlikle tartışılamazdı. Çünkü Hz. Ali, Medine’de Muhacirler ve Ensar tarafından seçilip kendisine biat edilmişti. Hakeme baş vurulması, aslında Hz. Ali aleyhine değil, belki Muaviye aleyhine idi. Ancak Amr bin As’ın, Ebu Musa’yı kandırıp, Muaviye’yi hilafete getirmesi üzerine, Havarıç’tan Zur’a bin el-Burç ve Harkos bin Züheyr es-Sa’di, gelip Hz. Ali’nin önünde: “Lâ hükme illa lillah” demişlerdi ve Ali de bu cümleyi tekrar ile doğrulamıştı. Harkos, Hz. Ali’ye: “Hatana tövbe et, hakemden dön, bizi alıp düşmanının karşısına çık, Tanrımıza kavuşuncaya dek onlarla çarpışalım” demişti.
 
HAZRET-İ ALİ’NİN ŞAHADETİ
Hazret-i Ali, Muaviye ile savaşmanın artık kaçınılmaz olduğunu anlamıştı. Ancak Muaviye’nin üzerine yürümeden önce haricilerin işledikleri kanlı cinayetlere bir son vermek üzere Nehruvan’na gitti.
Hz. Ali haricilerin tuttuğu yolun yanlış olduğunu ve boş yere kardeş kanı döktüklerini kendilerine anlattı ise de ikna olmadılar. Haricilerle Hz. Ali arasında savaş kaçınılmaz olmuştu. Ancak, 4000 kadar olan haricilerden pek çoğu, “Biz Ali ile savaşmayız” diyerek topluluktan ayrıldılar. Geriye kalan 1800 civarındaki hariciler, 17 Temmuz 658 yılında Nehruvan’da Hz. Ali’ye karşı savaşa girdiler ve ancak 8-10 kişi sağ kurtulabildi.
Hazret-i Ali, Nehruvan savaşından sonra Muaviye’nin üzerine yürümek üzere planlar yapıyordu. Bu sırada bazı kimseler de, “Hz. Ali ile Muaviye ortadan kalkarsa, yeryüzünde fesat kalmaz” diye aralarında planlar yapıyorlardı. Aslen Mısır’lı olan Abdurrahman bin Mülcem, “Ben Ali’nin hakkından gelirim” dedi. Orada bulunan Berk bin Abdullah da Muaviye’nin işini bitirmeyi üzerine aldı. Yine orada hazır bulunan Amr bin Bekr ise, Amr bin As’ın da bunlardan aşağı olmadığını ve onun da öldürülmesi gerektiğini teklif etti ve bu görevi kendisi aldı. Bu üç kişi, Ramazan ayının 17. günü görevlerini yerine getirmek üzere anlaştılar ve her birisi kendi bölgesine gitti. Bunlardan Abdurrahman bin Mülcem, Küfe’ye geldi ve bazı kimselerle görüşüp niyetini onlara açıkladı. Bu arada Hz. Ali tarafından Nehruvan’da babası ve kardeşi ile birlikte on civarında yakınını kaybeden Katame adında çok güzel bir kadınla tanıştı. Hiç vakit kaybetmeden bu kadına evlenme teklifinde bulundu.
Kadın, “Bu teklifini bir şartla kabul ederim. Teklifim, 3000 dirhem para, bir köle, bir cariye ve Hz. Ali’nin öldürülmesi” dedi.
İbn-i Mülcem, “İlk üç şeyi kabul ediyorum; ancak, Ali’nin öldürülmesini kabul edemem, bunu yapan kimse sağ kalamaz” dedi.
Kadın, “Eğer Ali’yi öldürürsen, seninle karı-koca olarak birlikte yaşarız. Eğer öldüremeyip de kendin öldürülürsen, Tanrı katında elde edeceğin nimetler, dünya nimetlerinden çok daha hayırlıdır” cevabını verdi.
İbn-i Mülcem de: “Ben de zaten Ali’yi öldürmek için buraya geldim” diyerek, sakladığı sırrını açıkladı. Öcünün alınacağını anlayan Katame, Mülcem’e yardım etmek üzere Şebib ve Verdan adındaki şahısları buldu. Bu üç namert, 661 yılı Ramazan’ın 19. günü Hz. Ali’yi ortadan kaldırmanın planlarını yapıyorlardı.
 
Tüm bu olanlar, Ali’ye malum olmuştu. Hz. Ali, yattığı yerden ter içinde uyandı, gördüğü rüyanın etkisiyle etrafına bakındı. Rüyasında Hz. Resûlallah’ı görmüştü, kendisiyle beraberdi, “Hasretlik bitti” diyordu. Resûlallah ile kucaklaşırken, çıkardığı kendi sesinin gürültüsüne uyanmıştı. Kalktı, oturdu ve bir müddet sonra tekrar kalktı ve tek tek çocukların yanına gitti, doyasıya yüzlerine baktı. Bu sırada Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin de uyanmışlardı. Babalarını solgun görünce: “Nedir bu halin baba, rahatsız mısın?” diye sordular.
Hz. Ali: “Hayır! İyiyim” diye cevap verdi. Ve daha sonra gördüğü rüyayı anlattı, Hakk’a ulaşacağı günlerin yakın olduğunu söyledi. Bu haberi duyan Hz. Hasan ve Hz. Hüseyin, pek çok müteessir oldular. İbn-i Mülcem’in günlerdir evliyalar Şahı’nı ortadan kaldırmanın planlarını yaptığı, sanki kendilerine malum olmuş gibiydi.
Aslında Hz. Ali, olacakların farkına varmıştı ama, akacak olan kanın önüne geçilemezdi, korunmayı dahi düşünmedi. Nasıl korunabilirdi ki, zaten halkla iç içe yaşıyordu, kimseye bir kötülüğü dokunmamıştı ki korksun.
O keremler sahibi Şah-ı Merdan, tüm yakınlarını toplayıp şöyle bir vasiyette bulundu: “Evlatlarım! Ben kısa bir zaman sonra aranızdan ayrılacağım. Ben Hakk’a yürüdüğüm zaman, yüzü yeşil peçeli ve sırtında matem elbisesi olan bir kişi gelip beni yıkayıp, kefenleyip, bir ceviz tabuta koyduktan sonra, deveye yükleyecektir. Beni yıkarken oğlum Hasan suyumu ısıtacak, oğlum Hüseyin de su dökecek, diğer yavrularım da kendilerine düşen görevi yerine getirecekler. Sakın ola ki, yüzü peçeli kişiye soru sorup taciz etmeyin. O, benim cenazemi götürüp Necef diyarında defnedecektir” diyerek vasiyetini tamamladı.
İmam Ali çok az uyurdu, şafak sökmeden kalkar, ibadetini yapardı. Aslında o gün de diğer günlerden farksız bir gündü. Yine her sabah olduğu gibi erkenden kalktı, ibadethaneye gitmek üzere evden ayrılırken, İmam Hasan ve İmam Hüseyin’e hediye olarak getirilen kazlar, feryat ederek sanki gitme dercesine eteğinden çekiyorlardı. Kazların bu hareketine mani olmak isteyenlere, “Bırakın onları, onlar ağlayanlardır” demişti. Ve daha sonra da kazları elleriyle sevip okşadıktan sonra da evden ayrıldı.
Hz. Ali’nin dışarı çıktığını gören İbn-i Mülcem, saklandığı yerden çıkarak, “Hüküm Allah’ındır” diyerek, elindeki zehirli kılıçla Hz. Ali’yi ağır yaraladı. Hz. Ali, yere düştüğü zaman: “Andolsun Kâbe’nin Rabbine” buyurmuştu. Aynı anda Berk bin Abdullah’ta Şam’da Muaviye’yi yaraladı, fakat Muaviye aldığı bu yaradan ölmeyip sağ kurtuldu. Üçüncü harici ise, Amr bin As’ın yerine yanlışlıkla bir başka kişiyi öldürmüştü. Hz. Ali’yi yaralayan İbni Mülcem, kısa zamanda yakalanıp getirilmişti. Hz. Ali, karşısına getirilen İbn-i Mülcem’e, “Ey Allah’ın düşmanı! Ben sana iyilik etmedim mi?” dedi. Mülcem: “Evet, iyilik ettin” dedi. Hz. Ali: “Peki, bu yaptığın soysuzluk nedir?” dedi.
İbn-i Mülcem: “Ben bu kılıcı, kırk gün zehirle biledim, Allah’tan, bu kılıçla halkın en kötüsünü öldürmesini istedim” diye cevap verdi.
Hz. Ali de: “Öyle ise sen de bu kılıçla öldürüleceksin” buyurdular. Hz. Ali, aldığı bu yaraların etkisiyle, 21 Ramazan 661 yılında Hakk’a yürüdü…
            Erenlerin evliyaların piri
            Eyvah Şah-ı Merdan şehit oldu ya
            Aşıkların maşukların serveri
            Eyvah Şah-ı Merdan şehit oldu ya
            Arslan olan miraç yolunda yatan
            Mancılıkla kendin Hayber’e atan
            Kurdun kuşun nasibini dağıtan
            Eyvah Şah-ı Merdan şehit oldu ya
Alirıza 3
Mesajlar: 20
Kayıt: 25 Kas 2011, 23:51

Re: muharrem orucu ve kerbela

Mesaj gönderen Alirıza 3 »

    HAZRET-İ İMAM HASAN           (3. Gün)
Hazret-i İmam Hasan, Hz. Ali’nin büyük oğludur. Anası Hz. Peygamber’in kızı Hz. Fatıma’dır. 624 yılında doğmuş ve 28/03/670 yılında Hakk’a yürümüştür. İmam Hasan’ın şerefli künyesi Ebû Muhammed, lâkabı Naki ve Tevfik’tir. Sahife-i Rızaviye’de Esma bint-i Amis, şöyle nakleder: “İmam Hasan doğduğu zaman ben onu kehribar renkli bir hırkaya sarıp, Hz. Peygamber’in huzuruna götürdüm.”
O vakit Hz. Peygamber: “Ey Esma! Ben sana defalarca evladımı sarı hırkaya sarma demedim mi?” buyurdular.
Bunun üzerine ben de, aldığım bu emir üzerine İmam Hasan’ı kâfur renginde bir hırkaya sarıp Hz. Peygamber’in mübarek eline verdim. Hazret, onun kulağına ezan okuyup, Hz. Ali’ye: “Ya Ali! Bu çocuğa ne ad koydun?” diye sordu.
O vakit Murtaza: “Ya Resulallah! Evladıma isim vermekte sizden önce davranamazdım ama, hatırıma gelir ki, müsaade olursa “Harp” veyahut “Hamza” adını vereyim!”
Hz. Peygamber: “Allah’ın hükmü, her hükümden evveldir!” dedi. Bunun ardından Cebrail-i Emin gelip: “Ya Resulallah! Cenab-ı Hakk, Ali sana Musa’ya nispetle Harun derecesindedir. Onun oğlunun adını versin buyurdu” dedi.
O vakit Resulallah: “Onun adı ne idi?” diye sordu.
Cebrail: “Şeper’dir! Şeper, Süryani dilinde “Hasan” demektir” dedi. Böylece ismini Hasan koydular.
HAZRET-İ HASAN’IN HİLAFETİ
Hz. Ali, Ramazan ayının 21’nde yani 24 Ocak 661 günü Hakk’a yürümüştü. Hz. İmam Hasan, babasının defninden sonra Ramazan ayının yirmi beşinci günü Küfe Mescidi’nde halka şöyle seslendi: “Ey Küfeliler! Bu gece, öyle bir zat vefat etti ki, Resulallah’tan başka, ne evvel gelenler içinde onun derecesini aşan vardır; ne sonra gelecekler arasında bulunur. O, Resulallah’ın mahiyetinde savaşır, canıyla onu korurdu. Cebrail sağında, Mikail solunda giderdi O’nun. O, Allah’ın izniyle, gittiği her yeri fethetmeden dönmezdi. Meryemoğlu İsa’nın göğe ağdığı, Musa’nın vasisi Yüşa’nın vefat ettiği, Hz. Muhammed’e (S. M.) Kur’an’ın indiği gece, vefat etti O. Altın ve gümüş olarak ancak yedi yüz dirhem bıraktı.” Hz. Hasan, bunları söylerken, dayanamayıp ağlamaya başladı. Kendisini dinleyen halk da dayanamayıp ona uydular.
Hz. Hasan, sözlerine devam ederek: “Ey Müslümanlar! Beni bilen bilir, bilmeyen bilsin ki ben Hz. Ali’nin oğlu Hasan’ım… İnsanlara müjde verenin, insanları korkutanın, Muhammed’in oğluyum ben. Allah’ın izniyle insanları Allah yoluna çağıranın oğluyum ben. Ben ki o Ehl-i Beyt’tenim, o Ehl-i Beyt ki, Cebrail evimize inerdi, yine evimizden göğe çıkardı. Ben o Ehl-i Beyt’tenim ki Allah, her türlü kötülüğü giderdi onların üzerinden, tertemiz etti onları. Ben o Ehl-i Beyt’tenim ki, Allah, onları sevmeyi, her Müslüman için farz kıldı. Cenab-ı Allah Kur’an’da: “De ki, sizden tebliğime karşılık, sadece Ehl-i Beyt’imi sevmenizi isterim” buyuruyor. Ben ki, işte o Ehl-i Beyt’tenim” mealinde uzunca bir hutbe okudu.
Söz buraya gelince, Abbas’ın oğlu Abdullah, ayağa kalktı; “Ey insanlar! Bu Hasan, Peygamber’inizin oğludur, imamınızın oğludur. Ona biat edin” dedi. Bunun üzerine ölünceye dek kendisinden ayrılmayacaklarına dair söz vererek, Hz. Ali’ye biat eden 40.000 kişi, bu defa, O’nun oğlu Hz. Hasan’a biat ettiler. Irak, Mekke, Medine, Hicaz ve Yemen halkı da sağlığında Hz. Ali’ye bağlı oldukları gibi, şimdi de oğlu Hz. Hasan’a biat ettiler.
Hakem kararından sonra Şam halkı, Muaviye’ye biat etmiş oldukları için yalnız Suriye ve Mısır eyaletleri Hz. Hasan’a yapılan biatın dışında kaldılar. Hz. Ali’nin vefatını duyan Şam halkı, önce “Emir üs-Şam” olarak biat etmiş oldukları Muaviye’ye, bu kez “Emir ül-Mü’minin” yani halife olarak biatlarını yenilediler. Aslında Hz. İmam Hasan, beşinci halifedir. Çünkü,  6 ay müddetle bu görevinde kalmıştır.
Muaviye Irak halkının Hz. Hasan’a biat ettiklerini duyunca, 60.000 kişilik bir kuvvetle Irak üzerine yürüdü.
Öte yandan İmam Hasan da 40.000 kişi ile Küfe’den çıkıp Deyr-i Abdurrahman adlı yerde konakladı. Daha sonra da Medine’ye geldi. Burada da yanındakilere şöyle seslendi: “Ey ahali! Siz barışta ve savaşta ayrılmamak üzere bana biat ettiniz. Benim bu dünyada hiç kimse ile kavgam ve düşmanlığım yoktur. Doğudan batıya kadar da hiç kimseden incinmişliğim yoktur. Benim katımda güvenlik, barış ve iyi ilişkiler, kırgınlık ve düşmanlıktan daha önemlidir.”
Askerin içinde Hz. Ali’ye ve kendisine candan bağlı olanlar olduğu gibi, “hariciler” de yani iki yüzlü olanlar da vardı. Hz. Hasan’ın bu sözleri üzerine: “Sen de baban gibi Muaviye ile anlaşıp, halifeliği ona mı bırakacaksın?” diyerek tepki göstermeye başladılar. Hatta, “Bu adam kâfir oldu” diyenler oldu. Bazı kimseler de İmam Hasan’ın çadırına saldırıp, ellerine geçeni yağma ettiler. Bu hareketleri yapanlar, sadece hariciler değildi, Şiiler de dahil orada bulunanların pek çoğu İmam Hasan’a saldırdılar.
Durumun kötüye gittiğini gören İmam Hasan, Muaviye’ye haber göndererek, bazı koşullarla halifeliği kendisine bırakacağını bildirdi. Bazı tarihi kaynaklarda değişik şekilde verilmiş olsa da bu koşullardan bazıları şunlardır:
1- Muaviye, Irak halkından olup, İmam Hasan’a bağlı olanları yakalatmayacak ve onlardan öç almayacak,
2- Ehvaz Eyaleti’nin yıllık geliri, İmam Hasan’a ait olacak,
3- Peşin olarak kendisine 5 milyon, kardeşi Hüseyin’e de 2 milyon dirhem para verilecek ve ayrıca kendisine her yıl 200.000 dirhem maaş verilecek,
4- Muaviye, İmam Hasan’dan önce ölürse, halifelik İmam Hasan’a geçecek. Bazı kaynaklara göre ise, Muaviye’nin ölümünden sonra İmam Hasan’ın fikri alınmadan halife atanmayacak,
5- Hutbelerde, konuşmalarda ve toplantılarda Hz. Ali’ye ve yakınlarına küfür
 edilmeyecek.
Muaviye bu şartları kabul etti, ancak Hz. Ali’ye küfür edilmesi hususuna şerh getirdi. “İmam Hasan’ın bulunduğu meclislerde küfür edilmeyecek” şartını koydu. Tabi ki buna da uymadı. Hz. Ali ve yakınlarına yüzlerce yıl küfür edildi. Yine dördüncü maddedeki şarta da uymayarak, daha sağlığında oğlu Yezid’i kendi yerine halife ilân etmiştir.
İmam Hasan’ın halifeliği altı ay kadar sürmüştü. İmam Hasan, halifelikten ayrıldıktan sonra hariciler, yer yer Muaviye’ye karşı baş kaldırdılar ve gönderilen Muaviye ordularını darmadağın ettiler. Bunun üzerine Muaviye Küfe ileri gelenlerini toplayıp, “Ya çıkıp bu isyancıları dağıtınız, ya da ben sizi mahvederim” diyerek onları korkuttu. Küfeliler: “Zeyd için Amr sorumlu tutulmaz” yani başkasının suçunu niçin bize yüklemek istiyorsun, diyemediler. Hemen silaha sarılarak, haricilerin karşısına çıktılar, onları yenip dağıttılar ve böylece de hariciler sorunu ortadan kalkmış oldu, Muaviye de rahat bir nefes aldı.
 
HAZRET-İ HASAN’IN ŞAHADETİ
Yine bir gün halk, bayram sevinci içinde idi. O gün, herkes renk renk elbiseler giymişti. İmam Hasan ve İmam Hüseyin’in elbiseleri yoktu. Hz. Fatma üzgündü. Hz. Resulallah: “Ya Fatma ne için mahzunsun?” diye sordu.
Hz. Fatma: “Çocuklar elbise istiyorlar baba” dedi.
Hz. Resulallah, hemen gidip elbise alır. Elbiselerin birisi kırmızı, diğeri ise yeşildir. Yeşil olanı İmam Hasan beğenir, kırmızı olanı ise İmam Hüseyin beğenmiştir. Giyinip sevinirler, dedesine koşarlar: Ey dede! Diğer çocukların develeri var, bizim yok” derler. O vakit, âlemlere rahmet olarak gönderilen Allah’ın Resulü alır çocukları sırtına: “İşte sizin deveniz de benim” der…
Nida gelir ki, “Binenler de bindiren de ne güzel yakışmışlar.” O vakit Cebrail nazil olur ve gayb âleminde iki köşk gösterir, birisi yakuttan diğeri zümrüttendir.
O vakit Allah’ın Resulü:
- Bu köşkler kimin?
Cebrail:
- Biri İmam Hasan’ın diğeri İmam Hüseyin’indir.
Allah’ın Resulü:
-Renkleri niye ayrıdır?
Cebrail:
-Ya Resüllallah! Zümrüt köşk, İmam Hasan’ındır, çünkü onu zehirleyecekler; rengi aynı bu köşkün rengi gibi olacaktır. Gül rengi köşk ise İmam Hüseyin’indir. Çünkü, onun da başı kesilerek kanlar içinde, aynı bu köşkün rengi gibi olacaktır.
O vakit Hz. Muhammed, kendisini tutamayıp göz yaşı döker. İmam Hasan Medine’de dedesinden dinlediği bu kısayı anımsar. Zalimin zulmü hep üzerindedir. Evet, kardeşi Zeynep’in korkuları boşa değildir. Melun Muaviye, daha sağlığında oğlu Yezid’i hilafete getirmeyi kafasına koymuştur. Ancak İmam Hasan’la yaptığı anlaşma buna manidir. Anlaşmaya göre, Muaviye’den sonra hilafet, İmam Hasan’ın hakkıdır. Bunun için de Hasan’ın ortadan kalkması gerekiyordu. Muaviye bu durumu bildiği için hiç vakit kaybetmeden harekete geçti. Eşini ortadan kaldırması için, İmam Hasan’ın eşi Cu’de’yi, görevlendirdi. Cu’de’ye, “Eğer İmam Hasan’ı zehirler, ortadan kaldırırsan; seni oğlum Yezid’e eş olarak alacağım” dedi.
Bu görevi alan Cu’de, hiç vakit kaybetmeden işe koyuldu. Birkaç defa İmam Hasan’ın yiyeceklerine ve içeceklerine zehir koydu. Ancak İmam Hasan’ın bünyesi çok güçlü olduğu için fazla tesir etmemişti. Bu durumdan şüphelenen İmam Hasan’ın ablası Zeynep, adeta kardeşinin gölgesi olmuştu.
Su testisinin ağzını tülbentle bağlayıp mühürlüyordu. Geceleri de yanında kalıyordu. Kara bulutlar bir türlü dağılmıyordu, Resul evlatlarının üstünden. Cu’de, İmam Hasan ve Zeynep’in uyuduğu bir saatte gizlice içeri girdi ve elindeki elmas tozunu, yani zehiri, su testisinin üzerindeki mühürü bozmadan tülbentin üzerinden testinin içine boşalttı. Felek yine örmektedir cevri cefayı, Ehl-i Beyt’in üstüne.
İmam Hasan uyanır, çölün bunaltıcı sıcağından ve susuzluktan dudakları çatlamıştır, su içmek ister. O vefakâr bacı Zeynep, derhal fırlar yerinden ve testinin mührünü kontrol eder, dokunulmamıştır. Doldurur verir suyu kardeşine, ancak bu İmam Hasan için şahadet şerbeti olmuştur.
Ehl-i Beyt’ten bir ışık daha sönmektedir. Zehir tesirini göstermiştir. İmam Hasan: “Ah! Bu su nasıl bir sudur ki, içime ateş saldı, ciğerlerim parçalanıyor” dedi ve derhal Hz. Hüseyin’i çağırmalarını söyledi. Ehl-i Beyt’in evinde yine feryatlar yükselmektedir. İlâhi tecelliye bakın ki, İmam Hasan’ın rengi, yemyeşildir. Ateş ve ağrı içinde inim inim inlemektedir. İmam Hüseyin, yanına gelince İmam Hasan: “Ey kardeşim! Ceddimi rüyamda gördüm, elimden tutup bana cennet bahçelerini gösterdi ve: “Ey oğul! Sana müjde olsun. Belâ öksesinden ve zemane mihnetinden kurtuldun, yarın benim huzurumdasın” dedi. O vakit Hz. İmam Hüseyin ağlamağa başladı. İmam Hasan’ın Şahadet şerbetini içmeden önce kardeşi Hz. İmam Hüseyin’e son vasiyeti şuydu: “Çocuklarım sana emanet, onları boynu bükük bırakma, onlara sahip ol. Oğlum Kasım, kızın Fatma’ya tutkundur, onları sevgilerinden mahrum bırakma, onların iffetini koru. Evlatlarımı sana ve seni de Vacib-ül Vücud olan Allah’a emanet eyledim!” diyerek vasiyette bulundu.
Sefer ayının yirmi dokuzuncu gecesiydi, geceler karanlıktı, geceler acımasızdı, geceler haindi. İmam Hasan, mübarek diliyle kelime-i Şahadet getire getire bekâ âlemine erişti. (İnnâ lillâh ve innâ ileyhi râciûn).
İmam Hasan’ın cansız bedeni, kardeşi İmam Hüseyin’in kucağındaydı. Feryatlar gecenin karanlığında kayboluyordu, İmam Hüseyin ve Ehl-i Beyt taraftarları, İmam Hasan’ın mübarek cesedini, dedesi Hz. Muhammed’in kabri civarında defnetmek istemişlerdi. Hz. Muhammed’in dul eşi Ayşe; bir katıra binerek, taraftarlarıyla birlikte cenaze alayının önünü kesmişti.
Cenaze alayında bulunanlar:
- Ya Ayşe! Maksadın nedir?
Ayşe:
- Ravzai Mutahhara civarına kimseyi defnettirmem.
Cenaze alayında bulunanlar:
-Ya Ayşe! Kimse dediğin kişi, Hz. Peygamber’in göz bebeklerinden biridir. Bir zamanlar deveye bindin, Hz. Ali’ye muhalefet ettin, şimdi de katıra binip, bu şehidin önünü kesersin?
İçleri kan ağlayan Ehl-i Beyt taraftarları, şehidin tabutunu almış yürümüşlerdi. Kılıçlar  çekildi, oklar gerildi. Yine vahşet kopmuştu. Atılan oklar, cansız cesede saplanıyordu. İmam Hüseyin, öne atıldı: “Ey Allah’tan korkmaz, Resul’den utanmazlar! Bir şehidin cenazesine bile ok atıyorsunuz. Hangi dinde görülmüştür bu zulüm? “Peygamber’in ravzai pakine kimseyi gömdürmeyiz” diye güya ona saygı gösteriyorsunuz. Diğer taraftan da onun ailesinin cansız cesedine ok atıyorsunuz. Saygı bu mu? Ehl-i Beyt düşmanlığınız ne zaman bitecek? İslam arasındaki bu bozgunculuk ne zaman sona erecek? Ben kimsenin kanının dökülmesini istemiyorum. Bizi seven peşimizden gelsin.” Cenaze alayı döner, Bakiy Mezarlığına ve anası Hz. Fatma’nın yanındadır artık İmam Hasan…
Acıları, ızdırapları bitmiş, yüreğindeki sevgiyle ebediyete intikâl etmiştir İmam Hasan. Çünkü, şehitler asla ölmezler, o halde onların sevgileri de asla son bulmaz.
Hazret-i İmam Hasan’ı zehirleterek ortadan kaldıran Yezid, daha sonra da İmam Hüseyin’in peşini bırakmadı..
            Hısım akrabası bacı kardaşı
            Yıkılmış da gider İmam Hasan’ım
            Körpe yavruların boyuncukları
            Bükülmüş de gider İmam Hasan’ım
            Çarkı felek geçemedi nazından
            Yetim yavrusundan körpe kızından
            Ciğerleri bölük bölük ağzından
            Dökülmüş de gider İmam Hasan’ım
            Veda etti yaranına eşine
            Niyaz etti Şah Hüseyin’in başına
            Kudret melekleri gelmiş peşine
            Takılmış da gider İmam Hasan’ım
            Ali Sefa gider dosta koşarak
            Bağrım döver göz yaşlarım taşarak
            Bacı kardeş ile helallaşarak
            Çekilmiş de gider İmam Hasan’ım

















HAZRET-İ İMAM HÜSEYİN    (4. Gün)
Hz. İmam Hüseyin; Hz. Ali’nin oğludur. Lâkabı, “Şehid-i Kerbelâ’dır, 3 Şaban, 626, yani 19/1/626 yılında Medine’de dünyaya geldi, 11 yıl imamet makamında bulundu. 54 yaşında Cüstura oğlu Beşir (Şimir), Yezid’in emri ile 10 Muharrem 680 günü Kerbelâ’da şehit etti. Kabri, Kerbelâ’dadır, Merkadi nur olsun.
Küfe bölgesindeki Hz. Ali yanlıları, Hz. İmam Hasan’ın sağlığında halifeliği Muaviye’ye bırakmasına çok gücenmişlerdi. Onlara göre halifelik hakkı, Ali soyuna aitti. Hz. Hasan’ın Hakk’a yürümesinin ardından hiç vakit kaybetmeden, gizlice yanına gelip halifeleri olması için Hz. Hüseyin’e davette bulundular.
Hz. Hüseyin, bu işe ancak Muaviye’nin ölümünden sonra girişmek istiyordu. Hz. Hüseyin’in bu çekimser halini gören halk, Hz. Ali’nin üçüncü oğlu Muhammed Hanefi’ye baş vurdular ve olanaklar elverdiğinde ortaya çıkıp halifeliğini ilan etsin diye, gizlice kendisine biat etmeye başladılar.
Diğer taraftan Muaviye, Hz. Ali yanlılarından baş kaldıranları, şiddetle cezalandırıyor, memlekette güvenliği sağlamak için eyaletlere o devrin en güçlü ve zeki kişilerini vali olarak görevlendiriyordu. Örneğin Amr bin As’ı Mısır valiliğine, Mugire bin Şübe’yi Küfe valiliğine ve Halife Ömer’in atamış olduğu ünlü kadı Şureyh’i Küfe kadılığına, Emevi ileri gelenlerinden Abdullah bin Amir’i Basra valiliğine, Mervan bin Hakem’i Medine valiliğine, Halid b. As b. Hişam’ı Mekke valiliğine ve kendi kardeşi Utbe bin Ebi Süfyan’ı da hac emiri olarak atadı.
Bu arada Muaviye, işlerini yoluna koyduktan sonra, oğlu Yezid’i kendisine veliaht etmek sevdasına kapıldı. Mugire bin Şübe Muaviye’ye: “Ey Emir-ül Müminin! Gördük ki, Osman’dan sonra pek çok karışıklıklar oldu, çok kan döküldü. İleride böyle bir durumun olmaması için oğlun Yezid’i veliaht edin; sen ölünce yerini o alır, fitne çıkmasını önler ve kan dökülmez” diyerek Muaviye’nin gözüne girmeye çalışıyordu.
Muaviye, “Bu işe kalkarsam buna engel olacak kişiler çıkacaktır” diye cevap verdi. Bu defa Mugire, “Bu işi sen bana bırak, Küfe halkını ben yola getiririm” dedi.
Bu arada Muaviye’nin bu teşebbüsüne mani olacak dört kişi vardı ve bunlar: İmam Hasan’ın kardeşi Hz. Hüseyin, Halife Ömer’in oğlu Abdullah, Zübeyr bin Avvam’ın oğlu Abdullah ve Halife Ebu Bekir’in oğlu Abdurrahman idi. Ancak Abdurrahman kısa bir zaman sonra vefat etmiş, üç kişi kalmışlardı.
Muaviye, Yezid’in veliahtlık işini halka duyurması için Mekke valisi Velid’e mektup gönderdi. Velid de Mervan’a danıştı. Bu kimseler, kendi bölge halkına durumu açıkladılar. Pek çok tepki görmelerine rağmen hiç tepki yokmuş gibi göstererek diğer eyaletlerde de halkın fikirlerine müracaat ediliyor, diğer eyaletlerin bunu kabul ettiği söyleniyordu. Muaviye, durumdan memnundu. Hatta Muaviye, bizzat kendisi kalkıp Mekke ve Medine’ye geldi, diğer şehir halkının Yezid’in veliahtlığını kabul etmiş gibi göstererek, bura halkının da biatını sağladı. Sadece İmam Hüseyin, İbn-i Zübeyr ve İbn-i Ömer, Yezid’e biat etmediler.
Muaviye, 18 Nisan 680 günü öldüğü zaman, Yezid, halife olarak saltanat tahtına oturdu. Çünkü üç kişinin haricinde tüm eyaletlerin halkı, kendisine veliaht olarak biat etmişlerdi. Şimdi Yezid için en önemli olan, İslam âleminin en önemli üç kişisinin biatı idi.
Yezid, Medine valisi olan amcası oğlu Velid’e mektup yazarak, bu üç kişinin biatını sağlamasını istedi. Velid, bu üç kişiyi yanına çağırdı.
İmam Hüseyin, yakın dostlarına: “Velid gece vakti beni yanına çağırıyor; sizler de benimle beraber gelip kapının önünde bekleyin. Eğer içeride bir gürültü olursa, yani sesim yükselirse, içeriye girin” dedi. Topluca, Velid’in yanına gittiler, İmam Hüseyin içeri yalnız girdi; diğerleri kapının önünde beklediler.
Velid, Yezid’in mektubunu Hz. Hüseyin’e okudu. İmam Hüseyin: “Bu iş, böyle gizli olmaz; gerekirse halk içinde olur” dedi. Velid bunu makul karşıladı. Ancak, tam İmam Hüseyin dışarı çıkmak üzereyken o anda orada hazır bulunan Mervan: “Hüseyin’in gitmesine müsaade etme, bu fırsat bir daha ele geçmez, o buradan çıkıp gitti mi bir daha biat etmez; bir daha da her iki taraftan pek çok kişi ölmedikçe onu ele geçiremezsin. Şimdi onu hapset, biat edinceye kadar uğraş, eğer biat etmezse, öldürt onu” dedi.
İmam Hüseyin, Mervan’ın bu küstahlığını görünce, ona: “Ey Zerkaa’nın oğlu! Sen mi boynumu vurdurmayı emrediyorsun? Hem yalan söyledin, hem de suç işledin” dedi. Sonra Velid’e dönerek: “Biz, Peygamber’in Ehl-i Beyti’yiz! Yezid ise, şarab içen, apaçık suç işleyen, haram olarak kan döken bir kişidir. Benim gibi bir zat, onun gibi birine biat edemez. Hele sabredin bakalım, iş nereye varır, hangimiz hilafete lâyıktır; zaman gösterir” dedi.
İmam Hüseyin’in öfke ile Mervan’a söylediği sözler, dışarıdan duyulmuştu. Bu tartışmayı duyan, dışarıda bekleyenlerin bir kısmı; içeri girip İmam Hüseyin’i alıp dışarı çıktılar.
Abdullah bin Zübeyr, Velid’in davetine gitmedi, geceleyin kardeşi ile birlikte Medine’den Mekke’ye kaçtı. İmam Hüseyin de aynı şekilde çoluk çocuğunu, yeğenlerini yanına alıp Mekke’ye gitti. Sadece kardeşi Muhammed bin Hanefi, Medine’de kaldı.
Abdullah bin Zübeyr, Mekke’ye geldi, bu sırada halife Yezid, Velid’i azledip, Medine emirliğini; Mekke emiri Amr bin Said el-Asi’ye verdi. Bu emir de derhal Medine’ye geldi ve Abdullah bin Zübeyr’in dargın bulunduğu kardeşi Amr bin Zübeyr’i komutan tayin etti. Amr, iş başına geçer geçmez, derhal iki bin kişilik bir birlik ile Mekke üzerine gitti. Maksadı kardeşi Abdullah bin Zübeyr’i biata zorlamaktı. Abdullah ise biat etmek şöyle dursun, kendisine katılan Mekkelilerle kardeşi Amr’ın üzerine gitti ve kuvvetlerini darmadağın etti, kardeşi Amr’ı yakalayıp hapsetti. Böylece Abdullah, Mekke’de büyük bir ün kazandı.
Diğer taraftan Küfeliler, Hz. Hüseyin’in Yezide biat etmediğini öğrenince, 150 civarında mektup göndererek, kendisini Küfe’ye davet ettiler. Bu mektuplarda kendisine biat edeceklerini, valileri Numan bin Beşr’i kovacaklarını yazıyorlardı. İmam Hüseyin, onların davranışlarına inanarak amcası oğlu Müslim bin Akıyl’i Küfe’ye yolladı. Müslim, Küfe’ye varınca 18 bine yakın kişi, Hüseyin’e biat etti. Ancak, bu gelişmelerden haberdar olan Yezid, beceriksizliğinden dolayı Numan bin Beşr’i Küfe valiliğinden azletti ve yerine Basra valisi Ubeydullah bin Ziyad’ı tayin etti. Bu göreve getirilen İbn-i Ziyad, derhal Küfe’ye gelerek halkı Yezid’e biat etmeye çağırdı. Hüseyin’e biat edenler, Müslim Akil’in başında toplanıp İbn-i Ziyad’ı abluka altına aldılar. Fakat İbn-i Ziyad, bir hile ile tehlikeden kurtulmasını bildi ve Müslim Akil’i yakalatıp idam ettirdi.
Tam bu sırada İmam Hüseyin’de Mekke’den hareket etmek üzereydi. Mekke’de bulunan Ömer’in oğlu Abdullah, Hz. İmam Hüseyin’e yalvararak Küfe halkının öteden beri iki yüzlü olduğunu ve Küfe’ye gitmekten vazgeçmesini istiyordu. Amcası Abbas’ın oğlu Abdullah’ta: “Ey amcam oğlu! Gel Küfe’ye gitmekten vazgeç, çünkü ben Küfe halkının dönekliğinden korkuyorum. Eğer kesin olarak buradan ayrılmak istiyorsan Yemen’e git, bura halkı sana büyük saygı duyuyor” dediyse de Hüseyin’i ikna edemedi. İmam Hüseyin ise: “Biliyorum sen doğru söylüyorsun, sen çok samimisin ancak, ben bir kere gitmeye karar verdim, sözümden dönemem” dedi. O vakit Abdullah, “Bari çoluk çocuğunu birlikte götürme. Osman gibi seni de çoluğunun çocuğunun gözü önünde keserler” dedi.
Tüm ısrarlara rağmen verdiği sözden dönmeyen İmam Hüseyin, hısım akrabası ve çoluk çocuğu ile Küfe yolunu tuttu. Yolda ünlü şair Ferezdak’a rasladı. Ferezdak, Hüseyin’e “Halkın kalbi seninledir ama, kılıçları, Ben-i Ümeyye ile beraberdir. Kaza gökten iner ve Tanrı dilediğini yapar” dedi.
Hüseyin, biraz daha ilerledikten sonra, amcası oğlu Müslim’in öldürüldüğünü ve kendisine bağlı olanların dağıldığını öğrendi. Yanındakilere, “İsteyen geri dönsün” dedi. Sonradan kendisine katılanlar, ayrılıp gittiler, yalnız Mekke’den birlikte çıkmış olanlar kaldı. Batn-ı Akebe’ye varıldığında bir Arap karşılarına çıkıp, “Allah aşkına geri dön; çünkü mızrakların ucuna ve kılıçların yalmanına gidiyorsun” dedi. Hüseyin ona, “söylediklerin bence meçhul değil ama, Allah’ın emrine kimse karşı gelemez” cevabını verdi.
MÜSLİM AKIYL
Hiç şüphe yok ki, vacibül-vücut olan Allah, o kulunu Hz. Eyüp gibi, belâlarla imtihan edip, cismini hastalıklara müptelâ eder veya malını elinden alıp sıkıntıya düşürür veya evlâtlarının acısı ile kendisini perişan eder. Ancak o vacibül-vücut olan Allah, o kimseyi, uğradığı tüm musibetlerde ona sabır verip ve o sabırla idrakini artıracak mertebeye eriştirir.
Ariflerden Hüseyin Mansur, bir gün Allah’a yalvarırken: “Ya İlahi! Gerçeğin hakkı için, belâlar hazinesinin kapılarını açıp, her ne belâ varsa, bana gönder ve beni bütün belâlarda imtihan et! Eğer muhabbet yolunda irademin yularını zerrece kaymış görürsen, beni sadıklar silsilesinden çıkarıp, reddedilmişlerin arasına kat! Eğer riyazet makası ile vücudumun âzasını birer birer kesip parçalasalar, irademe asla noksan ârız olmasın. Ve sana olan bağlılığım değişmesin!” diyerek dua ederdi.
Şu var ki, belâ, Hz. Peygamber’in evlatlarının ve ona uyanların yakınlığını kabul edenlere mahsustur. Belâ, nihayet, bu yüksek mertebeye erişenlerde istisnasını bulmuştur. Âdem oğullarına mensup olanlardan hiç biri, onlar kadar belâya sabretmemiş ve hiçbir ferde onlar kadar belâ erişmemiştir.
Hz. İmam Hüseyin, Küfelilerden aldığı davet mektuplarının aslını öğrenmesi ve kendisini davet edenlerin samimiyetini öğrenmek için, yakın akrabası olan Müslim Akıyl’i görevlendirdi. Müslim Akıyl, Hazret-i İmam Hüseyin’e veda edip, Küfe’ye gitmek üzere yola çıkmıştı. Biri sekiz yaşında, güzellikte âlemi aydınlatan güneşe benzeyen Mehmet, diğeri altı yaşında, taze yanakları, lâleyi andıran İbrahim adındaki iki evladını da yanına alarak önce Medine’ye oradan da ayrılıp, Küfe’ye vardı. Müslim, Küfe’de “Dar Muhtar” adında birinin evine yerleşti. Küfe’nin eşraf ve âyanı akın akın gelip, Müslim’i ziyaret ediyor ve İmam Hüseyin’e bağlılıklarını bildiriyorlardı.
Ancak Yezid, bu olanları öğrenmiş ve tedbir olarak Beşir oğlu Numan’ı azledip, yerine Basra hakimi olan Ubeydullah bin Ziyad’ı göndermişti. İbni Ziyad, göreve başlar başlamaz, Müslim’in peşine düştü.
Bunu öğrenen Müslim, derhal, kaldığı yerden ayrılıp, Hani bin Urve’nin evine yerleşti.
Diğer taraftan İbni Ziyad, Mafdal isimli kölesine: “Ey Mafdal! Müslim, bu şehirde imiş, Müslim’in kaldığı yeri öğrenirsen, seni azat ederim, hatta türlü lütuflarımla seni murada kavuştururum” dedi.
Mafdal, hiç vakit kaybetmeden araştırmaya başladı ve bir gün Küfe camiinde birinin yanına yaklaşıp: “Ey temiz huylu mümin! Ben Hüseyin’e inanmış bir kimseyim. Ve bin akçayı Müslim’e verilmek üzere nezretmiştim ama, kendisinin yerini bilemiyorum. Lütfet de onu bana göster!” dedi.
Temiz kalpli gafil, onun bu sözlerine kanmış ve Müslim’in kaldığı yere götürmüştü. Mafdal, Müslim’in elini öpüp, nezrini vermiş ve ayrıca bir Mushaf getirerek sadakatten ayrılmayacağına dair yemin dahi etti. Oradan ayrılınca, derhal İbni Ziyad’ın huzuruna çıkıp durumu anlattı.
İbni Ziyad, haber göndererek Hani bin Urve’yi yanına çağırıp Müslim’i teslim etmesini istedi. Müslim’i teslim etmeyen Hani’yi de derhal öldürttü.
Bu olanları duyan Müslim, derhal iki oğlunu güvenilir bir kadının evine gönderip, kendisi de savaşa hazırlandı.
İbni Ziyad’ın askerleriyle Müslim arasında korkunç bir savaş başlamıştı. Müslim, şimşek süratiyle atı üstünde sağa-sola seyrederek bir eline sanki bir engerek yılanı, öteki eline yıldırımlar yağdıran bir ejderha almış gibi, her hamlede birçok nâmerde ölüm saçıyordu. Müslim’in etrafında hiç kimse  kalmamıştı.
Bu durumu yakından izleyen Sa’d bin Ahnef: “Ey benim efendim! Şehrin kapıları tutuldu, her yerde sizi arıyorlar. Benimle gelin” dedi ve Müslim’i alıp, Muhammed Kesir’in evine getirdi ve bu evde Müslim’i gizlediler. Ancak İbni Ziyad, bu haberi almış, Muhammed Kesir’i konağa çağırıp, Müslim’i teslim etmesini istedi. Muhammed Kesir, “ben Urve oğlu Hani değilim ki, hükmün bana geçsin” diye karşılık verdi.
Tam o sırada Muhammed Kesir’in adamlarından bin kadar muharib, konağı bastılar. Bu durumdan korkan İbni Ziyad, Muhammed Kesir’in başını kestirerek konaktan dışarı attırdı. Bunu gören Kesir’in askerleri de darmadağın oldular. Tüm bu olanları öğrenen Müslim, viran bir mescide sığındı ve gece basıncaya kadar buradan ayrılmadı. Gece basınca mescitten çıktı, gizlenecek başka bir yer ararken kendisini bir kadının evinin önünde buldu ve kadından içmek için su istedi.
Kadın, bir maşrapa su verdikten sonra: “Ey oğul! Burası bir kavgalı şehir olmuştur. Memleket fitne içinde kaynıyor. Evimin önünden uzaklaş ki, benim de başım belaya girmesin” dedi.
Bu sözler üzerine Müslim: “Ey iyi yürekli kadın! Sen Ehl-i Beyt’i sever misin?” diye sordu.
Kadın: “Ey oğul! Benim canım, Ehl-i Beyt yoluna feda olsun.”
Müslim: “Ey iyi yürekli kadın! Ey Ana! Ben de bir garip kişiyim, fakat Peygamber ve Ehl-i Beyt hanedanına mensubum. Beni evine alıp sığınmama müsaade etmekle sevaba girmek istemez misin?
Kadın: “Evet oğul alırım, sana kim derler?” diye sordu.
Müslim: “Ben Müslim Akıyl’im” dedi.
Kadın: “Sana kurban olayım oğul…” dedi.
Müslim, “Ey Ana! Beni bu cehennemden kurtar, bana yardım et. İki küçük evladımla geldim, nicedir onlar, nerededir onlar?” bilemiyorum.
Tav’a adında ve Ehl-i Beyt dostu olan bu kadın, Müslim’i evine alıp misafir eder. Müslim, yorgundur, acılar içerisinde kıvranır, günlerin yorgunluğu üzerindedir. Ancak Tav’a Ana’nın oğlu, geç vakit eve gelir, anasını çok mutlu ve neşeli görünce sebebini sorar.
Tav’a Ana; “Ey oğul! Bize ahret devleti teveccüh etti. Müslim Akıyl, evimizdedir. İnşallah, kıyamet günü, onun saadet sarayı, bizim sığınağımız olacaktır!..” diyerek mutlu oluşunun nedenini o bahtsız oğluna anlatıverdi.
O bahtsız nâmert, misafirin kim olduğunu öğrenince, sabahı zor etmiş ve hiç vakit kaybetmeden İbni Ziyad’a giderek ve bir miktar dünyalık için, Müslim Akıyl’i ihbar etmiştir.
Sabah’ın aydınlığı, Müslim’e karanlık olmuştur, ev sarılmıştır. İbni Ziyad’ın askerleri: “Ey Müslim! Ev sarıldı, kurtuluşun yok, teslim ol” diye bağırırlar.
Müslim, derin bir tevekküle dalmıştır, ölüm nedir ki, sevdiği yolda. “Medet Ya Allah! Medet Ya Resulallah! Medet Ya Ali!” diye bağırır ve kapıya çıkar.
Muhammed Eş’as komutasındaki üç yüz kişi, hep birden hücum ederler. Ancak o peygamberlik burcunun yıldızı, tek başına ateş saçan hançer gibi, ortada dönerek, düşmanı perişan eder. Müslim, can havliyle savaşmaktadır, kılıç yaraları almıştır, bitaptır. Hz. İmam Hüseyin’e haber götürememiştir, evlatları yoktur yanında. Müslim, tutunacak bir yer arar ve Bekir bin Hamran’ın evinin duvarına tutunur. Tam o sırada Bekir bin Hamran, kapıyı açıp dışarı çıkar ve bir kılıç darbıyla Müslim’in mübarek dudağını parçalar. Müslim de bir hamlede bu haramzadeyi canından eder. Müslim tekrar evin duvarına tutunur, susuzluğu son haddindedir. Müslim: “Ne olur bir tas su verin” diye mırıldanır. Ancak, o merhametsiz kavimden hiç kimse bu ricaya kulak asmaz.
Tam o sırada bir haramzade, gelip bir kargı darbesiyle Müslim’i, yüz üstüne yıkar. Tam kalkmaya çalışırken, Müslim’in sırtından bir mızrak sokarlar.
Medet hey Allah’ım medet! Müslim, kendinden geçmiştir. Hey Allah’tan korkmazlar, kuldan utanmazlar!..
Ne merhametin vardır ne de insafın
Vurma zalim vurma, Müslim Akıyl’e
Haram süt emmişsin bozuktur kanın
Vurma zalim vurma Müslim Akıyl’e
Bilir misin erkân nedir yol nedir?
Bilir misin Mevlâ nedir, kul nedir?
Bilir misin garip nedir kâl nedir?
Vurma zalim vurma Müslim Akıyl’e
İnsafsız elinden usandım bezdim
Görmedim sen gibi çok diyar gezdim
Suçu olsa idi hiç gam yemezdim
Vurma zalim vurma Müslim Akıyl’e
Müslim’in lime lime olan vücudunu bir katıra yükleyerek İbni Ziyad’ın huzuruna getirirler. İbni Ziyad Müslim’e: “Ya Müslim! Gayen nedir, niçin halkı Yezid’e karşı gelmeye zorluyorsun?” diye sorar.
Müslim: “Ben hiç kimseyi, kimsenin aleyhine kışkırtmadım. Sadece Ehl-i Beyt’in hak ve hayatını korumak istedim” diye cevap verir.
İbni Ziyad: “Herhangi bir isteğin var mı?” diye sorar.
Müslim: “Evet var, bir kişiyi görevlendir ki, beni dinlesin, Kureyş kabilesine birkaç vasiyetim var!” der. İbni Ziyad, bu teklifi kabul eder ve Ömer bin Sa’da, vasiyeti dinlemesi için emir verir.
Müslim: “Ey Ömer! Sana üç vasiyetim var
1- Şehirde 700 dirhem borcum var, atım, Numan Hacib’dedir. Bu atı satıp borcumu ödeyin.
2- Ehl-i Beyt uğrunda feda edeceğim canımı, şu kanlı vücudumu, ayaklar altında koymayın, gömün.
3- İmam Hüseyin’e benim sonumu bildirin. Kendisine söyleyin ki, bu taraflara gelmesin. Bu gurbet diyarında kimsesiz kalan iki küçük yavruma sahip çıkın. Müslim, sözlerini zor bitirir, dolu dolu olur. Aldığı yaralar, ızdırab verir, can çekişmektedir. Kapıya çıkarırlar, tam başını kesecekken, celladın eli havada kalır.
Müslim: “Ne duruyorsun” der.
Cellat: “Hayır yapamayacağım, karşımda siyah elbiseli birisi var, bana bakıyor. Bir başka cellat gelir, o da aynı kişiyi görür ve korkudan ödü patlayıp ölür. Bir üçüncü kişi gelip Müslim’in başını keser ve şehit eder!.. Allah, gani gani rahmet etsin!..
Alirıza 3
Mesajlar: 20
Kayıt: 25 Kas 2011, 23:51

Re: muharrem orucu ve kerbela

Mesaj gönderen Alirıza 3 »

     MUHARREM AYININ ÖNEMİ     (5. Gün)
Muharrem Ayı Ehl-i Beyt aşıkları olan Aleviler için çok önemli bir aydır. Bu ay oruç ayıdır, bu ay matem ayıdır. Bu ayda mümin canlar oruç ve matem tutarak ibadetlerini yerine getirirler. Hakka şükür ki bir Muharrem ibadetini daha yapma imkanına kavuştuk. Tuttuğumuz orucu yüce Allah dergah-ı izzetinde kabul eylesin.
Muharrem ayı, ay takvimine göre yılın ilk ayıdır. Kurban bayramının birinci gününden başlayarak sayıldığında 20. gün Muharrem ayının ilk günüdür. Bu ayda biz Aleviler  olarak 12 gün süreyle oruç tutmaktayız.  Bu oruç Adem Peygamber’den beri tüm peygamberlerin tuttuğu bir oruçtur. Dolayısıyla Muharrem Ayı Adem’den beri inananların ibadet ayıdır. Nitekim Kur’an’da “…Oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sizin de üzerinize yazıldı” (Bakara,183) denilerek bu gerçeğe işaret edilmektedir.
Mensup olmaktan şeref duyduğumuz Alevilik inancına göre bu ay canların,  Allah’ın rıza ve sevgisini kazanmak, toplumsal birliği güçlendirmek, kardeşlik ve barış duygularını pekiştirmek, zulme ve haksızlığa karşı çıkmak ve mazlumdan yana olmak için özü dara çekmek ve gönülleri insan olma onuruyla yıkama ayıdır.
Ne mutlu temiz gönüllülere,
Ne mutlu Ehl-i Beyt’in ışığıyla aydınlananlara!
Ne mutlu mazlumlardan yana olanlara!
Ne mutlu adaletten, doğrudan yana olanlara!
Ne mutlu Hakk-Muhammed-Ali’ye gönülden bağlı olanlara!
Muharrem Ayı pek çok tarihsel olayın yaşandığı önemli bir zaman dilimidir. Tarihsel kaynakların bildirdiğine göre yüce Tanrı Adem Peygamber’in tövbesini bu ayda kabul etmiş, Nuh Peygamber’in gemisinin tufandan kurtulması da yine bu ayda gerçekleşmiştir. Yunus Peygamber’in balığın karnından çıkıp kurtulması, İdris Peygamber’in göğe çıkması, İbrahim Peygamber’in Nemrut’un ateşinden azad olması da yine bu ayda gerçekleşmiştir. Bu ay, Yusuf Peygamber’in atıldığı kuyudan kurtulduğu, Eyüp Peygamber’in dertlerinden kurtulduğu ve sağlığına kavuştuğu, Musa Peygamber’in kızıl denizi yarıp geçtiği, İsa Peygamber’in göğe yükseldiği ve Hazreti Muhammed Mustafa’nın müşrik Arapların reva gördükleri zulüm ve baskıdan kurtulmak için Mekke’den Medine’ye göç edip sağ ve esen olarak Medine’ye ulaştığı aydır.
 
Bu ay sadece sevindirici olayların yaşandığı bir ay değildir. Muharrem ayı sevincin yanı sıra bir hüzün ayıdır. Tüm peygamberler ve Hazreti Muhammed için sevindirici olayların gerçekleştiği bu ay Ehl-i Beyt soyu için bir hüzün ve matem ayıdır. Hazreti Muhammed’in soyuna yapılan zulümlerin doruğa çıktığı, katliama dönüştüğü bir aydır. İnsanlık tarihinin en trajik hadiselerinden biri olan Kerbelâ katliamı bildiğiniz gibi bu ayda yaşanmıştır. Bundan dolayıdır ki bu ay Kerbelâ mazlumlarının yad edildiği, yaşanan acıların yasının tutulduğu ve böylece zulme boyun eğilmeyeceğinin asırlardır tüm zalimlerin yüzüne haykırıldığı direniş ayıdır.
Şehitler şahı Hazreti Hüseyin’in bayraklaştırılıp,  büyük ozanımız Pir Sultan’ın haykırdığı gibi “Dönen dönsün ben dönmezem yolumdan!” diyerek, yol cümleden uludur şiarına gönül verildiği kutlu bir ay olan Muharrem Ayı inancımızın beslendiği mukaddes bir kaynaktır. Bu kaynaktan içerek zulme karşı duran tüm insan olanlara selam olsun.
Muharrem denildiğinde ilk akla gelen  Allah rızası için tutulan oruçlarımızdır. Bu ayda oruç tutmak Adem Peygamber’in tövbesine katılmak, Nuh Peygamber’i, Yunus Peygamber’i, İbrahim Peygamber’i, Eyüp Peygamber’i, İdris Peygamber’i, Musa Peygamber’i, İsa Peygamber’i ve iki cihan güneşi Muhammed Mustafa’yı anmaktır. Onların sevgisiyle bezenmektir. Onların yoluyla, ahlakıyla bezenmek ve ahde vefalı olmaktır. Bu ayda oruç tutmak, başta Hazreti İmam Ali olmak üzere tüm 12 İmamlara  gösterilen sadakati davranışa dökmek, ilan etmek ve haykırmaktır. Bu ayda oruç tutmak, şehitler şahı İmam Hüseyin ve ona ikrar verenlerin soylu mücadelesini yüzyıllar sonra bile inançla, kararlılıkla ve azimle yaşatmak demektir.
Bu ayda oruç tutmak, kundaktaki bebeğe ok atacak kadar iğrençleşen, peygamber soyunun evlatlarını günlerce, haftalarca çöl ortasında aç ve susuz bırakacak kadar İslam’a ve insanlığa düşmanlık eden başta  Muaviye oğlu Yezit olmak üzere tüm Emevi zalimlerine ve onların zulüm geleneğini sürdüren günümüz zalimlerine başkaldırmaktır !
Bu ayda oruç tutmak, dedelerin dedesi Türkistan piri Hoca Ahmet Yesevi’den  Ebu-l Vefa’ya, Hacı Bektaş Veli’ye, Sarı Saltık’tan Ahi Evren’e, Yunus Emre’ye, Fuzuli’ye, Nesimi’ye, Pir Sultan’a kadar bize  inancımızı ana dilimiz olan Türkçe’mizle öğreten tüm  yol ulularımızı yâd etmektir!
Ne mutlu bu bilinçle oruç tutan canlara!
Ne mutlu Ehl-i Beyt yolunda yürüyenlere!
Ne mutlu şehitler şahı İmam Hüseyin’e gönül verenlere!
Ne mutlu, “ yol cümleden uludur! “ diyenlere!
Ne mutlu “Aht’e vefa” gösterip, ikrarından dönmeyenlere..
Ne mutlu Ehl-i Beyt sevgisiyle matem tutup mahzunlaşanlara!
Birini tutan Hakk’ın yeter
İkisini tutan günahın atar
Üçünü tutan cennette yatar
Engür olmuş Hakk ceminde ezilir.
             
Dördünü tutana veli dediler
Beşini tutana ulu dediler
Altısını tutana dolu dediler
Engür olmuş Hakk ceminde ezilir.
 
Yedisin tutan havada uçar
Sekizin tutan hülleler biçer
Dokuzun tutan cennetin açar
Engür olmuş Hakk ceminde ezilir.
 
Pir Sultan Abdal’ım onunda zahmet
On birini tutana indi rahmet
On iki tutana nasiptir cennet
Engür olmuş Hakk ceminde ezilir.
 
Yüce Tanrı tuttuğumuz oruç ve matemlerimizi, yaptığımız tüm ibadetleri kabul eylesin!
İbadetlerimiz ulu dergahta Hakk defterine yazılsın!
Allah… Allah !!!
 
ORUCUN ÖNEMİ ÜZERİNE
Oruç, Alevi inancında özel bir yere sahiptir. Bizler Aleviler olarak tüm ibadetlerimizde olduğu gibi oruç ibadetinde de zahiri / dışsal sığlıktan arınıp batıni / içsel derinliğe ulaşmaya çalışırız. Seyyid Nesimi ve Seyyid Ali Sultan hazretlerinin; "...Biz bir oruç tutarız ki, ramazana benzemez" demelerindeki hikmeti keşfederek Muharrem orucunun ve oruçtaki batıni yönün farkına varmalıyız. Alevi İslam inancında oruç Muharrem orucudur. Diğer bir ifadeyle, bizi biz yapan en önemli unsurlardan biri de Muharrem ayında Allah rızası için oruç tutmaktır. Muharrem Ayı Aleviler için ibadetlerdeki içtenliğin doruğa çıktığı bir aydır. Kuşkusuz bu ayın ayırt edici niteliğinin oruç ibadetinden geldiği de bilinmektedir.
Oruç ibadeti yeryüzündeki hemen hemen bütün dinlerde değişik şekillerde de olsa mevcuttur. Yüce Tanrı'nın İslam'dan önce gönderdiği dinlerde de oruç ibadetinin bulunduğunu Kur'an bize haber veriyor. Kur'an'da oruç sözcüğü yerine Arapça "savm" kelimesi kullanılmaktadır. Bu sözcük, Arapça'da; "susmak ve hareketsiz kalmak" anlamına gelmektedir. Aynı sözcük yemeden, içmeden ve cinsel ilişkiden uzak durmak anlamına gelen oruç ibadeti için de kullanılmaktadır. Kur'an'da bu sözcüğü her iki anlamda da görmekteyiz. Nitekim Meryem Suresi'nin 26. ayetinde şöyle denilmektedir: "...Ben Tanrı için "savm" adadım. Onun için bugün hiç kimseyle konuşmayacağım." Yine Bakara Suresi'nin 183. ayetinde yüce Tanrı şöyle buyurmaktadır: "Ey inananlar! Oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi sizin de üzerinize yazılmıştır. Bu yolla korunmanız umulmaktadır." Bu ayetlerden anlaşıldığı gibi İslam'dan önce de insanlar oruç tutmakla yükümlü idiler.
Ne mutlu Allah rızası için oruç tutanlara!
Ne mutlu oruçtaki batıni yönü keşfedebilenlere!
Oruç tutmaktaki amacın “kötülüklerden korunmak“ olduğu ayette apaçık belirtilmektedir. Buradan da anlaşılacağı gibi insanı kötülüklerden uzaklaştırmayan bir oruç gerçek oruç değildir. Oruç tutan mümin can, orucun ne maksatla tutulduğunu çok iyi idrak etmelidir. Oruç ibadetini tüm yönleriyle kavramaya çalışmalıdır. Bilmelidir ki, oruçta iki yön vardır. Bunlar zahiri yön ve Batıni yöndür.
Orucun zahiri yönü; Tanrı’ya şükretmek, yoksul, öksüz ve yetimlerin halinden anlamaktır. Oruç tutan kimse bu sayede hem Tanrı’nın rızasını kazanacak ve ona şükrünü yerine getirmiş olacaktır, hem de orucun bedeninde oluşturduğu fiziksel sonucun bir yansıması olan açlık ve susuzlukla yoksulların, yetim ve öksüzlerin durumunu daha iyi anlayacaktır. Oruç bu yönüyle aslında kişinin kendisini yoksulların, öksüz ve yetimlerin yerine koyması demektir. Bizzat yaşayarak açlığın, susuzluğun yoksulluğun ne demek olduğunu kavrayacaktır. Bu da o kişide merhamet duygularının gelişmesini sağlayacaktır. Böylece kişi oruç döneminde ve oruç dönemi dışında yardıma gereksinim duyan insanlara yardım etmek için daha istekli olacaktır.
Kuşku yok ki yoksullara yardım edene, öksüze ve yetime sahip çıkanlara Allah lütfunu ve bağışını bol bol ihsan edecektir.
Kur’an baştan aşağı “merhamet edip acımak” değil midir? Besmele ne anlama geliyor? 114 surenin 113 suresinin başındaki besmelenin sırrına İslam alemi, daha doğrusu kendisine İslam’ım diyenlerin vakıf olup yaşamaları halinde İslam zalimlikle haşa anılır mıydı?
Ne mutlu Allah rızası için yoksullara, öksüz ve yetimlere yardım eden canlara!
Ne mutlu Allah’ın lütuf ve bağışına mahzar olanlara!
Ne mutlu merhametle dolu olanlara!
Oruçtaki bir diğer yön olan Batıni yönü ise şu şekilde açıklamak mümkündür. Oruç tutmaktaki amaç kişinin nefsani kötülüklerden arınmaya çalışmasıdır. Gerçek  mümin orucunu bütün bir yıla ve tüm ömrüne yayar. Eli ile dili ile ve beli ile her türlü çirkin işlerden uzak durur.
Gerçek mümin her zaman oruçludur.  Tüm organlarıyla hakkı zikreder.  Hakk’ı zikreden bir vücuttan ise kötülük sadır olmaz.  Hakk’ı söyleyen dil şerri söylemez.  Hakk için çalışan el harama uzanmaz.  Hakk için bakan göz harama bakmaz.  Hakk’ı seven yürek batıla meyletmez.
İşte bu nedenledir ki içsel orucu yani içselleştirilmiş orucu ya da diğer bir deyişle batın orucunu gerçek müminler tutar. Onlar öyle müminlerdir ki yerken, içerken bile oruçludurlar. Onlara zahir orucuyla hükmedilmez.
Batın orucunu anlamak için yüce peygamberimizin şu sözünü hatıra getirmek lazımdır: “Nice oruçlular vardır ki, oruçlarından onlara sadece bir açlık kalmıştır.” Görüldüğü gibi aç ve susuz kalmak oruç tutmak değildir. Orucu ancak gerçek müminler tutar. 
Ne mutlu gerçek müminlere!
Biz Aleviler, orucumuzu ve matemimizi şu üç nedenden dolayı tutuyoruz.
1.         Şehitler şahı Hazreti İmam Hüseyin ve diğer Kerbelâ şehitlerinin matemi için,
2.         Kerbelâ katliamından sağ kurtulan Hazreti İmam Zeynel Abidin’den Ehl-i Beyt soyunun devamına şükretmek için,
3.         Hazreti Adem’den Hazreti Muhammed’e değin tüm peygamberlerin Muharrem Ayı’nı kutsal kabul etmelerine saygı gösterdiğimizin ifadesi için ve bütün Peygamberlerin bu ayda oruç tuttukları için… Ve Allah rızası için tutarız.
Yüce Tanrı tuttuğumuz oruçlarımızı kabul eylesin!
Oruçlarımız ulu dergahta Hakk defterine yazılsın!
İmam Hüseyin ve tüm Kerbelâ şehitlerinin şefaati üzerinize  de hazır ve nazır olsun!
Allah…Allah!
MÜSLİM AKIYL’İN ÇOCUKLARI
Bilindiği gibi Ubeydullah bin Ziyad, Müslim Akıyl’in şehadetinden sonra, hiç vakit kaybetmeden Müslim’in çocuklarının peşine düşmüştü. Çünkü gammazlar, İbni Ziyad’a gidip, Müslim’in çocuklarının da bu şehirde olduğunu söylemişlerdi. İbni Ziyad da tellallar çıkartarak Müslim’in evlatlarını, görenler, bilenler, yakalayıp getirsinler veya haber versinler. Kim ki, bildiği halde söylemezse; idam edileceklerini ilân ettirdi.
Müslim’in çocukları, Süreyh Kadı adında birinin evinde saklanıyorlardı. Ehl-i Beyt dostu olan Süreyh Kadı, ilk olarak bakılacak evin kendi evi olduğunu biliyordu ve bundan dolayı da çocukları evinde bırakamazdı.
Süreyh Kadı: “Ey mazlumlar! Ubeydullah bin Ziyad, her yerde sizi arıyor, ilk bakacakları yer ise benim evimdir. Kalkacak ilk kervanla sizi Medine taraflarına göndereyim” diyerek çocukları ikna etti.
Esad adındaki oğluna: “Ey oğul! İşittim ki Irak kapılarında bir kervan toplanmış. Medine seferine çıkmak üzere imişler, bu iki inci tanesini alıp kervana götür ve emniyetli birisine teslim et. Medine’ye varınca da akrabalarından birisine teslim etsinler” diye tembih etti.
Esad, çocukları alıp yola çıktı. Fakat vakit gece ve ortalık henüz karanlıktı. Onlar varmadan, kervan yola çıkmış, yalnız kumlar üzerinde kervanın izleri görünüyordu. Esad çocuklara: “Ben sabaha kadar burada kalırsam benden şüphe ederler. İzleri görüyorsunuz çok taze, belli ki, yeni gitmişler, siz izleri takip ederek kervana yetişin!” dedi ve oradan ayrıldı.
Bir müddet sonra çocuklar, yolu ve izleri kaybettiler. Bu sırada çocukları gören bekçiler, derhal yakalayıp, İbni Ziyad’ın yanına götürdüler.
İbni Ziyad, çocukları zindana attırıp, durumu Yezid’e bildirdi. Ancak, Meşkür adındaki zindancı, iyi bir Müslümandı. Çocuklara bir zarar gelmesinden korkarak: “Ey şehzadeler, size bir zarar gelmesini istemem!” diyerek, gece yarısı kendilerini zindandan çıkardı ve şehrin dışına kadar çıkarıp: “Şu yüzüğü alın ve şu yolu takip edin. Bu yol sizi doğruca Kadisiye şehrine götürür. Benim kardeşim oranın hakimidir. Bu yüzüğü nişan olarak ona verin. O sizi Medine’ye gönderir” dedi ve geri döndü.
Şehzadeler, yollarına devam ettiler ancak, takdire karşı tedbirli bulunmak ve takdiri değiştirmek mümkün değildir. Bir müddet sonra çocuklar, yine aynı yere geldiler.
Çocukları gören bir cariye, kim olduklarını sordu.
Şehzadeler: “Biz garip birer yetimiz” diye cevap verdiler.
Cariye: “Kimin oğullarısınız?”
Çocuklar, ağlamağa başlayınca zeki kadın, onların kim olduklarını anlar: “Siz Müslim’in çocukları mısınız?” dedi.
Çocuklar: “Evet! Biz o mihnete uğramış kişileriz” dediler.
Cariye: “Evlatlarım! Hiç korkmayınız. Benim iyi huylu bir kızım var” diyerek, çocukları alıp, kızına götürdü.
Diğer taraftan, İbni Ziyad, çocukların salıverildiğini öğrenince, zindancıyı çağırıp: “Müslim’in oğullarını ne yaptın?” diye sorar.
Zindancı Meşkür: “Onları salıverdim” dedi
Ubeydullah: “Benden korkmadın mı?”
Meşkür: “Ey gaddar ve zalim adam! Allah korkusu, senden gelecek korkudan fazladır. Tutalım ki Müslim, dövüşmenin usullerini bilen bir muharipti. Onu, kendisinden korktuğun için öldürdün! Fakat, bu iki masum, sana ne yaptı?” deyince; Ubeydullah cellada: “Şu herife işkence ile yüz kamçı vurun ve ondan sonra öldürün” emrini verdi. Bu sırada çocukları evinde saklayan kadının kocası Haris, çocukları gördü ve: “Siz kimsiniz?” diye sordu. Çocuklar, onu dost sanıp: “Biz Müslim’in oğullarıyız” dediler. Gözü dönmüş olan Haris, çocukları, saçlarından birbirine bağlıyarak odaya kilitledi. Sabah olunca da öldürecekti. Karısı, ne kadar yalvardı ise de söz dinletemedi. Ancak Haris, daha da öfkelenerek kölesine: “Derhal bu çocukları öldür” diye emir verdi. Bunu kabul etmeyen köle, Haris’e saldırdı. Kavga sonunda, adamın oğlu da araya girdi. Sonunda hem kölesini, hem de oğlunu öldürdü, karısını da ağır yaraladı.
Nihayet sıra çocuklara gelmişti. Kurtuluş olmadığını gören şehzadeler: “Ne olur önce beni öldür, kardeşimin sonunu görmeyeyim” diye yalvardılar.
Ancak o haramzade, önce Muhammed’in başını bedeninden ayırıp, cesedini Fırat nehrine attı. Daha sonra da İbrahim’in başını gövdesinden ayırarak, temiz bedenini kardeşinin yanına fırlattı. Haris, bu vahşetin arkasından, çocukların başlarını alıp, Ubeydullah’ın huzuruna çıktı.
Hubeydullah: “Ey Haris! Bunlar nedir?” diye sordu.
O, Melun: “Bunlar, Müslim’in oğullarının başlarıdır!” dedi. İbni Ziyad, onların gül yanaklarına ve kokulu kaküllerine baktı ve: “Bu çocukları niçin öldürdün?” diye sordu.
Haris: “Senin ihsanına ve iltifatına nail olmak ümidiyle öldürdüm!” diye cevap verdi.
İbni Ziyad: “Ey melun! Ben Yezid’e yazdığım mektupta, bunların hapiste olduklarını bildirdim. Niçin alıp bana getirmedin?
Haris: “Halkın linç etmesinden korktum” dedi.
İbni Ziyad, Ehl-i Beyt dostu olduğunu bildiği Mekatil adındaki bir kişiyi yanına çağırdı: Ey Mekatil! Bu bedbaht, Müslim’in çocuklarını öldürdü, bunu çocukları öldürdüğü yere götürüp cezasını ver ve çocukların başlarını da mümkünse bedenleriyle birleştir” dedi. Mekatil olay yerine geldiğinde, iki ölü ve bir ağır yaralı kadını görünce, feryat etmeye başladı. Bu dehşet içerisinde elindeki başları suya bıraktı. Rivayet ederler ki, bu başlar, suya düşünce; her baş kendi cesediyle birleşti ve daha sonra da iki kardeş birbirine sarılarak suya battılar.
Mekatil, bu olanlara hayret edip bakakaldı. Daha sonra da o melunun, elini ayaklarını kesip, gözlerini çıkardıktan sonra, başını da gövdesinden ayırıp, suya bıraktı. Daha sonra da köle ile çocuğun cesetlerini defnettirdi.
Ağlayı ağlayı bitkin bir halde
Derin uykulara dalmış yetimler
İki gonca gülü Müslüm Akıyl’in
Şimdi sararıp da solmuş yetimler
Birisi İbrahim biri Muhammed
Giyinmiş gam yükün eylemiş servet
Medet Ali’m medet senden mürüvvet
Öyle ki perişan olmuş yetimler
Ben öleyim yavrularım yerine
Hançer vurun ciğerime serime
Sarılarak ikisi birbirine
Şehit olacağını bilmiş yetimler
Ali Sefa’m der ki kurban olayım
Gelip derdinize çare bulayım
Kerbela’dan sonra nasıl güleyim
Binbir zulüm ile ölmüş yetimler
Alirıza 3
Mesajlar: 20
Kayıt: 25 Kas 2011, 23:51

Re: muharrem orucu ve kerbela

Mesaj gönderen Alirıza 3 »

ORUÇ NASIL TUTULUR?       (6. Gün)
İbadetin en önemli özelliklerinden biri de bilinçle ve içtenlikle yapılmasıdır. İçtenlikten uzak ve manevi hazdan mahrum bir şekilde yapılan ibadet gerçek bir ibadet değildir. İbadet ederken içtenliği ve manevi hazzı yaşamanın yolu da nasıl ibadet edilmesi gerektiğini bilmekten geçer. Kuşkusuz bu noktada, tutmakta olduğumuz oruçlarımızın gerçek bir oruç olabilmesi için, orucun nasıl tutulacağının idrakine varmamız gerekmektedir.
Oruç nasıl tutulmalıdır?
Elbette ilk başta söylenmesi gereken şudur ki; oruç, oruç gibi tutulmalıdır. Orucu açlık, susuzluk ve bir takım başka gereksinimlerden uzak kalmak biçiminde değerlendirmek orucu anlamamak demektir. Hiç kuşku yok ki, oruç aslında kişinin tüm bedeni ve ruhuyla kendisini Tanrı’ya adamasıdır. Tanrı’ya adanan bir beden ve ruh kötülüklerin ve kötülerin karşısında iyilik ve esenliğin savaşçısıdır. Bu savaş, kötülüğün simgesi olan şeytana karşı yapılan bir savaştır. Mübarek ve mukaddes bir savaştır. Nitekim şeytana ve nefse karşı girişilen savaşı yüce peygamberimiz, “büyük cihat” olarak nitelemiştir.
Anlaşılacağı üzere oruç tutan kişi nefsiyle ve şeytanla cihat etmektedir. Bu cihat Allah rızası için yapılan bir ibadettir. Oruç tüm bedenle tutulmalıdır. Tüm organlar oruca katılmalıdır. Nasıl ki midemiz aç ve susuz kalarak oruç tutuyorsa, elimiz, dilimiz, gözlerimiz, kulaklarımız, kalbimiz de oruç tutmalıdır.
Ellerimiz oruç tutmalıdır ki, onlarla hiçbir canlıya zarar vermeyelim. Dilimiz oruç  tutmalıdır ki, onunla kimseyi incitmeyelim. Yalandan, dedikodudan uzak duralım. Kulaklarımız oruç tutmalıdır ki, onlarla kötü ve çirkin şeyleri işitmeyelim. Nefsimiz oruç tutmalıdır ki, hırs ve şehvetten uzak duralım. Gözlerimiz oruç tutmalıdır ki, onlarla harama bakmayalım. Kalbimiz oruç tutmalıdır ki, tüm varlığımızı Allah sevgisiyle dolduralım.
Kuşkusuz, varlığını Allah sevgisiyle dolduranlar büyük ozan Yunus Emre’nin işaret ettiği gibi; “Yaratılanı sevecektir, yaratandan ötürü!“
Bu, başta insanlar olmak üzere Tanrı’nın yarattığı tüm varlıkları Tanrıdan oldukları  için sevmek demektir.
Ne mutlu yüreği Allah sevgisiyle dolu olanlara!
Ne mutlu orucu oruç gibi tutanlara!
Şah-ı Merdan Hazreti İmam Ali efendimiz ibadet eden insanları şu şekilde sınıflandırıyor: “Halkın bir bölümü sevap için Tanrı’ya kulluk eder. Bu tarz bir kulluk tüccarların kulluğudur. Bir bölümü de Allah’a korkarak ibadet eder. Bu kölenin ibadetidir. Halkın bir diğer bölümü ise Allah’a şükrederek kulluk eder. İşte özgür kişilerin ibadeti böyledir.”
Görüldüğü gibi bu sınıflandırmada ibadetin nasıl yapılması gerektiği konusunda çok dikkat çekici ve etkileyici bir yaklaşım sergileniyor.
Orucumuzu tüccarların, kölelerin orucu gibi değil, özgür kimselerin orucu gibi tutmalıyız. Yani Allah’ın rızasını kazanmak, ona şükrümüzü ifade etmek için aşkla, sevgiyle ve içtenlikle oruç tutmalıyız.
Yüce Allah ibadetlerimizi özgür kimselerin ibadetlerinden eylesin.
Gerçek mümin olup, orucu hakkıyla tutanlardan yüce Allah razı olsun!
Oruç tutan kimsenin dikkat etmesi gereken konulardan biri de oruç tutamayanlara ya da tutmayanlara karşı göstereceği davranıştır. Unutulmamalıdır ki, oruç, ancak oruç tutmaya gücü yeten kimseler için farz ibadettir. Kuşkusuz yüce Allah hiç kimseye gücünün üstünde yük yüklemez. Allah kulları için zorluk istemez. Oruç tutamayanları incitecek söz ve davranışlardan kaçınmak oruçlu olmanın gereklerindendir.
Ayrıca daha önce de ifade ettiğimiz gibi oruç, Allah rızası için tutulur. Hiç kimse bir başkası için oruç tutuyor değildir. Yine hiç kimse Allah rızası için yapılması gereken bir ibadeti yapmadığından dolayı bir başkasını kınayamaz ve incitemez. Unutulmamalıdır ki, her can hesabını Allah’a verecektir. Allah adına hiç kimse bir başkasına hesap soramaz. Aksi halde bu, Allah’ın hududunu ihlal etmekten başka bir şey olmayacaktır.
Ne mutlu Allah rızası için oruç tutanlara!
Ne mutlu orucunu başkaları için zulme dönüştürmeyenlere!
Ne mutlu oruç tutarak kalbini Allah ve insan sevgisiyle dolduranlara!
Yüce Tanrı tüm ibadetlerimizi kabul eylesin…
İbadetlerimiz ulu dergahta Hakk defterine yazılsın…
Şah-ı Merdan İmam Ali ve şehitler şahı Hazreti İmam Hüseyin’in şefaati üzerinize olsun!
Allah…Allah!
 
ORUCUN HİKMETLERİ ÜZERİNE
Yüce Allah hiçbir şeyi boş yere yaratmamıştır. Allah'ın her eserinde bir hikmet vardır. Evrendeki her varlık Tanrı tarafından kendisine yüklenen görevi yerine getirmektedir. Kuşkusuz insan da böyledir. İnsan amaçsız bir varlık değildir. Nitekim Kur'an'da, insanın Tanrı'ya ibadet için yaratıldığı belirtilmektedir. O halde insan olarak, görevimiz olan ibadeti hakkıyla yerine getirmeliyiz. Bunun ilk koşulu da ibadet kavramının anlamını gereğince bilmektir.
Kuşkusuz ibadet bir takım kalıplara ve şekillere sığdırılamayacak derecede derinliği olan kutlu ve kutsal bir eylemdir. Unutulmamalıdır ki, sadece Allah rızasını düşünerek yapılan her şey ibadettir.
     
Bu açıdan bakıldığında gerçek bir mümin için tüm yaşam bir ibadetten ibarettir. Gerçek müminlerin aldığı her nefes bile bir ibadettir. Çünkü her nefeste yüce Tanrı’nın adı anılmaktadır.
Yüce Tanrı ibadetleri de boş yere emretmiş değildir. Her ibadette insan için sayısız yararlar vardır. Kaldı ki, Tanrı’nın bizim ibadetlerimize gereksinimi yoktur. Ama bizim ibadete ihtiyacımız vardır. İbadet etmek suretiyle Allah’a olan şükür borucumuzu yerine getirmiş olmaktayız. Ancak bununla birlikte ibadetlerde bizim için sayısız yararlar vardır. İbadet bilinciyle yaptığımız her eylem bize özellikle manevi anlamda kazanımlar sunmaktadır.
Hiç kuşku yok ki oruç da böyle değerlendirilmesi gereken bir ibadettir. Orucun anlamına eren canlar onun hikmetlerini de kavrayacaklardır.
Oruç bizler için hikmetlerle doludur. Bu hikmetleri beş madde halinde dile getirebiliriz.
Oruçtaki birinci hikmet, kişinin kendini denetim altına alması, nefsine egemen olması ve aklın bütün uzuvlara hakim kılınmasıdır. Bu sayede kişi ahlaki olarak yükselecektir. Alemlerin rabbi olan yüce Tanrı’nın ahlakıyla ahlaklanacaktır. Böylece eline, diline ve beline sahip olacaktır. Bu da o kişiyi örnek insan ve  yücelik mertebesine taşıyacaktır.
Ne mutlu yüce Allah’a hakkıyla insan olabilmek için çalışanlara!
Ne mutlu gösterişten uzak bir biçimde ibadet edenlere!
Oruçtaki ikinci hikmet, kişinin kutsal bir görevi yerine getirmiş olmanın huzurunu yaşamasıdır. Bu sayede insanın kalbi sevinç ve mutlulukla dolacaktır. Kalbi sevinç ve mutlulukla dolan kişi ne yana dönerse orada Allah’ı görecektir. Allah’ın evrendeki yansımasını yani tecellisini seyredecektir. Gördüğü her nesne ona Tanrı’yı hatırlatacaktır. Nitekim Bakara Suresi 115. ayette yüce Allah şöyle demektedir: “…Her nereye dönerseniz dönün orada Allah’ın yüzünü görürsünüz…”
Gerçek müminlerin ibadeti işte böyledir! İbadette iken nereye baksalar orada Allah’ın cemalini görürler. Her an onunladırlar. Yürekleri onun sevgisiyle doludur.Her türlü şekil ve kalıptan sıyrılıp öze ulaşarak manevi derinliğin hazzını yaşarlar.
Ne mutlu oruçtaki bu hikmete vasıl olanlara!
Ne mutlu Hakk’ın tecellisini görebilenlere!
Oruçtaki üçüncü hikmet de kişinin aç ve susuz kalmak suretiyle açların ve susuzların halinden anlamasıdır. Oruç tutan kişi açlığı ve susuzluğu yüreğinde hisseder. Böylece yardıma muhtaç kimselere daha bir istekle yardım eder. Açları doyurmaya çalışır. Lokmasını paylaşır. Cimrilik gibi hastalıklardan kurtulur. Cömertliğin ne büyük bir erdem olduğunu anlar. Bilir ki Allah cömerttir ve cömert olanları sever. Böylece cömertlik makamının sırrına ulaşır.
Yüce peygamberimizin; “Komşusu açken tok yatan bizden değildir.” sözünün anlamına ererek toplumsal dayanışma ve ulusal birlik için üzerine düşen görevleri kavrar.
Kuşku yok ki, oruç tutan kişi, helal kazancın ne demek olduğunu da daha iyi kavrar. Bu da orucun bir diğer hikmetidir. Oruç tutmak suretiyle aç ve susuz kalan kişi kul hakkının ne denli önemli olduğunu anlar. Başkalarının büyük emek harcayarak elde ettiklerini haksız bir biçimde kendi zimmetine geçirmekten uzak durur. Bilir ki, kendisi de benzer bir durumla karşılaşabilir. Böylece kendisine yapılmasını istemediği bir şeyi başkalarına  yapmamak gerektiğini daha açık bir biçimde öğrenir.
Orucun insana kazandıracağı dördüncü hikmet de kamil insan olma vasfıdır. Kamil insan, insani erdemleri kişiliğinde toplayan bireydir. Kamil insan olmak her gerçek müminin amacıdır. Oruç, kişiyi kamil insan olmaya götüren en önemli araçlardan biridir. Orucu olgunlaşma vesilesi olarak görüp kamil insan niteliğini, eskimez bir elbise gibi giyinenler kaynağı Hakk olan bir örtüyle örtünmüş olacaklardır.
Bu örtü, ahlak ve edep örtüsüdür.
Bu örtü, iman ve Hakk’a teslimiyet örtüsüdür.
Orucun beşinci hikmeti ise; ahlak ve edepten yoksun kimseler ne kadar giyinirlerse giyinsinler, ne kadar örtünürlerse örtünsünler aslında çıplaktırlar.
İşte oruç bize gerçek örtünün ahlak ve edep olduğunu öğretir.
Elimize, dilimize ve belimize sahip olarak kamil bir ahlak ile olgun insan olmanın yolunu açar.
Ne mutlu gerçek kamillere!
Ne mutlu hikmet ve inançla oruç tutanlara!
Yüce Tanrı oruçlarımızı ve tüm ibadetlerimizi kabul eylesin…
İbadetlerimiz ulu dergahta Hakk defterine yazılsın…
Hazreti İmam Hüseyin ve tüm 12 imamların şefaati üzerinize olsun!
Allah…Allah!

HÜR (HAR) İBNİ RİYAHİ
Hz. İmam Hüseyin, Kerbelâ’ya gelmişti. Fırat suyu yakındı, Yezid, İmam Hüseyin’in Mekke’den ayrıldığını öğrenmişti. Ehl-i Beyt kervanı yollardaydı.
Yolda Müslim Akiyl ve oğullarının şehâdetinin haberini almıştı Hz. Hüseyin. Geri dönmek için ısrar edenlere; “Yezid’in hüküm sürdüğü her yer bizim için tehlikedir, geri dönmek neye yarar ki!” diyerek, yoluna devam ediyordu.
Kafilenin üstünde bir hüzün vardı. Nereye gittiklerini bilmiyorlardı, geceler haindi, geceler karanlıktı, yol yoktu! Gidilecek, sığınılacak bir yer yoktu! Bastıkları yeri göremiyorlardı.
Hür ibni Riyahi, üç gündür çöllerdeydi, Yezid’in görevlendirdiği askeri müfrezenin komutanıydı. Akşama doğru, çölün sakin ve tenha ufuklarında Ehl-i Beyt kervanını görmüşlerdi.
İmam Hüseyin’in kervanı, gelip bir kuyunun başında konakladılar. Hür kervana doğru ilerledi ve İmam Hüseyin ile karşılaştı.
İmam Hüseyin: “Ben Resûlü Ekrem’in torunu, İmam Ali’nin oğlu İmam Hüseyin’im, ya sen kimsin?” diye sordu.
Hür ibni Riyah: “Ya İmam! Ben Hür bin Riyahi’yim” diye cevap verdi.
İmam Hüseyin: “Ya Hür! Bana yardıma mı geldin? Yoksa benimle çarpışmağa mı?” diye sordu.
Hür: “Ya İmam! Übeydullah bin Ziyad tarafından senin yanında bulunmağa ve senin Küfe’den bir başka yere gitmene müsaade etmemeğe memurum ve yarın sabah seni Küfe’ye götüreceğim” dedi.
İmam Hüseyin, Hür’e: “Ey Hür! Biz ne yaptık ki, bu zulüm bize reva görülür? Siz ki Küfe halkısınız, bana pek çok mektuplar gönderip, muhabbetinizi arz edip “Uyacak bir İmamımız yoktur” diye benim burada bulunmama lüzum gösterdiniz, hâlâ bu kararda iseniz, ben üzerime düşeni yaptım. Siz de kendinize düşeni yerine getirin” dedi.
O vakit Hür: “Ey Ali oğlu Hüseyin! Benim bu bahsettiğin mektuplardan haberim yoktur” dedi.
Bu arada Küfe tarafından altı atlı gelip Hür’e bir mektup verdiler. Mektup, Übeydullah bin Ziyad’dan idi ve mektupta: “Ey Hür! İmam Hüseyin’e hangi konak yerinde erişirsen, derhal kendisiyle görüş ve onu bu taraflara getir” deniyordu.
Hür, mektubu İmam Hüseyin’e okuduktan sonra, gözlerini tek tek bu mazlum ve sefil ailenin üzerinde gezdirdi, mahzunlaştı: “Ne yapmamı istersiniz?” dedi.
İmam Hüseyin: “İzin ver gideyim” dedi.
O vakit Hür: “Ey Haşimi Peygamberi’nin can varlığı! Ben şu dakikada nasıl hareket edeyim? Seni serbest bıraksam Übeydullah bin Ziyad’dan korkarım. Seni yakalayıp götürsem, Allah’tan korkarım. Ama, Allah korkusu, Ziyad’ın korkusundan üstündür” dedikten sonra şu teklifi getirdi: “Ben derim ki, harem kadınlarını askerlerden uzaklaştırma bahanesiyle, sizin ordunuz bizim ordumuzdan biraz uzaklaşsınlar. Gece karanlığı basınca da ne tarafa gitmeyi isterseniz, gidersiniz” dedi.
Hz. İmam Hüseyin, hikmetin sırlarını açığa çıkarmak için, bu teklifi uygun bulup, bir miktar uzaklaştılar. Askerlerin derin uykuya daldıkları bir saatte de Mekke’ye doğru yola koyuldular.
Bu sırada dört nala bir atlı yaklaşıp, Hür’e bir mektup uzattı. Hür, mektubu okudu. Mektup İbni Ziyad’tan geliyordu. İbni Ziyad, onu görevden almıştı, Hür çaresizdi.
Diğer taraftan İmam Hüseyin ve kafilesi, gece boyu yol aldılar. Ertesi gün sabah olduğunda öyle bir yere geldiler ki bu konak yerinden ileri gitmeğe ruhsat yoktu.
Hz. İmam, bindiği atı, her ne kadar yürütmek istedi ise de at bir adım dahi atmıyordu. O, vakit atından inip, “Ey göçüp konduğumuz yerleri bilen kişiler! Bulunduğumuz bu yer neresidir?” dedi.
Bilenler: “Buraya Mariye toprağı, derler” diye cevap verdiler.
İmam Hüseyin: “Buranın bir başka adı daha olacaktı?” diye sordu. Cevap verdiler: “Evet! Buranın diğer bir adı da Kerbelâ’dır” dediler.
İmam Hüseyin: “Allah’u ekber! Burası kerb ve belâ toprağıdır!” dedi. İbni Sa’d, Ömer bin Haccac’ı beş yüz kişilik bir kuvvetle Fırat’ın muhafazasına memur etmişti. Savaş artık kaçınılmaz olmuştu. Muharremin onuncu günü düşman askeri saflar halinde yerlerini almışlardı.
Hür bin Riyahi, Ömer bin Sa’d’ın yanına gelip: “Ya İbni Sa’d! Hüseyin’le savaşmak, kesinleşmiş midir?” dedi.
İbni Sa’d: “Evet! Kesinleşmiştir, bu meydanda kanlar dökülecektir” dedi.
Hür: “Öyle ise ben Hüseyin’le savaşmak istemiyorum. Bir baksana biz kaç kişiyiz, bir de Hüseyin’e bak. Onlar kaç kişi. Üzerine çullanacağınız bu insanlar, kendisinden şefaat beklediğiniz Hz. Muhammed’in evlatlarıdır. Yarın kıyamet günü Resulallah’a nasıl cevap vereceksin?” dedi.
Ömer bin Sa’d, bu soruya cevap vermedi. Hür’ün rengi solmuştu, bu adaletsizliğe karşı vücudu tir tir titriyordu.
Kardeşi görmüştü Hür’ü: “Ya Hür! Nedir bu halin, seni hiç böyle solgun görmemiştim. Senin gibi bir savaşçı, bu duruma düşer mi” dedi.
Hür: “Ey kardeş! Şu anda en büyük savaş, benim yüreğimde, vicdanımda oluyor. Hak ile batıl savaşıyor” diye cevap verdi.
Kardeşi, nedenini sorunca da Hür: “Şunun içindir ki, biz bir orduyuz, karşımızda bir avuç masum aile var. Bunlara saldırmak, mertliğin şanına yakışır mı? Hüseyin haklıdır, yiğittir, haksızlığa boyun eğmemiştir. Canı pahasına dedesinin ve babasının kurduğu yolu korumaya çalışıyor. Ben kılıç çekemem bunlara, kıyamam bunlara” diyerek düşündüklerini kardeşine söyledi.
Ağabeyi Hür’den bu sözleri işiten kardeşi: “Ey yiğit kardeş! Sen vicdanının sesini dinle” dedi.
Hür: “Öyle ise Kardeş! Ben Hüseyin’in tarafına geçiyorum, istersen sen de gel” dedi. İki kardeş, atlarına atlarlar, dolu dizgin sürerler atlarını Hüseyin’den tarafa.
Toz bulutu içinde iki atlının geldiğini görürler. İmam Hüseyin, bakar ve tanır, gelen komutan Hür’dür. Hür, atından iner, İmam Hüseyin’in önünde diz çöküp: “Ya Hüseyin! Ben ve kardeşim birlikte, senin yanında canımızı feda etmeye geldik.”
İmam Hüseyin: “Ya Hür! Cenab-ı Hakk ve ceddim Muhammed, sizden razı olsun. Benim için canlarınızı feda etmeyiniz, sizler bizim misafirimizsiniz, buyurun oturun” dedi.
Hür İbni Riyahi: “Ya Hüseyin! Size ilk karşı çıkan, yolunuzu kesen ben oldum. İzin ver, senin yolunda ilk şehitte ben olayım” diyerek savaş meydanına çıkmak için izin istedi ve atına atlayıp, yıldırım gibi savaş meydanına sürdü. Düşman safları önüne gelince: “Ey Yezid köleleri! Ben Hür bin Riyahi’yim, biraz önce ben de sizin gibi batıl bir inancın peşindeydim ama, şimdi haklı bir davanın peşindeyim. Ey İslamiyet iddiasında bulunanlar! Kime kılıç çekiyorsunuz? Karşınızdakiler, Peygamber kanından ve canından hasıl olmuş suçsuzlardır. Bir taraftan Peygamber ve evladına Salâvat getiriyor, bunlardan şefaat diliyorsunuz, diğer taraftan da öldürüyorsunuz.
O vakit akılsız İbni Sa’d, Hür bin Riyahi’yi karşısında görünce korkmuştu. Safvan adındaki bir nâmerde: “Yürü var şu Hür’e nasihat et, aklını başına toplasın. Mal ve para vaat edip kendisini kandırmaya çalış” diyerek Hür’ün karşısına çıkardı.
Safvan: “Ey Hür! Akıl ve tedbir sahibi olmak gerek… Dünya nimetlerinden ayrılıp bu zilleti neden seçtin?” diyerek, Hür’ün aklını başına getirmeye çalıştı.
Hür: “Ey cahil herif! Âlemde izzet, Âl-i Resule hizmettedir. Hangi akılsız, fani bir nimet için bâki olan bir devleti bırakır” diyerek, Safvan’ın hücumunu bekledi. Safvan Hür’ün üzerine atılıp ilk hamlesini yaptı. Ancak Hür, bir hamlede kâfirin işini bitirmişti.
Hür, peş peşe gelen birkaç namerdi de cehenneme yolladıktan sonra, atını dolu dizgin çadırlara sürdü, geldi İmam Hüseyin’in önünde durdu, atının üzerinde sallanıyordu. İmam Hüseyin, yardım etti, yere indirdi. Hür diz üstü oturdu, elleri İmam Hüseyin’in ellerindeydi: “Ya İmam! Benden razı mısın? Sana önce ben karşı çıktım, yolunda önce ben şehitlik şerbetini içeceğim” dedi.
 
Kudret kandilinden bir kalem
Yazmış su diye su diye
Şah Hüseyin Kerbelâ’da
Gezmiş su diye su diye
Çekip ordusun gelince
Şah’ın cemalin görünce
Hür şehit meydana önce
Girmiş su diye su diye
Kerbelâ’da zulüm vardı, ağıt vardı, su feryatları vardı. İmam Hüseyin bu yiğit insanın başını, bağrına bastı, her yanından kanlar akıyordu: “Ya Hür! Ceddim ve ben senden razıyız, senin adın Har idi, bundan böyle Hür olsun. Her iki cihanda da Hür olasın, Hür şehit olasın” diyerek onun maneviyatını yükseltmeye çalıştı.
Hür, kılıcına dayandı, zoraki atına bindi ve tekrar düşman safları üzerine atını sürdü. Üzerine her taraftan mızraklar yağıyordu. Bu arada atı sakatlanmış, yaya kalmıştı. İmam Hüseyin bunu gördü ve hemen yürük bir at gönderdi. Hür bu ata binip tekrar savaşmaya başlamıştı ki, hâtiften (Hakk’tan) bir ses: “Ey Hür! Sana müjde olsun ki, huri ile gılmanın, yüzünü görmeye hak kazandın” diye müjde veriyordu.
Ancak Hür, etrafını saran yüzlerce nâmerdin kılıç ve mızrak darbeleri altında, al kanlar içinde cansız yere yuvarlanmıştı. Yere düşerken, son feryadı, çöllerde yankılanmıştı: “Medet Allah’ım.. Medet ya Muhammed!” Hür şehit yoktu artı
HAZRET-İ İMAM HÜSEYİN    (4. Gün)
Hz. İmam Hüseyin; Hz. Ali’nin oğludur. Lâkabı, “Şehid-i Kerbelâ’dır, 3 Şaban, 626, yani 19/1/626 yılında Medine’de dünyaya geldi, 11 yıl imamet makamında bulundu. 54 yaşında Cüstura oğlu Beşir (Şimir), Yezid’in emri ile 10 Muharrem 680 günü Kerbelâ’da şehit etti. Kabri, Kerbelâ’dadır, Merkadi nur olsun.
Küfe bölgesindeki Hz. Ali yanlıları, Hz. İmam Hasan’ın sağlığında halifeliği Muaviye’ye bırakmasına çok gücenmişlerdi. Onlara göre halifelik hakkı, Ali soyuna aitti. Hz. Hasan’ın Hakk’a yürümesinin ardından hiç vakit kaybetmeden, gizlice yanına gelip halifeleri olması için Hz. Hüseyin’e davette bulundular.
Hz. Hüseyin, bu işe ancak Muaviye’nin ölümünden sonra girişmek istiyordu. Hz.
Alirıza 3
Mesajlar: 20
Kayıt: 25 Kas 2011, 23:51

Re: muharrem orucu ve kerbela

Mesaj gönderen Alirıza 3 »

         MUHARREM'DE MATEM TUTMAK       (7. Gün)
Muharrem ayının inancımızdaki yerini özel kılan olaylardan biri de matem ayı olmasıdır. Matem çok sevilen ve çok değerli olan bir şeyi veya bir kimseyi kaybetmenin verdiği acıyı en ileri düzeyde hissetmenin adıdır. Bu ay Alevilerin yani gerçek müminlerin matem ayıdır. Çünkü bu ay, yüce peygamberimizin torunu Hazreti İmam Hüseyin ve ikrar verenlerinin Kerbelâ’da hunharca katledildikleri aydır. Kerbelâ zulmü insanlık tarihinin utanç sayfalarından biridir. İnsanlık Kerbelâ’da çok değerli bir varlığını zulme kurban vermiştir.
Peygamberler sultanı Hazreti Muhammed’in Ehl-i Beyt’inin kan ağladığı, mübarek bedenlerinin Kerbelâ çöllerinde yerlere serildiği, başlarının mızraklar ucunda gezdirildiği, tüm Müslümanların namusu olan Ehl-i Beyt kadınlarının çıplak develer üzerinde perişan edildiği ay olan Muharrem ayında yer ve gökler baştan başa karalar bağlamış, mateme bürünmüştür.
Bu ay, Ehl-i Beyti sevenler ile sevmeyenlerin ayrıştığı aydır. Gerçek müminlerin tevella ile Ehl-i Beyt’e bağlandıkları teberra ile de zalimlere muhalefet ettikleri bir aydır bu ay!
Matemimiz Ehl-i Beyt aşkınadır.
Matemimiz İmam Hüseyin aşkınadır!
Matemimiz mazlumlar aşkınadır!
Bir tarafta adaletin, hakkın, şerefin, kahramanlığın temsilcisi İmam Hüseyin ve yol  yârenleri diğer tarafta ise zalim Yezit’in katilleri!
İşte bu ayda matem tutmak, adaletten, haktan, şereften yana olmak demektir. Zulme boyun eğmeyen İmam Hüseyin için yas tutmak demektir. Peygamber soyunun acısıyla acılanmak demektir.
Bu ayda matem tutmak  zalimlere karşı öfkemizin yüzyıllar sonra bile tükenmediğini göstermek demektir. Şehitler şahı İmam Hüseyin aşkıyla dolmak demektir.
Matem donunu giydi bulutlar bölük bölük
Baran gamında koptu vü tufan Ya Hüseyin!
Gökler boyandı mateme gün giydi karalar
Mahvoldu arada mah-ı taban Ya Hüseyin!
Yüce peygamberimizin  gözbebeği torunu, Hazreti İmam Ali efendimizin kendisi gibi yürekli oğlu şehitler şahı Hazreti İmam Hüseyin Kerbelâ’da mübarek canını  adalet uğruna, peygamber yoluna, Şah–ı Merdan yoluna, hak ve halk yoluna feda etmiştir. Onun örnek kıyamı yüzyıllar boyunca tüm mazlumların güç aldığı mübarek bir kıyamdır. Hiçbir koşulda zulme boyun eğmemek gerektiğini, hakkı ve adaleti can pahasına da olsa savunmak gerektiğini öğreten bir kıyamdır. Hak ile batılın furkanı, aşıkların destanı ve sadıkların meydanıdır Kerbela!
Düştü Hüseyin atından sahra-yı Kerbela’ya
Cibril git haber ver sultan-ı enbiyaya!
Kerbela kıyamı kahramanlığın, yiğitliğin, haysiyetin ve zulme isyanın öğretildiği bir okul gibidir.  Hazreti İmam Hüseyin de bu okulun baş öğretmenidir!
O okulda okuyup mateme bürünenlere selam olsun!
O okulda okuyup da insan olanlara selam olsun!
İmam Hüseyin için ah çekip ağlayanlara selam olsun!
Tüm zalimlere lanet okuyanlara selam olsun!
“…Zulüm altında inleyen mazlumların tek ümit ışığı biziz. Bir can için bu mazlumların ümit ışığını nasıl söndüreyim!” diyen İmam Hüseyin‘in ışığı hiç kuşku yok ki onu sevenlere şefaat olarak dönecektir. O ümit ışığı müminlerin kurtuluş çerağı olacaktır. Zalimlere karşı başkaldırı olacaktır. İnsanca ve korkusuzca yaşamanın hiç sönmeyen ateşi olacaktır. Bu ateş, sonsuza değin yanacaktır. Bu ateş gönlümüzü, gözümüzü, yolumuzu ve ufkumuzu aydınlatmaya devam edecektir. Bu ateş kalbimizi tutuşturan bir  ateştir, ışıktır.  İnsan olmanın vasfına ermenin ateşidir.
Ne mutlu yüreğindeki o insanlık ışığını söndürmeyenlere!
Ne mutlu İmam Hüseyin aşkıyla matem tutanlara!
Ne mutlu Kerbela şehitleri için göz yaşı dökenlere!
Güneşe koşan yollar bizim
Kış ardından bahar bizim
Karlı duvak takmış dağda
Geceyi yakan ateş bizim!
Yalanı yenen dostluk bizim
Zulmü yenecek gönül bizim
Ufka uçan turnalarla
Ali bizim, Hasan bizim, Hüseyin bizim!
Yüce Tanrı yaptığımız tüm ibadetleri kabul eylesin…
İbadetlerimiz ulu dergahta hak defterine yazılsın…
Hazreti Muhammed Mustafa ve tüm Ehl-i Beyt’in şefaati üzerinize olsun!
Allah…Allah!
 
MUHARREM ORUCUNUN KURALLARI
Muharrem orucu kendine özgü kuralları olan bir ibadettir. Bu kurallar kişiden kişiye ve yörelere göre bazı değişiklikler gösterse de genelde kurallar bellidir.
Oruç denildiğinde kuşkusuz ilk akla gelen her türlü yemeden ve içmeden kesilmek ve cinsel ilişkiden uzak durmaktır. Bunlar, üzerinde hiçbir ihtilafın olmadığı hususlardır. Bununla birlikte Alevilerin orucunda bir de susuzluk olgusu vardır ki bu olgu Muharrem orucunu özel kılan unsurlardan biridir.
 
Muharrem orucu süresince Hazreti İmam Hüseyin’in susuzluğuna hürmeten su içmemek çok önem verilen bir kuraldır. Oruç süresince su içmemek suretiyle İmam Hüseyin ve diğer Kerbela şehitlerinin susuzluğuna ortak olmak, onların acısını hissetmek amaçlanmaktadır.
 
Bununla birlikte 12 gün boyunca hiç su içmeden durmak, insan sağlığı açısından sakıncalı durumlara yol açabilir. Unutulmamalıdır ki, dinde zorlaştırma değil kolaylaştırma esastır. Nitekim Taha Suresi’nin 2. ayetinde de belirtildiği üzere yüce Allah, kulları için zorluk değil kolaylık ister. Bu nedenle vücudun ihtiyaç duyduğu suyu değişik yollarla da olsa karşılamak şarttır. Oruç tutan can, saf su içmese bile sulu içeceklerle vücudunun su ihtiyacını gidermelidir. Hiçbir ibadet insanın sağlığından önemli değildir. Tersine ibadetler insan sağlığını gözeterek yapıldığında gerçek ibadet olma vasfına sahip olurlar.
Bu nedenle insan sağlığı bakımından gerekli olan gıdaları almak ibadetin makbul olması için şarttır. Aksini düşünmek kişinin kendi kendine boş yere eziyet etmesi demek olacaktır. Bu hususta yüce peygamberimizin; “Müjdeleyin, nefret ettirmeyin. Kolaylaştırın, zorlaştırmayın!” sözü hatırdan çıkarılmamalıdır.
Nitekim dince oruç tutmaması gerekenler dikkate alındığında dinde kolaylığın önemi daha iyi anlaşılacaktır.
Hasta olanlar, anne olup süt emzirenler, hamile olanlar ve ülkemizin sınırlarını koruyan görevdeki askerler oruç tutmamalıdır. Adet dönemindeki kadınların ise oruç tutup tutmayacakları ihtilaflıdır. Ancak adetli olmak bir kirlilik değildir. İnsan neslinin devamı için gerekli olan doğal bir olaydır. Bu nedenle bu durumdaki kadınlar kendilerini hasta ve bitkin hissetmiyorlarsa oruçlarını tutabilirler.
Bütün ibadetlerde olduğu gibi oruç ibadetinde de içtenlik temel kuraldır. İçtenliğin sağlanabilmesi de zorlaştırmayla değil ancak kolaylaştırmayla mümkündür. Unutulmamalıdır ki, Alevi inancı şekilcilikten ve kalıplardan yana değildir. Asıl olan manevi derinliğe ulaşarak özü yakalamaktır.
Muharrem orucu ve matemdeki öz, Hazreti İmam Hüseyin ve diğer Kerbelâ şehitlerinin acılarının, sıkıntılarının ve çektikleri susuzluğun yüreğimizde ve beynimizde hissedilmesidir.
 
Bunu hissetmek bir takım şekillerle ve katlanılması güç kurallarla olmaz. Kerbelâ şehitlerinin acısını hissetmek, onları büyük bir aşkla severek olur.
 
Onları ve onların yaşamını hayatımıza egemen kılarak olur. Her türlü zulme ve tüm zalimlere karşı çıkıp mazlumların safına geçerek olur.
Hazreti İmam Hüseyin ve Kerbelâ şehitlerinin davası insanlık davasıdır. Hakk’ın ve adaletin davasıdır. İnsanca, korkusuzca ve şerefle yaşamanın davasıdır. İşte bu gerçekleri anlamak ve kavramak Muharrem orucunun ve matemin özünü keşfetmek demektir. Bu ayda her zaman olduğu gibi insan olmanın kemaletiyle özümüzü dara çekip iç dünyamızı sorgulamalıyız: İmam Hüseyin gibi mi, yoksa “lanetlenmiş soy” olarak Kur’an da geçen zalim yezit gibi mi yaşadım?  İçimizde ki Yezit’i adam etmeden dışımızda ki Yezit’e lanet okumak kişiye ne kazandırır ki?
Ne mutlu bu bilinçle oruç tutan canlara!
Ne mutlu şehitler şahı İmam Hüseyin’in yoluna gönül verenlere!
Ne mutlu Hüseyin’i hayat yaşayanlara!
Muharrem orucu süresince düğün, nişan, sünnet ve benzeri eğlenceler yapılmaz, can incitilmez, kan akıtılmaz, et yenilmez.
 Çünkü bu matem Kerbelâ şehitlerine hürmeten tutulan bir matemdir. Onların acı çektiği, sıkıntılara maruz kaldığı bir ayda eğlence yapmak, kan akıtmak, can incitmek matemin mantığına aykırıdır.
 
Muharrem orucu boyunca yıkanmamak, tıraş olmamak, elbise değiştirmemek günümüz koşullarında ve kent yaşamında katlanılması imkansız sorunlara yol açmaktadır.
 
Yıkanmadan, tıraş olmadan çalışmak ve toplumsal yaşama katılmak telafisi güç zararlara neden olacaktır. Bir Alevi memurun tıraş olmadan, yıkanmadan ve elbise değiştirmeden işine devam edebilmesi mümkün değildir.
Bunlar olmazsa olmaz kurallar olarak görülmemelidir. Bunlara takılıp kalmak şekil ve kalıba hapsolmak demektir. Oruç ve matemdeki özü kavrayamamak demektir.
Bizler Aleviler olarak ibadetlerdeki Batıni / içsel yönü anlayarak ibadet ediyoruz. Şekil ve şölenlerden sıyrılarak manevi derinliğin hazzını tadıyoruz. Aşkla, huzur ve mutlulukla yüce Tanrı’nın rızası için oruç tutuyoruz.
Ne mutlu ibadet ederek huzura kavuşanlara!
Ne mutlu Ehl-i Beyt sevdalılarına!
Ne mutlu Hak Muhammed Ali sevgisini yüreklerinde duyanlara!
Yüce Allah yaptığımız tüm ibadetleri kabul eylesin…
HAZRET-İ ABDULLAH
Hür İbni Riyahi’den sonra Hür’ün kardeşi ve daha sonra da Müslim Akıyl’in oğulları Abdullah, Cafer ve Abdurrahman sırasıyla şehadet şerbetini içtiler. Sıra Cafer Tayyar’ın evlâtlarına gelmişti. Bunlardan Muhammed bin Abdullah, İmam Hüseyin’in ayağını öpüp: “Bana da müsaade et ki, meydana çıkıp bu kötü siyretli kâfirler ve bozuk itikadlı kimselerden mümin kişilerin intikamını alıp sevaba gireyim” dedi.
Muhammed Hazret’ten müsaadeyi alıp meydana geldi ve kendini tanıtıp savaşacak er istedi. Muhammed pek çok kâfir askerini helak ettikten sonra kendisi de şehit oldu.
Kardeşinin şehit düştüğünü gören Muhammed bin Avf bin Abdullah, izin dahi almadan derhal savaş meydanına atıldı ve hiç vakit kaybetmeden kardeşinin katilinin üzerine atılarak işini bitirdi.
Daha sonra İmam Hüseyin’in yanına dönüp, kendisinden izin almadan gittiği için af edildi.
Hazret-i İmam, ona dua edip müsaade verdikten sonra tekrar meydana çıktı. Abdullah, meydana varınca kılıcı ile saflar arasına daldı ve safları kana buladı, pek çok kâfiri öldürdükten sonra, kendisi de Hakk’ın rahmetine kavuştu. Allah rahmet eylesin.
Cafer Tayyar oğlu Muhammed bin Abdullah, şehitlik mertebesine erişince, şehitlik sırası Hazret-i İmam Hasan’ın büyük oğlu Abdullah’a gelmişti. Abdullah, amcası Hazret-i İmam Hüseyin’den müsaade alıp savaş meydanına girdi. Abdullah yüzlerce düşman savaşçısını saf dışı bıraktı.
Ancak, pek çok düşman askeri, Abdullah’ın üzerine saldırdılar. Bu durumu gören İmam Hüseyin taraftarlarından Muhammed bin Enes, Sa’d bin Deccane, Mevlâyi Hüseyin Firuzan, Abdullah’ın yardımına koştular. Ancak Abdullah’a yardıma gelenler de pek çok düşmanı saf dışı bıraktıktan sonra şehadet şerbetini içtiler.
Tekrar yalnız kalan Abdullah, Hazret-i İmam’ın yanına döndü: “Ey amca Susuzum! Susuzum!” diye haykırdı.
Hazret-i İmam: “Ey gözümün nuru! Sabret! Sabret ki, Kevser suyundan ruhun kana kana içecektir” diyerek Abdullah’ı teskin etmeye çalışıyordu.
Hasan Müçteba oğlu Abdullah, bu müjdeyi alınca yeniden savaş meydanına döndü. Ancak, yüzlerce düşman askeri, onun etrafını sarmıştı. Abdullah’ın zor durumda olduğunu gören Ali oğlu Abbas ve Avn bin Ali, derhal Abdullah’ın yardımına koştular ve onu alıp çadırlara getirmek üzere iken, Meral bin Zâhir, bir kılıç darbesiyle o şehzadeyi şehit etti. Ali oğlu Abbas, o melunu, bir vuruşta cehenneme gönderdi. Daha sonra da var gücüyle mücadele ederek, Abdullah’ın kanlar içerisindeki bedenini Hazret-i Hüseyin’in huzuruna getirmişti.
Abdullah’ın lime lime olmuş cesedini gören Ehl-i Beyt kadınları, oturdukları yeri göz yaşı seline çevirmişlerdi. Bu durumu gören İmam Hüseyin: “İnnâ lillâhhi ve innâ ileyhi râciûn” deyebilmişti. Allah bizleri onların şefaatinden mahrum etmesin.
 
HAZRET-İ KASIM
Kasım, kardeşi Abdullah’ın gözü dönmüş Yezit yandaşları tarafından şehit edildiğini ve kanlar içerisindeki cansız bedenini görünce, dünyası kararmıştı. Hiç vakit kaybetmeden Kerbelâ sultanının yanına vardı ve ayağına yüz sürüp: “Ey benim yüksek mertebeli amcam! İzin ver de ben de meydana atılayım ve bu hainlerden kardeşim Abdullah’ın intikamını alayım!” dedi.
Kasım’ın savaşmak için izin istediğini gören Peygamber hanedanının hatunları, Kasım’ın eteğine sarılarak: “Ey fazilet baharının gülü, senden bize Hasan Müçteba’nın kokusu gelir! Senin ayrılığına dayanamayız!” diyerek feryat ediyorlardı. Diğer taraftan Hazret-i İmam Hüseyin, Kasım’ın yolunu kesti: “Ey seyitler eyvanının güneşi! Büyük kardeşimin adı, seninle anılır. Ve sana hiç kimse bedel olamaz” diyerek Kasım’ın savaş meydanına gitmesine engel olmaya çalışmıştı ama, nafile; Kasım, kararlıydı.
Kasım, babası Hazret-i Hasan’ın vefatından önce kendisine bir vasiyet bıraktığını hatırladı. Hazret-i İmam Hasan vasiyetinde: “Ey oğlum Kasım! Sana vasiyetim budur ki, Hz. Hüseyin, Kerbelâ çölünde belâya uğradığında, onun uğrunda canını feda etmekte sakın kusur etmeyesin” diyordu. Bu vasiyeti amcasına okuduktan sonra meydana gitmek için tekrar izin istedi.
O vakit İmam Hüseyin de: “Ey göz nuru ve ey seyitlerin üstünü! O Hazretin bana da bir vasiyeti vardı. Ama, bunu gerçekleştirmeye devran müsaade etmedi” dedi.
İmam Hasan şehadet şerbetini içmeden önce kardeşi İmam Hüseyin’i yanına çağırmış: “Çocuklarım sana emanet, onları boynu bükük bırakma, onlara sahip ol. Oğlum Kasım, kızın Fatma’ya tutkundur, onları sevgilerinden mahrum bırakma, onların iffetini koru. Evlatlarımı sana ve seni de Vacib-ül vücud olan Allah’a emanet eyledim!” diye vasiyet etmişti.
İmam Hüseyin, Kerbelâ çölünde bu son vasiyeti hatırladı. Kerbelâ çölü kandı, zulümdü, karanlıktı, feryatlar dinmiyordu. Ehl-i Beyt ailesinin figanı hiç dinmiyordu.
Bu haleti ruhiye içerisinde İmam Hüseyin, çadırlara girdi. Eşi Şehriban-u ve kardeşi Zeynep oradaydı. Yüzlerine tekrar baktı. Hepsi solmuştu, hepsi yıkılmıştı, hepsi perişandı. Felek cevri cefasını bütün Ehl-i Beyte vermişti.
“Kızım Fatma’ya gelinlik giydirin” dedi İmam Hüseyin. Kasım delikanlıydı, gençti, yüreğinde bahar rüzgarları esiyordu, henüz yaşama ve gençliğe doymamıştı!.. Çadırda feryatlar duyuluyordu.
Kasım’ın feryatları geliyordu. Kardeşi Abdullah’ın kanlı cesedi kucağındaydı. Kardeşi Abdullah’ın feryadına savaş meydanına koşmuş, kardeşine ulaşmış, çılgınlar gibi onu kurtarmaya çalışmıştı. Abdullah kan içindeydi, ölümcül yaralar almıştı. Kasım’ın yüreğinde ki acıya âlem bile titriyordu. İşte Kasım bu haldeydi. Onu da getirdiler çadıra. İmam Hüseyin Kasım’la göz göze geldi. Kasım titriyordu.
Ey yüce Allah’ım! Sanki karşısında abisi İmam Hasan vardı. Ne kadar da benzerlik bu. İmam Hüseyin, yerinden kalktı. Kasım’ın elinden tuttu. Kızı Fatma’nın eliyle birleştirdi ve nikahlarını kıydı. Ve Kasım’a dönerek: “Sizleri dünyanın kan ağladığı bir günde, birbirinize nikah ediyorum. Biliyorum ki biraz sonra senin de şehadetini göreceğim. Ancak buna rağmen sevginiz cennet gibi temiz olsun. Yarın Arş-ı Âlâda birbirinize kavuşursunuz” dedi.
Kasım, dönüp bir kez olsun Fatma’nın yüzüne bakamamıştı, titriyordu… Kasım amcasına sarıldı, ikisi de ağlıyordu. Ehl-i Beyt kadınları hıçkıra hıçkıra ağlıyorlardı. Kasım tekrar, “Ey amca! Bana da izin ver, şehitlik şerbeti bizim için kurtuluştur. Döndü baktı çadırların önü şehitlerle doludur, tekrar, izin ver bana amca” dedi Kasım.
İmam Hüseyin, “Ey yaşama doymamış oğul! Büyük kardeşimin adı seninle anılır, onun kokuları gelir senden. Bana güç ver Allah’ım! Bana güç ver” diyerek inledi.
Kasım, “Ey amca! Öyle masum olma, biz kanımızla and içtik. Büyük dedemiz Muhammed Mustafa’nın, dedemiz Aliyy’el Murtaza’nın, babam Hasan’ül Mücdeba’nın kanları pahasına kurdukları yolu, koruyacağız. Âlemin kurtuluşu bizim kanlarımızla olacak” diyerek amcasını teselli etmeye çalıştı. Bu arada henüz murada erememiş olan gelin Fatma, Kasım’ın yüzüne dahi bakamadan elinin kınasıyla şöyle feryat ediyordu: “Ey Peygamber ecdadı! Kıyamet günü seni hangi makamda arayayım? Ve ne alâmetle seni bulayım?”
Kasım: “Ey henüz açılmamış gül! Beni kıyamet günü parçalanmış gömleğim ve nemli gözlerimle dedelerimin hizmetinde bulursun!” diyerek, atını savaş meydanına sürdü.
Kasım’ın savaş meydanına gideceğini anlayan Ehl-i Beyt kadınları: “Ey saadet gecesinin ışığı!.. Ey seyitlik güllerinin goncası! Bu emaneti kime bırakıp gidersin?..” diyerek feryat ediyorlardı.
“Bizim birleşmemizin vadesi, kıyamete kalmıştır, beni mazur görün” diyerek, atına atladı, düşman saflarına doğru yıldırım gibi sürdü atını. Arkasındaki feryatları duymuyordu artık Kasım. Fatma, gözlerinin önüne geldi, feryatlarını duyar gibiydi. Savaş meydanına geldi, künyesini okudu. Karşısına er diledi. Savaş tecrübesi yoktu, mahzundu ama yüreğindeki isyan ve öfke, onu zapt edilmez bir yiğit yapmıştı. Karşısına çıkan savaşçılarla vuruşmaya başladı. Başına aldığı darbeden kanlar geliyordu. Bir yandan gözüne akan kanları siliyor, bir yandan da çadırları son kez görmek istiyordu. Bir de içinden: “Amcam ne haldedir, Fatma ne haldedir acep” diye düşünüyordu. Gücü tükenmişti, yirmi yedi yara almıştı. Atın üzerinde dengesini kaybetti, tutunmaya çalıştı, başaramadı. Attan düşerken feryatlarını çadırlardan duymuşlardı. “Ey amca! Edrikni (Yetiş)” diye İmam Hüseyin’i çağırıyordu.
İmam Hüseyin, büyük bir tefekküre girmişti. Kasım’ın sesini duydu. Atını şuursuzca düşman saflarının üstüne sürdü. Kasım ortadaydı. Attı kendisini onun üstüne... Kasım’ın gözleri açıktı ama, kandan gözükmüyordu, yüzündeki gülümseme donup kalmıştı. Ehl-i Beyt’in figanına, yer gök şahit oluyordu. Bu şehitlerin yüzü suyu hürmetine bizlerin teessürünü, gözyaşlarımızı, mâtemlerimizi kabul eyle Yâ Rabbi!...
           
            Bu bahtımız böyle miydi?
            Koyma bizi çölde Kasım
            Elin elime değmedi
            Koyma bizi çölde Kasım
            Tutmadı elim kınası
            Muratsız gelin havası
            Çağırın emmim Abbas’ı
            Koyma bizi çölde Kasım
            Gardaşlarım Ali Ekber’im
            Gerdanı oklu askerim
            Susuz çölde derbederim
            Koyma bizi çölde Kasım
            Pervaneyim döne döne
            Babam kaldı kara güne
            Halam Zeynep’le Sakine
            Koyma bizi çölde Kasım
            Seni nerede bulurum
            Sanma ki murat alırım
            Sinem yaralı ölürüm
            Koyma bizi çölde Kasım
Alirıza 3
Mesajlar: 20
Kayıt: 25 Kas 2011, 23:51

Re: muharrem orucu ve kerbela

Mesaj gönderen Alirıza 3 »

      AŞURA / AŞURE ÜZERİNE        (8. Gün)
Daha önceki söyleşilerimizde de belirttiğimiz gibi Muharrem ayı pek çok tarihsel olayın cereyan ettiği bir aydır. Bu olaylardan biri de Nuh tufanıyla ilgilidir.
 
Bilindiği gibi Nuh tufanında Hazreti Nuh’un gemisi 40 gündüz 40 gece su içinde kaldıktan sonra Muharrem ayının onuncu günü karaya oturmuştur. Gemide olanlar ellerinde kalan yiyecekleri bir araya getirerek bir çorba yapmışlar ve Tanrı’ya şükretmişlerdir. Bu çorbada on değişik yiyecek bulunduğu için adına aşure denilmiştir. Çünkü aşure sözcüğü Arapça’nın da mensup olduğu Sami dillerinde on anlamına gelmektedir. Nitekim Nuh Peygamberin ve gemidekilerin Sami dilinde konuştuğu rivayet edilmektedir.
Zamanla aşure yada aşura sözcüğü anlam genişlemesine uğrayarak Muharrem ayının onuncu günü yaşanan Kerbelâ katliamıyla da ilintili bir biçimde kullanılmaya başlanmıştır. Bu nedenle aşura denildiğinde akla Kerbelâ olayı gelmektedir.
O halde nedir aşuranın önemi ve anlamı ?
Aşura; erdemli, yiğit, ilkeli, dürüst, şefkatli ve korkusuz bir kahramanın, zamanın zalimleri tarafından altı aylık süt emer çocuğuna varıncaya değin tüm yakınlarıyla birlikte acımasızca ve günlerce susuz bırakılarak şehit edildikleri gündür. Bu facia yaşandığında takvimler, Hicretin 61. yılı Muharrem ayının onuncu gününü gösteriyordu…
Derviş Baba lanet ehl-i Yezid’e
Bizim tevellamız ol Ehl-i Beyt’e
Tam yetmiş üç şehit, o susuz çölde
Aşura gününde tarih ağladı.
Aşura, Abdullah oğlu Muhammed oğlu Ali oğlu İmam Hüseyin’in önderliğinde gerçekleşen bir kahramanlık destanının adıdır. Bu destan, İmam Hüseyin’in zalime boyun eğerek yaşamaktansa, yaşamı pahasına da olsa şerefle ölmeyi seçtiği günün destanıdır.
Selam olsun o günün şanlı kahramanlarına!
Selam olsun Kerbela şehitlerine!
Selam olsun şehitlik okulunun baş öğretmeni olan İmam Hüseyin’e!
Aşura, mazlumun zalime, öldürülenin öldürene ve kanın kılıca galip geldiği günün adıdır.
Aşura, mazlumların ölümcül suskunluk ve durgunluğunu, zalimleri yok eden bir volkana dönüştüren özgürlük davasının adıdır. Aşura, yüzyıllar boyu sürecek olan haksızlığa karşı gelme geleneğinin ateşinin yakıldığı  günün adıdır.
 
Bu öyle bir başkaldırıdır ki, çağlar boyu mazlumların umut ışığı , kimsesizlerin manevi sığınağı, zalimlerin bitmez tükenmez korkusu olarak hep yaşamış ve yaşatılmıştır.
Biz Aleviler; yüzyıllar boyu çektiğimiz sıkıntılara ve baskılara karşı direnme gücünü işte bu başkaldırıdan ve bu başkaldırının kahramanı olan İmam Hüseyin’den alıyoruz!
Zulme ve zalimlere karşı direniyoruz.
Çünkü Ehl-i Beyt’i çok seviyoruz.
Çünkü, Hazreti Muhammed ve İmam Ali’yi çok seviyoruz!
Çünkü peygamber soyunun sevdalısıyız!
Çünkü mücadelemizin önderi İmam Hüseyin’dir!
Çünkü biz, zalime boyun eğmeyip şerefle ölmeyi tercih edenlerin safındayız!
Tufanda Nuh Peygamberin gemisine binenler nasıl kurtuluşa erdilerse, Muharrem’de oruç tutarak ve mateme bürünerek Ehl-i Beyt gemisine binenler de öylece kurtuluşa ereceklerdir.
Biz Ehl-i Beyt yolunun yolcusuyuz.
Ve o yolun sevdalısıyız.
Aşura, Ehl-i Beyt’in izinden yürüyenlerin kurtuluşa erdiği gündür. Ehl-i Beyt’in yolundan gidenler manevi kurtuluşa erenlerdir.
Nitekim yüce peygamberimiz; “Gerçekten Hüseyin bir hidayet meşalesi ve kurtuluş gemisidir. Hüseyin benden, ben Hüseyin’denim; kim Hüseyin’i severse Allah da onu sever” demiştir.
Görüldüğü gibi Alevi olmak Hüseyni olmaktır. Hüseyni olmak, Muhammedi olmaktır. Muhammedi olmak ise Hakk’a kul olmaktır. Yüreği Tanrı sevgisiyle dolu olmaktır! Tüm yaratılanları yaratandan ötürü sevmektir!
Demani der Kur’an, hakk Kur’anullah
Sevenin gönlünden gitmiyor billah
Cümlemizin muradın ver Allah Allah
Yetiş imdadımıza İmam Hüseyin!
Ne mutlu İmam Hüseyin’e gönül verenlere!
Ne mutlu sevenlere, sevilenlere!
Ne mutlu hidayet meşalesinin ışığıyla aydınlananlara!
Yüce Tanrı yaptığımız tüm ibadetleri kabul eylesin…
İbadetlerimiz ulu dergahta hakk defterine yazılsın…
Yüce peygamberimizin ve tüm 12 imamların şefaati üzerinize olsun!
Allah…Allah!
 
KURBAN ÜZERİNE
Alevi inancındaki ibadetlerden biri de kurban ibadetidir. Kurban konusunda Kur’an’da şöyle denilmektedir:
“Sana kevseri verdik.
O halde rabbin için ibadet et ve kurban kes.
Kuşkusuz soyu kesik olan sana kin tutandır.”
Görüldüğü gibi ilk ayette yüce Tanrı bir lütufta bulunuyor. İkinci ayette ise bu lütfun karşılığında ibadet edilmesi ve kurban kesilmesi isteniyor. Üçüncü ayette ise Hazreti Peygambere soyunun kurumayacağının müjdesi veriliyor. Bununla birlikte, gerçekte peygambere soyu kesik diyenlerin soyunun kuruyacağı belirtiliyor.
Adı Alevilik olan ve çağlar boyu insanlığı aydınlatan kutlu inancımıza göre Kerbelâ katliamından İmam Zeynel Abidin’nin kurtulup Ehl-i Beyt soyunun devamını sağlaması yüce Allah’ın peygamberimiz Hazreti Muhammed’e soyunun kesilmeyeceğine ilişkin verdiği müjdenin gerçekleşmesidir.
Bilindiği üzere kurban denilince ilk akla gelen Hazreti İbrahim’dir. Kur’an’da Hazreti İbrahim’in öyküsü anlatılmaktadır. Hazreti İbrahim’in oğlu İsmail’i kurban adamasıyla ilgili olarak Saffat Suresi’nin 100-112. ayetlerinde bilgiler verilmektedir. Hazreti İbrahim’in büyük bir sınava tabi tutulduğu ve bu sınavı başarıyla geçtiği anlatılmaktadır. 107. ayette  Tanrı’nın İbrahim peygamber’e fidye olarak büyük bir kurbanlık verdiği belirtilmektedir. Kimi Kur’an yorumcuları bu “büyük kurban”ın bir koç olduğunu (Bu iddia yaratılış yasalarına terstir) söylerken kimileri de bu ifadenin, binlerce yıl sonra Hazreti İbrahim’in soyundan gelen soylu birinin Hakk yoluna kurban olması anlamına geldiğini dile getirmektedirler.
Kutlu Alevi inancına göre Allah’ın verdiği o “büyük kurban” İbrahim peygamberden binlerce yıl sonra onun soyundan gelen şehitler şahı İmam Hüseyin’dir.
Nitekim Hazreti İmam Hüseyin, zulme ve dünya nimetlerine karşı eğilmemiş, Hakk yoluna canını kurban vermiştir.
İşte Muharrem ayı böyle bir sultanın, peygamberin sevgili torunu imam Hüseyin’in Hakk yoluna, Allah yoluna kurban olduğu bir aydır. Ve Kerbelâ Emevi hanedanlığının peygamber soyunu kurutmak için zulmünü sergilediği bir katliam meydanıdır. Ancak Emevi zalimleri Hazreti İmam Hüseyin’i şehit etmişlerse de peygamber soyunu kurutmayı başaramamışlardır. Yüce Tanrı Hazreti İmam Zeynel Abidin’i bu katliamdan kurtararak Ehl-i Beyt’in soyunun devamını sağlamıştır.
Selam olsun şehitler şahı İmam Hüseyin’e!
Selam olsun Kerbelâ’nın zulme boyun eğmeyen şanlı kahramanlarına!
Selam olsun o soylu yolu gözyaşlarıyla geleceğe nakleden İmam Zeynel Aba’ya!
Selam olsun Ehl-i Beyt’in temiz ve aziz soyuna!
Biz Aleviler, Hazreti Muhammed’in Ehl-i Beyt’inin sevdalıları olarak onun soyunun kesilmemesine şükretmenin bir ifadesi olsun diye İmam Zeynel Abidin’in kurtuluşu ve Allah rızası için kurban kesiyoruz.
Ehl-i Beyt yolunda olan Aleviler, kurban keserek Ehl-i Beyt’e sevgilerini gösterir ve kurbanın sırrına vakıf olmaya çalışırlar.
Ne mutlu İmam Hüseyin aşkına mateme bürünenlere!
Ne mutlu kurbanın sırrına vakıf olmaya çalışanlara!
Ne mutlu İmam Zeynel Aba’nın kurtuluşuna!
Ne mutlu Yüce Peygamber soyunun kesilmemesine!
Akıl ermez yaratanın sırrına
Muhammed Ali’ye indi bu kurban
Kurban olayım kudretinin nuruna
Hasan, Hüseyin’e indi bu kurban
Ol İmam Zeynel’in destinde idim
Muhammed Bakır’ın dostunda idim
Cafer-i Sadık’ın izinde idim
Musa Kazım Rıza’ya indi bu kurban
Muhammed Taki’nin nurunda idim
Ali’yye’n-Naki’nin sırrında idim
Hasan’ül-Askeri’nin darında idim
Muhammed Mehdi’ye indi bu kurban
Aslı şah-ı merdan, güruh-u naci
Gerçeğe bağlı bu yolun ucu
Senede bir kurban talibin borcu
İsmail Peygamber’e indi bu kurban
Tarikattan hakikate ereler
Cennet-i ala’ya hülle sereler,
Muhammed Ali’nin yüzün göreler
Erenler aşkına indi bu kurban
Şah Hatayi’m edebilir mi her can
Kurbanın üstüne yürüdü erkan
Tırnağı tesbih kanı da mercan
Mümin müslüme indi bu kurban
 
Yüce Tanrı  kurbanlarımızı kabul eylesin.
İbadetlerimiz ulu dergahta hak defterine yazılsın…
HAZRET-İ ABBAS
İmam Hüseyin’in kardeşi Hz. Abbas, kahramanlığıyla tanınıyordu. Uzun boylu, geniş omuzlu, karşıdan bakınca babasına, yani Hz. Ali’ye benziyordu. İmam Hüseyin’in bayraktarı idi. Bütün yakınlarının, Ehl-i Beyt dostlarının tek tek şehâdetini gördü.
Abbas, Kerbelâ Sultanı olan o Hazretin rikâbına yüz sürüp: “Ey sabır ve tahammül gemisinin kaptanı! Ve ey teslim Kafı’nın anka kuşu! Benim için de, yüksek âlemlerde bayrağımı dalgalandırıp, ukbaya göç etmek zamanı geldi!” diyerek savaş meydanına gitmek için niyazda bulundu.
Ali oğlu Abbas, İmam Hüseyin’den izin alıp düşman saflarının önüne geldi. Adını, sanını söyledikten sonra: “Ey mürüvvetsiz kavim! Eğer nasihat makbul ise, Hz. İmam Hüseyin’den size elçi olarak gönderildim. Ey vefasızlar! Kerbelâ Sultanı olan Peygamber torunu, Ali Murtaza’nın göz bebeği ve gözünün nuru, Zehra’nın ciğer köşesi buyurdu ki: O’na vefakâr olan kimselerin hepsini öldürdünüz. Hâlâ vakit gelmedi mi ki, bu durumdan pişman olup, susuzluk ateşinden ıstırap çeken kadınlara ve çocuklara bir içim su verip taze dudaklarını ıslatsınlar! Veya izin veriniz ki onları alıp Hint veya Çin taraflarına gidelim, Hicaz mülkünü size bırakalım. Sizinle kıyamete kadar düşmanlık etmeyeceğime dair şart koşayım!”
Bu sözleri işiten Yezid’in askeri arasında bir huzursuzluk başladı, yaptıklarından pişman olanlar mırıldanmaya başladı. Bunu fark eden komutanlar, fitne kopmasından korkarak derhal Abbas’ın karşısına geçerek, böyle bir talebin yerine getirilemeyeceğini söylediler.
Bu cevabı alan Abbas, tekrar İmam Hüseyin’in yanına dönüp durumu kendisine bildirdi. Bu arada Ehl-i Beyt arasında bulunan çocuklardan: “Sususuz! Sususuz!” feryatları yükseliyordu.
Hazret-i Abbas, çocukların bu feryatlarını duyuyordu, yüreğindeki o büyük acıya, isyana mâni olamıyordu. Küçücük yavruların susuzluk feryatlarını, kadınların çaresizliğini, yaralıların: “Medet ey Allah’ım medet, Allah, Muhammed, Ali aşkına bir yudum su” diye feryat edip ağladıklarına tanık oluyordu.
Hz. Abbas’ın dayanısı kalmamıştı. Kardeşi İmam Hüseyin’e gidip izin istedi. “İzin ver şu yavrulara biraz su getireyim. Düşman ordularını yarar geçerim” demişti.
İzin aldı, atına atladı, onca zulüm yaşamıştı ki, onca şehâdet görmüştü ki, ölüm nedir ki, kurtuluş olmuştu artık ölüm.”Sususuz! Sususuz! Allah aşkına sususuz!..” diye inliyordu çocuklar ve kadınlar. O, sadece bu feryatları duyuyordu. Kat kat sarılan Yezid’in ordusunu yardı geçti, Fırat’a vardıklarında altındaki atı, “Ukap” tan kanlar damlıyordu. Yaralar almıştı, cins Arap atıydı. At Fırat Nehrine girdi. Abbas’ın susuzluktan dudakları çatlak çatlaktı. Çöllerde günlerdir susuzluk çekiyorlardı, ciğerleri parçalanıyordu. Avucunu doldurdu, dudaklarına kadar götürdü, gözlerinin önüne İmam Hüseyin’in mini mini kızı Sakine geldi, diğer yavruların feryatları geldi. Susuzluktan taşların soğukluğuyla susuzluğunu gidermeye çalışan yavrular geldi, inim inim inleyen hastalar geldi.
“Ya Rabbim! Affeyle beni, Onlar susuzluktan feryat ederlerken ben nasıl su içerim ki!.. “
Tulumunu doldurdu, sol omzuna astı, yüzüne su serpti, suyun serinliğini tâ yüreğinde hissetti. Fırat’a baktı, hüzünlü hüzünlü akıyordu. Sanki o da utanıyordu, amaçsız akışından...
Sür yüzünü niyaz eyle hakire
Fırat suyu Kerbelâ’ya varınca
Şah’ı şühedaya cismim pak eyle
Fırat suyu Kerbelâ’ya varınca
Oysa az ileride su feryatları vardı, ağıtlar vardı, ölümler vardı, tarihin sayfalarına yazılacak mezâlim vardı. Abbas, atını mahmuzladı, çadıra doğru yıldırım gibi gidiyordu. Yezit askerleri, görmüşlerdi, bağırdılar; “Bırakmayın, saldırın!...”
Abbas, elinde kılıç, başında daireler çizerek düşmanı yarmaya çalışıyordu.
- Medet! Medet ey Allah’ım medet, bana yardım eyle...
İmam Hüseyin, çadırlardan Abbas’ın sesini duymuştu, ayağa kalktı: “Yarab! Yardım eyle Abbas’ıma” diye yalvardı.
Abbas unutmuştu kendini, tek amacı, masumlara suyu yetiştirmekti. Bir haramzade, pusudan çıktı, bir kılıç darbesiyle sol kolunu kopardı. Tulumu sağ omzuna aldı, atını mahmuzladı. Atı da sanki suyu yetiştirmek için şahlanıyordu.
İkinci bir kılıç onun diğer kılıç tutan kolunu da kopardı. İki kolu da yoktu Abbas’ın, Amcası Cafer-i Tayyar’ı hatırladı. Mute harbinde ordu komutanı iken onun da iki kolunu koparmışlardı. Peygamber efendimiz, “Kolları yerine, cennette ona kanat verildi” diye buyurmuştu. Abbas, bunları düşünerek hiç metanetini kaybetmedi.
Kanlı çölde acı çekmiş
Kafirler de insaf yokmuş
Abbas’ın kolları kopmuş
            Hüseyin’im kan içinde
“Ya Rab! Çocuklara söz verdim, Bana yardım eyle” diye inledi. Tulumu ağzına aldı, atını doludizgin sürüyordu Abbas. Bir ara bacaklarında serinlik hissetti, tulum delinmişti, ok atıldığını bile hissetmemişti, al kanlara bürünmüştü. Çöl olanca sıcaklığınca yakıyordu. Acılar yakıyordu, umudu tükenmişti.
- Hangi yüzle gideyim!
Atın üzerinde titriyordu, dengesini sağlayamıyordu, gücü tükenmişti, çadırdakiler gözünün önüne geliyordu.
- Ya Rabbi! Bu ne beladır ki Ehl-i Beyt’e bir damla su nasip olmaz!
Nida geldi ki;
- Ey Abbas! Ahiret derecelerini elde etmek kolay olmaz. Tanrı yoluna girmiş olanlardan hiçbiri, cefa çekmeden, meramını elde edemez.
Abbas’ın gözleri görmez olmuştu, karanlıklar âlemi bu muydu? Atından düşerken bağırdı.
Ya abi! Edrikni! edrikni! (Ya kardeşim! Kardeşini bul!)
Mazlum Hüseyin, bu çağrıyı duyunca, Abbas’ın imdadına yetişmek için derhal atına atladı, yıldırım gibi sesin geldiği yöne sürdü.
İnen darbeler Abbas’ı at üstünden düşürmüştü, etrafını sarmışlardı. İmam Hüseyin, yıldırım gibi üzerlerine sürdü atını ve yere atladı. Abbas kanlar içinde kolsuz yatıyordu.
İmam Hüseyin’in feryadı, Kerbelâ çöllerinde yankılandı. O vakit İmam Hüseyin: “El’âne inkeser zahrî (Şimdi belim kırıldı!”) diyerek öyle bir ah çekti ki, Kerbelâ toprağını titretti.
Abbası kucağına aldı, metânetine hakim olamadı, hıçkıra hıçkıra ağlıyordu, Abbas’ın gözleri açıktı. Kandan gözükmüyordu. Ağzında halen su tulumunun ipi vardı. Medet!... Medet senden olsun Ey Allah’ım.
            Çöl yazıda ekilmiş bir kara duman
            Dumanın içinde imam görünür
            Abbas at üstünde vermiyor aman
            Zalimin askeri yaman yörünür
            Kerbela çölünde şemalar yanar
            Abbas at üstünde çark gibi döner
            Ak libas altında yarası kanar
            Ok saplanmış ciğerciği delinir
            Abbas’ın giydiği keten gömlektir
            Gömleği soymuşlar kolları yoktur
            Bir değil beş değil yarası çoktur
            Abbas’ı vuranlar elbet sürünür
 




                      (9. Gün)
        MUHARREM ORUCUNUN İNANÇSAL KAYNAKLARI ÜZERİNE
    
Kuran’da: “Andolsun tan yerinin ağarma vaktine ve on geceye.” (Fecr Suresi, 1–2) deniliyor. Yine Kuran’da: “Ey iman sahipleri! Oruç sizden öncekilerin üzerine yazıldığı gibi, sizin üzerinize de yazılmıştır. Bu sayede korunmanız umulmaktadır.”(Bakara,183) deniliyor.
Alevi inancına göre bu ayetler; Muharrem orucu ile ilgilidir. “Andolsun tan yerinin ağarma vaktine ve on geceye.” sözündeki on geceden kasıt, on gün tutulan oruçtur. Sizden öncekilere farz kılındığı gibi demekle, Hz. Muhammed öncesi peygamberler kastediliyor. Çünkü Kuran’da: “Sizden önce gönderdiğimiz resullerimize uygulanan yasa da buydu. Sen bizim yol ve yasamızda değişme bulamazsın.” deniliyor.
İşte, Hz. Muhammed’in ve tüm peygamberlerin tuttuğu oruç, Muharrem orucudur, bu orucu Peygamberimiz Hazreti Muhammed de tutmuştur. Öyle ise hangi peygamberler bu orucu tutmuştur? Din bilginlerine göre Muharrem’de oruç tutan peygamberler şunlardır: 
1. Adem Peygamber, 10 Muharrem günü eşi Havva ile buluştuğu zaman, yüce Allah’a şükür amacıyla bu orucu tutmuştur.
2. Nuh Aleyhisselam, 10 Muharrem günü tufandan kurtulunca, Tanrı’ya şükür için bu orucu tutmuştur. Ayrıca o gün gemide kalan erzakları bir araya getirerek aşure pişirmiştir. Aşr, on demektir, aşur veya aşura, Muharrem’in onuncu günü pişirilen buğday tatlısıdır.
3. Hz. İbrahim Peygamber, Nemrut’un attığı ateşten kurtulunca, Allah’a şükretmek için oruç tutmuştur.
4. İshak veya İsmail Peygamber, kurban olmaktan kurtulunca, Allah’a şükretmek için oruç tutmuştur.
5. Yakup Peygamber, oğlu Yusuf’a kavuştuğu zaman şükretmek için oruç tutmuştur.
6. Eyüp Peygamber, ağır dertlerinden kurtulunca şükretmek için oruç tutmuştur.
7. Yunus Peygamber, balığın karnından kurtulunca şükretmek için oruç tutmuştur.
8. Musa Peygamber, Firavun’un gazabından kaçarken, Kızıl Denizin, mucizevi bir şekilde kendisine yol vermesine şükretmek için oruç tutmuştur.
9. İsa Peygamber, şükretmek için oruç tutmuştur.
10. Son peygamber, Tanrı elçisi Hazreti Muhammed Mustafa da Mekkeli müşriklerin zulmünden kurtulmak için Medine’ye hicret etti. Medine’ye sağ salim dönmesi üzerine Allah’a şükretmek için on gün oruç tuttu ve aşure pişirdi.
İşte, isimlerini saydığımız bu peygamberler, kendileri için kurtuluş, kavuşma ve müjde günü sayılan bu günlerde,   bu orucu tutmuşlardır. Bu peygamberler için kurtuluş veya müjde günü sayılan on muharrem günü, Hazreti Peygamber’in torununa felaket ve musibet günü olmuştur.
Biz Aleviler işte bu dinsel nedenlerle Muharrem ayında oruç tutmaktayız. Orucumuz peygamberlerin tuttuğu oruçtur. Bizim orucumuz aynı zamanda bir yastır. Kerbelâ katliamının kurbanları için duyduğumuz acının tüm ruhumuz ve bedenimizle ifadesi olan orucumuz ve matemimiz Allah rızası içindir. Allah rızası için yapılan her güzel davranış hiç kuşku yok ki bir ibadettir. Müminlerin amacı yüce Allah’ın sevgisine ulaşmaktır. Onun rızasını kazanmaktır. Gerçek bir mümin için dünyada Allah’ın rızasından daha önemli, daha değerli ve daha sevimli hiçbir şey yoktur. 
Ne mutlu Allah rızası için oruç tutan canlara!
Ne mutlu Ehl-i Beyt’e gönül verenlere!
Ne mutlu insani değerleri canıyla koruyanlara!
Alevilerin ibadetlerinde Batıni bir içerik vardır. Her ibadetimiz gibi orucumuz da böyledir. Nitekim büyük ozanımız Seyyid Nesimi Hazretleri bu güzelliği şöyle dile getiriyor:
 
Namazımız dara durmak,
Orucumuz sabretmek,
Biz bir oruç tutarız ki
Ramazana benzemez.

Süleymanlar içinde
Ali’dir süleymanımız
Bizim süleymanımız
Süleymanlara benzemez.
Ey Nesimi, sen seni
Bir mani bilir sanırsın
Biz bir deniz geçeriz ki
Bir deryaya benzemez.
Bu yüce deryanın  damlası olanlara ne mutlu!
İmam Ali gibi şahların şahını örnek alanlara ne mutlu!
Ali gibi yaşayıp Hasan ve Hüseyin gibi evlat yetiştirenlere ne mutlu!
Fatıma gibi namus timsali olanlara ne mutlu!
Ne mutlu gerçeği bilip “Gerçeğe Hû” diyenlere!
İbadetlerimiz ulu dergahta Hakk defterine yazılsın…
Tüm peygamberlerin ve 12 imamların şefaati üzerinize olsun!
Allah…Allah!
HAZRET-İ ALİ EKBER
Hz. Hüseyin’in kimsesi kalmamıştı. Eli silah tutan herkesin şehâdetini tek tek gördü, tek tek yaşadı. Her şehâdette bin kez onlarla birlikte şehit oldu. Ölümün karanlık yüzünü binlerce kez gördü ve tattı. Kerbelâ demek gözyaşı demekti, figan demekti, ağıt demekti, kan ve zulüm demekti. Bu zulmü İmam Hüseyin, tâ yüreğinde hissediyordu.
Çöl sıcaktı, çöl bunaltıcıydı. Çadırların arkasına döndü ve haykırarak ağlamaya başladı. Her taraf şehit kanlarıyla sulanmıştı. “Ah dedem Muhammed! Ah babam yiğit Ali! Neredesiniz?”
İmam Hüseyin’in büyük oğlu Ali Ekber karşısındaydı. Henüz 18 yaşındaydı, gençti, yakışıklıydı. Büyük dedesi Hz. Muhammed’e benziyordu. Rivayet ederler ki, Ali Ekber henüz on sekiz yaşında olup sümbül kokulu saçları, yanağının gülleri üstüne gölge salmakta idi ve etrafındaki lâle bahçeleri taze menekşelerle süslenmişti.
Ne zaman ki, Resulallah’ın sesini ve sözünü duymayı arzulasalar, onun şekerler dökülen gül dudaklarını açtırıp konuştururlardı. Ne zaman ki, kâinatın efendisinin yüzünü görmeyi arzulasalar, onun yüzünden sevinç nurları aksettirirlerdi.
Ali Ekber, “Ey Baba! Ben o kadar zulüm, o kadar kan gördüm ki, benden başka eli silah tutan kalmadı. Senin şehâdetini görmek istemiyorum, buna dayanamam, bana izin ver baba” diyerek savaş meydanına çıkmak için izin istedi.
“Ey oğul! Senin gördüklerini ben yaşamadım mı, ben görmedim mi? Her şehidin şehâdetinde ben de milyon kez şehit oldum oğul! Hani nerede Abbas, hani nerede Kasım, hani nerede Hür! Hepsi kefensiz olarak şurada yatıyorlar oğul!...”
İmam Hüseyin, “Var git zırhını getir, seni kendi ellerimle giydireceğim oğul” dedi. Hüseyin, babasının yeşil sarığını oğlunun başına giydirdi, yine babasından yadigar kalan kemeri oğlunun beline bağladı, saçlarını düzeltti, zırhını giydirdi. Kız kardeşi Zeynep ve Annesi Şehriban’u bu manzarayı görünce, feryatlara başladılar.
Sarılmışlardı Ali Ekber’e, İmam Hüseyin, sarılmıştı oğluna. Dudakları çatlak çatlaktı. Alev alev yanıyordu. Annesi Şehriban’u, bırakmak istemiyordu. Annesinin ve halasının ellerini, yüzüne sürdü. Atına atladı ve doludizgin düşman saflarının üzerine sürdü atını.
Ali Ekber, her tarafı dolaşıp kahramanlıklar gösterdikten sonra Yezid ordusunun önüne gelip adını ve sanını söyledikten sonra şöyle seslendi: “Takva dalının çiçeği benim! Hüseyin Ali Murtaza’nın oğlu benim! Ey Allah’tan korkmaz, Resulü Ekrem’den haya etmez insanlar!.. Babamın yanında bir tek ben kaldım. Beni de öldürünüz de, babamın felâketini görmeyeyim” diyerek öyle bir nâra attı ki, Ali Ekber’in acıyla söylediği bu sözler, düşman safları üzerinde etki yapmıştı. Hiç kimse Ali Ekber’in karşısına çıkmak istemiyordu.
Ali Ekber, daha fazla beklemeden düşman saflarının içersine daldı, kahramanca dövüştü, bu arada yaralar da almıştı. Babasını ve Ehl-i Beyt kadınlarını bir daha görebilmek için atını çadırlara doğru sürdü. Babasının yanına gelince, “Babacığım! Susuzluk beni helâk ediyor. Ve demirlerin ağırlığı altında eziliyorum! Eğer bir damla su ile ateşimi yatıştırmış olsaydım, düşman askerini tufana boğardım!” diyerek feryat ediyordu.
Hz. İmam Hüseyin, mübarek elleriyle oğlunun yüzünü tozlarından temizledi. Ali Ekber, tekrar savaş meydanına döndü ve peş peşe pek çok düşman askerini saf dışı bıraktıktan sonra, üzerine gelen binlerce düşman askerinin savurduğu kılıç ve mızrak darbeleriyle pek çok yaralar almıştı. Buna rağmen, hiç telaş etmeden, aynı dedesi Murtaza gibi savaşıyordu. Bir ara, aldığı yaraların acısı ile inledi: “Ah Kerbü-belâ ah.! Ah susuzluk ah!..”
Henüz atın üzerindeydi Ali Ekber, henüz düşmemişti. Çadırlara döndü baktı. Anasını düşündü, “Babam ne haldedir” dedi. Sürdü atını çadırlara doğru, viran olmuştu. Kanlar içindeydi, başını kaldırıp çadırları görmek istedi, kanlar sızıyordu yaralarından. Gözleri görmez olmuştu, attan düşmek üzereyken, bağırdı: “Edrikni baba. Edrikni baba!..
İmam Hüseyin, feryadı duymuştu. Evladının sesini duyabilmek, son bir kez daha duyabilmek için kendinden geçmişti. Feryatla atına atladı, delicesine sürüyordu, Ali Ekber’ine yetişmek istiyordu bir an önce. Son kez bir daha bağrına basmak istiyordu oğlunu. Atı Ali Ekber’in başındaydı, bırakmıyordu onu. İmam Hüseyin, feryatla atından indi: “Yetiştim oğul, yetiştim!” diyerek kucakladı oğlunu, yüzündeki kanları sildi, başını kucağına aldı, artık dayanamıyordu.
Kerbelâ çölleri inliyordu, feryatları duyuyordu. Ali Ekber, gözlerini açmaya çalıştı, son kez babasını görmeye çalıştı, ağzını açtı... “Baba su su” diyebilmişti.
İmam Hüseyin, yüzüğünü çıkardı, dudaklarına değdirmeye çalıştı.”Sabret ey ciğer köşem sabret! Senin için kevser şarabı hazırdır!” diyerek oğlunu teselli etmeye çalıştı. Ali Ekber bu müjdeyi alınca, tekrar atına atlayıp düşman saflarının içine sürdü. Ancak, düşman aman vermiyor, kudurmuşçasına saldırıyorlardı. Bu gidiş Şehzadenin sonu olmuştu, pek çok yara almıştı, artık dayanamıyordu, Atından düşmek üzere iken, “Ya ebtâ edrikni! (Ey babacığım! Beni bul!)” diye feryad etti.
Hz. İmam Hüseyin, o mazlumun feryadını duydu, ihtiyarsız olarak savaş meydanına koştu ve o selvi boyluyu, topraklar üzerinden kaldırıp çadırlara götürdü. Yanağını yanağına sürerek, “Ey gönlümü bağladığım oğul!.. Ne olur biraz konuş” diye oğluna sesleniyordu. İmam Hüseyin’in feryadına, çöl isyan ediyordu. Ali Ekber’in kanlı vücudu, cansız olarak kucağındaydı.
İmam Hüseyin, kaldırdı başını havaya, açtı ellerini: “İnna Lillah ve İnna İleyhi Raciun” (Allah’tan geldik, Allah’a döneceğiz.)
            Tarak vurmadım saçına                               Helallaştı da gidiyor             
            Eyvah Ali Ekber’ime                                    Beni perişan ediyor
            Düştü zalimler içine                                      Anam içerim yanıyor
            Eyvah Ali Ekber’ime                                    Eyvah Ali Ekber’ime
            Bu mudur alın yazısı                                     Soyu Muhammed’in soyu
            Dinmez yüreğim sızısı                                   Huyu Murteza’nın huyu
            Daha bir ana kuzusu                                     Düştü attan Allah! deyu
            Eyvah Ali Ekber’ime                                    Eyvah Ali Ekber’ime
           
                                               Görülmüş mü böyle durum
                                               Beni de öldürün vurun
                                               Ciğer parem canım yavrum
                                               Eyvah Ali Ekber’ime
                                               Ali Sefa’m zalimlere
                                               Lanet olsun kanlı itlere
                                               Kıydı bunca yiğitlere
                                               Eyvah Ali Ekber’ime
Alirıza 3
Mesajlar: 20
Kayıt: 25 Kas 2011, 23:51

Re: muharrem orucu ve kerbela

Mesaj gönderen Alirıza 3 »

    HAZRETİ İMAM HÜSEYİN ÜZERİNE      (10. Gün)
Hazreti İmam Hüseyin, Hicretin üçüncü, başka bir rivayete göre ise dördüncü yılı Şaban ayının 3. günü Medine’de doğmuştur. Yine rivayete göre altı aylık doğmasına karşın yaşamıştır. İslam inancına göre Hazreti Hüseyin dışında altı aylık olup da yaşayan tek kişi Hazreti İsa’dır.
 
Bilindiği gibi Muaviye’nin ölümünün ardından onun isteği üzerine yerine Yezid geçmek istedi. Fakat Hazreti Hüseyin buna karşı çıkar ve şöyle der: “Şu dünyanın gidişatına bak ey Velid, haksızlık da ağaçlar gibi büyüyüp dal budak salar oldu. Muaviye zaten halifeliği bin bir hile ile ele geçirmişti. Bu da yetmezmiş gibi şimdi de oğlu halifeyim diye ortaya çıkıp hak iddia ediyor.”
Hazreti İmam Hüseyin beraberindeki 70-80 kişilik seveni  ile Kufe’ye doğru yola çıkar. Kufe halkı halife olarak ona biat etmiştir. Ne var ki Yezid ondan önce davranıp şehre kendine yandaş bir vali atamış ve bu vali bir ordu hazırlayarak Hazreti İmam Hüseyin’in şehre girişini engellemiştir. Kufe valisi İbni Ziyad, Hazreti Hüseyin ve arkadaşlarının teslim olmasını ve Yezid’e biat etmesini istemiştir. Hazreti Hüseyin bunu reddetmiş ve beraberindekilerle Kerbelâ denilen yerde günlerce susuz bırakılmış, ardından  da dedesi Muhammed Mustafa’nın öpüp kokladığı o mübarek baş kesilerek şehit edilmiştir.
Hazreti Hüseyin ve yanındakiler bu davranışlarıyla canları pahasına zulme ve haksızlığa boyun eğmediklerini göstermişler ve tarihin en şerefli, en asil ve en kahramanca duruşlarından birini sergilemişlerdir. Hazreti İmam Hüseyin ve yanındakiler, zulme ve haksızlığa karşı çağlar boyu direnen mazlumların ölümsüz simgelerinin yüce kahramanları  olmuşlardır. Onların direnişi değişik ad ve şekillerde halen sürmektedir. Hazreti İmam Hüseyin, adaletsizliğe, haksızlığa ve zulme karşı yükselen bir direniş bayrağıdır. O, bütün mazlumların güç ve inanç kaynağıdır.
Hazreti İmam Hüseyin şehit edildiğinde tarih, Hicretin 61. yılı, Muharrem ayının onuncu günü, ikindi vaktini gösteriyordu. Şehit olduğunda 56 yaşındaydı. Bu olaydan sonra melun Yezid iki yıl saltanat sürdü. Ölümünün ardından yerine oğlu ikinci Muaviye geçti. Ancak o, hilafetinin kırkıncı günü şöyle bir konuşma yaparak hilafetten çekildi: “Ey insanlar! Biliniz ki ben, bu zulmün devamına tahammül edemem. Hilafet makamı Ali’ye ve evladına ait bir makamdır. Ben bu hakkı ele geçirmekten Allah’a sığınırım. Kendimi bu makamdan geri alıyorum.”
Bunun üzerine İkinci Muaviye’nin annesi ile birleşen Mervan o gece ikinci Muaviye’yi zehirleterek öldürtür. Yerine de kendisini Halife ilan eder.
Hazreti İmam Hüseyin denilince akla hiç kuşkusuz ilk önce Kerbelâ kıyımı gelir. Kerbelâ şerefli bir destanın adıdır. Bu destanının kahramanı da İmam Hüseyin’dir. Hazreti İmam Hüseyin öyle bir destan yazmıştır ki, o destanın sözleri kılıç kadar keskindir. O destanın yiğitleri şehitliğin ölümsüzlük okulunda yetişen ve sonsuzluğu fetheden emsalsiz kahramanlardır.
Hiç kuşku yok ki, İmam Hüseyin sevgisinden yoksun olanlar zahirde yani görünüşte Müslüman olsalar da batın da yani gerçekte münafıktırlar.
Çünkü İmam Hüseyin, Pakistanlı şair Muhammed İkbal’in de dediği gibi, “Hak ile batılın arasını kanıyla ayırmıştır. Hüseyin’in kanından sulanmayan harap tarladan hiçbir ürün alınamaz.”
Hazreti İmam Hüseyin 10 Ekim 680 tarihinde, 56 yaşında bilerek ve isteyerek Kerbelâ’da insanlık tarihinin yüce kurbanı olmuştur. İşte bu yüce kurban için dünya edebiyatının büyük şairleri birbirinden muhteşem sözler söylemişlerdir. Bunlardan biri de yedi ulu ozanlarımızdan biri olan Fuzuli’dir. Fuzuli İmam Hüseyin için şöyle diyor: “Her gün doğan güneş, sanmayın ki, dünyayı aydınlatmaya geliyor. Güneş her doğuşta Hazreti Hüseyin için kan ağlıyor.”
Yine o büyük  ozanımız  Fuzuli ölüm döşeğinde iken son vasiyetini soranlara şunu söylüyor: “Benim naçiz bedenimi Hazreti İmam Hüseyin’in türbesinin giriş kapısına gömün. Her gelen geçen beni çiğnesin ki, Hüseyin’e toprak olayım.”
   
Yüzlerce yıl önce yaşanan Kerbelâ kıyımı bugün dahi tüm tazeliğini korumaktadır. Gerçek müminler bu olayın verdiği acıyı hala tüm canlılığıyla ruhlarında hissetmektedirler. Hazreti İmam Hüseyin’in bıraktığı değerleri yaşamımıza egemen kılmak için ne denli çaba harcıyorsak biliniz ki İmam Hüseyin’i o kadar seviyoruz demektir. İmam Hüseyin’i sevmek onun bıraktığı değerleri yaşatmakla olur.
O tüm müminlere zulme karşı direnişi, emanetin ehline verilmesi gerektiğini, adaleti yükseltmeyi, haksızlığa boyun eğmemeyi mukaddes değerler olarak miras bırakmıştır.
Ne mutlu İmam Hüseyin’i seven canlara!
Ne mutlu Hüseyin gibi yaşayanlara!
Türbesinin üstün nakş eylemişler
Gel dinim imanım İmam Hüseyn
Seni dört köşeye baş eylemişler
Gel dinim imanım İmam Hüseyin
Çağlar sular gibi akasım gelmez
Şehrine girince çıkasım gelmez
Yezid'in yüzüne bakasım gelmez
Gel dinim imanım İmam Hüseyin
Senin aşıkların yanar yakılur
On iki imam katarına katılur
Bunda yezid'lere la'net okunur
Gel dinim imanım İmam Hüseyin
Senin dervişlerin sema'lar döner
Kadir geceleri şem'alar yanar
Katarımız İmam Cafer'e uyar
Gel dinim imanım İmam Hüseyin
İmamı hüseyn'in kolları bağlu
Muhib aşıkların ciğeri dağlu
Hazret-i ali'nin en küçük oğlu
Gel dinim imanım İmam Hüseyin
Şah Hatayi'm eder erenler nerde
Çalısız kayasız bir sahra yerde
Kerbela çölünde kandilde nurda
Gel dinim imanım İmam Hüseyin
İmam Hüseyin’in sevgisi yol göstericimiz olsun!
Ona dökülen yaş ruhumuzun cevheri olsun!
İbadetlerimiz ulu dergahta hak defterine yazılsın…
İmam Hüseyin ve tüm Kerbela şehitlerinin şefaati üzerinize olsun!
Allah… Allah!
 
SIRA İMAM HÜSEYİN’E GELMİŞTİ
         Çöl yanıyordu, gök yanıyordu, gönüller yanıyordu, diller haykırıyordu: “Su! Su! Su!...”
            İmam Hüseyin, başını kaldırdı, göklere baktı: “Bu ne tufandır Yarab!” dedi.
            İnsanlık değerleri, zulüm altında inim inim inliyordu. Gönüller susmuş, yürekler susmuş, vicdanlar susmuştu. Bir avuç insan, insanlık değerlerinin yaşatılması için kanla mesaj yazıyordu.
 
            Ehl-i Beyt kadınlarının feryadı arş-ı alâyı inletiyordu. İmam Hüseyin, onulmaz acıların sonsuzluğunu yaşıyordu. Kefensiz şehitler, kanlar içinde çadırların önünde yatıyorlardı.
            İşte, mini mini Ali Asger, sanki hala parmağını emiyordu. İşte kardeşi yiğit Abbas, kanlar içindeydi, yüzü seçilmiyordu. Kolları yoktu, isyanı bitmemişti. İşte, on sekiz yaşındaki fidan boylu Ali Ekber… Yumrukları sıkılıydı, gözleri açıktı, sanki kendisine bakıp gülümsüyordu.
            İmam Hüseyin, inlercesine: “Yarab! Bana sabır ver, sabır ver!” dedi. Diğer kefensiz yatan şehitlere tek tek  baktı, sanki onlar: “Ey İmam! Bizlere niye zulüm edip, şehit ettiler, suçumuz ne idi? İnsanlık onurunu korumak suç muydu? “ diyorlardı. Onlar, tüm masumiyetleri ile hal diliyle bunları soruyorlardı.
            Fırat, masum masum akıyordu, çöl yanıyordu, insanlık feryat ediyordu: “Su! Su! Su!”
            Kudret kandilinde kalem
            Yazmış su deyu deyu
            Şah Hüseyin Kerbela’yı
            Gezmiş su deyu deyu
            Şehit düşmüş Ali Asger
            Hüsnü cemali peygamber
            Al yanakta gonca güller
            Solmuş su deyu deyu
            “İnna lillah ve inna ileyhi raciun” ( Bakara, 156 )
            Yürüdü İmam Hüseyin, Ehl-i Beyt kadınlarının feryatları arş-ı kürsü inletiyordu, güneş yakıyordu, figanlar göğe yükseliyordu.
            Ehl-i Beyt kadınları solmuşlardı, perişanlardı; evlatlarının şehadetleri gözlerinin önünde gerçekleşmişti. İmam Hüseyin tek tek yüzlerine baktı. Gözleriyle eşi, Şehriban’a gelid ve durdu. Öyle solgundu ki, öyle mahzundu ki… Ağlamaktan gözlerinin pınarları kurumuştu. Sanki gitme dercesine gözleriyle yalvarıyorlardı. “Bir sen kaldın elimde!” der gibiydi. O’nun yüzüne daha fazla bakmaya tahammül edemedi İmam Hüseyin.
            “Ahh Ahh yiğit kardeşim Zeynep! Ne olmuş sana, ne haldesin öyle? Sana emanettir Ehl-i Beyt kadınları; yılma, yıkılma sen! Sana muhtaçtır Zeynel Abidin’im!” Zeynep’in sabrı kalmamıştı. Kardeşi Hüseyin’in yüzüne baktığını görünce, feryadını yer gök dinlemeye başladı…
           
            Gitme kardaş gitme bizi koyup da
            Ben de seninle geleyim kardaş
            Bir değil bin değil yaram sarılmaz
            Dertlerine derman olayım kardaş
            Öyle mahcup durup da yüzüme bakma
            Yaralı yüreğimi bir de sen yakma
            Zeynel Abidin’i yetim bırakma
            Ben senin yerine öleyim kardaş
            İmam Hüseyin, bütün Ehl-i Beyt kadınlarını topladı ve son vasiyetini söylemeye başladı: “Sıra bana geldi. Sonunda ben de şehadet şerbetini içeceğim. Sizlerden şunu istiyorum: sakın feryad-ı figan edip düşmanlarımızı sevindirmeyin. Oğlum Zeynel Abidin’i canınız pahasına koruyun ve kanımızla yazdığımız bu insanlık destanını halka anlatın. Bilin ki Allah, sizin koruyucunuzdur.”
            Bunları söyledikten sonra, tüm kadınlarla helalleşti. Zeynel ağabeydin çadırda yatıyordu, hastaydı, takatsizdi. O’na yöneldi, sarıldı, öptü, öptü ve kokladı…
            Artık kaybedeceği bir şeyi kalmamıştı. Günlerdir çöllerdeki susuzluk ve acılar sarsmıştı o şehitler şahını. Yakınlarının ve evlatlarının şehadeti ile milyonlarca kez tatmıştı ölümü. Ölüm neydi ki O’nun için? Kavuşmaktı; dedesiyle, babasıyla, annesiyle, ağabeysiyle ve tüm yakınlarıyla, tüm sevdikleriyle buluşmaktı…
            Dedesinin kılıcını aldı, babasının sarığını başına sardı ve dedesinin hediye ettiği Zülcenah isimli atına bindi, sükun ve vakar içersinde ölüm meydanına geldi.
Atının üzerinde, sanki babası Hz. Ali’ye benziyordu. Tüm metanetini koruyarak zalimlere: “Geldim işte! Bir ben kaldım, ben ve sizler. Cesareti olan varsa yer değiştirelim. Gelsin buraya ve benim bulunduğum yerden, tek başına sizlere baksın ve korkmadan durabilirse atının üzerinde, kendi başımı kendim keserim!... Ama, görüyorsunuz ki, ben de korkunun zerresi yok. Bende acı var, figan var, susuzluk var ama; sadece korku yok. Çünkü bilirim ki; zalimin zulmünü, inanışlığın direnci ergeç yener. Bugün yenmezse, yarın yener. Çünkü yine bilirim ki, yaşamak; “İnanmak ve uğrunda mücadele etmektir.” Bu dünya ne yezitler görmüştür. İnsana zulüm edenin, insanları ayıranın, hakkı, hukuku gözetmeyenlerin sonu olmamıştır. Pınarlar kurur ama dağın suyu bitmez. İşte, sizler bunu anlamadınız. Sizler, sanıyorsunuz ki, benim bu başım kesilince her şey unutulacak, her şey bitecek. Hayır! Bitmeyecek, şu kumlar üzerine akan kanlar, esen çöl fırtınalarıyla savrulacaktır ve dünyanın dört bir yanına bu vahşeti bir bir taşıyacaktır. Bitti sandığınız Ehl-i Beyt, yeniden doğacak, bizler yeniden doğacağız. Ama sizler; ölen sizler olacaksınız, akıtılan bu kanlar; sizin sonunuz olacaktır. Haydi bakalım önünüzdeyim, öldürün beni; öldürün beni!..” diyerek meydan okumuştu İmam Hüseyin.
            Zalimlerin maneviyatları kırılmıştı, kimse Hüseyin’in karşısına çıkmaya cesaret edemiyordu.
            Hüseyin’in karşısına çıkmaya cesaret edemeyenler, kadınların ve çocukların bulunduğu çadırlara saldırmışlardı. Kadınların feryatlarını duyan İmam Hüseyin, atını dolu dizgin çadırlara sürdü. Gördüğü manzara insani değildi, hayvanlaşmış bir güruh, İslam Peygamberi’nin masumlarına saldırıyordu.
            İmam Hüseyin, yüksek bir sesle gürledi:”Ey bre zalimler! Zalimlere uyanlar, biliyorum dininiz yok, vicdanınız yok, kıyamet gününden de korkmuyor musunuz? Hiç olmazsa bu dünyada hür kişiler olun. Eğer Arap olduğunuzu iddia ediyorsanız ki öylesiniz, vicdanınızın sesini dinleyin ve insanlık şerefinizi koruyunuz. Hiç olmazsa kadınlardan uzak durun ve onlara el kaldırmayın” dedi.
            Tekrar İmam Hüseyin’i yanlarında gören kadınlar ve çocuklar, feryat ederek yanına koştular. Zeynep, aslan kesilmişti, hepsini korumaya çalışıyordu. Kardeşini görünce, haykırarak yanına geldi ve o’na sarıldı:
            Kardeş, sen gidersen, burada esir  ederler bizi
            Eli kolu zincir bağlı suçlu sanırlar bizi
            Bilmezler mi ki, kimi İmam, kimi Resul’ün kızı
            Çıplak develerle esir gezdirirler bizi.
İmam Hüseyin sürdü atını tekrar bela meydanına.
Tarih: 10 Ekim 680
Günlerden: Cuma
Vakit: öğleden sonra ikindi.
Yer: Kerb-ü Bela.
            Bir ok atarlar, dedesinin öpüp kokladığı ağzına gelir. Bir kılıç darbesiyle sol kolunu, diğer bir kılıç darbesiyle de sağ kolunu koparırlar. Pek çok ölümcül yaralar aldıktan sonra kanlar içinde düşer İmam Hüseyin atından yere.
Düştü Hüseyin sahra’yı kerbela’ya
Cibril git haber ver sultan-ı enbiya’ya.
Tekrar çadırlara bakmak istedi, başını kaldıramadı. O boyun eğmeyen mübarek baş, düşmüştü toprağa. Toprak da isyan etmişti, bu zulme. Başını ensesinden kestiler, İmam Hüseyin’in mübarek başsız vücudu, kanlar içinde Kerbela çöllerinde yatıyordu. Acılar bitmiş, zulme ve haksızlığa isyanı bitmemişti O’nun.
              Ehl i Beyt’in son ışığı da söndürülmüştü. On muharrem, günlerden Cuma, sonsuzluğu aydınlatan güneş batmıştı, o gün Kerbela’da; feryatlar arş-ı alaya yükseliyordu.
            Gark-i Huni Kerbelâ’yım Ya Hüseyin senden medet
            Mateminle gam fezayım Ya Hüseyin senden Medet
Sen Cenab-ı Sıtkı sultanısın Ya Hüseyin
Bab-ı lütfunda gedayım Ya Hüseyin senden medet
            Kerbelâ’da Ali evladınla kurban olmuşsun
            Bense rahında fedayım Ya Hüseyin senden medet
Kesseler ger başımı döne cenabından şeha
Aşkı Ali Aba’yım Ya Hüseyin senden medet
            Ağlarım her dem senin ol vaka-i nalanına
            Ağlamakla pür cefayım Ya Hüseyin senden medet
Dergahın dar’ül amandır AŞIK-i biçareye
Rah-ı aşkta bir nevayım Ya Hüseyin senden medet
















EHL-İ BEYT SEVGİSİ ÜZERİNE         (11. Gün)
Alevilik inancının temeli Ehl-i Beyt sevgisidir. Ehl-i Beyt’i sevmek kuşku yok ki öncelikle onu tanımakla başlar. İnancımızın temelini oluşturan Ehl-i Beyt kavramı Kur'an'ın da temel kavramları arasındadır.
 
Sözcük olarak “ev halkı“ anlamına gelen bu Arapça tabir, Alevi inanç sisteminde en başta gelen kavramlardan biridir. Ehl-i Beyt’ e “Al-i Aba” ve “Pençe-i Al-i Aba” da denmektedir.
Hazreti Muhammed’ in soyundan gelenleri ifade eden Ehl-i Beyt kavramının içine; başta Hazreti Muhammed, Hazreti Ali olmak üzere Hazreti Fatıma, Hazreti Hasan, Hazreti Hüseyin girer.
Bir gün, Hazreti Muhammed, abasının altına Hazreti Ali, Hazreti Fatıma, Hazreti Hasan ve Hazreti Hüseyin’i alarak ”Bunlar benim Ehl-i Beyt’imdir” demiştir. Bu sırada; “Ey Ehl-i Beyt! Tanrı sizden Kuşkuyu gidermek ve sizi tertemiz kılmak istiyor” şeklindeki Ahzab Suresi 33. Ayeti gelmiştir. Bu olaya dayanarak Ehl-i Beyt kavramına sadece, o gün peygamberin abasının altında bulunanlar dahil edilmektedir.
 
Ehl-i Beyt’e sevgi ve bağlılık Alevi  inancında en başta öğelerdendir.  Peygamber Hz. Muhammed’ in soyuna olan bu bağlılık Alevileri diğer İslam kökenli topluluklardan ayıran en önemli özellikler arasında yer almaktadır.
Alevi inancında Ehl-i Beyt’e mensup kişiler diğer İslam kökenli topluluklardan ayrı olarak kutsiyet ve uluhiyet atfedilen yüce kimselerdir. Ehl-i Beyt’i sevmek bu nedenle mümin olmanın şartlarındandır.
 
Başkaları tarafından aşırı kabul edilen bu bağlılık ve sevgi nedeniyle de Aleviler kimi ithamlara maruz kalmışlardır. Sözgelimi; onları putlaştırma ve ilahlaştırma gibi. Aslında bu sevgi ve bağlılığın aşırılık olarak nitelenmesi yanlıştır. Çünkü; güzel ve doğru olan bir şeyin aşırılığı olmaz. Alevilerdeki, Ehl-i Beyt’e olan bu candan ve samimi bağlılığın temelinde yatan gerçek etken Ali soyunun yüzyıllarca maruz kaldığı haksızlık ve uğradıkları zulümdür. Ehl-i Beyt, hep zulme, haksızlığa, katliama uğramış ve yurtlarından sürülmüştür. Bu hazin olayların yoğurduğu tarihsel süreç yoğun ve ödünsüz bir Ehl-i Beyt yandaşlığı üretmiştir. Ehl-i Beyt’e ve Ali soyuna yapılan zulümler arttıkça onlara olan bağlılık ve sevgi de artmıştır.
Aleviler olarak yüce Allah’ın bir emrini yerine getirmenin ötesinde bir şey yapıyor değiliz. Çünkü yüce Allah Şura Suresi’nin 23. ayetinde yüce peygamberimizden müminlere seslenerek şöyle söylemesini istemektedir: “… Ey Muhammed de ki, ben bu tebliğime karşılık sizden yakınlarımı / Ehl-i Beyt’imi sevmeniz dışında bir şey istemiyorum…”
Görüldüğü gibi Ehl-i Beyt’i sevmek Allah’ın emridir. O halde Ehl-i Beyt sevgisi İslam dininin de özüdür. Kim ki Ehl-i Beyt’i sevmiyor, o kimsenin mümin olması mümkün değildir.
Kim Ehl-i Beyt’i sevmez ki?
Kim onlara benzemek istemez ki,
Kim onların ahlakıyla, ilmi ile süslenmek istemez ki,
Kim onlardan daha iyi Allah’ı bilebilir ki,
Kim, “Ali ile Muhammed sevgisi” arasına girebilir ki,
Kim “Muhammed’i Ali kadar, Ali’yi Muhammed kadar sevebilir ki”,
Kim inandığı yola, malını, canını, evladını ve her şeyini verebilir ki,
Kim dedesini sevip de evladını sevmez ki,
Kim onlar gibi olabilir ki,
Onun için Kuran, onları sevmeyi farz kılmıştır.
Onun için Kuran onların temiz ve pak olduklarına şehadet etmiştir.
Onun için “Duvazdeh-imam” adıyla methiyeler yazılmıştır. Allah, Ademi yaratmadan 1200 yıl önce Ehl-i Beyt sevgisini farz kılmıştır.
Allah onların yaradılış sebebi, mahlukatın efendileri önderleri olarak karar kıldığına dair yüzlerce ayet nazil etmiştir.
Hazreti İmam Ali’yi, İmam Hasan’ı, İmam Hüseyin’i ve Hazreti Fatıma Ana’yı sevmek dindir, imandır.  İnsanlıktan nasiplenmişlerse; sevdadır, sevdanın da türküsüdür.
Yüce peygamberimiz pek çok sözünde Ehl-i Beyt mensuplarını övmüş ve yüceltmiştir.
Hazreti Muhammed, “Ben kimin mevlası isem, Ali de onun mevlasıdır. Ona dost olana dost, düşman olana düşman ol. Ona yardım edene yardım et. Onu horlayanı horla. Nerede olursa olsun gerçeği onunla birlikte kıl.”  şeklinde yüce Allah’a dua etmiştir.
Yine Hazreti Muhammed, Hazreti İmam Ali için;
“Ben ilmin şehriyim, Ali kapısıdır. Şehri dileyen kapıya gelsin”
“Ali insanların hayırlısıdır. Kim bunu kabul etmezse, gerçekten kafir olmuştur.”
“Ümmetimin en ileri geleni ve gerçek hüküm vereni Ali’dir.” şeklinde hadisler söylemiştir.
Yine yüce peygamberimiz Hazreti İmam Hüseyin için de şöyle demiştir:
“Gerçekten Hüseyin bir hidayet meşalesi ve kurtuluş gemisidir. Hüseyin benden, ben Hüseyin’denim, kim Hüseyin’i severse Allah da onu sever.”
“Hüseyin cennet gençlerinin efendisidir.”
Peygamberimiz sevgili kızı Hazreti Fatıma için de bir sözünde şöyle demektedir:
“Kızım Fatıma, geçmiş gelecek bütün kadınlardan üstündür. O vücudumun bir parçasıdır, gözümün nuru ve kalbimin meyvesidir. O benim ruhumdur. O insanlardan olan bir huridir. Rabbinin huzurunda ibadete durduğunda yıldızların yer ehli için parladığı gibi, onun nuru da gökteki melekler için parlar ve yüce Allah meleklerine şöyle seslenir. “Ey melekler, bakın benim kulum Fatıma’ya; o benim huzurumda durmuştur,  sevgiden titriyor; kalbiyle benim ibadetime yönelmiştir. Sizleri şahit kılıyorum ki, ben onun takipçilerini ateşten koruyacağım.”
Biz Aleviler o yüce Ehl-i Beyt yolunun yolcularıyız. Kuşkusuz Ehl-i Beyt’in yolunda yürüyenler kurtuluşa erenlerdir. Zira Ehl-i Beyt’i sevmek Allah’ı sevmektir.
O halde ne mutlu Ehl-i Beyt’i sevenlere!
Ne mutlu  o kutlu yolda yürüyenlere!
O kutlu Ehl-i Beyt sevgisini yol göstericisi edinenlere!
Yüce Tanrı Ehl-i Beyt’in sevgisine tüm ibadetlerimizi kabul eylesin…
İbadetlerimiz ulu dergahta Hakk defterine yazılsın…
Yüce peygamberimiz Hazreti Muhammed ve on iki imamların şefaati üzerimize olsun! Allah…Allah!
YEZİD’İN ÖNÜNDE
Kadınlar ve çocuklar, çıplak develer üzerinde, şehitlerin başları mızraklarda takılı olduğu halde Şam’a gönderildiler. Hz. İmam Hüseyin’in başı, Emeviye camiinde teşhir edildi. Yezid’in meclisinde Zeyneb, Şamlılara ve Yezid’e çok tesirli bir konuşma yaptı. Şam halkı, Haşimoğullarının hitabetini dinlemek istemeleri üzerine, İmam Zeynel Abidin, çok etkili bir hutbe okudu. Soyunu, şerefini, gerçekleri ve yapılan zulmü dile getirdi. Ağlayanlar, coşanlar, lânet okuyanlar oldu. Yezid, daha fazla dayanamadı, müezine kamet getirmesini söyledi.. Böylelikle İmam Zeynel Abidin’in hutbesini kesmiş oldu, aksi halde belki halk; ayaklanacaktı.
İmam Hüseyin’in başı, bir tepsi içerisinde Yezid’in önüne getirildi. Yezid, “Keşke Bedir’de ölenlerim sağ olsalardı da bu günü görselerdi; ferahlan artık ey Yezid! Elin kolun var olsun deselerdi; Muhammed soyunun ulularını öldürdük, Bedir’de ölen dedelerimin öcünü aldık. Böylece Haşimoğulları saltanatını yıktık. Onlar, saltanatla oynadılar, aslında ne gelmiş bir haber var, ne de inmiş bir vahiy var” diyerek, elindeki değnekle Hz. İmam Hüseyin’in dudaklarına dokundu. Ashabdan Ebü-Berzet-ül-Eslemi, bunu görünce dayanamayıp “Hüseyin’in ve kardeşi Hasan’ın dudaklarını öperken gördüm Resulallah’ı; “sizi öldürene Allah lânet etsin dediğini duydum” diyerek feryat etti. Yezid, sonunda İmam Hüseyin’in başını, Zeynel Abidin’e teslim etti ve Medine’ye dönmelerine de izin vermek zorunda kaldı.
BU KAVGA NASIL BAŞLADI
Cenab-ı Allah, Kur’an’da: “Bugün size dininizi ikmal ettim, üzerinize nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslam’ı beğendim”buyurmuştur. İbrahim Peygamber’le şekillenmeye başlayıp, Hz. Muhammed’le en mükemmelliğe erişen İslam, Silm ve Selam köklerinden gelen bir kelimedir. Silm, barış, güven ve huzur demektir. Selam ise, mutluluk, esenlik ve güven anlamına gelir.
Sözde barış ve güven olarak tanımlanan İslam, sözde soy-boy davasını kaldırmış, ırk ayrımına son vermiş ve eşitliği sağlamıştı. Ancak, yüreklerdeki eski asalet ve unvan üstünlüğünü yok edememişti, hâlâ o eski hükmetme isteği, bazı kimselerin özünde yaşıyor, tekrar harekete geçmek için fırsat bekliyordu. Bedir’de öldürülenlerin öcünü alma gayreti, tüm İslami değerleri yok sayarcasına üstü küllenmiş, fakat eşelenince alevlenecek bir ateş gibi, fırsat kolluyordu.
Hz. Peygamber’in vefatından sonra hilafet, önce Ebu Bekir’in daha sonra da Ömer’in eline geçti. Sırası, Osman’a gelmiş ve Osman Halife olmuştu. Ancak, bilindiği gibi, Osman hariciler tarafından ani olarak katledildi. Osman’ın katli ise Ümeyye oğullarının işine yaradı. Çünkü, Ümmeyye oğullarının bekledikleri fırsat gelmişti. Hak, hürriyet ve adalet üzerine kurulmuş olan İslam emirliği, zulüm ve siyaset sistemine dönüşmüş, saltanat ve hükmetme düşüncesi, ön plâna çıkmıştı. Cahiliye devrindeki Arap üstünlüğü fikri, öne geçmişti. Müslüman olan ama, Arap olmayan unsurlara “Mevâli-Köleler” adı verildi ve böylece İslam’ın temeli kökünden sarsılmıştı.





         ALEVİLİK VE TOPLUMSAL BİRLİK ÜZERİNE      (12. Gün)
Alevilik; bir barış, birlik ve kardeşlik inancının adıdır. Yetmiş iki milleti yaratandan dolayı sevmenin adıdır. Bu nedenle Alevi olmak demek barıştan, kardeşlikten ve birlikten yana olmak demektir. Yüce Allah Kur’an’da  “…Allah’ın ipine topluca sarılıp birlik olun, ayrılığa düşmeyin !” demektedir.
Ayrılık ve bölünme akıl sahibi insanlara asla yakışmaz. Hak Muhammed Ali yolunun yolcusu olan Aleviler daima birliği, barışı ve kardeşliği inançlarından dolayı savunmuşlardır. İşte bu nedenle Aleviler bu ülkede ulusal birliğin ve barışın güvencesi olan bir topluluktur.
Unutulmamalıdır ki Anadolu adlı bu toprakları Aleviler İslam’a açmışlardır. Anadolu’yu İslamlaştıran Alevilerdir. Anadolu, Alevi uluları olan Ahmet Yeseviler, Ebu-l Vefalar, Hacı Bektaş  Veliler, Sarı Saltuklar, Yunus Emreler, Şeyh Edebaliler ve daha niceleri sayesinde İslam’la buluşmuştur. Dolayısıyla bu ülkenin hamurunda Alevilik vardır. Bir düşünelim, ülkemizin dört bir yanının Alevi ulularının yatırları ve dergahları ile dolu oluşu neyi anlatmaktadır? Bir düşünelim; Alevi ozanlarını Türk edebiyatından çıkaralım, geriye ne kalır?
Elbette ki Alevilik ile bu ülkenin ayrılmaz birliğini ve Aleviliğin vazgeçilmez oluşunu anlatmaktadır. Ülkemiz, üzerinde yaşayan herkesindir. Yeter ki barış ve dostluk içinde yaşamayı becerelim. Ve bu topraklar bütün ulusumuzun öz yurdudur. Artık bunu anlama zamanı gelmiş ve geçmiştir.
Bin yıl önce Türk kavimlerinin Orta Asya’dan, Horasan’dan, Türkistan’dan akın akın Anadolu’ya gelmesiyle bu topraklar, Aleviliğe yani İslam’a kucak açmıştır. Bu toprakların hamuru Alevi İslam inancıyla yeniden karılmıştır. Duymasını bilenlere söyleyelim ki, Anadolu’da dağ, taş, ova, yayla, ırmak, göl, dere, tepe her ne varsa Hazreti imam Ali’nin adını haykırmaktadır. Nitekim bu topraklar Ehl-i Beyt soyundan gelen seyyidlerle doludur.
Ülke hepimizindir.  Hangi kökenden gelirse gelsin yetmiş iki milleti kucaklama sevdasıyla yola çıkmış bir inancın sevdalılarıyız.. Bir yüce yolun yolcularıyız.
Aleviler geçmişte ve günümüzde bu görevlerini gereğince yapmışlardır ve yapmaktadırlar. Bundan sonra da yapmaya devam edeceklerdir. Bu nedenle Alevi toplumu bu ülkenin ve bu ulusun çimentosudur. Cumhuriyetin ve Atatürk devrimlerinin yılmaz bekçisi olan Aleviler, Türk ulusunun yüz akıdır.
Aleviler olarak “Bir olalım, iri olalım, diri olalım!” anlayışı değişmez rehberimizdir. Büyük  ozanımız Pir Sultan’ın haykırdığı gibi; “Gelin canlar bir olalım!” diye haykıran Aleviler hiçbir zaman fitnenin yanında olmamışlardır. Çünkü, yüce inancımız Kerbelâ’dan ders aldığı için “Cebir’i, kini, nefreti, şiddeti” yasaklamış, Hüseyin gibi yaşayanların, insan gibi insan olanların ölümsüzlüğüne inanmıştır.
Tarihimize bakacak olursak ülkemizin ulusal Kurtuluş Savaşı’nın büyük önderi Mustafa Kemal Atatürk mazlum bir ulusu ayağa kaldırmış ve Kurtuluş Savaşı’nı onca zalime karşı başarmıştır. Mazlumun zalim karşısında destan yazdığını dünyaya duyurmuştur. Mazlum uluslara örnek olmuştur.
Şimdi sorarım sizlere; Kerbelâ’da kimler ölümsüzleşti? Kimler o soylu kavgayı vererek mabetleşti? Hüseyin’i sembol edinip Hüseyin gibi yaşayanlar ölür mü? Ölüm Hüseyin’e yakışır mı? O, yüceler yücesi insan her doğumda yeniden doğdu ve insan olanların gönlüne taht kurup orada büyüyüp yüceldikçe yüceldi. Ve insan olup insan gibi yaşayanların sultanı oldu. O sevgi; sevda oldu destanlaştıkça destanlaştı, aşk oldu, her aşkta sonsuzlaştı ve yüreklere yazıldı.
Selam sana gönüllerimizin sultanı!
Selam sana ölümsüzlüğün destanını yazan İmam Hüseyin!
Selam olsun Hüseyin gibi yaşayanlara!
Selam olsun onun insanlık destanının bayrağını taşıyanlara!
Senden gönüllere edeler hidayet
Menen din bulunmaz hürsün Hüseyin
Mümin kullar senden umar hidayet
Cümle erenlere pirsin Hüseyin
Bizlere bir kerem, şöhret şanından
Mahrum koyma bizi ol ihsanından
Burcu şafak rengi almış kanından
Bezmi hakikatta nursun Hüseyin
Gönlümde kadimdir aşkın ülfetin
Leylü nehar dilden eylerem methin
Sarraf olan bilir senin kıymetin
Ummanda bulunan dürsün Hüseyin
Kerbela deştinde çok çektim cefa
Sana kasd edenler bulur mu sefa
Sensin ol kudretül aynı Mustafa
Yaraların sevenlerde dursun Hüseyin
DAİMİ sümbüldür kabul edersen
Divani hazrette kabul edersen
Beni bu aşk ile meşgul edersen
Bütün dertlilere pirsin Hüseyin
Muhammed İkbal: “Hüseyin, Hakk ile batılın arasını kanı ile ayırdı” demiştir. Sözlerine devamla; “Allah- Allah! Baba (İmam Ali) Bismillahın BA’sı / OĞUL (Seyyid-i Şuheda) Zıbh-i azim’in manası diyerek, benim gözlerimi de yüce kurban sırrına açtı” deyip Kerbelâ sırrına vakıf olmanın önemini arz etmiştir.. 
21. yy. da bu sırra vakıf olamamak çok acı değil midir? Gönül ister ki mezhep penceresinden uzaklaşıp tüm İslam alemi bu sırra  vakıf olsun. Bu sırra vakıf olup haklıyla, haksızın ayrımını yapıp haklının hakkını hak sahibine teslim etmek çok zor bir istek midir? İnsan olmanın ölçüsü bu değil midir? Halen  İslam aleminde Kur’an da geçen “lanetlenmiş soy” olarak  anılan bu soysuzları hazret etmek kime ne değer  kazandırır?  Yazmaya kalemimiz varmıyor ama bu zalimlerle bir soy bağlılıkları mı var, bunu anlayabilmiş değiliz. İmam Hüseyin’in şehadetinden sonra türbesinin defalarca tahrip edilmesi, yakılıp, yıkılmasında Peygamber soyuna dinmeyen düşmanlıklarının açıklaması nedir? Geliniz bu acıyı, bu Muhammedi sevgiyi hep birlikte paylaşıp acıyı bal eyleyelim.
Birlik olursak zalimin mumu yanmaz!
Birlik olursak Kerbelâ‘da mazlumların yaktığı ışık sönmez!
Birlik olursak  insan olmanın sembolü Hüseyinler ölmez!
Birlik olursak Fatima gibi analar ağlamaz!
Birlik olursak lanetlenmiş soylar zulüm yapamaz!
Ne mutlu birlikten ve kardeşlikten yana olanlara!
Ne mutlu eline diline ve beline sahip olup yüksek ahlaktan ayrılmayanlara!
Ne mutlu Muharrem’in sırrına erenlere!
Ne mutlu Ehl-i Beyt’i sevenlere!
Ne mutlu bu sevgiyi yol gösterici edinenlere!
Mateminiz mübarek, oruçlarınız kabul olsun…
Yarabbi!
Resul-i Haşimi hakkı için, Hanedan-ı Ehl-i Beyt’i nübüvvet hürmeti hakkı için, tüm insanlığa bütün ibadetlerin sırrına  vakıf olmasını ve gerçeğin sırrına ermesini nasip eyle…….
Hakk-Muhammed-Ali dergahından eyleyip sırrı Kerbelâ’nın hakkı hürmetine yaşanılan matemi ve tutulan oruçları kabul eyle…..
Zalimlerin zulmünden tüm insanlığı koru…
Tüm insanlığın barış içinde yaşamasını nasip eyle…
Yalnızca ve yalnızca “Gerçeğe Hû…..”
Allah Allah…
 
HAZRET-İ HÜSEYİN VE İSLAM
Hazret-i İmam Hüseyin’in kavgası, saltanat elde etmek için değildi, onun tüm çabası, İslam’ın değerlerini, İslam’ın esasını korumak içindi, bunun için harekete geçmişti o.
Hz. Hüseyin de çok iyi biliyordu ki, her tarafı sarılmıştı, iktidar hırsıyla yanıp tutuşan bir zihniyetin karşısında tek başına karşı duramayacaktı. Nerede olursa olsun onu rahat bırakmayacaklardı. Ne Mekke’de ne de Medine’de kalması, ona bir yarar sağlayamazdı, iktidar hırsıyla gözü dönmüş olan Yezid, onu kendisine biat ettirebilmek için tüm imkânlarını kullanacaktı, hatta kanını dahi dökeceklerdi.
Yezid, belki de daha ileri giderek, İmam Hüseyin’i halkın gözünde küçük düşürecek davranışlarda bulunacak, İslamî ve insanî değerlere zarar verebilecekti. Nitekim Kâbe’yi yıktılar, Medine’de Hz. Peygamber’in mescidine hürmetsizlik başladı, kendisine biat etmeyen Ehl-i Beyt taraftarlarına, akla hayale gelmeyecek zulümlerde bulunmaya başladılar.
İmam Hüseyin, hem kendisini, hem ailesini hem de insani ve İslamî değerleri korumak amacıyla, Küfelilerin yapmış oldukları daveti, çok samimi bulmamasına rağmen kabul etti; çünkü en uygun yer olarak Küfe’yi seçmişti.
Yakınlarının Küfe’ye gitmemesi hususunda ki ısrarlarına rağmen, onun Küfe’de ısrar etmesinin en önemli sebeplerinden birisi de Medine ve Mekke’nin dışında kalmak ve buralarda bulunan İslamî ve insanî değerlere zarar gelmesini önlemekti.
Yine İmam Hüseyin, Yezid’e biat etmeyip, bu yolu seçmekle; Yezid’in gerçek yüzünü göstermiş oluyordu. Yargılamayı tarihe bırakıyordu ve öyle de olmuştur. İmam Hüseyin, İslam ve insanlık uğruna kendisini, kendi arzularıyla dostlarını, ehlini-âyalini tehlikeye atmak zorundaydı. Resulallah’a ve dinine karşı kendisini amaç edinenlerin iç yüzlerini, tarih önünde göstermek istiyordu. Süt emen çocuğuna kadar tüm yakınlarına kast edenleri ve Muhammed soyuna reva görülecek olan bu zulmü, bir-bir, safha-safha gözler önüne serip gösterecekti. Böylece Ümmeyye oğularının, sözde inanmış görünenlerin zulümlerini, tarihe kanlı bir sayfa olarak geçirecekti ve öyle de olmuştur.
İmam Hüseyin, bu asil davranışı ile dedesi Muhammed Mustafa’nın ve babası Aliyyel Murteza’nın yakmış oldukları meşalenin günümüze kadar hiç sönmeden gelmesini sağlamıştır. Kerbelâ olayı, bir hilâfet meselesi gibi görünse de, Kerbelâ olayı, aslında hayrın ve şerrin kavgasıdır; yani mazlumla zalimin kavgasıdır.
İşte, bundan dolayıdır ki, Aleviler, Bektaşiler ve tüm Ehl-i Beyti sevenler, Ehl-i Beyt dostları, Hz. Peygamber ve O’nun soyuna yapılan bu zulmü, kınamak ve onların acılarını, kendi yüreklerinde hissedebilmek amacıyla, her yıl Muharrem ayının birinden on ikisine kadar, İmam Hüseyin ve yakınlarının yasını tutmaktadırlar. Aynı zamanda onlar “su!- su!” diyerek canlarını İslam ve insanlık uğruna feda ettikleri için, Ehl-i Beyt dostları da bu günlerde onların matemini tutarlar ve 12 gün boyunca oruçlu olurlar. Tutulan bu oruç, kesinlikle ramazan orucuna benzemez. Çünkü yas ve oruç bir bütün olarak uygulandığı için daha büyük bir anlam kazanır. Oruçlu olan kimse, Kerbelâ faciasının acısını kendi özünde, yüreğinin derinliklerinde duyar ve Kerbelâ şehitleri için göz yaşı döker.
Bilindiği gibi Hz. Halil Peygamber, Nemrud tarafından mancınıkla ateşe atılmıştı. Ancak Allah’ın korumuş olmasından dolayı, o dağ gibi ateş  Halil Peygamber’i yakmıyordu. O sırada havada bir kuş, ağzına aldığı bir dal parçasını yanan ateşin üzerine bıraktı.
Halil Peygamber, buna bir anlam veremedi ve kuşa seslendi: “Hey kuş! Sen ne yapmak istiyorsun? Görüyorsun ki, dağ gibi yanan bir ateş var, senin getirdiğin bir dal parçasının bu ateşe ne etkisi olabilir ki?”
Kuş dile gelerek: “Ya Halil! Biliyorum, benim getirdiğim bir dal parçası bu ateşe bir etkisi olmaz ama, benim sizin düşmanınız olduğumu, Nemrud’un ise dostu olduğumu gösterir. Böylece size olan nefretimi göstermiş olurum” dedi.
Daha sonra bir başka kuş, ağzına aldığı birkaç damla suyu, getirip yanan ateşin üzerine bıraktı. Halil İbrahim Peygamber, yine şaşırmıştı. Hey kuş! Sen ne yapmak istiyorsun, neyi kanıtlamaya çalışıyorsun. Senin gaganla getirdiğin bu suyun, böyle dağ gibi bir ateşe ne etkisi olabilir ki?” diye sordu.
Kuş, dile gelerek; Ya Halil! Biliyorum benim gagamla getirdiğim suyun, yanan bu ateşe bir etkisi olmaz. Olmaz ama, benim senin dostun olduğumu, senin yanında yer aldığımın bir kanıtı olur” diyerek, Halil İbrahim Peygamber’in dostu olduğunu kanıtlamış oldu.
Bizim, Kerbelâ şehitleri için dökeceğimiz birkaç damla göz yaşı, tutacağımız oruç ve matem, İmam Hüseyin ve yakınlarının acılarını dindirmez, yaralarına merhem olmaz ama, bizim bu hareketimiz, Kerbelâ Şehidi İmam Hüseyin’in ve yakınlarının yanında olduğumuzu, onların dostu olduğumuzu gösterir. Bizim bu hareketimiz, bu âlemden gittiğimizde, belki onların şefaatine mahzar olmamızı sağlar, değerli dostlar…
 Ali Rıza UĞURLU DEDE
Alevi İslam Din Hizmetleri Başkanlığı
alone_man
Mesajlar: 1769
Kayıt: 13 Oca 2008, 21:28

Re: muharrem orucu ve kerbela

Mesaj gönderen alone_man »

Alirıza 3 yazdı:      AŞURA / AŞURE ÜZERİNE        (8. Gün)
Daha önceki söyleşilerimizde de belirttiğimiz gibi Muharrem ayı pek çok tarihsel olayın cereyan ettiği bir aydır. Bu olaylardan biri de Nuh tufanıyla ilgilidir.
 
alirıza can
bu kadar uzun yazıları okumak mümkün değil kısa ve öz yazman gerek vede Aşurayı aşureye çeviren emevilere hizmet etme
nuh la falan ilgisi yok bu günü, sevinç günü yapanların uydurmalarına aldanma kaynakları soruştur gerçeğe gidersin
3nokta
Mesajlar: 3381
Kayıt: 26 Ara 2006, 22:16
Konum: Meşhedi313

Re: muharrem orucu ve kerbela

Mesaj gönderen 3nokta »

Aşura gününde tarihte hiçbir sevinçli olay olmamıştır. On peygamberin kurtuluş günü Aşura'da olmuştur iddiası bir Emevi uydurmasıdır.
Aşura'da sadece ve sadece hüzün, gözyaşı, matem vardır.
nokta koymuyoruz artık cümle sonlarına
noktayı koyacak olan sensin anlasana
. . .
Cevapla

“Oruç” sayfasına dön