Mezar notları...

Ölümden sonra tekrar dirilip, adaletin tecelli edilişi...
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Mezar notları...

Mesaj gönderen MERDAN »

M. ALAGAŞ


MEZAR NOTLARI...



Bir

Mezar bir tarihtir.

Mezar bir kitaptır.

Mezar bir ibret levhasıdır.

Yeter ki insan gönlünün gözüyle bakabilsin, ruhuyla İdrak edebilsin kabirleri.

Mezar terbiye ocağıdır. Mezar muhasebe mekanıdır.

Mezarlar vahiy ölçüsüyle ve ötenin hesabıyla isabetli kararların alınabileceği
ince duyguların değerlendirileceği
berrak yerlerdir.

Anlamını ve yaşama gayesini yitiren kentlerin ve insanların yanında,
en diri, en canlı, en anlamlı şehirlerdir mezarlar.

Mezarlar diridir, mezarlar canlıdır..

Özünden ve özümüzden bakınca mezarlara, susarak anlatımın en kemal
noktasını görürüz. Hele siz bir gidin oraya ve tanış olmaya
çalışın oradakilerle ve bir bir dinleyin özgeçmişlerini..

Ağaçları sizlere nasihat eder, taşlan bile konuşur mezarların.

Eğilin, eğilin de ruhunuzun has kulağıyla bir dinleyin gelen sesleri.

Her kulak - öze yakınlığı nisbetince - birşeyler duyacaktır orada.

Bakmasını bilen gözler, işitmesini bilen kulaklar, neler görmez ki,
neler işitmez ki mezarlarda..

Şimdi Ada: 2 Parsel: 1008 de bulunan 1280 nolu kabrin başındayız.
Namık oğlu, Hatice eşi, Hasan Şenol. Doğum: 1938 Ölüm: 1984

Herhalde yakında ziyaretçisi gelmiş, üzerine konan çiçekler henüz
kurumamış, Kabrin başucunda iki adet buruşmuş, burun
veya gözyaşı silinmiş kağıt mendiller. Kimbilir hangi duyguların
anlatımını yansıtıyor?.

Kabrin üzerine şimdilik topraktan başka ağırlık konmamış. Siparişleri verilmiş,
yakında mermerlenecekmiş. Mezann mermerleneceğini,
bembeyaz mermerlerle kaplatılacağım ben duymuştum
ama acaba kendisi de biliyor muydu?

Mezarın mermerle kaplatılacağım bilse sevinir miydi? Mermersiz mezarlara
bakarak, kendisine yapılan mermerli mezarla gururlanır mıydı?
Kendisine haber vereyim düşüncesiyle.

“Mezarın mermerle kaplatılacakmış!.” diye fısıldadım.

Git işine be adam, bana ne mermerden! haykırışı, sanki iç dünyamda
yankılandı.
Doğru söylüyordu, mermerden ona neydi?
Mezarı mermer kaplanmış veya kaplanmamış ona ne faydası vardı?
Peki bu mezarlan mermerlerle kaplatanlar, bunu kimin için yapıyorlardı?
Sorumdaki saflığıma kendim de gülümsedim.
Kimin için yaptıkları, kimin için yapacakları belli değil miydi?

“Elalem ne der?” endişesiyle kendi itibarlan, kendi şanları, kendi şereflen
için yaptırmıyorlar mıydı?

Bunlar hem toprağın üstünden ve hem de toprağın altından gafii insanlar
değil miydi?

Şimdilik sade bir görünümde olan kabire tekrar baktim. İzmir'in Bayındır
kazasında 1938 yılında doğan Hasan Şenol, ailesiyle birlikte
kendisi sekiz yaşındayken İzmir'e yerleşmiş. Ortaokul mezunu olan
meyyit, Diyarbakır'da askerliğini yapıp, 1963 yılında evlenmiş. Bu evlilikten
biri kız diğeri erkek iki çocuğu olmuş. Kürtaj silahıyla kaç çocuğunu,
hangi suçtan dolayı öldürdüğünü veya öldürttüğünü ise siz sormayın.
Çünkü bildiğiniz gibi bunu Rabbimiz soracak..

Bir yolsuzluk iddiasıyla çalıştığı bankadan atılan Hasan Şenol, bulunduğu
mahallede bir kahvehane açarak yaşamını sürdürmüş.
Değişik kesimlerden insanlarla karşılaşıp, onlarla çeşitli mevzularda konuşan
Hasan Şenol, çenesi laf eden, bulunduğu konumda kendisini haklı görüp,
haklı çıkaran bir mizaca ve yeteneğe sahip.

Kahvehanede kumar oynatıp, içki içirmesine rağmen müslümanlığına
toz kondurmaz ve kalbinin temizliğini her fırsatta dile getirirdi.
Bağkur emekliliğine dört yıl kala karşılaştığı müslüman tipli insanlara.

“Emekli olduktan sonra bu işlere tevbe edip namaza başlayacağım” derdi.

Ancak ne olduysa, 1984'ün nisan ayının ilk haftasının cumartesi akşamı oldu.
Eski bir dostuyla, kahvede masanın kenarında içki içmekteyken,
hesap yüzünden çıkan bir tartışmada araya girmiş ve dört yerinden bıçaklanmıştı.

Hastaneye kanlar içinde götürülürken ölümün soğuk çehresiyle karşılaşıyor,
yaşantısının muhasebesini yaparken haklı bir telaşa kapılıyordu.
Şimdi ölmenin sırası mıydı!.

Daha tevbe edecek, içkiyi ve kumarı bırakacaktı.

Bu halde, üstelik içkiliyken nasıl kabre girecek, hangi yüzle Allah'ın huzuruna
çıkacaktı?
Kızı aklına geldi. “Keşke manken olmasına izin vermeseydim” diye geçirdi içinden.
Sahi ya! Manken olmasına, orasını, burasını açmasına, elalemin erkeklerine
teşhir etmesine neden izin vermişti ki? Dilinin ucuna gelen
“Ulan sen pezevenk misin?” ifadesini, köpek dişleriyle ısırıp, azı dişleriyle
öğütmek istedi,
Oğlu aklına gelince, sanki beşinci, altıncı, yedinci bıçak darbesini yemişti.
Sövdü, küfretti..
Kendisinin yetiştirmediği, kendisinin terbiye vermediği oğluna bir daha,
bir daha küfretti.

Tekrar kendine döndü. Ölmemeliydi, ne yapıp edip ölmemeliydi.
“Kurtulursam İlk işim namaza başlamak” diye geçirdi içinden.
Namaza başlamak için bu dört sene süreyi de nereden çıkarmışkı ki?

İnsanbu!. Dört sene yaşayacağı ne malum?
Ya hemen ölürse!
Ya hemen ölürsem!
Yok yok ölmemeliyim, ağzım da leş gibi rakı kokuyor..

Başını tutan adamın sesini duydu.
“Birader hızlı sür, adam ölecek. Çok kan kaybediyor.”

“Kim ölecek? Ben mi? Ben mi öleceğim? Ben ölmemeliyim, ben yaşamalıyım.
Çünkü ben tevbe edeceğim, çünkü ben namaz kılacağım, çünkü ben hıkk..

Ben ölmemeliyim, ölmeyeceğim, ölmeyeceğim.. İçkili halde hiç ölünür mü?”

“Keşke içmeseydim, keşke tevbe etseydim, keşke namaz kılsaydım, keşke...”
Kardeşim hızlı gitmene gerek yok, öldü adamcağız!.

Bu özgeçmiş ile Hasan Şenol'un kabrine tekrar bakıyoruz.
Ve “Keşke” haykırışlarının aynı dirilik ve aynı canlılıkla tekrarlandığım duyuyoruz.

Keşke... Keşke.... Keşke.......
En son MERDAN tarafından 15 May 2009, 16:09 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Mezar notları...

Mesaj gönderen MERDAN »

İki

Gece lambası da dahil tüm ışıkları söndürdüm.
Yatağa uzandım.
Gecenin tam ortasıydı, henüz hiçbir horoz sesi duymamıştım.
Son günlerde horozlar önceki geceler gibi erken vakitlerde ötmüyor.

Hava ılıktı, üstüme ince bir çarşafı örttüm.
Odam karanlıktı, benden başka evdekilerin hepsi uykudaydı. Sessizliği
dinlemeye başladım. Yarınımı düşündüm,
mezara gidecektim, hazırlanmalıydım.

Kendimi bir kabrin içine koydum.
Çarşafa Öyle doladım ki vücudumu, adeta kendimin kefeni yaptım.
Gönlümden, Rabbimden başka herşeyi, Rabbimin rızasından gayri herbir
şeyi dışarı atmaya çalıştım.
Kabrin içinde gibiyim artık.

Tekrar bu dünyaya dönüşün olmadığı, olamayacağı, inandığımız ama
mahiyetini kavrayamadığımız, ancak peygamberlerin haber
verdiği kadariyle bilebildiğimiz, istesek de, istemesek de, hangi
vakitte olacağını bilemediğimiz bir öte dünyanın giriş
kapısından adımımı atmıştım artık.

Dönüp arkama, yaşadığım şu fani hayat çizgisinde yaptıklarıma baktım.
Yarın yaparım diye ertelediğim, şu zaman bu zaman yapanm diye
biriktirdiğim, nedense bir türlü eyleme dönüştüremediğim bir yığın
yapılamamış, temenniden öte geçememiş, bana faydası olmayan arzular..

Utandım..

Nasıl çıkarım Rabbimin huzuruna? Evet tekrar arkama baktım, nefsime,
şeytana, şeytanın dostlarına, nevama uyarak yaptığım,
derinliğiyle tevbesi, nedameti bile yapılamamış günahlarımın yığını.

Bir anda okyonusun ortasında hissettim kendimi.

Evet okyonusun dağ dalgaları arasında, kendimi su üstünde tutacak
hiçbir nesnenin ve ışık namına hiçbir şeyin olmadığı, koyu zifiri
karanlık bir gecede suların içindeydim.

Sadece Rabbim ve O'nun rızası için halis niyetle yaptığım amellerime baktım,
baktım ki onlara tutunayım..

Ne yazık ki, onlar bir saman çöpü kadar küçük, birkaç saman çöpü kadar
az göründü gözlerime..

Beni okyanusun suları arasında, kurtaracak kuvvete malik değiller....

Gecenin ilk horozu ötmeye başladı. Saydım, tam onüç kez öttü.

Sabaha bir adım kala yatağımdan kalktım. Abdest aldım. Kur'an okudum,
tevbe ettim, bilinçsiz tevbe ferimden de Allah'a sığındım,
yarın eğer yaşarsam, bu günümden farklı olsun dedim.

Rabbim, nasip edersen yarın kabristana gideceğim.
Yaptıklarımın ve yapmam gerekirken yapmadıklarımın şerrinden Sana sığınırım.
Beni ve müslüman kardeşlerimi hayırlara kavuştur...
Çoğu zaman ruhumun benden koparak, ızdıraplı ve anlamlı geziler
yaptığı mezara, herşeyin gölgesinin iki katına çıktığı anda geldim.

Mezar işçilerinin inşaat sesleri, uzaklardan gelen şehrin gürültüsü,
ağaçlann hışırtısı, ağustos böceklerinin ötüşü kulaklarıma değen seslerdi.

Kovulmuş şeytanın şerrinden Rabbime sığınarak adımımı attım.

Toprağın altındaki ölülerin başuçlanna, cami kapılarındaki dilencilerin önlerine
koydukları birer mendil parçası gibi, fatiha isteyen kimi mermer,
kimi taş, kimi siyah beyaz tenekelere yazılı "Ruhuna Fatiha" yazısı beni üzdü ve düşündürdü!.

Kur'an'ın anası, Kitab'ın anası Fatiha, dirilerin yaşantısından koparılmış,
mezar çerçevelerine oturtulmuş. Her gelen genellikle Fatihayı
sadece ölülere okuyor.

Fatiha'nın anlamını düşündüm.

“Hamd, alemlerin Rabbi, Rahman, Rahim ve din gününün Malik"i olan Allah'adır.
Biz yalnızca Sana ibadet eder ve yalnızca Senden yardım dileriz.
Bizi dosdoğru yola ilet; kendilerine nimet verdiklerinin yoluna,
gazaba uğrayanların ve sapıklarınkine değil.”

Acaba “Ruhuna Fatiha” denilen bu meyyitlerin, yaşadıkları hayatta
Fatiha ile ilgileri neydi?

Bunlar yaşantılarında Fatihanın anlamına teslim olarak sadece Allah'a kulluk edip,
sadece Allah'tan yardım bekleyen insanlar mıydı?

Gazaba uğrayanların ve sapıkların yolundan Allah'a sığmıyorlar mıydı?

Şayet onlarda bu vasıflar yoksa, kendilerine binlerce Fatiha okunsa ne olurdu
ve ne kazandırırdı bu meyyitlere?

Sırat-ı müstakim, yaşayan insanların talip olmaları gereken bir yoldu.
Yolunu bitirmiş meyyitler için “Bizi doğru yola ilet” duasının ne anlamı vardı?
Öldükten sonra mı doğru yola gelecekler, öldükten sonra mı doğru yolun yolcusu olacaklardı?

Ben kendime ve yaşayan insanlara Fatihayı okudum.

Gösterişsiz, nişansız, bazı duyguların beni kendisine yönelttiği, baş ucuna
yazısız kara bir taşın dikili olduğu mezarın yanında toprağa oturdum.

Gözümün baktığı her yön kabirdi.

Canlıyken, ölmemişken mezardaydım.

Salih amellerden oluşan, yol azığının en az olduğu ve yarınlarda yapmayı
umduğum güzel eylemlerin yapılamadığı, uzun emellerin beni
oyaladığı, dünya sevgisinin kontrolsuz beni çepeçevre sardığı
bir zamanda, geriye dönüşü olmayacak bir şekilde bu mezara gelebilirdim.

Ve o zaman şu üstüne oturduğum toprağın altında “Keşke dünyada
bir daha olsam, neleri yapmazdım” diyebileceğim faydasız inlemenin,
arzunun, nedametin içine gömülür ve hesabımı bu ızdırapla
vermeye başlamış olabilirdim.

Bu duygulan yaşarken bando sesleri duymaya başladım. Sesler
gittikçe artarak mezara doğru geliyordu. Oturduğum kabirden
kalktım, bir cenaze getiriliyordu. Bando eşliğinde, metruş, kravatlı,
takım elbiseli, şehrin ileri gelenlerinden, zenginlerinden
oluşan bir grup, resmi plakalı arabalar, üst rütbeli generaller,
ölen general arkadaşlarını çelenklerle yan taraftaki özel mezarlığa getiriyorlardı.

Sarıklı, cübbeli, sakalsız, bıyıksız, kravatlı iki mezar imamı, mezar
kapısında ekabire karşı saygı ve hürmetin abidesi gibi süklüm püklüm,
el pençe tabutun arabadan inişini bekliyorlardı.

Bazıları ölü gömülürken kapıda bekleyip mezara girmediler.
Belki abdestsiz mezara girilmez biliyorlardı.
Belki de hiç gelmek istemedikleri bir yerdi burası!.

Her zamanki gibi geleneksel bir dizi halinde defin işi ikmal edildi.
Ölünün üzeri çelenklerle kuşatıldı.

Olanları biraz geriden izliyordum. Herkes dağıldıktan sonra yavaş yavaş
kabre doğru ilerledim.
Çelenklerin üzerindeki yazılara gözüm ilişti.
Bankalar, okullar, holdingler, bir takım resmi ve özel kuruluşlar, şahıslar,
sanki yarış edercesine çelenk hazırlatmışlardı.

Kabire iyice yaklaştım, generalin konumunu düşünmeye başladım.
Kimilerinin sevdiği, kimilerinin kızdığı bir general yatıyordu burada.
Görkemli üniforması ile.

“Nasılsın asker?” dedikten sonra, binlerce askerin hepbir ağızdan.
“Sağol” dediği general ölmüştü!.

Bunları düşündükten sonra kabre bakarak “Nasılsın general?” demek istemedim.

Fakat generalin durumunu düşündükçe birbiri ardı sıra gelen sorularla
karşılaşıyordum.0 şimdi kimin huzurunda?

O şimdi hangi hukuka göre ve hangi mahkemede nelerin hesabını verecek?

Allah'ın dünyadaki hükümlerine karşı çıkmışsa ve Allah'ın hükümlerine
zıd hükümlerin yürütücüsü, koruyucusu, savunucusu olmuşsa,
bu generali şimdi kim kurtarabilir?

Hangi şey onu Allah'ın katında kıymetlendirir, değerlendirir?

Bilmem hangi bankanın yüksek fiyatla hazırlattığı nadide çiçeklerden oluşan
çelenk mi, yoksa kendisine parayla indirtilecek hatimler mi,
mevlitler mi, alacağı parayı düşünen din görevlisi mi onu kurtaracak?.

Güneşin batımında mezardan ayrılıp yavaş yavaş şehre dönüyordum.
Generalin öte dünyasını yaptıklarına göre değerlendirdiğimde,
ona ve onun gibilere İnsan oldukları için acıdım ve bu dünyada hidayet
bulmaları için dua ettim.

Mevtaya sormadığım, sormakta fayda görmediğim soruyu, yaşayan
generallere sormak istedim.

Nasılsın general !..??
En son MERDAN tarafından 15 May 2009, 16:14 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Mezar notları...

Mesaj gönderen MERDAN »

Üç

Yakıcı güneş ve rüzgarsız bir gün.

İç anadolu yörelerinde bir köy mezarlığındayım.

Samimiyetle sordum kendime; “Neden buradayım?”,

“Niçin ölülerin arasındayım?”

Yalnızlığı sevdiğim bir gerçek, bahar gibi yeşeren yalnızlığı...
Fakat sadece bu değil beni mezarlıklara çeken, sadece yalnızlık isteği değil...

Babamın gömüldüğü günü hatırlıyorum.. Beni öpen, beni koklayan ve “Oğluum”
diyerek beni kucaklayan babamın gömüldüğü günü.

Toprak kazılmıştı. Toprağın bağrında bir babaya, bir oğulun babalı dünyasına
yer açılmıştı.

Bir çukur, bir baba, bir oğul ve baba ile oğul arasına atılan kürek kürek
kara toprak.

Kürek tutan ellere bakıyordum. Babamı kara toprak ile örten yüzlere
bakıyordum.
Donuk yüzler, ağlamasını bilmeyen gözler ve ne yaptıklarından habersiz eller.

“Babam” diyeceğim, sarılıp elini öpeceğim, nazlı nazlı isteklerde bulunacağım
babam, babacığım gömülüyordu.
“Neden ve niçin?” sorularıma, Fahri hocamız benim anlayabileceğim bir
şekilde cevap vermişti;

“Allah'ın emri, her yaşayan ölecek ve kıyamet günü diriltilerek hesap verecek”

İşte o günden sonra, babamı örten kara toprak bana yabancı ve benden
uzak olmadı.
Toprağın üstüne basıp, toprağın altında gezindiğim günler, ölümü yakinen
düşündüğüm günlerdi.
Ve mezarlıklar!.

Bana yaşama fırsatını, pişmanlıkları, gafleti, İlahi hesabı hatırlatan mezarlıklar.
Mezarlıklara gelmekteki asıl maksadım bu olsa gerek, Onları görmek,
onları duymak ve onlalardan ibret almak...

İnsan kendisini sık sık hesaba çekmeli. Topluma indiğimiz ve topluma
Rabbani doğruları götürdüğümüz bazı zamanlarda kendimizi unutabiliyoruz.

Bakışlarımı kendime, içime yönelttim. Gözyaşı ve kalbe ait buruk sözlerle
tevbe, dua, hamd ve şükür ettim..

N'aber Hüseyin ağa!
Sesin geldiği yöne döndüm. Garip bir adam, bir kabrin başında durmuş ve
kabre doğru sesleniyordu...

N'aber? Sana yaşarken “N'aber” diye sorduğum da göbeğini tutarak;
“İyiyiz, İyiyiz “ derdin. Şimdi de iyi misin haa, şimdi de iyi misin
Hüseyin ağa?.

Demedim mi sana, dediim... Anlatmadım mı sana, anlattıım... Ne oldu malın,
haa ne oldu malın/ Allah yolunda kullanmadığın, Allah'a vermediğin
mallarını oğlun şeylere veriyor, şeylere... Yine İstanbul'da kıymetli
oğlun. Sen İstanbul'a gidince camileri gezerdin ya,
oğlun pavyonları geziyor...

Yooo kızma, kızma Hüseyin ağa!. Onu ben değil, sen yetiştirdin.
Demedim mi sana, ha demedim mü? Oğlana Allah'ın hükmünü öğret,
ben öğreteyim demedim mi?
Dediim..
Ya sen, sen ne yaptın?

Söyle, söyle utanma..
Beni muhtara şikayet ettin.
Şimdi de et Hüseyin ağa, şimdi de et. Bak muhtar da orada yatıyor!..

Hey muhtar, Hüseyin ağanın şikayeti var..
Hayretle izlediğim bu garip adam ilerleyerek başka bir kabrin başında durdu.

Duydun mu muhtar!. Hüseyin ağanın şikayeti var.
Duymuşsundur, sen duymuşsundur. Senin köyde duymadığın haber olur mu?

Hele şimdi, şimdi daha iyi duymuşsundur. Hadi muhtar hadi, yine beni
şikayet et. Bi altı sene daha yatayım. Yine uydur ne uyduracaksan!.
Şikayet etsene muhtar, şikayet etsene..

Niye cevap vermiyorsun, öldün mü be adam! Öldün mü?

Haa, sahi sen ölmüştün değil mi? Vah, vah, vaah..
Eeee şimdi kim şikayet edecek? Dur sana söyleyim, ben..,,
Şimdi ben şikayet edecem!..

Kime mi?

Seni oraya upuzun yatırana muhtar!. Nasıl rahatmısın orda?
Devlet güvencesi orda da va mı?
Söyle vaa mı yardımcın, yardım çağrıyon mu? Çağır, çağır muhtar, çağır...
Daha çok çağıracaan!.. Eeee, artık anladın değil mi muhtar? Artık anladın..

Allah'tan başka dost olmadığını, Allah'tan başka yardımcı olmadığını artık
anladın, anladın ammaa iş işten geçti..

Değişik mezarları gezen bu garip adam, bazen elini öfkeli bir şekilde
kaldırıyor, bazen ılık ve sevecen bir sesle hitabetini sürdürüyordu.

Ee, kendisine imam denilen zat na'beer?
Şimdi de mevlid okuyup, yolunu buluyon mu? İndirmediğin hatimlere
müşteri çıkıyor mu? Yine arkanda, sana cahilce hürmet eden
cemaat va mı? Onlara yine aynı müfredatı okuyon mu?

Haa sahi, anlatmadığın, gizlediğin hükümler n'oldu?
O hükümleri yine gizleyebiliyon mu?
Söyle, söyle gizliyon mu?
Gizleyemeyon, hiç gizleyemeyon.. Allah'ın hükmü kullardan gizlenir,
gizlenirde, Allah'tan gizlenir mi? Gizlenmeez.. Gizlenmez elbet..

Şimdi anladın, anladın ya geçmiş ola!.. Yüzaltmışüçten kurtuldun, kurtuldun
ammaa, Allah'ın hükmünden nasıl kurtulacaksın?

Biraz evvel muhtarla konuştum, halinden hiç memnun değil. Hüseyin ağa da
öyle.. Yine onlara iltimas geçecek, onlara cennet vadedecek misin?
Allah'a inanıp, tağuta kulluk yapan o zavallılara cennet va'dedecek misin?
Öldükleri zaman onlara kelime-i şehadetin manasını sorsalar, hangisi bilecek?
Tabi bilmezler, sen anlatmadın ki!. Anlattın mı? Anlatmadın.,
Anlatmadığın yetmiyomuş gibi benim anlattıklarımı da tevil ettin, geçiştirdin..
Onlardan çoğu da senin dediğine inandı. Şimdi de seninle beraberler.

Şükret kabirlerinden kalkamıyorlar. Yoksa gelip kemiklerini kıracaklar..
Öyle değil mi muhtar, öyle değil mi Hüseyin ağa!., öyle, Öyle ya
iş işten geçti. Vay sizin halinize..

Bir hayli şaşırmıştım. Mezarlar arasında gezen bu adam kimdi? Ölüleri
tanıdığına göre bu köyden olmalıydı. Söylediklerini ve mezardakileri
düşünüyordum.
“Hüseyin ağayı,”
“Muhtarı,”
“Namaz kıldıran zatı..”

Bunlar bizlere yabancı olan tipler değildi. Bu gibi insanlarla aynı toplumda
bulunuyor ve aynı toplumda yaşıyorduk.
Bu gibi insanların rahat ve cahilane yaşantılarını düşündüm..
Oysa burada yatan onlardı.
Burada yatacak olan onlardı..
Bu sesin onlara yaşıyorken ulaşması, bir kez, bir kez daha, bir kez daha
ulaştırılması gerekiyordu..

Sesin kesildiğini fark ettiğim de etrafıma baktım. Ölülere seslenen garip
adam yoktu..

Oysa konuşmak isterdim kendisiyle, ölülere böyle konuşan bu adam,
dirilerle kimbilir nasıl konuşurdu?

Mezardan aceleyle ayrılarak köye doğru yürüdüm. Görmedim, göremedim
o garip adamı.. Bazı köylülere sorduğumda tanımadıklarını,
belki de “Deli hoca” olabileceğini söylediler.

Deli hoca!..
En son MERDAN tarafından 15 May 2009, 16:19 tarihinde düzenlendi, toplamda 2 kere düzenlendi.
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Mezar notları...

Mesaj gönderen MERDAN »

Dört

Çok kısa bir sürede, farklı, muhtevalı anılan bağrında taşıyan
mazimde, hayal ve tefekkürle, anlamlı, hüzünlü, sevinçli,
pişmanlıklı, umutlu, keşkeli, karamsar ve garip gezintiler yapıp,
iki elimin arasına kafamı alarak, kendimi, yaptıklarımı, Rabbimin
ölçüsüyle hesaba çektim, hatasız olmadığımı, sevap ve
günahların içinde, mazimdeki tavırlarımı, amellerimi kuşattığını,
sardığını gördüm.

Hatalarım bir köz gibi içimi sardı.
Hüznün denizine yaslandım. Karanlık bir odadaydım, hatalarım bu
karanlık odada el yordamıyla tutunduğum ve elim değdikçe de
beni ürperten, garip, korkutucu nesneler gibiydi.
Tevbe; muştulu, sevecen bir ay gibi bu karanlık odadan çıkmama
mürşitlik eden bir kapı olarak önümde ışıldadı.
Silkelendim..
İçime işleyen günahlarımın pişmanlığı ruhumun kalbini yakarken,
tevbenin umud verici ılık kucağında serinlemeye çalıştım.
Anladım, bildim ki; bu dünya benim mü'min olarak refah duyacağım
bir mekan değil.

Gurbetteydim.
Dünya benim gurbetimdi..
Yolcuydum, misafirdim..

Ebediliği olan bir aleme, tekrar bu gurbete dönmemek üzere hesabını
vereceğim vakitleri tüketerek yol alıyordum.

Sık sık aralarında gezindiğim mezarlar bana, yıllarca okuduğum kitaplardan,
dinlediğim nasihatlerden, edindi¬ğim bilgilerden daha müşahhas
öğüt veriyor, ders veriyordu.

Mezarlar, içimin şiirlerinde beni uyaran mısralardı.
Ölüler, ruhumun kürsüsünde beni etkileyen, gafletimi dağıtan en sadık,
en etkili hatiplerdi.

Her insanın ölümü, benim her ölü bir yanımın dirilmesine sebeb oluyordu.
Yolunda beni rahat bırakmıyorlar, bazen bir gaflet, bazen bir
vesvese, bazen farkına varamadığım cahili bir gölge, bazen cahiliyenin
verdiği aksak ve sakat bir değer ölçüsü, çarpık mantığı, vahiyle
kontrol edemediğim aklım ve sayamadığım şerrin ve kötünün
çağırıcıları beni, çok kısa da olsa bir anlık gaflete itiyor ve
gözyaşlarıyla tevbesini yapacağım hatanın, günahın elem verici
çukuruna sürüklüyor. Bu nedenle sürekli Rabbime dua ediyorum.
Kendimi sık sık hesaba çekiyorum.

Bu hesabımı genellikle bu dünyadan ahirete açılan, her biri birer
pencere olan kabirlerin arasında, mezarlarda yapıyorum.

Dönüşümün, varışımın alemlerin Rabbine olduğunu biliyorum
ve O'nun hükümlerine, O'nun ölçüsüne göre kendimi yargılıyorum.

Ve ben kendimi aklayamıyorum. Korkuyla umud arasında çırpmıyorum.

Sabahın erken saatlerinde ölülerin üzerinde ılık ılık esen, okşayıcı,
uyarıcı meltemin, ana kucağını andıran sancı sıcak koynuna
sokulup yaslanarak, bir milletvekilinin kabrinin başucunda, soylu
bir duyguyla ruhumun beşeri ve cahili kirlerle bozulmamış, berrak,
ak, aydın alanına eğilerek, yanlızlığın geyik gözlü köşesinde,
yüreğime vahiyden başka bir şey koymadan ve Rabbimden
başkasından bir şey beklemeden, kendimi hesaba çekme ihtiyacı duydum.

Bazı duygular sardı beni.,
Milletvekillerini düşündüm!..
Kendilerinin hazırladıkları yasalarla, dokunulmazlıklanı sağlayan bu vekiller!.
Bunlar acaba Allah'ın huzurunda herhangi bir dokunulmazlığa sahip midirler?
Bir ayrıcalıkları olacak mı mahkeme-i kübrada?

Mezarları diğerlerinden farklıydı.
Birinci kalite mermer ve yaldızlı bir yazı. A.. D.1923 Ö.1985 Ruhuna
fatiha milletvekili..
Özgeçmişini hayal ettim., Millet Meclisinde kürsüdeki konuşmaları geçti
gözümün önünden bir şerit gibi...

Bu meyyit vekil sağlığında neler yapmıştı, neler yapmamıştı ki!..
Bir gün mazbut vekillerden birisi kürsüde, içkinin zararlarını tıbbi açıdan
ele almıştı.
Birtakım İstatistik bilgileri de toplamış. İçkiden şu kadar kişi hastalanmış,
şu kadar kişi ölmüş.. Trafik dosyalarından tesbitlenmiş; ülkede bir
senede içkiden şu kadar trafik kazası olmuş, bu kadar insan ölmüş,
bu kadar mali zarar ülke ekonomisine.. Ve yine bu vekil konuşmasına
devam ediyordu..
Mecliste gürültüler, yuhlamalar..
Şu an önümde, kabrin içinde ceseti bulunan milletvekili ise.
“Seninle aynı partiden olduğum için utanıyorum,
konuşacak başka şey yok mu?

Bırak be kardeşim içsinler.” demişti.

Başkan;
“Lütfen konuşmayı kesmeyelim, yerinizden müdahale etmeyiniz,
söz hakkı size geldiğinde kürsüden konuşursunuz” dedi.
Diğer milletvekili içkinin akabinde mahkemelere yansıyan cinayet,
kavga, boşanma, yaralama olaylarını vesikalandırdıktan sonra
“Ben insanımıza zararlı olan bu maddenin üretilmemesine dair
bir yasanın çıkarılmasını istiyorum. Şunu da belirteyim ki bu
kanun teklifinin dinsel bir kaygıyla sunulmadığını, vicdanımın
sesiyle bunu teklif ettiğimi bilmenizi isterim..” demişti.

Meyyit vekil hemen arkasından söz aldı;
“Bu ülkede yasalar insanlar tarafından, ki o insanlar milletvekilleri,
siz değerli üyelerce çıkarılır.
İçki İslam'ın bir yasağıdır. Kuran yasalarında geçer. Hiçbir kimse bu
ülkedeki yasaları az da olsa dini yapıya dönüştüremez. Din ile devletin
ayrı olduğunu vurgular, ayrıca ülke ekonomisine içkinin sağlamış
olduğu katkıyı da belirtmek ister, böyle bir teklifin görüşülmesine
ve hatta konuşulmasına bile karşı olduğumu ifade ederim..” demişti.

Kur'an'ı Kerim'den bazı ayetler gözümün önüne geldi.
“Fakat insan, devamlı suç işleyerek, ilerisini berbat etmek ister.
Göz kamaşır, ay tutulur, güneş ve ay bir araya toplanır.
O gün insan “Kaçacak yer neresi?” der. Hayır o gün kaçacak yer,
sığınacak yer yok.” [1]

Hep merak ederim! Bu insanlar nelere veya nelerine güveniyor?

Paranın, malın, şöhretin, servetin, rütbenin, etiketin, torpilin,
makamın hiç mi hiç Allah katında kendilerine bir masumluk,
bir imtiyaz kazandırmayacağını bilmezler mi?

Öleceklerini ve Allah'ın huzurunda hesaba çekileceklerini nasıl
unutabiliyorlar?

Kur'an'ı hiç mi okuyup, anlamak istemezler? Yoksa Allah'tan başkasından,
kendilerine bir haber mi geldi?

Allah'ı kendisine vekil edinmeyen milletvekilinin mezarından ayrılırken,
kulaklarımda şu ayet yankılanıyordu.,

“Ahh, keşke ben bu hayatım için iyi işler yapıp gönderseydim.” [2]

Keşke Allah'ın kulu olabilseydim, keşke Allah'ın ayet ve hükümlerine karşı
gelmeseydim, keşke tesettüre dil uzatmasaydım, keşke, keşke...

Mezardan ayrılırken birçok kabirden yükselen bu keşkelerin beni bir
ahtapot gibi sarıp kuşattığını hissediyordum.

Rabbim nasip etse de etrafımdaki insanlara, milletvekillerine, başkanlara,
generallere açık ve net bir şekilde İslam'ı ulaştırabilsem, tebliğ edebilsem..

Allah'a kul olmaya davet edebilsem.

Aldıkları her nefesin, ölüme yaklaştıran adımlar olduğunu kavratabilsem.
Ve bunu,
Rabbimin rızası, kendilerinin kurtuluşa ermelerini istediğim için yapmış olduğumu anlatabilsem..
Kurana teslim olmadan, Allah'ın emir ve hükümlerini yerine getirmeden,
Allah'tan başka ilahları inkar etmeden, Allah'ın dininden başka
dinleri reddedip, Allah'ın razı olacağı dine girmeden, Allah'ın huzuruna
gitmek ne feci bir akibet...

Ahh bunu anlayabilseler!.

Ölüm her an peşimizde.

Hangi nefesimiz, hangi nefesiniz son nefes olacak?

İsteseniz de, istemeseniz de dönüşünüz Allah'adır,
Ve Allah'a hesap vereceksiniz....
“Günahlardan korunup, kendisini düzeltenlere korku yoktur
ve onlar üzülmeyeceklerdir.” [3]
En son MERDAN tarafından 15 May 2009, 16:22 tarihinde düzenlendi, toplamda 1 kere düzenlendi.
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Mezar notları...

Mesaj gönderen MERDAN »

Beş

Sıcak tavırların, samimi bakışların, ılık, tatlı sevmelerin,
içtenlik sözlerin, dost kabul ettiklerimiz tarafından
durgunluğa, donukluğa ve suskunluğa sürüklendiği bir fetret
döneminin, buruk, yürek dağlayıcı vakitleri arasında,
yalnızlığın yeşerdiği, dünyaya ilgilerin köreldiği, ruhların derinleştiği,
ufukların genişlediği, sorumlulukların bir köz, bir ateş gibi
şuurlara döküldüğü, Rabbani yoldaki yavaşlığın hızlandığı, nefislerin
kötü çehrelerinin, adi yüzlerinin kaybolduğu, saklandığı,
uzaklaştığı, kaçtığı, hayıra ve iyiye uzanışların arttığı, duyguların
beyinleri sarstığı, her bir kabirdeki her bir ölünün, ölü
toprağının altından çıkıp doğrularak “Simdi üstümüzdesin, yarın
yanımızda olacaksın” diye haykırdığı, kelimelerle, sözlerle ifade
edilemeyen, eşsiz, anlamlı duyguların, tefekkürün, hüznün, garipliğin,
yabancılığın, ayrılığın, özlemin çepeçevre insanı sarıp kuşattığı mezardayım..

Bir grup İnsanın tekbir sesleriyle, üzerinde kelime-i tevhid yazılı
siyah bir örtüye bürünen tabutu mezarlığa doğru getirdiklerini görüp,
oturduğum yerden kalktım ve içimde beni adeta kendisine çeken bir
duygunun etkisiyle mezarın kapısında onları karşılamaya doğru
hızlı hızlı yürümeye başladım.

“Selamün aleyküm”
“Ve aleyküm selam Abdullah abi.”

Herkes mahzundu...”

Bu cenazeyi uğurlayanların, buruk dudaklarından kelime-i tevhid gerçeği
öz anlamıyla idrak edilmiş olarak, onların yaralı kalplerinin, en ihlaslı
köşesinden, tek ve bir olan, hüküm koyan Allah'ın yüceliğini,
alemlerin Rabbi olan Allah (c.c.)'dan başka tüm ilahların
dışlanışını ve İlahlık taslayan müstekbirlerin ve sistemlerinin
reddini simgeleyen, ilan eden bir duygu, bir inanç haykırışı İle mezarlığın
kapısından bahar gibi şehire yükseliyordu.


Bu müslümanlann dudaklarındaki tekbir; muvahhid müminlerin umudlarının
bir işareti, bir rumuzuydu.

Allah büyüktür..
Ondan başka ilah yoktur..
Sözlerindeki tekbiri, hallerinde yansıtmanın zorluğu ve çilesini çeken
bu kutlu müslümanlar, ölümle dirileri çok sevdikleri bir dostlarını uğurluyorlardı.
“Kimdir?”
“O!.”
“Demek o, nasıl olmuş?”
“Kardeşimizi zindanda şehid etmişler!..”
“Kardeşim, kardeşimiz.”.
“Yutkundum..”
Zindandan şehadetle kurtuluş.
Zindandan öteye doğmak, dirilmek...
Şehadetle yeni bir dünyaya doğmak.
Ben İse, biz ise sevdiğimiz bir dostumuzu ahirete uğurluyoruz.

Fakat onun yokluğunu, eksikliğini hissederek..
Tekbir sesleriyle bir dostu uğurluyoruz.
Bir genç geldi, kalabalığın arkasında koluma girdi “Abdullah abi, başınız sağolsun”
diyerek kulağıma fısıldadı.

Hepimizin başı sağolsun, İslam sağolsun..
Abi, üzerinde işkence izleri vardı. Bir doktor abimiz, naşını inceledi ve ağlayarak
ne gibi işkenceler yapılmış olduğunu anlattı.
Hepimiz ağladık abi.
Gözyaşlarımı ben de tutamadım.
Ölümlerin en güzeli. Ne mutlu sana şehid kardeşim..
Sen.
“Rabbim Allah” dedin.
Sen.,
“Ben Rabbimin herbirimizden istediği hükmüne dönmenizi istiyorum” dedin.
Sen, Allah'ın hükümlerini net ve açık bir şekilde bildirip,
“Bu benim isteğim” değil, alemlerin Rabbinin isteğidir” dedin.
Sen.
“Kullara kul olmayalım, Allah'a kul olalım” dedin.

Sen.,
Beni, sizi, hepimizi ve herşeyi yaratan, tek olan Allah'a,
hüküm ve kanun
koyucu Allah'ın dinine, tüm batıl ve beşeri dinleri dışlayarak
girmeye davet ediyor, kendimden bir şey söylemiyorum. Ben
her birinizin evinde, raflarda, sanki inzal oluşu ölülerin
arkasından okunmakmış gibi telakki edilen Kuranın içindekileri
sözümüzle,
tavrımızla, gücümüz yettiğince yaşayalım, yaşatalım” dedin.

Sen.
“Ben size, Allah'ın hükümlerini, sadece Allah'ın rızası için anlatıyorum.
Sizden bir
ücret istemiyorum.
Allah'ın huzurunda yaptıklarımızın hesabını vereceğiz.
O hesap gününde durumunuz kötü olacak, size acıyorum, size
merhamet ediyorum,
o nedenle Allah'a döneceğiniz ölüm günü gelmeden, Allah'a kulluğa dönün.

Allah'ın hükümlerine teslim olun” dedin.

Ve senin merhametle, kendilerini kurtarmak üzere gittiğin o insanlar, seni
işkenceye tabi tuttular.
Sen onlara zor ve baskı kullanmadın.
Hak sözü, Allah'ın sözünü, peygamberin sözünü bir aracı olarak,
bir mübelliğ olarak
sadece Rabbin için duyurdun..

Öteden beri sık sık yaptığı vasiyeti gereği, çok sade bir mezara defnedilen
bu şehid dostumla, onu uğurlayan dostları, kardeşleri
mezardan ayrıldıktan sonra onunla başbaşa kaldım.

Ve ben ilk kez bir şehid mezarının başında, tüylerim ürperip, kalbim kabına
sığmayan bir su gibi göğsümden taşmaya hazır, akıtılan bu
şehid dostumun mübarek kanının damarlarımda dolaştığını hissettim.

“Rabbim Allah” dediği için şehid edilen bir müslümanın kanını
damarlarımda hissettim,
Bu kan, onun darbe yemiş, kamçı yemiş, jiletlenmiş pak vücudundan,
alınlarıyla beraber herşeylerini Allah'a secdeye koymuş,
müslüman ferdlerin, toplumun damarlarına, bir aksiyon, bir ruh,
bir mana kazandırarak akıyordu.

Bu kan, cahiliyenin kökleşip yerleştiği bir toplumda muvahhid müslümanların
sözlerinde ve hallerinde kelime-i tevhidin yücelmesine güç katıyordu.

Bu kan, sömürdükleri halka karşı, dost gözüken müstekbirlerin adi, iğrenç, rezil,
çirkef olan firavunlaşmış yüzlerini apaçık günyüzüne çıkarıyordu.
Oturdum şehidin başucunda..
Ağladım.
Düşündüm.
Dirildim.
Yeniden dirildim..
Ve yolumun yakınlığını hissettim.
Ve yolumun zorluğunu.
Ve yolumun güzelliğini hissettim..
Ve yolumda, meselesini, davasının özünü kavramamış insanları görüp
yalnızlığımı hissettim.
Ve Rabbime çok yakın hissettim kendimi..
Bilinçli olarak sorumluluğumu kavradım,
Küçük ve küçülmüş dertlerimi unuttum.
Tek derdim İslam vardı
Silinmiş, tahrif edilmiş, yozlaştırılmış, bağnazlaştırılmış, geleneksel bir
din kalıbı ve anlayışı içinde uyutulan, uyuşturulan, sömürülen insanların
Rabbe, Kur'ana dönmelerinin gerekliliği, zaruriyeti, hüznü, zorluğu,
sorumluluğu tek derdim oldu.
İnsanlan kullara kul edenlerin karşısına dikilip, alemlerin Rabbine kulluğa
çağırmanın derin idraki içinde bu şehid dostumun kabrinden
yükselen bahan kentin kışına taşımalıyım.

Rabbim yar ve yardımcımız ol.
Sensin bizim Rabbimiz.
Senden başka İlah yoktur.
Bizi Sen yarattın.
Biz Sen'in kulunuz.
Dua, sevgi, Rabbimizin selam ve rahmeti üzerine olsun
aziz şehid dostum..
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Mezar notları...

Mesaj gönderen MERDAN »

Altı

Çoktandır bir fırsatını bulup gidemediğim, ama zaman zaman hayalen içinde gezdiğim mezarlıkta
gecelemeye karar verdim.

Mezar bekçisiyle olan tanışıklığımız, bana bu fırsatı veriyordu.

Mezarlık içindeki bekçi kulübesi, ölü kentlerdeki bir mü'min evi gibi garip ve
yalnız canlılığını koruyordu.

Bekçi kulübesinden çıkarak mezarlar arasında bir süre dolaştım.
Kabirler arasında bir can, bir canlı yürüyordu.

Kim bilir kaç yüz, kaç bin, kaç milyon, kaç milyar mevta şu an benim yerimde,
senin yerinde yani yaşayanların, yaşam fırsatını yitirmemiş
olanların yerinde olmak istiyordur!.

Ne gariptir ki onların çoğu yaşayan insanların yerinde olmak isterken,
yaşayanların çoğu onların yerinde olmak istemiyor.
Oysa yaşam fırsatını yitiren mevtaların istediği değil, şu an yaşayan
insanların istemedikleri şey gerçekleşecek!

Kabirlere, bütün bu gerçeklerin durgun berraklığı ile tekrar baktım.

Yağmur, günlerdir ölülerin kabirleri üzerindeki kurumuş toprağa yavaş yavaş
dökülüyordu. Etraf bir hayli karanlıktı. Toprağa çarpan yağmurun
sesi kulağıma çok hoş geliyordu. Bu mezarlığın sürekli ziyaretçisi
olduğumdan neyin nerede olduğunu biliyordum.

Yağmur hızlandı. Sesler fazlalaştı. Gök gürlemeye başladı. Şimşeklerin
çıkardığı ışık, karanlığı bir anda aydınlığa çeviriyordu.
Islanmama aldırış etmiyordum. Yağmuru uzun zamandır özlemiştim.

Kıyameti düşündüm!..

Şimşeğin ışığı, önümdeki bir kabrin mermerlerini beyaz bir balyoz gibi
gözüme vurdu.

Ve ben kendi ölümümü düşledim.

Yağmurun altında, kabirin dibinde, yüreğime Rabbimin rızasını yerleştirerek,
yaptıklarını, yapmadıklarımı değerlendirip kendimi hesaba
çekmek üzere oturdum.

Sorumluluklarımın çepeçevre beni sardığı bu düşünce atmosferinde
zamanın nasıl geçtiğini bilmiyordum..

Hayal gücümle anlamlı geziler yaptığım geçmişimden, geleceğe uzanmıştım.
Öte dünyada..

“Oku kitabını bugün senin nefsinin hesabı için sana yeter.”
ayetiyle muhatap oldum.

Kitabımı alıp okumaya başladım.

Sıkıntı ve pişmanlıkla okurken, gecenin içine sanki yalın kılıç gibi sokulan
bir horozun sesi beni bu hayallerden kopardı.

Horozlar çeşitli yönlerden çok kısa aralıklarla ötmeye başladılar.
Horozların arkasından, sabah ezanları, mezarı müteharrikeye dönüşmüş,
her biri birer mezar olmuş apartmanların arasından hedefini
bulamayan, boşluğa sıkılmış mavzer kurşunları gibi dağılıyordu.

Sabah namazını eda edip, güneşin kabirlere doğuşunu seyrettim.
Güneşin doğuşu gibi mezardan toplumun arasına doğmalıydım.
Yenilenerek, dirilerek ve basamaklar atlayarak katılmalıydım.

Aldanmış, aldatılmış ve eksik, yanlış, çarpıtılmış din bilgisiyle avutulmuş,
şeytanın ve dostlarının bilerek ya da bilmeyerek izinden giden
toplumun fertlerine; Rablerini ve Rablerinin istediklerini, halimle
ve sözümle göstermek için toplumun dertlerine uzanmalıydım.

Çünkü peygamberimizin bir köşede oturup, insanları düşünmeyen,
onların dertleriyle dertlenmeyen bir kişi olmadığını çok iyi biliyordum.
İnsanlara ulaşmalıydım.

Rabbani gerçekleri yılmadan, usanmadan, beşeri menfaat ve korkuları
hesap dışı yaparak sadece Rabbimin rızası için anlatmalı,
insanları Rabbimizin razı olacağı dine davet etmeliydim.
Bir muvahhid olarak, dimdik ayaklarının üzerine doğrulup “La ilahe illa Allah”
tevhidini bu insanlara anlayıp, kavrayacakları biçimde tebliğ etmeliydim.

Ve ben ölümle dirilmeyi arzulayan samimi bir duyguyla, yaşayan ölülerin
arasına katılmaya karar verdim. Mezarlığın kapısından çıkarken
bir cenaze geliyordu.

Şimdiye kadar ahirete giden birini uğurlayanların bu kadar çok olduğu
cenazeyle karşılaşmamıştım. İkiyüzün üzerinde Özel arabanın ve
sayısını tam kestiremediğim insan selinin önünde tahta bir kutu
içinde sonsuzluk denizine çakıl taşı gibi sürüklenen bu meyyit kimdi?

Tabuta bağlanan ince nakışlı tülbentten kadın olduğu anlaşılıyordu.
Onu uğurlayanlann arasında ünlü film yıldızları, ses sanatkarları,
tiyatro oyuncuları, film yapımcıları, muhabirler, gazeteciler ve yazarlar vardı..

Kimdi bu kadın?
Şöhretli biri olduğu belliydi.
Mezar imamını tanıyordum, beni görünce gülümsedi. “Kimmiş bu” dedim.
Bu ünlü film yıldızı…
İmam, defniyle görevli olduğu ölü için yazıya aktaramıyacağım kötü bir
kelimeyi kullandı.

Peki hocam o kadını böyle biliyorsun da niçin buradasın?

İmam kızarak, fakat kızarmayarak “Görevimiz” dedi.

Bu görevi ona kimin verdiğini bildiğim için sormak istemedim.
Gazete manşetlerine bakınca meyyitenin dünyevi şöhreti belli oluyordu.
Estetik ameliyatla cildini gerdirip kendini gençleştirip güzelleştirmeye
çalışan bu meyyite bayan, keşke ölmeden önce ahlakını güzelleştirseydi,
yaşantısını değiştirseydi.

Yemekte, çayda, her şarkısında, her sahneye çıkışında, filmin her
sahnesinde, yazda, kışta, baharda, kah şurada, kah burada
giydiği, herbirinin maliyeti miyonları aşan elbiselere sahip olan
ve bu konuda hastalıktan da Öte bir titizlik gösteren bu zavallı,
son yolculuğunda dikişsiz bir bez parçasının içinde,
milyarlara ulaşan mücevherlerinden bir yüzüğünü bile parmağına takmadan,
takamadan öte dünyaya göçüyordu. Özel terzileri, özel kuaförü,
özel arabaları, şoförleri, hizmetçileri, kendisini pazarlayan
organizatörleri ve bir hayli çevresi olan meyyitenin kabrinden,
bütün yakınlarının bir bir ayrıldıklarını seyrediyordum.
Acaba bu hanım biliyor muydu? Dostlarının, dost bildiklerinin
kendisini mezarda yalnız, yapayalnız bırakacaklarını ve kendisini
bir çukura gömüp, arkalarına bakmadan gideceklerini biliyor muydu!.
Konan çiçek ve çelenklerden kabrin toprağı görülmüyordu.

Makyaj eşyaları Avrupa'dan geliyormuş. Leydi isimli köpeğinin tıraşı için
bir Fransız kuaför getirtmiş. Yine Avrupa'dan gelen özel
şampuanla bu köpeğe sık sık banyo aldırırmış.

Acıdım köpeğe köle olanlara..

Yüzündeki, cildindeki küçük bir lekeden rahatsız olan, utanan, sıkılan
bu kadın, yanağındaki bir sivilce için ünlü üç cilt doktoruna muayene olmuş..

Toprağın soğuk kucağında şimdi bu kadın.

Yazın tatlı sıcağı karşısında “Ölsem dayanamam” diyerek özel yazlığına
giden bu kadın, yaptıklarının karşılığını göreceği bir öte dünyada ateşe,
azaba nasıl dayanacak?

Onu Allah'ın azabından, cehennemden, öte dünyadaki hesaptan,
özel mama hazırlattığı köpeği Leydi mi kurtaracak?

Yoksa içki masalarında eğlenen sarhoş hayranlarına sahnede vücudunu
ve sesini sunarak, bir dua gibi okuduğu müstehcen şarkılar mı
onu kurtaracak?

Halkının yüzde doksanının müslüman olduğu söylenen bir toplumun arasında
şöhretleşen, alkışlanan bu kadın Allah'ın huzuruna nasıl çıkacak?

Allah'ın azabının ve cehennemin korkunç şiddetini Kur'an'dan öğrenen bir
insan olarak, bu yolun yolcularına acıdım. Onu ve onun gibileri
kullananlara, onları kendi iğrenç istekleri için böylesi yollara itenlere nefretli
bir buğz duydum.

Bu meyyite bayanla beraber olmak için milyonlar veren bir dostu,
gece ölen meyyitenin başında bir saat beraber kalmaya dahi
tahammül edememişti.

Bilmem ne ölüsünden, bilmem ne leşinden kaçar gibi, meyyiteden uzaklaşmıştı.

Mezarlıktan ayrılırken gözüm bir köpeğe ilişti. Çelenklerle çevrili yeni mezarın
başına getirilmişti. Kıvırcık tüylerine ve ziynetli tasmasına bakılırsa
özel değeri olan bir köpekti.

Burnuyla mezan kokladı.

Sıkışmış veya kendisine gösterilen ilgiyle sıkıştırılmış olacak ki mezarın
baş kısmını ön ayağıyla hafif eşeledi.
Yan döndü, sol ayağını kaldırdı ve rahatladı!.

Köpeğin ne yaptığını gören bakıcısı ise şaşkınlıkla seslendi.

Yapma Leydi, çok ayıp!..
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Mezar notları...

Mesaj gönderen MERDAN »

Yedi

Şehir ve içindekiler beni sıktı.
Gazetelerin sayfalarına bakarken cehennemin sıcaklığını hissettim.

Sokaklar ve caddeler fuhşiyat vitrinleri gibiydi.
Meyhaneler doluydu.
Marketler, bakkallar, yarışırcasına içki satıyorlardı.

Bankalar köşe başlarında modern eşkiya olmuş, avlarını bekliyordu.
Avlayan memnundu, avlanan memnundu!.
Çocuğuma aldığım bisküvi parasını verirken, üreticinin kullandığı kredinin

faizi de benden alınıyordu.

Yürüdüğüm asfaltın bilmem yüzde kaçında faiz vardı.

Sinamalar batının ve batılın sergileyicisi olmuştu.

İnsanların yüzüme bakışlarından rahatsız oluyordum.

Bu kentte yabancıydım. Bu kentte yalnızdım.

Televizyon beyinlere Allah’ı unutturan, Allah'tan uzaklaştıran zehiri şırınga
ediyordu.

Her şey sanki şeytanın işini kolaylaştırıyordu.

İnsanlar uyuşturuluyordu, uyutuluyordu.

Sözler anlamsızdı, bakışlar anlamsızdı bu kentte.

Sevgiler sahteydi.

İlişkiler menfaatlere göre ayarlanıyordu.

Belediye otobüsüne binemedim.
Yürüdüm, düşüncelerimin yoldaşlığında yürüdüm.

Bir, kenar mahallenin sokaklarından, yüzleri kirli, elbiseleri eski,
kalpleri temiz olan, cıvıl cıvıl oynaşan çocukları gözlerimle
seve seve ilerliyordum.

Ev önlerine oturmuş kadınlar sohbet ediyorlardı.
Sohbet!.. Dedikodu..
Bir kadın, kocasının istediklerini almadığından yakındı.
Bir kadın, kocasının hergün eve sarhoş geldiğini söyledi.

Bir kadın, kocasının kendisini her sabah erkenden namaza kaldırdığından
dert yandı.

Bir kadın kasıla kasıla övünerek üç yaşını doldurmuş kızına hazırladığı
çeyizleri gösteriyordu.
Bir kadın kızına dünürcü gelenlerden bahsetti. Evi yokmuş, maaşı çok azmış.,
Bir kadın, Emine hoca hanıma babası için okuttuğu mevlide
tam kaç lira ödediğini ve bu parayla birlikte geliş gidiş ücretini de
pazarlık gereği verdiğini söylüyordu.

Bir kadın televizyondaki filmi anlatıyordu.

Başroldaki kadının etek ve bluz rengi konuşuluyordu.
Hatice hanım niçin kocasını akşam evde sıkıştırmasındı?.

Bir kadın evsahibinden yakındı.

Allah'tan bahseden birilerine rastlayamadığım bu büyük şehrin kıyı
mahallelerinden kopup mezara ulaşmıştım. Ölümün ayak
seslerini bu kentin insanları niçin duymazlar?

Oysa hergün birileri aralarından eksilmekte.

Çevremde beni üzen herşeyde, müslüman olarak benim de kusurum,
gücüm oranında bir sorumluluğum olduğunu düşündüm.

Bu insanlar, bilerek veya bilmeyerek, isteyerek veya istemeyerek
şeytanın adımlarını izlemekteydiler. Küfre gitmişlerdi.
Şirke bulaşmışlardı.

Beni sıkan bu kentin kirli havasından arınmak için Rabbimin
gösterdiği yol ve metod içersinde çalışmam gerekiyordu.

Ben değişmeliydim.

Bu insanlar değişmeliydi.

Bu insanlar cahili kirlerden arındırılmalıydı.

Bu insanlar dirilmeliydi.

Bu insanlar kötü huy ve tavırlarını atmalıydı.

Bu insanlar kendilerini değiştirmedikçe,
Rabbimiz onların durumunu değiştirmeyecekti

O halde ben ne yapmalıydım?

Nereden başlamalıydım?

Aldatılmış ve aldanmış bu kitlenin Allah'a kulluğa davet edilmesi gerekiyordu.
Peygamberlerin görevlendirildiği toplumlarla birçok konuda benzerliğe
sahip bu toplum, mü'min ve müslüman insanların güç de olsa,
zor da olsa, tehlikeli de olsa bırakıp terkedecekleri, kaçacakları
bir toplum değildi.

Bizzat Rabbin rızasını kazandıracak zorlu amellerin ifa edileceği bir toplumdu.

“Ne yapmalı?
Ne yapmalıyım?
önce ne yapılmalı?
Nereden, nasıl başlamalı?”

Bu soruların, sözün ötesinde, kelimelerin ötesinde içimize işlemesi gerek.
Bu soruların ızdırabını duymak gerek.

Bugün her kabrin başında bu soruların yüreğimi dağladığını hissediyordum...
Allah'a kulluklarını unutmuş, İlahi dinin, hayatlarında hiçbir
etkinliği kalmamış, Kur'an'ı tozlu raflara ve lafızlara hapsetmiş
bu toplumun fertlerinden hergün birileri Allah'tan bihaber,
İslam'dan bihaber, yanlış Allah bilgisi, yanlış Allah inancı,
yanlış Allah anlayışı, eksik din bilgisi, bulanık, pürüzlü,
Allah'ın kabul etmeyeceği bir akideyle öte dünyaya gidiyordu.

Tevhidi çizgide Allah'ı bilen, İslam'a gönül veren insanlar, bu insanlara
karşı sorumludurlar. Tekrar tekrar anlayabilecekleri,
kavrayabilecekleri şekilde Allah, İlah, Rab, Din bu insanlara anlatılmalıydı,
aktarılmalıydı.

“Ben Allah'a inanıyorum, ben Allah'ın kuluyum” derken, bir insan bu
imandan, bu kulluktan neyi anlıyor, neyi anlamıyordu?
Nedir kulluk?

“Ben Allah'a kulum” diyen bir insan, Allah'tan başkasının koyduğu
hükümlere tabi olmuşsa, “Dinim İslam” diyen bir insan, dinsizlerin,
hatta tahrif edilmiş dinlilerin yaşantısından, düşüncelerinden
farksız bir hal ve yaşayış içindeyse, bu insana nereden yaklaşmak lazım?

Her insanın doğruyu ve hakkı anlayabilmesine, kavrayabilmesine ve
gerçek İslam'ı Allah'ın istediği bir biçimde yaşayabilmesine engel olan,
kendinden ve çevresinden kaynaklanan birtakım psikolojik
ve sosyal marazları vardır. Rabbimiz Kur'an'da bu marazlara i
şaret etmiştir.

Bu marazlar tek tek öğrenilmeli, bilinmeli.

Bu marazlar tek tek kazınmalı, atılmalı, terkedilmeli.

Hak ve batılın arasında, hakkı örten, hakka gidişi, hakkı kabulü,
hakkı yaşayışı engelleyen bu marazların, bu duvarın yıkılması lazım.
Bu duvarın aşılması lazım.

Ölmüş insana nasihat edilmez.

Ölüler dirilere nasihat ediyorlar. Yeter ki ölümün ibret ve ders verici
öğüdünü anlayabilelim.

Geçen hafta vefat eden bu kentin belediye başkanı kim bilir ne gibi
pişmanlıklarıyla inliyor şu önümdeki kabirde!.

Şehrin trafik kargaşalarını yoğun bir çalışma sonucu, yollar,
geçitler oluşturarak çözen bu meyyit başkan, ruhundaki
kargaşalıkları giderecek hak ve doğru yolu bulamadan,
bilemeden, seçemeden gitti.

Edison ışığı icad etti, dünyayı aydınlattı. Ama alemlerin Rabbi olan
Allah (c.c.)'a ve O'ndan başka tüm ilahları reddederek ve Allah'ın
hükümlerini en yüce bilerek iman edemedi. Tüm dünyayı
aydınlattı fakat kalbini, ruhunu aydınlatamadı.

Tüm dünya kendisini sevse, bu sevgi tevhidi çizgide iman edememiş olan
kişiye Allah katında hiçbir şey kazandırmaz. Bu dünyada, her köşe
başına yüksek fiyatlarla utançtan anıtları dikilse, kitaplara, filmlere,
konferanslara konu olsa, ahirete imansız olarak giden birine
bütün bunlar ne yarar sağlar?

Soruyorum sizlere.
Meyyit başkan içki içer miydi?
Kumar oynar mıydı?
Hanımının başını örter miydi?
Namaz kılar mıydı?
İslam için ne yaptı?
Nasıl hüküm veriyordu?
Bu sorulan çoğaltmak mümkündür.

İçkiyi Allah haram kıldı.
Kumarı Allah (c.c.) haram kıldı. Kadınların başlarını örtmelerini Allah istiyor.
Namaz Allah (c.c.)'ın emri..
Allah'tan başka kimin hükmü güzel?
İslam, Rabbimizin bizden razı olacağı din.

“Kim İslam'dan başka din seçerse, o seçtiği kendisinden kabul
olunmayacak ve o, ahirette zarar, ziyan ve hüsrana uğrayanlardan
olacaktır.”

Zarar ve ziyana uğramamak için, daha ölmemişken, bu dünyada nefes
alıp verirken din olarak İslam'ı seçmek ve yaşamak en akıllıca iştir.

Meyyit belediye başkanına gelince ne diyeyim ki?

İnsanları İlahi vahiyden engelleyen, İlahi vahyin hakikat elçiliğini yapacak
yerde, kurdurduğu uydu çanaklarıyla porno filmlerin elçiliğini
yapan mevtaya, bu mevtaya ne denir ki!..
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Mezar notları...

Mesaj gönderen MERDAN »

Sekiz

Hüznün gözyaşı, ateşten bir kor gibi gönlüme düşmektedir.
Kabirler beni dünyadan ve dünyalıklardan koparmaktadır. Her kabir
yolculuğumu hatırlatmakta, bir öte dünyanın hesabını
içimde diriltmektedir.

Mezarda sanki hiç ölmeyecekmiş gibi bu geçici dünyaya sarılanları
tahayyül edip, sanki yarın sabah erkenden, sabahın nefes
almaya başladığı bir sırada, nefesimin son buluvereceğini düşündüm.
Pişmanlıklar birer alev olup beynimi yakıp kavurmaya başladı.
Terliyordum, titriyordum, içim ürperiyordu..
Mezarın çeşmesine doğru ilerledim, içimde bir duygu beni çeşmeye doğru
sürüklüyordu.
Abdest aldım.
Dua, tevekkül, tevbe ve şükür ile abdest aldım.
Yıkanıyordum, su elimi, yüzümü, ayağımı yıkarken, nasuh bir tevbe içimi
yıkıyordu, mazimi yıkıyordu. Sanki bu su, bu nasuh tevbe,
İslam dışı eğitim ve öğretimin yaşantıma, düşüncelerime bulaştırdığı
cahili lekeleri bir bir temizliyordu.
Dua, tevekkül, tevbe ve şükrün ılık kucağında tüm teslimiyetimle
Rabbe yöneliyordum.

Kabirlere baktım. İçindekileri ve dünyadaki amellerimi düşündüm.
Yaşayanlan düşündüm, kendimi düşündüm.

Ölümlü dünyanın ölümsüz tek güzel şeyi salih amellerdi. İman edenlerin,
salih amel işleyenlerin büyük ecirlere ulaşacağını biliyoruz.
“Onlar Rableri katında mahzun olmayacaklardır” gerçeğine inanıyoruz!

Tabutsuz bir ölü getiriliyordu. Babasının kucağında nakışlı bir kilime
sarılmış ölü çocuk. Hayatın baharında, dalından koparılmış
bir gül tomurcuğu gibi 3-4 yaşlarında bir kız.
Üzerine düşen babasının gözyaşından ve geriye bıraktığı bağrı yanık anne
yüreğinden habersiz, Allah'a, ahirete gidiyordu.

Acaba kalbi yanık anne “Ne olurdu onu alacağına beni alsaydın” derken,
neler hissediyordu?

Birden caddeye fırlayan küçük kızının hiç mi hatası yoktu ki, hapse
götürülen şoföre lanetler yağdırıyordu bu anne.

Bu ölümün hayırlara vesile olacağını, birtakım hikmetleri taşıdığını
nasıl anlayabilirdik!
Baba, kendini değiştirmişti ölüm sonrasında. Annenin ısrarına rağmen
şoförden davacı olmamış “Öldüren de Allah, dirilten de O.
Ne yapalım, Allah'ın takdiri..” diyerek, karısının mahzun bir şekilde
evde beklediği şoförü tutukluluktan kurtarıp, evine göndermişti.
Şoför de değişmişti. Çarptığı çocuğu hastaneye götürürken
ne dualar etmişti..
Daha sonra öğrendiklerimi de bu arada zikrettikten sonra tekrar
sabinin gömüldüğü o güne dönüyorum.
İçimden cenazeye katılmak geçmişti. Ölü bir sabi idi, günahsızdı.

Rahatsız olduğum tek yüz, imamın yüzüydü.

Neden bir tüccar gibidir mezar imamları?

Kalpleri nasırlaşmış mıdır bu insanların?

Kalbi de yüzü gibi temiz olan bu küçük çocuk, küçücük kabrine büyük
acıları arkasında bırakarak hüzünle gömüldü.
Bu çocuk; dünyanın, kendisine irin akıtan, küfür akıtan bataklığından
ölmekle kurtulmuştu, kurtuluvermişti.
Ya ölmemiş çocuklar!..
Nefes alıp veren çocuklar!..
İslam fıtratı üzere doğan tüm dünya çocukları neyin, nelerin arasında,
kimlerin elindeydi?
Yaşayan çocuklar için kendimi tutamadım, ölen çocuğun kabri
başında ona değil, yaşayan çocuklara ağladım..
Bir çocuk ki, anne babası Allah'ı bilmez, Allah'tan başka ilahlar edinmiş..
Bir çocuk ki, babasını ayık hiç görememiş..
Bir çocuk ki, annesi para için vücudunu satıyor..
Bir çocuk ki küfürlü sözler bir dua gibi, bir alfabe gibi kendisine belletiliyor..
Bir çocuk ki, babasının “Büyük adam olma” kaprisleri arasında,
baskı altında, şiddet altında..
Bir çocuk ki, babasız, yetim..
Bir çocuk ki öksüz..
Bir çocuk ki, ne annesini biliyor, ne babasını. Duygusuz, merhametsiz bir
toplumun içinde yalnız, kimsesiz, itilmekte, kakılmakta..
Bir çocuk ki, kemikleri çıkmış, bir lokma ekmeğe muhtaç, açlığın,
sefaletin kucağında, Afrika'da..
Bir çocuk ki, kurşunlanmış annesinin, babasının kanlı cesedi başında,
kanlı annesine sarılmış, eli kan, yüzü kan ağlamakta, Filistin'de..
Bir çocuk ki, boyundan büyük tüfeği başında, eli tetikte, gözü namluda,
dudağında tekbir, şehid düşen babasının yerini almış,
Afgan dağlarında..
Ve dünya çocuklarının derdini dert edinmeyen dünyanın büyükleri,
herhangi bir seneyi değil bütün seneleri masa başında çocuk yılı
ilan etseler, bir kısmı burjuvazinin besili çocuklarını, allı, pullu
renkli elbiseler içinde “Bugünün çocukları, yarının büyükleridir”
diyerek kameralarda, gazetelerde, mecmualarda teşhir etseler,
bunun ne önemi, ne anlamı var ki, Filistinli, Afrikalı, Afganlı
ve dünyanın daha bilmem neresindeki mustazaf çocukların yanında!..
Ey ölen çocuk, ey sevgili yavrucak!. Babanın gözünde yaş,
annenin yüreğinde yara bıraksan da sen kurtuldun.
Sen kurtuldun tağuttan ve tağutu yaşatan toplumdan.
Sen kurtuldun sevgili yavrum!.
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Mezar notları...

Mesaj gönderen MERDAN »

Dokuz

Üzerleri en kaliteli mermerlerle kapatılmış ve rengarenk çiçeklerle
donatılmış, dış görünümüyle gözü yormayan, temiz, tertipli, planlı,
geniş bir hiristiyan mezarlığında, denizde damla misali müslümanlar
için ayrılmış bölüme mü'min bir Alman kardeşi gömeceğiz.

Genç yaşta, hem dünyadaki yaşı, hem de İslam'daki yaşı genç olan,
dört sene öncesinde Hıristiyanlıktan İslam'ı seçip, aramıza
katılan kardeşimizi son yolculuğunda uğurlamak üzere gelmişiz bu mezara.

Farklı bölgelerden, farklı ülkelerden değişik ırktaki müminlerden
oluşan kalabalık bir cemaat mezarın kapısında.

Tartışma, müteala, yorum, kin, öfke, buğz ve merhamet kapristanın önünde...

Tabutla gömülme gereği üzerine yapılan tartışmalar, batının kendi
usullerinden taviz vermeyişiyle iki saat kadar sürüyor.
Bir gurup, batılıların tabutla gömüş şeklinin Suud’da ve Mısır'da da
uyguladığını söyleyerek, bu kadar beklemenin boşuna olduğunu belirtiyorlar.

Bazı müslümanlar ise merhumu en ince sünnetleri bile ihmal etmeden ihlasla
yaşayan, tavizsiz, muttaki bir mümin olduğunu vurguluyarak islami usul
ne ise o uygulanmalıdır diyorlar. “Şayet merhum aramızda olsaydı
ve böylesi bir durum İle karşılaşsaydı, bunların hepsiyle tartışır
ve bu konuda asla taviz vermezdi” ifadesini, merhum adına
samimiyetle tekrarlıyorlar...

Müslümanların bir bölümü de, kararsız ve yorumsuz bir bekleyişte
derin derin düşünüyorlar. Kimbilir belkide kendi ölümlerini tahayyül
ediyorlar, hatalarının hüznünü, yapmadıklarının, güçleri yetiyorken
yapmadıklarının acısını ve ıztırabını yaşıyorlar...

Cenazesine Amerika'dan Hıristiyan babası geldi annesiyle.
Pilotmuş babası Amerika'da.

Oğlunun müslüman olmasına üzülmesine rağmen, taktir edilecek bir
tavır göstererek
“Gaslinden defnine kadar kendi dinine göre gerekenler yapılsın.”
dedi.
Ne var ki Mısır'ın tağut güdümlü hocaları “Tabutla da mezara gömülebilir,
hiç önemli değil.” fetvasını söylediler.

Bunun üzerine bekleyişte sıkılan baba, bir grup Hıristiyan akrabaları,
merhumun müslüman karısına gelip, “Boşuna bekletilmesin, bak tabutla da konulabiliyormuş,
bir an önce gömülsün, tartışmaya gerek yok” dediler.

Bir Alman müslüman ortaya atılıp, heyacanlı ve düşündürücü bir
konuşma yaptı:

"Ölen müslümandır, bizim kardeşimizdir. Ne akrabalarının isteğine,
ne de Alman formalitelerine göre gömülecek, Allah'ın istediği şekilde
İslam'i kurallara göre gömülecektir.

Bir hayli diretti, mezar yetkilileriyle uzun uzun tartıştı.
Mezar yetkilileri ise tabutla gömülmesi için itikadi ve inadî bir direnç
gösteriyorlardı.
Çünkü yasalar böyleydi!.
Evet,
Halkında müslüman olan Doğu ülkelerinde müslümanın canlısına müdahale
edilirken, böylesi Batı ülkelerinde canlısına değil ölüsüne müdahale ediliyordu.

Doğu ülkelerinde ise böyle bir müdahale yoktu.
Ölen bir kimse İslam'i kurallara göre yıkanabilir, kefenlenebilir, namazı
kılınabilir ve yine İslam'i kurallara göre defnedilebilir.

Daha açık bir ifade ile ölen bir kimseye İslam'i kuralların uygulanmasında
hiç mazhur yoktu.
Tabi ki ölmüş olması kaydıyla!..
Netice olarak tabutun toprakla doldurulmasına karar veriliyor. İki saatlik
bir bekleyişten sonra tabuta tenekelerle toprak getiriliyor ve tabut
toprakla dolduruluyor. Merhumun yüzü kıbleye çevriliyor, tabutun kapağı
örtülüyor ve öylece konuyor kazılmış kabire.
Okunan Kuran ayetleri, dirileri düşündürüyor.
Yapılan dualar, Rahmet dileyişleri ve bir kardeş daha aramızdan
bedenen ayrılıyor.
Dört senelik güzel bir maziyi, örnek alınacak sözleri ve özlenecek davranışları
kardeşlerine bırakarak.
Uğurladık bir müslümanı, onu sevenlere ve onun sevdiklerine uğurladık.
Ne üzülüyoruz, ne hayıflanıyoruz onun için.
Mezarlıktan çıkarken, bir kardeşi öz vatana uğurladıktan sonra gurbette
kalmanın garipliğini ve hüznünü soluyoruz..
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Kullanıcı avatarı
MERDAN
Mesajlar: 956
Kayıt: 01 May 2007, 22:14

Re: Mezar notları...

Mesaj gönderen MERDAN »

On

Besmele ile mezara girdim.
Bu kez öyle bir kabrin başına geldim ki, bu kabrin içindeki insanı net olarak
tanımlamak, birçok insana doğruyu ve hakkı buldurur.

Sağlığında insanların pek çoğu ne yazık ki onu tanıyamamışlardır.
Şimdi de onun gibilerini hala tanıyamadan, ömürlerini, mesailerini ve
mallarını tüketenler bir hayli fazladır.
Böylelerinin gerçek çehrelerini tanımak için, Allah'ın bizlere uymamızı,
yaşamamızı istediği dini, asli kaynaklarından öğrenmek ve
bilmek lazımdır ki; böylesi insanların ne olduğu, ne olmadığı anlaşılmış olsun.

Bu insanlar Allah adına konuşurlar, fakat konuştuklarının büyük bir bölümü,
Allah'ın konuşulmasını istediği meseleler değildir.

Bu İnsanlar “Din adamı!” olarak popüler bir makamda söz söyleme yetkisine
sahiptirler.

Allah'tan başkalarından korkarlar, çekinirler, Allah'tan başkasını severler.
Etrafındaki insanların gerçekten ihtiyacı olan meselelerde, ya derin bir
sükutun içindedirler, ya da meseleyi bay patronlarının beğenisini
kazanacak, kendi aleyhlerine tehdit ve tehlike oluşturmayacak bir şekilde,
kendi te'vil ve tefsirleriyle makaslayarak biçimlendirip, özünden saptırırlar.

Bunlar, başı ağrıyan insanlara karın ağrısından söz eden ve karın ağrısının
gidericisi olan hap ve İlaçları tavsiye eden ve veren ve bu icraatleriyle
iyilik yaptıklarını, bir başka deyişle hizmet ettiklerini
iffetsizce söyleyen aldatıcılardır.

Bu insanlar Allah'ın Kitab'ının içindekileri bilirler.

Bilirler Kur'an'ın sadece namazdan, oruçtan bahsetmediğini.

Arapça, fıkıh, siyer, tefsir gibi dersleri okuturlar.
Maalesef ne bildiklerini, ne de okuttuklarını yaşamazlar.
Kendilerine hükümler hatırlatıldığında batıl tevil ve tefsir ile kendilerini
haklı çıkarırlar.

Dahası böyleleri gözler yaşartıcı konuları kürsülerde, meclislerde,
sohbetlerde aktörce dile getirdikleri için İslami bir değer ölçüsüne
sahip olmayan halkın büyük çoğunluğu tarafından beğenilirler
ve ilgi toplarlar.

Maalesef halk, onların yanlışını, eksiğini, ihanetini bilemez, zaten
düşünmezler de.. Değil mi ki hocadır, “Hoca yanlış söyler mi?”

Halkın dini duygularını kendi maddi ve politik çıkarlarına veya politikacıların
çıkarlarına alet eden bu gibilerini bazı kişiler zaman zaman tanırlar.
Ama bu tanıyanlar halkın yekünü yanında çok azdır.

Evet bunlar çıkarcıdırlar, ağızları ve sözleri değişkendir..

Böylesi bir belamın kabri başındayım.
Allah'ın hükmünü gizleyen,
Allah'ın Kitab'ını az bir ücret karşılığı satan,
Kitab'ı arkaya atan,
Gittiği mevlitlerde daha fazla para kazanmak için anfiyi de beraberinde
gezdiren,
Bir ramazan ayında on, onbeş hatim siparişi alan ve kendisine
“Ya hoca, sen hafız da değilsin! Bu hatimleri nasıl indiriyorsun?
Vakit yeter mi buna?” denildiğin de “Size bir meslek sırrı söyleyeyim.
Üç ihlas, bir fatiha bir hatimdir.” diyerek sırıtan,

Kalbi maddi çıkarın ve dünyanın sîsi ve kiri altında kararan ve katılaşan
bu sahtekar, bu din tüccarı şu anda Allah'ın huzurunda..

Etrafındaki saf ve iyi niyetli insanları aldattığını sanan bu zavallı, gerçekten
kendisini aldattığını şu anda çok iyi anlamıştır.

Şu önümdeki kabrin içindeki meyyit belam bir sünnet merasiminde mutfağa
girerek çiğ bir yumurta istedi.

Birisi:

Hayrola hocam ne olacak bu?

Bugün üçüncü mevlüdüm, sesimizin aynalı çıkması lazım.!

Evet sesinin aynalı çıkması lazım, çiğ yumurtayı içmesi lazım, yoksa
üçüncü sınıf durumuna düşebilir!.

Hayatı boyunca birinci sınıf olarak okumasını sürdüren bu mezkur meyyit,
birinci sınıftan düşmedi, ama bir arşınlık toprağın içine, kabire düşüverdi.
Ve hesabını zor vereceği, veremeyeceği lekeli bir mazinin kirli amellerini de
beraberine alarak Allah'ın huzuruna götürdü.
Dualarını hatırlıyorum
Okuduklarını ve okuyuşunu hatırlıyorum..
Yaptığı pazarlıktan, gizlediği hükümleri, korktuğu makamları, aldığı arsaları,
biriktirdiği metaları.. hepsini düşünüyor ve hepsini hatırlıyorum...

Korktukları, gizledikleri, biriktirdikleri nerede!.
Ve kendisi nerede!..
Allahım bana adaletinle değil, merhametinle davran. İMAM ALİ (A.S)
Cevapla

“Ahiret (Mead) İnancı” sayfasına dön